Söz ve Eylemde Gündem – Nisan 2012

Söz ve Eylem, seçimden hemen sonra yaptığı değerlendirmede 3. AKP hükümetini ‘savaş hükümeti’ olarak nitelendirdi. Bugün bu tespit, hem bölgede hemde ülkedeki gelişmeler tarafından, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde doğrulanıyor.

Dün dillendirildiğinde bir “komplo teorisi” olarak algılanan emperyalist savaş, özellikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki gelişmeler dikkate alındığında, somut bir olgudur. Derinleşen kriz, keskinleşen rekabet, eldeki pazarların korunması ve yeni pazarların elde edilmesi için sürmekte olan kapışma, artan silahlanma, çeşitli biçimler altında halkların birbirine kırdırılması ve ülkelerin işgali, sürmekte olan emperyalist savaşın genelleşmesinin bir zaman sorunu olduğunu gösteriyor.

Emperyalist güç odaklarını karşı karşıya getiren ve bir savaşa doğru sürükleyen olgu, sadece değişen güç dengeleri altında pazarın yeniden bölüşümünün, bugün savaşın dışında bir araçla gerçekleşebilmesinin olanaksızlığı değil, aynı zamanda artan yoksullukla birlikte kapitalizme karşı gittikçe güçlenen başkaldırı eğilimidir. Burjuvazi bu süreçten ancak, işçi sınıfını bölerek, halklar arasındaki önyargıları, milliyetçi duyguları körükleyerek, baskı ve şiddeti yeniden örgütleyerek çıkabileceğini tarihsel deneyimle biliyor ve hazırlığını sürdürüyor.

Bugün emperyalist savaş ve devrim, sıradan bakış açısıyla ne kadar olanaksız gibi görünse de dönemin egemen eğilimleridir. Sürmekte olan paylaşım savaşında her lokal paylaşım, bir sonraki paylaşımın başlangıcı olurken, emperyalist güç odakları arasındaki çelişkileri de keskinleştiriyor.

Savaş genelleştikçe emperyalist bağımlılık zincirindeki her ülke, savaşta aktif tutum almaya zorlanıyor. Libya’nın paylaşımı, paylaşım savaşının yeni bir aşamasının işareti oldu. Libya’da kaybedenler, sıra Suriye’ye geldiğinde konumlarını yeniden belirlediler. Suriye’den İran’a doğru yol alırken paylaşımın eski biçimlerde süremeyeceği daha net olarak görülüyor.

Türkiye, hız kazanan ve biçim değiştirmekte olan paylaşım savaşının Afrika ve Ortadoğu etabında ABD adına önemli roller üstleniyor. Libya’da kararsız bir tutum takınan Türk burjuvazisi bunu unutturmak istercesine, Suriye’de savaş kışkırtıcılığını üstleniyor. ABD’nin aylar öncesinden hazırladığı işgal planında öngörülen işbölümü çerçevesinde Suudi Arabistan ve Arap Emirlikleri her zamanki gibi savaşın finansmanını üstlenirken, Türkiye operasyonun merkez üssü olarak operasyonel görevler üstleniyor.

Suudi Arabistan Dışişleri yetkilisi Türkiye ziyaretinde, basına verdiği demeçte sözü eğip bükmeden Suriyeli muhalifleri silahlandırdıklarını, Suriye konusunda Türkiye ile birlikte hareket ettiklerini itiraf etti. Aynı tarihte Türkiye’yi ziyaret eden ve doğrudan Başbakanla görüşen CIA başkanı Suriyeli muhalifleri eğittiklerini açıkladı. Bütün bu faaliyetin merkezi karargâhının Türkiye’de olduğu artık saklanamıyor. Muhalifler bu karargâhta eğitiliyor, silahlandırılıyor; planlamalar yapılıyor ve uygulanıyor.

Planların Suriye içerisinde uygulanmasında Türkiye’nin operasyonel bir rol üstlendiği basında sıradan haberler olarak yer alıyor. Mart ayında olup bitenler, Türkiye’nin Suriye politikasının kraldan çok kralcı olduğunu net bir biçimde ortaya koyuyor. ABD, Suriye’nin işgaline uluslararası “meşruiyet” kazandırmak amacıyla BM’i devreye sokarken, Arap Birliği “barışçıl çözüm” olanaklarında diretirken,

Türkiye’den savaş kışkırtıcı açıklamalar yapılıyor. Son olarak Suriye Büyükelçisini geri çekmesi, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik emperyalist müdahaleye ne kadar hevesli olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin bu tutumu birçok Arap devletinde endişeyle izleniyor. Türkiye’nin kışkırtıcı çabalarını, kâhyanın, efendisinin gözüne girme çabası olarak değerlendirmek son derece sığ bir yaklaşım olur.

Türkiye, Suriye’nin işgalini Kürt Özgürlük Hareketine karşı bir imha savaşına dönüştürmek amacındadır. CIA Başkanıyla görüşmenin önemli konu başlıklarından biri de budur. Türkiye, Kürt halkına karşı yürüteceği iç savaşta elinin serbest bırakılması karşılığında ABD’ye Suriye’nin işgalinde istediği rolü üstlenme güvencesi veriyor.

Newroz Ateşi Harlanıyor

Suriye’de Esad’ı halkına karşı silah kullanmakla suçlayan ve buradan hareketle Suriye’ye karşı müdahaleye haklılık kazandırmaya çabalayan Türk burjuvazisi, egemenliği altındaki Kürt halkının, işçi sınıfının en küçük demokratik talebini terörle bastırmayı sürdürüyor. Uludere’de olduğu gibi, sivil halkın üzerine bombalar yağdırıyor. Türkiye, dünyada yurttaşlarına karşı en fazla gaz bombası kullanan ülke unvanını elinde tutuyor. Başbakanın seçimden hemen sonra açıkladığı strateji değişikliği adım adım uygulandı.

