Yaşamın İçinde Olmak Yaşamı Örgütlemek – Umut İleri

Sınıfla siyaset arasında olması gereken birliğin yokluğu, yaşamın tüm alanlarında karşımıza çıkmaktadır. Varolan tabloya baktığımızda çıkan sonuç son derece vahimdir.

Ne mi var o tabloda!

Sınıf sendikacılığından çoktan vazgeçmiş, sermayenin fabrika iktidarının güvencesi, işçileri satış sözleşmeleri ile sermaye gruplarına satan sendikalar var. Birkaç yüz kişiyi geçmeyen basın açıklamaları ve düzen karşıtı eylemler var. Kitlesellik adına, popülizm adına olmadık taklalar atarak bayraklı mitingler düzenleyen “Komünist” partiler var.

Bu içler acısı tablonun bizlere gösterdiği, ideolojik ve politik, birbirini besleyen sorunlar olduğudur. Öncelikle yapılması gereken, bundan sonra yapacaklarımızı üzerine oturtabileceğimiz bir siyasi alan tanımlamasıdır. Siyaseti işçi sınıfının bağımsız sınıf siyaseti doğrultusunda, sınırlarını kendimizin belirlediği bir siyasal alanda mı yapacağız yoksa sermayenin sınırlarını belirlediği alanda mı yapacağız? İşte Politika, burjuvazinin sınırlarını çizdiği ve belirlediği alanın dışına çıkartılmalıdır derken kastettiğimiz, yukarıdaki sorunun da yanıtıdır. Politik hattımızı, işçi sınıfının bağımsız sınıf siyaseti üzerine oturtmalı, bu alanın sınırlarını bizler belirlemeliyiz.

Bırakalım siyaset yapıyoruz diye, sermayenin belirlediği alanda siyaset yaparak, kent orta sınıfının (tuzu-kuru) taleplerinin peşinde koşmayı (Cumhuriyet Mitingleri)!

Bırakalım “Devrimci” Demokrat Kemalistler diyerek, Kemalistlerin içerisinde kendimize müttefik aramayı!

Öncelikli gitmemiz gereken, ilgilenmemiz gereken bir işçi sınıfı var. Fabrikalarda, atölyelerde kısaca işliklerde bizi bekleyen, sahipsiz üç beş sendika bürokratının insafına terk edilmiş işçi sınıfı.

Kolay değil tabi, oralarda çalışma yapabilmek.

Kolay değil tabi, Sendika bürokratlarının egemenliğini kırabilmek. Ama başkaca yolumuz yok. Örgütlenmeliyiz! Yaşamın her yerinde. Yaşam nerede yürüyorsa biz de orada olmalıyız.

Tabi oralarda sağlıklı kalabilmek için, sağlıklı araçlarla oralara gitmeliyiz. Burjuvazi siyasal alanı düzen partileri, ekonomik alanı da bugün sendikalar aracılığıyla denetimi altında tutmaktadır.

Sendikalar, artık tamamen sendika bürokratlarının ellerinde sınıf sendikacılığını bir yana bırakmışlar, sermaye iktidarının güvenceleri haline gelmişlerdir. O nedenle, yepyeni sınıf örgütlerine gereksinmemiz vardır. Bu örgütler, konseyler veya komiteler biçiminde örgütlenmiş, hiyerarşiden uzak, doğrudan demokratik işleyişi benimsemiş örgütler olmalıdır. Tabandan örgütlenmeyi hedef edinmiş bu örgütler aynı zamanda, tabandan baskıyla sendikaları da sınıf sendikacılığı yapmaya zorlamalıdır. Bu örgütlerin bir adım sonrası, bu tür örgütlenmelerin ihtiyaç temelinde yaşam alanlarında, mahallelerde yaşama geçirilmesidir. İşçi sınıfının diğer toplumsal kesimlerle bir araya geldiği alanlardır mahalleler. Yaşamın her alanında, sermaye iktidarına karşı kendi erk odaklarımızı oluşturmalıyız. Bunlar aynı zamanda bugünden, yarını kurmanın araçlardır. Sınıfla siyaset arasındaki birlik ancak bu biçimde kurulur, Siyaset ancak bu biçimde gündelik yaşamın bir fonksiyonu haline gelir. İşte o zaman işçi sınıfı politikleşir. Ancak o zaman işçi sınıfı, karşıdan kuruculuk misyonunu gerçekleştirir

Tabi ki tüm bunları kotaracak, doğru teori ile donanmış, sınıfın en bilinçli kesiminin oluşturduğu, sınıf eksenine dayalı işçi sınıfının partisidir. Kısaca arabayı taşıyacak, onu hareket ettirecek, bir ata bir motora ihtiyacımız olduğu ortadadır. İşçi sınıfının öncü müfrezesi, onun düşünen eli, aklı partisine!

