Yeni Bir Dönemin Eşiğinde

Son çeyrek yüzyılda kapitalist-emperyalist sistemde yaşanan gelişmeler; ABD’nin ikinci paylaşım savaşı sonrasında sistem içinde kurduğu hegemonyanın zayıflaması,  çatırdamaya başlaması, sistem içerisinde güç dengelerinin bariz biçimde değişimi, yeni güç odaklarının ortaya çıkması, kur ve ticaret savaşları, gümrük duvarlarının karşılıklı olarak yükseltilmesi, dünya çapında faaliyet yürüten büyük tekelci grupların batıklarının devletler eliyle engellenmesi, korumacı önlemler vb. Bütün bunlar dünya kapitalist  sisteminde derin bir krize ve yeni bir paylaşım savaşına işaret etmektedir. Görünür hale gelen bu olgular, kapitalist-emperyalist sisteme ilişkin 1980 sonrasında ileri sürülen ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra yüksek perdeden dile getirilen, sermaye rekabetinin ve uluslararası pazarların paylaşılması eğiliminin yerini ortaklaşa sömürünün aldığı, krizlerin ve dünyanın paylaşılmasına yönelik emperyalist savaşlarının ortadan kalktığı biçimindeki yeni tezlerin, aslında eski Kauskyci tezlerin yeni isimler tarafından dile getirilmesidir ve bu tezler bizzat Kautsky’nin bunları dile getirdiği dönemdeki akıbetlerine uğradı, 2008 krizi tarafından boşa çıkartıldı. Krizle birlikte rekabet ve paylaşım öne çıktı. Sermayenin dünya egemenliğinin kanıtı olarak ileri sürülen “ulus ötesi” yada “uluslararası”  tekellerin, her devlet kendi şirketinin batmasını önlemek ve diğerleriyle olan rekabetten üstün çıkmasını sağlamak için kollarını sıvayınca, bu tekellerin ulus devletlerle  olan bağları görünür hale geldi.

ABD hegemonyasının zayıflamasının sistemde görünür hale getirdiği  diğer bir olgu ise, ABD denetimi altındaki devletlerin hegemonyanın dışına çıkma eğilimidir.  En bariz biçimde Latin Amerika’da görünür hale gelen bu eğilim diğer bölgelere de yayılmaktadır. Son dönemde ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerde gel-gitlerin önemli bir nedeni de öne çıkan bu eğilimdir. Bu tablo içinde dünya çapında faaliyet gösteren tekeller ve  emperyalist devletler arasındaki uzlaşmalar geçici çatışma ise kaçınılmazdır.

Dünya çapında kurduğu hegemonya zayıfladıkça buna koşut olarak ABD’nin saldırganlığı da artıyor. ABD, hem rakiplerine (Çin, Rusya, Almanya vb.) hem de denetimi altındaki devletlere yönelik ekonomik siyasi ve askeri baskıyı arttırıyor. Birçok ülkeye karşı ya yaptırım adı altında açık, ya da gümrüklerin yükseltilmesi ile örtülü ekonomik ambargo uyguluyor. Çin ile yapılan son ticaret anlaşması ile ABD sürmekte olan dünya ticaret savaşında, Çin pazarında önemli bir avantaj elde etti. Ama bu durum dünya ticaret savaşını küçültmüyor, tersine daha da büyütüyor. Anlaşma ile ABD kendi ekonomisini bir nebze olsun güçlendirirken rakiplerini daha zor duruma düşürüyor. Çünkü; Çin pazarında ABD’nin elde ettiği bu avantajın Çin’e ihracat yapan diğer ülkelerin (Almanya, Fransa, Avustralya, Rusya, Güney Kore vb.) ticaretin azalmasına yol açarak,   dünya ticaret savaşını daha da büyütecektir.

ABD ve İngiltere baş düşmanı olarak ilan ettikleri Rusya’yı kuşatma politikasını, yakın zamanda NATO’ya dahil edilen Baltık ülkeleri ve Ukrayna’nın silahlandırılmasıyla sürdürüyor. Aynı konsept  içinde Gürcistan NATO’ya dahil edilmeye çalışılıyor. Zaten ABD’nin yönetimi altında olan NATO, son gelişmelerle tümüyle ABD hedeflerine kilitlenmiş bir askeri kampa dönüştü. Fransa Cumhurbaşkanı Macron ’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti çıkışı” bu gerçeğin itirafıdır.

