HTŞ’ye Şam yolunun açılmasıyla, Suriye’de başlayan ve emperyalist müdahaleyle büyüyen iç savaşın ilk etabı sona erdi. Bu etapta Suriye önce içinde Türkiye’nin de olduğu ABD önderliğindeki Batı Bloku’nun ardından Rusya ve İran’ın müdahaleleriyle karşı karşıya kaldı. Fiilen ABD ve Rusya nüfuz alanı olarak ikiye ayrıldı. Türkiye ise bir taraftan Suriye’de İhvan Hareketi’ni temel alan bir etki alanı yaratmaya çalışırken, diğer yandan kendi bölgelerinde otonom yapılar yaratmaya çalışan Kürtlere karşı askerî harekâtlara girişti. Başlangıçta Kürtleri denetim altına alabilmek için uğraştı, başaramayınca askeri müdahale yoluna girdi. Kuzey Suriye’de Rusların izin vermesiyle birkaç Kürt bölgesini işgal etti. Ama tüm bu çaba Kuzeydoğu Suriye’de bir Kürt otonom bölgesinin kurulmasını engellemeye yetmedi. Tersine Kürtler bölgedeki Arap aşiret ve örgütlerle ittifak kurarak SDG adı altında egemenliklerini daha geniş bir bölgeye yaydı. Güney Suriye’de ise iç savaşın ve ittifakların dışında kalmayı büyük ölçüde başaran Dürzi’ler ve diğer muhalif grupların denetlediği fiili otonom bölgeler oluştu. Suriye’de Şam’ın HTŞ’ye teslim edilmesinden önceki durum özetle buydu.
Şam’ın HTŞ’ye tesliminden sonra İran tümüyle, Rusya kısmen (işlevleri ve gelecekleri belirsiz olsa da Rusya Suriye’deki iki üssünü hala elinde tutuyor.) Suriye’den çekildi. Bu kez, önceden Esat’ın gücünü bombardımanlarla kıran İsrail, giderek genişlettiği işgalle Suriye denklemine dahil oldu. Diğer bir gelişme de Şam’ın tesliminden sonra Batı ittifakı içinde baş gösteren ayrışmadır. HTŞ’nin eğitilip donatılmasında baş aktör olan İngiltere, AB ve Türkiye vurguyu yeni Suriye’nin üniter yapısı ve toprak bütünlüğüne yaparken, ABD ve İsrail, Suriye’de en azından şimdilik Kürtlerin ve Dürzilerin otonom hedeflerinin hamiliğini üstlendi. ABD Türkiye’nin Kuzeydoğu Suriye’ye yönelik yeni işgal girişimini bölgeye asker göndererek Kobani’de askeri üsler oluşturarak engelledi. Türkiye’nin, eğitip donattığı SMO ile Kürtlere yönelttiği saldırılar SDG tarafından etkisizleştirildi. İsrail ise, Güney Suriye’de Dürzilere yönelik HTŞ hamlelerini askeri güç kullanarak engelledi.
İngiltere ve AB’nin Suriye için öngördüğü oluşum hem sahadaki durum hem de HTŞ’nin sahip olduğu ideoloji nedeniyle Suriye’de kapsayıcı bir rejimin kurulmasına olanak vermiyor. Ayrıca ABD hem kendi hem de Suudi Arabistan yoluyla HTŞ üzerindeki denetimiyle de İngiltere ve AB’nin izlediği politikayı boşa düşürme olanağını elinde tutuyor. Bu da Suriye’de bugünkü durumun geçici olduğunu, Irak ve Libya’da olduğu gibi, Suriye’de de her an iç savaşın ve emperyalist müdahalenin ikinci etabının başlayacağı gerçeğini güçlendiriyor.
Türkiye, Suriye’deki iç savaşın birinci etabında hem kendi emperyal hevesleri hem de ittifak içinde yer aldığı Batı’nın çıkarlarını korumak üzere önemli bir rol oynadı. Gelinen aşamada SMO’yu kullanarak Rojava’da işgal hareketini yürütme ve HTŞ’yi yönlendirerek SDG’yi silahsızlandırma ve rejime monte etme olanağını büyük ölçüde kaybetti. Elindeki olanakları kaybetme riski ile karşı karşıya kalınca Kürtler üzerinde Öcalan’ın etkisini kullanma yoluna başvurdu. Bahçeli vasıtasıyla mektup trafiği başlatıldı.