***

Daha önce de yazmıştık, bundan böyle Dünyanın pek çok bölgesinde, kapitalizmin geldiği bu evrede, kitle hareketleri olacaktır. Artık sona gelmiş, dayanmış, kendini ekonomik ve siyasal olarak üretemeyen sistemin çok daha baskıcı, zora dayalı egemenlik biçimlerine başvurması kaçınılmazdır. Ağır ve içerisinden çıkılmaz yapısal bir kriz içerisinde debelenen sistemin ağır yükü işçi ve emekçilerin omuzlarındadır. İşçi ve emekçiler, bu yaşadıkları karşısında duydukları öfke ve hoşnutsuzluğu, kendiliğinden hareketlerle ortaya koyacaklardır.

Kendiliğinde de olsa bu tür hareketler işçi ve emekçiler için birer okuldur. İşçi ve emekçiler pratik eylemlilik içerisinde yaşayarak öğrenirler. Komünistlerin görevi, pratik eylemlilik içerisinde işçi ve emekçilerde oluşacak bilinç kıvılcımlarını politik bir ateşe dönüştürmek olmalıdır.

Komünist önderliğin olmadığı kendiliğinden yığın hareketleri ya egemenler tarafından manipüle edilmeye ya da kısa bir süre sonra sönümlenmeye mahkumdur. Egemenlerin, işçi ve emekçilerdeki bu hareketliliği önlemesinin diğer bir yolu da, bu hareketlerin sistem dışına çıkmasını engellemektir. Böyle zamanlarda egemenler açısından en ideal yol işçi ve emekçilerin karşısına seçimleri çıkartarak, işçi ve emekçiler bu yolla sermaye grupları arasında seçim yapmaya zorlamaktır. Sistem partileri bunun için vardır.

Özellikle Sistem Solu Partiler, bu öfke ve hoşnutsuzlukların sistem dışına taşmaması için işçi ve emekçilerin önüne sistem içi “çözümleri” koyarlar. Bu partiler, hep söylediğimiz bu soygun ve talan düzeni kapitalizmin emniyet supaplarıdır. Bugün seçimlerin, gündemin en başında yer alma nedeni budur. Söylenen, yıllardır söylenenden farklı değildir; “Aman ha sokağa dökülmeyin, tepkilerinizi sistem dışına çıkartmayın, işte seçimler, biz seçimleri kazanacağız ve tüm sorunları çözeceğiz”

Yıllardır bu yalanlarla avutulduk, yıllardır sistem partileri arasında seçim yapmaya zorlandık.

Biri gitti, diğeri geldi ama bizlerin yaşamı her gün daha kötüye gitti, daha çekilmez bir hal aldı.

Yine aynı terane dönüp durmakta! Bugün de bize sermaye grupları arasında seçim yapmamız dayatılıyor. Bugün de bize Kolera ile Veba arasında tercih yapmamız söyleniyor.

Dünya geneline baktığımızda artık bu yalanlara çoğu kişi inanmıyor. Pek çok yerde seçimlere katılma oranı, %50 nin altında. İnsanlar da anladı artık, içerisinde yaşanılan sistemin, bir avuç kişiye azami bir yaşam, kendilerine ise asgari bir yaşamın altında şartlar sunduğunu. Bu dünyadan umutlarını kesenlerin bir bölümü, dinsel kitaplarda kendilerine sunulan sahte cennetlerin peşinden gitmekte. Sömürü arttıkça, özellikle bizim gibi kul kültürünün, biat kültürünün egemen olduğu toplumlarda dinin etkisi de o oranda artıyor. Din insanlara sahte cennetler vaat ederek, onlardan itaat ve biat ister. Devlete ve onu yönetenlere itaat, Tanrı’ya biat bu sahte cennetin anahtarlarından biridir. Onlara sahte cennetler vaat ederek, bu dünyanın zahiri olduğunu söyleyerek, yaşadıkları bu sefalete karşı tepkilerini boğar; insana aykırı faaliyetlerin, insanı esir almasına karşı insanın direnişini boşa çaba sayar. “Din, sermayenin kölelerinin insani görünümlerini ve az buçuk insan onuruna yaraşır bir yaşam taleplerini içinde boğdukları bir tür manevi alkoldür.” (Lenin, Sosyalizm ve Din, Seçme Eserler Cilt:II) O nedenle bizlerin, insanlara umut olmamız; gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan başka bir  dünyanın var olduğunu onlara anlatmamız gerekmektedir.

Bu umudun yeşereceği bir nesnellik olmasına rağmen bu nesnelliğe koşut, bu nesnellikten devrimci bir vazife çıkartacak öznellik ne yazık ki yok. İşte tüm enerjimizi harcayacağımız, asıl mücadele alanımız burası olmalıdır. Kapitalizmin bir soygun ve talan düzeni olduğunu bizzat yaşamın içerisinde kendi deneyimlerimizle yeteri kadar anladık. Artık kafamızı, bu öznelliğin nasıl oluşturulacağına, bunu pratik yaşama nasıl geçireceğimize yormalıyız.