Diğer yandan ABD’nin, Ortadoğu ülkeleri üzerinde  denetim kurmak ve aynı anlama gelmek üzere Rusya’nın bu bölgedeki denetimini ortadan kaldırmak için Afganistan, Suriye, Libya’yı istikrarsızlaştırmak üzere giriştiği savaş bugün doğrudan İran’ı hedef alarak yeni bir aşamaya yükseldi. Ama bu müdahalelerden kısmı başarı sağlasa da ABD istediği sonucu elde edemedi. Rusya Suriye’de kalıcılaştı, İran’ın bölgedeki etkisi arttı.

İran’ın ABD’nin bölgedeki savaş hedeflerinden biri olduğu bir sır değildir. ABD uzun bir dönemden beri uyguladığı ekonomik ambargoyla İran’ın istikrarsızlaştırma politikası izliyor. Afganistan, Irak, Suriye ve Libya’da olduğu gibi İran’da da iç karışıklıklar yaratarak, işçilerin- emekçilerin düzene duyduğu öfkeyi kullanarak, “demokrasi getirme” adına  emperyalist müdahale koşullarını yaratmaya çalışıyor. Ne yazık ki, işçi ve emekçilerin mevcut rejime duyduğu öfkeyi rejime ve kapitalist emperyalist sisteme karşı  devrimci bir kanala akıtacak devrimci bir örgütlülüğün olmaması, emperyalizme böyle bir müdahale olanağı sunuyor.

ABD’nin düzenlediği son operasyon, General Kasım Süleymani’nın  öldürülmesi, İran’a karşı açık bir savaş ilanıdır. Rakip devletlerin birbirine karşı gizli operasyonlar düzenlemeleri üst düzey devlet adamları ve istihbarat elemanlarının öldürülmesi bu gizli operasyonların en bilindik yöntemidir. Kimin yaptığının resmen  açıklanmadığı, ama kimin yaptığı bilinen  bu tür  operasyonlarla ilgili ülkeye mesaj iletilir. Kasım Süleymani’ın öldürülmesinde bu kuralın dışına çıkıldı, ABD operasyonu resmen üstlendi. Çünkü ABD İran’a yönelik savaşı doğrudan kendisi başlatmak istemiyor. ABD doğrudan savaşı kendisi başlattığında Avrupa ülkelerinin, İngiltere dışında, müttefiklerinin  desteğini almakta zorlanacağını, ayrıca,  İran’a yönelik operasyonunun İran’la sınırlı kalmasının mümkün olmayacağını biliyor.  O yüzden İran’ı kışkırtacak hamlelere yöneliyor. ABD’nin, bu amacı gerçekleştirmek için bundan sonra da bu tür  operasyonlara devam edeceğinden kuşku yoktur.

Ortadoğu’da çatışmayı büyüten bir diğer gelişme de ABD’nin  açıkladığı, adına “yüzyılın barışı” denilen Filistin’i fiili olarak yok etme girişimidir. Bu girişim, sadece İsrail’e verilen bir destek değil, aynı zamanda  ABD’nin izlediği bölgede ve dünyada kaosu büyütme politikasının bir gereğidir. Kaosu büyüterek çözmek savaş sanatının önemli kurallarından biridir, ABD bu kuralı uyguluyor. Bu tablo hem emperyalist devletler arasındaki çelişki ve çatışmanın boyutunu, hem de bu çelişki ve çatışmanın bugüne kadar izlenen yöntemlerle, kısmı ve bölgesel savaşlarla çözülemeyeceğini gösteriyor.