Seçimde oluşan Kürt ulusal birliğini parçalamak, Kürt özgürlük hareketinin siyasal etkisini, kitle bağlarını zayıflatmak için her çareye başvurdu, başvurmaya devam ediyor. Operasyonlar, tutuklamalar birbirini izliyor. Operasyonlar ve tutuklamalar sadece Kürt özgürlük hareketini hedef almıyor. Sivil halk kurşunlanıyor, bombalanıyor; polis sokaklarda kurduğu barikatlarda Kürtleri topluyor. Öyle ki, bugün Türkiye’de Kürt olmak devlet açısından potansiyel bir tehdit, fiili bir suçtur.

Bu sürecin son halkası olan Newroz yasağı, Kürt halkına dayatılan inkâr ve imha stratejisinin sonuçlarının test edilmesiydi. Beklenen, kadrolarının önemli bir kesimini operasyonlarda, tutuklamalarda kaybeden Kürt özgürlük hareketinin geri adım atacağı, baskı ve tutuklamaların kitleleri sindireceği ve yığınsal olarak sokağa çıkmayı göze alamayacaklarıydı.

Kürt halkı, Kürt özgürlük hareketi etrafında kenetlenerek bu beklentiyi boşa çıkardı. Kitleler bir günde, bir yılda alabilecekleri yolu kat ettiler. Arkadan gelen yüz binler, tutuklanan on binlerin yerini doldurdu. Diyarbakır, bütün barikatları aşarak, baskı ve zorbalığa karşı mücadelenin simgesi olan Newroz’un başkenti oldu. Devletin Kürt Özgürlük Hareketini geriletme, yalıtlama çabası bir kez daha bilinçli ve örgütlü mücadeleye yenildi. Kürtler için yeni bir yılın başlangıcı olan Newroz yeni devrimci bir atılımın da başlangıcı oldu. Önümüzdeki dönemin hem Kürt Özgürlük Hareketi hem de devlet için çetin bir dönem olacağını söylemek öngörü gerektirmiyor. Kürt Özgürlük Hareketi bu yeni döneme bir adım önde, harlanan Newroz ateşinden aldığı güçle giriyor.

Savaş Hükümeti ve İşçi Sınıfı

İşçi sınıfı örgütsüzlük içinde debelendikçe, rekabet içinde bölünüp parçalandıkça, işsizlik tehdidi altında geri çekildikçe, burjuvazinin saldırılarının ardı arkası kesilmiyor. Türkiye işçi sınıfı kendisinin tarihsel mücadelesi boyunca elde ettiği hakların birçoğunu kaybetti. 8 saatlik işgünü uygulaması fiilen 10-12 saate çıkartıldı, ücretler ise en alt seviyeye çekildi.

Toplam işgücünün %70-80’lık kesiminin aldığı ücret asgari ücret ve altındadır. Güvencesiz- esnek çalışma yıllardan beri uygulanıyor. Sendikalı işçi sayısı %3’lerde. Kıdem tazminatı güvencesizesnek çalışma çerçevesinde ortadan kaldırıldı. Burjuvazi yeni istihdam yasasıyla bu fiili durumu yasallaştırma çabasında. Saldırı bunlarla sınırlı kalmıyor. Sırada, cumartesi günlerinin resmi çalışma günü yapılması var. Böylece sermaye, hem çalışma saatlerini resmen 10-12 olarak yasallaştırırken hem de – çoğu durumda zaten ödenmeyen- beş kuruşluk fazla mesai ücretini de sermayeye eklemiş olacak.

Yeni eğitim yasası bir yandan sermayeye ucuz kalifiye işgücü üretmeye endekslenirken, öte yandan işçilik yaşını da, çıraklık adı altında 11’e düşürüyor. 1960’lı- 70’lı yıllarda işçi sınıfının sendikal, siyasal mücadelesine karşı çeşitli isimler altında kurulan komünizme karşı mücadele örgütleri, bugün “Dindar gençlik” yetiştirme projesiyle devreye sokuluyor.Bu proje, Kürt Özgürlük mücadelesine karşı Hizbullah’ın, işçilere karşı grev kırıcılarının ve devrimci harekete karşı para- militer güçlerin yeniden örgütlenmesidir.

Burjuvazi çalışma süresini uzatarak, iş koşullarını ağırlaştırarak, ücretleri düşürerek, işçileri işsiz kalma korkusuna boyun eğdirerek karlarına kar katacaktır ama yine de ne yaparsa yapsın, kapitalizmin altında patlayıcı yığının birikip büyümesini önleyemeyecektir. Burjuvazi, çocuk emeğini daha yoğun sömürmek için işçilik yaşını 11’e çekerken mücadele yaşınıda 11’e çekecektir.

Burjuvazi, bu gerçeği bildiği için, işçi sınıfının bugünkü durgunluğuna bakarak rehavete kapılmıyor. O, işçi sınıfının gizil gücünün harekete geçtiğinde nelere kadir olacağını kimi “Marksist”lerden daha net görüyor. Sınıf korkusu burjuvazide içseldir. Düne bakıyor, Ekim devrimini, 15-16 Haziran’ı hatırlıyor; bugüne bakıyor, Tahir meydanını, Yunanistan’ı, İspanya’yı görüyor. Biz komünistler işçi sınıfının gizil gücüne güveniyoruz. Ancak bu gizil gücün kendiliğinden yıkıcı ve yapıcı bir güce dönüşmeyeceğini de biliyoruz. Bunun için komünistiz. Ve bunun için bütün gücümüzle çağırıyoruz. Yoldaşlar iş başına!