Mektubun içeriğine geçmeden önce Kürt Özgürlük Hareketi’nin 1984’ten bugüne kadar yürüttüğü mücadele üzerine birkaç söz etmek gerekiyor. KÖH 1980 askeri darbesinin ağır koşulları altında, tüm sol sosyalist örgüt ve partilerin, sendikaların kapatıldığı devrimcilerin, öldürüldüğü, tutuklandığı koşullarda büyük bir hamleyle Kürt bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine yeni bir can verdi. Mücadeleyi adım adım tüm Kürdistan coğrafyasına yayarak büyüttü ve önemli bir siyasal ve toplumsal güç haline getirdi. Sadece Kürt halkını yeniden ayağa kaldırmakla kalmadı, dünya çapında bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi yürüten güçlere, pratiğiyle ilham ve güç verdi. Kendi eylemiyle yeni bir kadın özgürleşmesi yarattı. Zaman zaman tökezledi, özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra, kapitalizm zeminine oturan pek çok siyasal hareket gibi, payına düşeni aldı. Öcalan burjuvazinin ideolojik sepetinden aldıklarıyla Kürt mücadelesinin yeni yönünü belirledi. Kürt bağımsızlığının temel ilkeleri yerine düzen içi “hukuki düzenlemeleri” öne çıkarıldı. 25 Şubat’ta yazdığı ve 27 Şubat’ta açıklanan mektup, bu ideolojik yönelimin vardığı noktanın ilanıdır.
Öcalan’ın mektubu, tüm muhataplara iletildi. Muhataplar mektupla ilgili açıklamalarda bulundu. PYD, Öcalan’ın söylediklerini desteklemekle birlikte mektubun doğrudan kendilerini ilgilendirmediğini belirtti. PKK mektupta istenenlerin yerine getireceğini belirterek, bunun ilk adımı olarak tek taraflı ateşkes ilan etti. Kongreyi toplayıp PKK’yi feshi edeceklerini duyurdu. Bu açıklamaların pratikte nasıl işleyeceği konusunu yaşayarak göreceğiz. Bizim bu aşamada üzerinde duracağımız Öcalan’ın çağrısında ileri sürdükleri olacaktır.
Mektubun tümüne bakıldığında görülen şudur; çağrı Öcalan’ın ideolojik yönelimiyle Bahçeli ve Erdoğan “paradigmasının” bir bileşimidir. Bu özelliğiyle mektup, Kürt sorununu, Kürt ulusal ve siyasal varlığı bakış açısıyla değil, “paradigma” sahiplerinin bakış açısıyla ele almıştır.
Öcalan PKK’nin teori, program, strateji ve taktik olarak reel sosyalizmin ağır etkisinde kaldığını, belirttikten sonra PKK’nin feshini, 1990’larda reel sosyalizmin çöküşü, “ülkede kimlik inkarının çözülüşü ve ifade özgürlüğündeki” gelişmelere bağlı olarak “anlam yoksulluğuna” düşmesine bağlıyor. Yani kısaca önceden yanlış yoldaydık, şimdi doğru yolu bulduk demeye getiriliyor. Hadi diyelim ki, reel sosyalizmin çöküşüyle onun “ağır etkisine” dayalı strateji ve taktikten (Marksizm’den) vazgeçtiniz, bu sizin seçiminiz, ama (90’lı yıllarda Kürt kimliğinin tanındığı ve fikir özgürlüğün olduğu bir yana) ağır bedeller altında yürütülen mücadeleyi kimlik tanınması ve fikir özgürlüğüne indirgemek hem kendinizin hem de cumhuriyet tarihi boyunca Kürt halkının yürüttüğü mücadeleyi anlamsızlaştırmak değil midir?