 

Yangın Büyüyor

Eylül 1919’da başlayan yeni bir dalgayla  dünyanın bir çok ülkesinde işçiler, emekçiler sokaklara indi. Protestoların ortak yanını yolsuzluk ve yoksulluk oluşturdu. Yolsuzluk batağına düşen hükümetler, giderek büyüyen işsizlik ve yoksulluk protesto edildi. Protestolar zaman zaman dinse de sürmeye devam ediyor. Aşırı sömürü, işsizlik, yoksulluk ve yolsuzlukta ifadesini bulan  asalaklık ve çürüme ile birlikte, kapitalizmin altındaki patlayıcı yığını, lavlarını taşırmaya hazır bir volkan gibi büyüyor.

Krizin işçi ve emekçilerin yaşamında yol açtığı olumsuzluklara karşı yükselen öfke hemen her fırsatta kendini kendiliğinden ayaklanmalar biçiminde ortaya koyuyor. Bilindiği gibi ilk öfke seli 2011’de Tunus’ta başladı ve kısa sürede tüm kıtalara yayıldı. İsyanların kendiliğinden karakteri ve isyan sürecinde bu niteliği aşacak devrimci öznelerin sürece müdahalede yetersiz kalması, ya da hiçbir etkide bulunamaması nedeniyle isyanlar hükümet değişiklikleriyle denetim altına alınabildi.

Ama bu denetimin altında süreç işlemeye devam etti. İsyan ve ayaklanmaların ikinci dalgası  Kasım 2018 Fransa’da “Sarı Yelekliler”in eylemleriyle başladı. Geçtiğimiz kasım ayında bir yılını dolduran Sarı Yelekliler’in eylemleri, birinci dalgadaki gibi aynı yolu izleyerek Afrika, Aysa ve Latin Amerika’ya sıçradı. Sudan, Şili, Arjantin, Kolombiya, Ekvator, Haiti, Hindistan, Pakistan, İran, Irak, Lübnan, Mısır, Ürdün ve Cezayir’de işçi ve emekçiler sokaklara döküldü. Ayaklanmalar farklı ülkelerde farklı biçimler alsa da birçok ülkede barikatlar kuruldu, işçi ve emekçiler ordu ve polis kuvvetlerine karşı direngen mücadeleler verdi, veriyor. Ayaklanmaların toplumsal gücü burjuvazinin karşı şiddetini de belirledi. Sayılar ülkeden ülkeye değişse de yüzlerce ayaklanmacı öldürüldü, binlercesi yaralandı, binlerce gösterici tutuklandı ve işkenceye maruz kaldı.  Ayaklanmaların önünün alınamadığı bir çok ülkede sıkıyönetim ve olağanüstü hal yasaları yürürlüğe konuldu.

Ayaklanmalara yol açan her iki dalga da, dünya kapitalist krizi ve bu krizin işçi ve emekçilerde yarattığı öfke, özellikle de, yoksulluk ve yolsuzluk temelinde ortaya çıkmış olsa da ikinci dalga birincisinden hem mücadele kararlılığı hem de ayaklanmaların yönelimi konusunda önemli farklılıklar gösteriyor. Yolsuzluk ve yoksulluğu karşı başlayan ayaklanmalar hükümet değişimi istemini aşarak kapitalizmi hedef alan köklü bir değişime doğru evriliyor. Artık kitleler sadece reform istemleriyle yetinmiyor, köklü değişiklikler istiyor.

Her iki dalgada kendiliğinden ayaklanmalara dayansa da ikinci dalga birinciden radikalliği ve köklü istem değişiklikleri yanında süreçte devrimci öznenin öne çıkmasıyla ayrılıyor. Bu özellikle Sudan’daki ayaklanma  için geçerlidir. Sudan’da çok bilinmeyen  illegal komünist parti  ve devrimci güçlerin öne çıkmasıyla ayaklanma öteki ayaklanmalardan çok daha somut kazanımlar elde etmiştir. Sudan’da ki sürecin nasıl gelişeceği konusunda şimdiden kesin bir şey söylenemese de bu olgu, kendiliğinde ayaklanmalarla, zafer arasındaki ilişkiyi de somutlamaktadır. Lübnan’da da Sudan’dakine benzer bir durum yaşandı. Özellikle Komünist partinin güçlü olduğu bölgelerde kitle eylemleri doğrudan kapitalizmi hedef aldı.

