Soykırıma Uzanan Yol – 1

Bundan tam yüzyıl önce 24 Nisan 1915’te bir halkın yeryüzünden silinmesi için çok yönlü bir imha planı hazırlandı ve yürürlüğe kondu. İmha planı, insanlık tarihinde egemenlerin o güne kadar edindikleri vahşet tecrübe ve uygulamalarını içeriyordu. Bu açıdan imha planı bütün bir vahşet tecrübelerinin de bir özeti, yoğunlaşmış bir ifadesiydi.

İmha planına rağmen Ermeni halkı bugün hâlâ varlığını sürdürebiliyorsa, bunu ne katillerinin merhametine, ne de uygar dünyanın Ermeni halkı üzerine oluşturduğu vesayete borçludur. Tersine, tarihsel varlığının ona “bahşettiği” coğrafi dağınıklığa borçludur. Ermeni halkının ulusal kurtuluş mücadelesini geciktiren etmenlerin başında yer alan bu coğrafi dağınıklık, paradoksal bir biçimde onun bir ölçüde imhadan kurtuluşunu da sağlamış oldu.

Anadolu’nun kadim halklarından Hurriler’in akrabaları olduğu sanılan Ermenilerin bir devlet kurarak tarih sahnesine çıkışları MÖ. IV yüzyıla rastlar. MÖ. IV. yüzyılda Orta Anadolu, kuzeyden ve batıdan gelen istilalarla sarsıldı. İçinde farklı halkların (Kimmerler, Ermeniler, İskitler, Alardlar vb.) yer aldığı istila hareketi sonucu, Anadolu ve Mezopotamya’nın iki medeniyeti, Urartu ve Asur krallıkları çöktü.

İlk Ermeni krallığı, Orta Anadolu’da, kuzeyde Karadeniz ve Kafkas dağları, doğuda Zagros dağları, Pers yaylaları, güneyde Aşağı Fırat’a kadar uzanan bölgede, orta Anadolu’dan İran, Kafkaslar ve Orta Asya’ya doğru uzanan bir coğrafyada egemenliğini sürdüren Urartu’nun yıkıntıları üzerinde yükseldi.

Başlangıçta Urartu’nun merkezi olan Fırat Nehri, Yukarı Dicle ve Van Gölü arasındaki alanda kurulan krallık, zamanla bütün Urartu egemenlik alanını kapsamakla kalmadı, onun ötesine de geçti.

Ermenistan, tarihi boyunca batıda ve doğuda egemenlik sürdüren güçlü krallık ve imparatorlukların çatışma alanı içinde yer aldı. Kuruluşunun hemen ardından Pers (Medler) saldırılarıyla karşı karşıya kaldı. Ve Pers kültürünün etki alanına girdi. Krallığının MÖ 331’de Büyük İskender tarafından yenilgiye uğratılmasıyla Pers etkisi, yerini Helen kültürünün etkisine bıraktı.

Ermeni Krallığı en parlak dönemini MÖ II. yüzyılda Büyük Kral Dikran döneminde yaşadı ve krallık, büyük bir imparatorluğa dönüştü. Dikran, kuzeyde Karadeniz kıyısı boyunca egemen olan Pontus kralı ile anlaşarak batıda Roma, doğuda Pers krallıkları aleyhine büyümesini sürdürdü. Fırat’ın batısına geçerek Suriye ve Antakya metropolünü krallığına kattı. Kilikya Ermenistan’ını kurdu. Dikran döneminde Ermeni İmparatorluğu, “Büyük Ermenistan”, “Küçük Ermenistan” ve “ Kilikya Ermenistan’ı” olmak üzere üç coğrafi bölgeye yayıldı. Büyük Ermenistan eski Urartu krallığının topraklarından daha geniş bir alanı kapsıyordu. Doğu Kapadokya’da kurulan Küçük Ermenistan, Roma – Bizans vasallığı altında MS IV. yüzyılda kuzeyde doğu Karadeniz dağları, güneyde Aladağlar, doğuda Fırat Nehri ve batıda Kızılırmak arasındaki bölgeyi kapsayarak genişledi.

Sabesteia (Sivas), Satala (Gümüşhane – Kelkit), Nikalopolis (Niğde), Koloneia (Şebinkarahisar), Melitene (Malatya) ve Kasareia (Kayseri) gibi önemli yerleşim birimleriyle hem Helen ve Ermeni kültürünün buluşma alanı, hem de Ermeni göçünün çekim merkezi oldu.