Öcalan’ın “Türkler ve Kürtler, varlıklarını sürdürmek ve hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için gönüllülük yanı ağır basan, hep bir ittifak içinde kalmayı zorunlu görmüşlerdir” söylemi, Türk egemen resmi tarih yazımının tekrarından başka bir şey değildir. Gerçekte ise bu tarih içinde Türkler hep egemen olanı, Kürtlerse hep ezilen olanı temsil ettiler. Yani Kürtler bu tarih içinde egemen olan Türk devletlerine gönüllü olarak bağlı kalmadılar. Genel olarak halkların kardeşliği, özel olarak Türklerle Kürtlerin kardeşliği ise egemen olanın ezilene anlattığı bir masaldır. Bu masalın ağır bir saldırı ve asimilasyon politikası demek olduğunu Kürt halkı yüzlerce kez yaşayarak biliyor. Bu gerçek Kürt işçi ve emekçilerinin bilincine kanla kazınmıştır.
Öcalan Türk tarih yazımına yeni sayfalar eklemeyi sürdürüyor. Kapitalist modernitenin Türklerle Kürtlerin ittifakını “parçalamayı esas gaye” edindiğini, bu parçalama sürecinin cumhuriyetle birlikte hızlandığını, bu “tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemenin “esas görev” olduğunu belirtiyor. Türklerle Kürtlerin, olmayan ittifakını kapitalist modernitenin bozduğu söylemi, Türklerle Kürtlerin kapitalizme karşı birlikte mücadele vermesi gerektiğinin de kabulüdür. Ama bu Öcalan’ın ileri sürdüğü gibi moderniteyi demokrasi sosuna bulamakla değil, kapitalist devleti yıkmakla ve devletten devletsizliğe yol almakla olur ki, Öcalan bunu daha 1990’larda “reel sosyalizmin” yıkılmasıyla reddetti.
Mektup, sanki, ulusal baskı altında yüzyıllardır tüm siyasi hakları gasp edilen ezilen bir ulusun temsilcisinin görüşlerini değil de, ezen bir ulusun temsilcisinden duymaya alıştığımız kelimeleri birbiri ardınca sıralıyor; “Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamakta” olduğunu” söylüyor. “Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı bir yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma temel yöntemdir” söylemiyle bugüne kadar Kürt halkını ezmede bir yöntem olarak kullanılan demokrasiyi adeta kutsuyor. Mektup sırasıyla ayrı devleti, federasyonu, özerkliği, çözüm olamayacağı gerekçesiyle reddediyor. Bu çözüm olamayacaklar sıralamasından, “kültüralist çözümler” adı altında dolaylı da olsa, ulusal kültürün asıl ögesi ve aracı olan Kürt dili de nasibini aldı. Geriye Kürtlük adına ne kaldığı ise gizemini koruyor!
Öcalan, Bahçeli ve Erdoğan’ın iradesine vurgu yaparak, mektubunu PKK’ye gönüllü tasfiye çağrısıyla bitirdi; “Varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın; tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.”
Mektubun öngörülen yerlere iletilmesinin ardından, devlet, burjuva siyasi partiler ve Kürt siyasal temsilcileri arasında üç başlık altında bir tartışma başladı. Birinci başlık; mektubun Rojava’da dahil tüm Kürt siyasal hareketini kapsayıp kapsamadığı, bu konuda farklı fikirler ortaya atıldı. Rojava’dan gelen ses Rojavayı kapsamadığıydı. Buna kısmen DEM sözcüleri de katıldı. İkincisi; mektubun ana muhatabı kabul edilen Kandil’in ne dediğiydi. Kandil planı kabul etmekle birlikte, toplayacağını açıkladığı kongreye Öcalan’ın katılması koşulunu şart koştu. Üçüncüsü, PKK’nin feshi karşılığında belirli koşulların ileri sürülüp sürülmediğiydi. Bu konuya, İmralı Başkâtibi Sırrı Süreyya Önder açıklık getirdi. Mektubun okunması bittikten sonra, belli ki, Kürt halkını teskin etme göreviyle, Öcalan’ın koşulunu içerdiğini söylediği “notu” aktardı. Üzerine gidilince şerefini ortaya koyarak “koşul olmadığını” ve mektubun Rojava’yı da kapsadığını söyledi. Süreyya’nın hangi şerefine inanalım, notu açıklarken ki şerefine mi, yoksa notu reddederken ki şerefine mi, hangisine inanacağına onu izleyenler karar versin!
Bu tartışmalar daha uzun bir süre devam edecektir. Mektubun kaderini ise Kandil ve Rojava’nın verecekleri karar belirleyecektir.