Bolivya’da olanlar ise, devrimci ve karşı devrimci dalganın yanyana varlığına  işaret ediyor. Latin Amerika’da uzun bir süre önce başlayan değişim, halkçı uygulama ve emperyalist tekellerin elindeki önemli maden ve enerji kaynaklarının (petrol, lityum, bakır, gümüş vb.) devletleştirilmesi, Latin Amerika devletleriyle, başta ABD olmak üzere emperyalist güçler arasındaki çatışmayı da büyüttü. Venezüella’da başlayan çatışma bugün tüm kıtaya yayılmıştır. ABD ve diğer emperyalist devletler bu ülkelerde, kaybettiklerini yeniden elde etmek için karışıklık, kaos ve darbeler örgütlemektedir. Venezüella’da denenen Bolivya’da başarılmıştır. Bolivya’da olanlar, liderlerin çapsızlığı kadar, daha katlanabilir bir kapitalizm (radikal demokrasi),  arayışının çıkışsızlığını da ortaya koymuştur. Kapitalizm koşullarında  kolektif kapitalist mülkiyet olan devlet mülkiyeti kutsanarak, sermayeye egemenliğine darbe vurulamayacağı, kapitalist devleti parçalamadan işçi ve emekçilerin çıkarlarının korunamayacağı bir kez daha kanıtlandı.

Kendiliğinden ayaklanmalar, buna yönelen  şiddet ve gericilik bugünkü sürecin temel eğilimleridir. Kendiliğinden patlamalar bugün dünya burjuvazisinin baş kabusudur. Dünya sömürüsünden aktardıkları payla bugüne kadar kendi işçi sınıflarını bu sürecin dışında tutmayı beceren gelişmiş kapitalist ülkeler de dahil, hiçbir ülke bu dalgadan muaf değildir. Eşitsiz bir biçimde de olsa önümüzdeki dönemde bu dalganın yeni ülkeleri içine alarak gelişeceğinden kuşku yoktur. Balkanlar ve merkez Asya sıradaki ülke grubunu oluşturuyor.

 

Türkiye

Türkiye Ortadoğu’daki emperyalist müdahaleye bölgede kendi denetiminde bir “hinterland” yaratmak hedefi ile katıldı. Ancak Rusya ve ABD’nin sürece doğrudan müdahalesiyle  bu hedefe ulaşmayı başaramadı. Ama emperyalist güçler arasındaki anlaşmazlıklardan yararlanarak Suriye’de üç işgal alanı elde etti. Bu işgal alanlarına dayanarak bir yandan Kürt halkına karşı imha politikasını sürdürdü, öte yandan da emperyalist devletlerle birlikte Suriye’nin geleceğinde şu ya da bu ölçüde bir pozisyon elde etti.

Türkiye’nin Ortadoğu’da izlediği politikanın bir diğer sonucu da bölgede Mısır, İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik  Arap Emirlikleri yer aldığı Türkiye karşıtı bir ittifakın oluşmasıdır. Geçen yıl İsrail, Mısır, Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan arasında Doğu Akdeniz’de doğalgaz aramak için başlatılan sondaj çalışmaları 2020’nin başında çıkarılacak gazın Avrupa’ya nakledilmesiyle ilgili anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlandı. Türkiye’nin bu anlaşmaya bir tepki olarak bölgeye kendi sondaj gemilerini göndermesi, bunun için gerekli teknoloji ve donanıma sahip olunmadığının ortaya çıkması ve fiyasko ile sonuçlanınca Türk devleti, çareyi kendi iktidarını korumaktan aciz, Libya iç savaşının bir tarafı olan Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Doğu Akdeniz’de “münhasır ekonomik bölge” anlaşması yapmakta buldu. Karşılığında da Libya’ya asker göndermeyi taahhüt etti. Türk devleti UMH ile imzaladığı münhasır ekonomik bölge anlaşmasının hemen ardından asker gönderme teskeresini mecliste onaylatarak, İdlib’deki çeteleri gruplar halinde Libya’ya göndermeye başladı.