Dikran’ın kurduğu imparatorluk, MÖ II. yüzyıldan itibaren çözülmeye başladı. Çözülmeyle birlikte Ermeni Krallıkları da vasal krallıklara dönüştü. MS. 253’e kadar Roma’nın kontrolünde kalan krallıklar, 253’te Roma’nın Pers Sasani devletine yenilmesinin ardından Pers kontrolüne girdi. MS. II. yüzyıldan itibaren Ermenilerin kaderinde değişen, sadece çatışan ve vasilik hakkını elde eden devletlerin isimleri oldu. Ermeni toprakları üzerinde süren savaşların batı cephesinde Roma’nın yerini IV. yüzyılda Roma’nın bölünmesinden sonra Bizans alırken, doğu cephesi sürekli olarak değişti. Perslerin yerini sırasıyla VIII. yüzyılda Araplar (Abbasiler), XI. yüzyılda Selçuklular, XIII. yüzyılda Moğollar aldı. Ermeni Kilikya Krallığı, XIV. yüzyılda Mısır – Memluk saldırılarıyla yıkıldı. XV. yüzyılda Timur saldırıları ve Anadolu’da beylikler döneminin başlaması, bütün bu çatışmalı tarih içinde Ermenilerin belki de en rahat yüzyılı oldu.

IV. yüzyıldan itibaren yoğunluk kazana Ermeni göçünün iki önemli kaynağından birini, kültürel (dini) baskılar ve katliama varan saldırılar oluştururken, ötekini de Ermeni krallıklarını vasallaştıran devletlerin askeri, idari ve ekonomik ihtiyaçları oldu.

Büyük Ermenistan’ın 253 yılında Sasaniler tarafından işgal edilmesiyle -özellikle dini baskılar ve katliamlar nedeniyle- batıya, Küçük Ermenistan’a Ermeni göçü yoğunlaştı. Bu göçü askeri, idari ve tarımsal üretimle ilgili toplu yer değiştirmeler izledi. Ermeniler topluca egemen devletlerin ihtiyaç duydukları bölgeler (Kıbrıs, Mısır, Trakya, Balkanlar, Güney İtalya, Isfahan vb.) aileleriyle birlikte yerleştirildiler. Bu göçlerle birlikte Ermeni diasporası da, başta krallık ve imparatorlukların merkezi şehirleri olmak üzere (Konstantinapol, Edirne, Cenevre, İsfahan, İskenderiye vb.) şekillenmeye başladı. Daha sonraları Rusya Ermenistanı’nın oluşmasıyla birlikte bu merkezlere Tiflis ve Moskova eklendi.

Ermenistan’da Osmanlı Egemenlik Dönemi
XVI. yüzyılda Ermeni toprakları üzerindeki savaşların tarafları yeniden değişti. Batıda Osmanlı’nın, doğuda Pers Safevi devletinin yer aldığı yeni bir savaş ve çatışma dönemi başladı.

Yukarıda da belirtildiği gibi Ermeniler, özellikle diaspora Ermenileri, Bizans’ın çeşitli kentlerine yayılmışlardı. (Bursa, Edirne, Karaman, Kütahya, Ankara, İstanbul) Osmanlı Devleti ile Ermeniler arasındaki ilk ilişkiler bu kentlerin ele geçirilmesiyle başladı. (1453) İstanbul’un, (1461) Trabzon’un ve (1487) Karaman Beyliği’nin Osmanlı topraklarına katılmasıyla yoğunlaştı.

Osmanlı’nın Ermenistan’ı işgali, XVI. yüzyıl Osmanlı – Pers (Safevi) savaşları sonucunda gerçekleşti. Ağırlıklı olarak Ermeni coğrafyasında süren bu savaşlar sırasında Ermenistan yeniden yakılıp yıkıldı. Bu savaşlar sırasında Ermenilerin yaşadıkları katliamları Osmanlı tarihçisi Peçevi şöyle hikâyeleştirdi: “… ordu, Pers’in ruhu demek olan Erivan kentine girdi. Yerel halk kaçmış ve iz bırakmadan ortadan yok olmuştu… Ancak ordu büyük toprakları ele geçirdi… Ganimete susamış bir halde, arkasında taş üstüne taş bırakmadan yeniden yağmaladı ve yakıp yıktı… Bütün köyler ve yerleşimler, tarlalar ve yapılar o derece harap edilmişti ki, hiçbir hayat belirtisi kalmamıştı… Başka hiçbir sefer, orduya bu kadar zenginlik katmadı… İçinde beş ya da onu aşkın köle barındıran çadırların sayısını hesaplamak olanaksızdı.” (348)

Katliamlar ve yakıp yıkmalarla süren bu savaşlarda katliama uğrayan sadece Ermeniler değildi. Anadolu Alevileri de sonu gelmez bu katliamlardan payına düşeni aldı. Sonunda imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla Ermenistan toprakları, büyük bölümü Osmanlı’ya kalacak biçimde Perslerle paylaşıldı. Irak, Bağdat, Musul, Van Bölgesi, Kars Osmanlı’nın, Erivan, Nahçıvan, Azerbaycan, Eleşkirt, Bayazıd Safeviler’in payına düştü. Ararat bölgesi Ermeni nüfustan arındırılarak Kürt yerleşimcilere bırakıldı. Bütün XVI. yüzyıl boyunca süren bu savaşlarla, daha önce vasal olarak varlığını koruyan Ermeni krallıkları ortadan kaldırıldı. Ancak yüksek dağların korunaklı alanlarında konumlanmış birkaç prenslik (Karabağ’da – Sünikler, Gürcistan’da – Broşyanlar, Karadeniz’de – Hemşin, Büyük Ermenistan’da -Sason, Zeytun, Kilikya’da – Haçin, Küçük Ermenistan’da – Tomarza varlığını koruyabildi. XVI. yüzyıl sonrası Ermeni mücadelelerinde bu Melikliklerle birlikte diaspora, önemli roller üstlendiler.