Türkiye söz konusu anlaşmaya karşı oluşan tepkiyi, Rusya’yı devreye sokarak yumuşatmaya  çalıştı. Rusya’nın İdlib’in boşaltılması karşılığında Libya’da sağlamaya çalıştığı ateşkes Fransa’nın devreye girmesiyle sonuçsuz kalınca bu kez ateşkesi sağlamak için devreye baştan beri Ortadoğu’daki çatışmalardan uzak durmaya çalışan Almanya girdi. Almanya’nın girişimiyle (bu girişim aynı zamanda Alman emperyalizminin yeniden dirilmesidir) Berlin’de düzenlenen Libya konulu konferansa Türkiye’nin de davet edilmesi, Türk burjuvazisinin amacına ilk hedefte ulaştığını gösteriyor.  Gelişmeler; Konferans’tan çıkan ateşkes kararının uygulanmasının önündeki temel engelin Türkiye’nin Libya’daki askeri varlığı olduğu, bu durum değişmeden Libya’da ateşkesin uygulanamayacağını gösteriyor.

Burjuva muhalefet yüksek ulusal çıkarlar adına Libya’yla yapılan anlaşmayı onaylayarak  iktidara tam bir destek verdi. Muhalefetin meclisteki Libya teskeresine ret oyu vermesi bu gerçeği değiştirmiyor. Kapitalizm koşullarında ulusal çıkar denilen şey, egemen sınıfın, burjuvazinin çıkarıdır. Bunun bedelini ise tarih boyunca işçi ve emekçiler ölüm, açlık ve sefalet olarak ödemişlerdir. Dün Kore’de, Kıbrıs’ta ulusal çıkar aldatmacası adı altında kan ve can bedeli ödeyenler işçi ve emekçilerdi, bugün de Suriye’de, Libya’da bu bedeli ödeyecek yine işçi ve emekçiler olacaktır. İşçi ve emekçilerin burjuvazinin ulusal çıkar aldatmacasından kurtulmalarının tek koşulu, patronlarının çıkarları için değil, kendileri için savaşmaları kan ve can vermeyi göze almalarıdır.

2017’ye kadar Türkiye’nin içinde debelendiği istikrarsızlığın temel nedeni Kürt ulusal mücadelesi oluşturuyordu. Bugün buna artan işsizlik, yoksulluk ve bunun işçi ve emekçilerde yarattığı öfke eklenmiştir. Bu iki etken altında sistemin ekonomik ve politik istikrarsızlığı büyüyerek sürüyor. Tarih boyunca yönetemez duruma düşen her egemen sınıfın başvurduğu yöntem, krizi savaşla aşmaktır. Türk burjuvazisi de yönetemezliğini savaşla aşmaya çalışıyor.

2017den bu yana izlediği savaş politikasına hem, şovenizmi ve milliyetçiliği köpürterek, önemli bir destek sağladı, hem de emperyalist devletler (ABD, AB, Rusya) arasındaki çelişki ve çatışmalardan yararlanarak, Suriye’de işgal bölgeleri elde etti. Ancak bugün bu yöntem, birincisi, emperyalist devletler arasındaki çelişkilerden yararlanma stratejisinin çökmesi, ikincisi, emekçi kitlelerin yaşamını altüst eden kriz nedeniyle eskisi gibi işlemiyor. Türkiye, sorun Kürtler ve Kürt ulusal mücadelesi olduğunda milliyetçilik ve şovenizmi köpürterek halkın önemli bir kesimini  (ulusalcı, muhafazakâr ve milliyetçileri) arkasına alma olanağına sahipti. Ancak aynı durumun Libya ve İdlib için geçerli olmadığı açıktır.

İdlib’deki son durum, Türkiye’nin Soçi mutabakatına rağmen, bölgedeki terörist gruplarla birlikte hareket ederek İdlib’i işgal etmeye giriştiğini gösteriyor. Bu girişim, bu güne kadar bölgede birlikte hareket eden Rusya ile Türkiye’yi doğrudan karşı karşıya getirdi. Rusya ile yaşanan balayı bitti. İdlib’in işgal girişimi Rusya’nın sert tepkisiyle karşılanınca Türkiye, çareyi ABD, AB ve NATO’ya başvurmakta buldu. Türkiye, deyim yerindeyse “fabrika ayarlarına geri döndü.  ABD, AB ve NATO’nun Türkiye’nin yanında olduklarını açıklamalarının mevcut durumda bir değişime yol açmayacağının açığa çıkmasından sonra, Türkiye, Suriye ordusunun ilerleyişini nerede durdurabilirsem kardır hesabıyla Fransa ve Almanya’yı devreye sokarak ateşkes isteminde bulundu. Ateşkesin  Rusya tarafından reddedilmesi ve Türkiye’nin ABD’den hava desteği istemesi savaşın yeni bir boyutuna işaret ediyor. ABD’nin hava desteği sağlaması (ki, bu, bugün için çok düşük bir olasılıktır) filen sürmekte olan dünya savaşının resmileşmesi anlamına gelecektir, sağlamaması durumunda Türkiye’nin geri adım atmak dışında bir seçeneği yoktur.  Öyle görünüyor ki, Türkiye Suriye’de işgal altında tuttuğu tüm bölgelerden çekilmediği sürece savaşın büyüme olasılığı hep gündemde kalacaktır.

İdlib’deki durum büyük ölçüde, Türkiye ABD ilişkilerinin yeni seyrine göre şekillenecektir. ABD’nin planı, Irak, Suriye ve İran bölünmesi, bölgede sınırların yeniden çizilmesidir. Türkiye’nin, Suriye’de işgal ettiği bölgelerde kalıcı olması ABD’nin bu planının başarılı olmasına bağlıdır. Bunun da bir bedeli vardır; bedel Rusya ile varılan anlaşmaların (Suriye’nin toprak bütünlüğüne dayalı Soçi mutabakatının, S-400 anlaşmasının) sonlandırılması, Kuzey Suriye’de Kürt siyasi varlığının kabul edilmesi ve Suriyeli göçmen sorununun AB’nin istemleri doğrultusunda çözülmesidir. Türkiye İdlib operasyonuyla bu yola girmiştir. Sürecin nasıl gelişeceğini yaşayarak göreceğiz.

Müzminleşen  ekonomik kriz, yaşanan siyasal çalkantılar, artan gerici şiddet, silahlanma yarışı  ve emperyalist devletler arasında büyüyen anlaşmazlıklar, dünya çapında emperyalist bir savaşın çok uzağında olunmadığını gösteriyor. Öte yandan işçi ve emekçilerin artan  öfkesi ve bunun yol açtığı ayaklanmalar bu sürece eşlik ediyor.  Bu iki olgu birlikte dünya çapında devrimci bir krizin adım adım olgunlaştığının işaretidir.

Bu koşullarda komünistlerin önündeki yegane görev gelmekte olan bu dalgaya hazırlanmaktır.  Tehlike ve olanaklar somuttur. Buna karşı devrimci hazırlık da somut olmak zorundadır.

Türkiye, büyüyen gelir dağılımı adaletsizliği, artan işsizlik ve fiyat artışlarının büyüttüğü yoksulluk ile kendiliğinden patlamalara gebedir. TÜSİAD’ın son  açıklamaları bu  korkunun dışavurumudur.

Komünistlerin görevi bu korkuyu boşa çıkarmamaktır. Bunun yolu ise devrimci hazırlıktan geçiyor. Devrimci hazırlık en başta kendiliğinden eylemlere devrimci bir tarzda müdahale edecek devrimci bir merkezin, ismine layık bir komünist partinin kurulması ve yetkinleştirilmesidir. Bugünün temel görevi budur. İşçi sınıfı hareketi tarihi, devrimci bir partinin olmaması ya da müdahale gücünün yetersizliği nedeniyle birçok kendiliğinden ayaklanmanın heba edildiği örneklerle doludur. Buna bir son vermek komünistliğin temel ölçütüdür. Gelişmeler, kapitalizmin altında biriken patlayıcı yığını, devrimin Kafdağı’nın arkasında değil, yanı başımızda olduğunu gösteriyor. Bunun gereği, her şeyiyle devrime adanmak, devrimde yoğunlaşmaktır.

:::::::::::::::::::::::::::::::::