Ermeniler için sakin geçen XVIII. yüzyılın ardından XIX. yüzyıl, Ermeni topraklarında yeniden katliam ve göçlerin yaşandığı yüzyıl oldu. Bu yüzyılda Ermeni sorunu, Osmanlı – Rusya (1806 – 1812, 1828 – 1829, 1853 – 1856, 1877 – 1878), Pers – Rusya (1804 – 1813, 1826 – 1828) savaşları ve bu savaşlara İngiltere ve Fransa’nın dolaylı müdahalesiyle yeni bir boyut kazandı. Rusların XVI. yüzyılda başlayan güneye inme girişimleri, XIX. yüzyılda Osmanlı ve Perslerle yapılan savaşların asıl nedenini oluşturdu. Yüzyıla yakın süren bu savaşlarda Rusların güneye inmesini kendi çıkarları adına tehlikeli bulan İngiltere ve Fransa, Osmanlı ve Perslerin yanında yer aldı. Ruslar, savaşların başladığı 1800’lerin başında önce Gürcistan’ı, arkasından da bütün Transkafkasya’yı fethettiler. Bu fetihle birlikte Ruslar da Ermeni sorununun taraflarından biri haline geldi.

XIX. yüzyıl savaşlarında Ermeniler savaşan devletlerin her üçünün ordularında yer aldılar. Ancak Osmanlı ve Pers ordularında yer almanın aksine, Ermenilerin Rus ordusundaki varlığı gönüllü idi. Çünkü savaşan devletler içinde Ermenilere özerklik vaadinde bulunan tek devlet Ruslardı. Rusların özerklik vaadi Ermeni kilisesinden de destek gördü. Öyle ki; Tiflis Ermeni Başpiskoposu Nerses Asdaragetsi, “Ermeni Ulusuna Çağrı” yayınlayarak, Ermenileri Rusların yanında “cihad”a bile çağırdı.

Hem Rusların Ermenilere özerklik vaadi, hem de Osmanlı ve Perslerin Ermenilere karşı değişmeyen katliamcı tutumları, savaş sırasında yüzbinlerce Ermeni’nin Rusya Ermenistanı’na göç etmesine yol açtı.

XIX. yüzyıl savaşları sonunda Ermeni halkının bölünmüşlüğünü anlatan önceki tablo da değişti. Daha önce Osmanlı ve Persler arasında bölünmüş olan Ermenistan, bu kez Rusya’nın katılımıyla üç devlet arasında bölündü. Perslerin denetimi altındaki Ermeni topraklarının önemli bir kısmı, Nahçıvan, Karabağ ve Erivan Rusların denetimine girdi.

Ulusal Uyanış
Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu’nda ulusal mücadeleye nispeten geç giren uluslar içinde yer alır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, coğrafi bölünmüşlük ve bu coğrafi bölünmüşlük içinde sürgün, göç, katliam gibi nedenlerle Ermeni nüfusunun azınlıkta kalması, diğeri de Ermeni ulusunun erken sınıfsal ayrışması ve bunun ulusal mücadele üzerindeki etkileridir.

Daha önce de belirtildiği gibi ulusal mücadelenin şekillenmeye başladığı 19. yüzyılda Ermeni toprakları, üç devlet arasında bölüşülmüştü: İran Ermenistan’ında Ermeniler daha çok Urmiye, Isfahan ve Şiraz’da toplanmışlardı. Rus Ermenistan’ında Erivan, Karabağ, Nahçıvan, Gümrü ve kısmen Tiflis, Ermeni nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgelerdi. Osmanlı’ya gelince, Ermeni nüfus çok geniş bir alana yayılmış durumdaydı. Kadim Büyük Ermenistan’da Erzurum, Bayazıd, Kars, Ahıska, Van ve Diyarbakır; Kilikya Ermenistan’ında Adana, Maraş; Küçük Ermenistan’da Malatya, Kayseri, Amasya, Tokat vb. belli başlı Ermeni yerleşim yerleriydi.

Gerek devletlerin nüfuslandırma politikası, gerekse baskılar, katliamlar sonucu oluşan göçlerle -Zeytun, Erivan vb. birkaç yerleşim yeri hariç- diğer bölgelerde Ermeni nüfusu diğer halkların nüfuslarına – Müslüman nüfusa göre – azınlıktaydı. Bu durum en çok da Pers ve Osmanlı Ermenistan’ı için geçerliydi. Bu coğrafi dağınıklık ve nüfus yapısı, Ermeni ulusal mücadelesini negatif olarak etkilemiştir.

Nüfusun bu dağılımı hem Ermeni siyasal hareketlerinde bağımsızlık ve özerklik arasında bir bocalamaya yol açmış, hem de Müslüman nüfusun katliamlara katılmasında etkili olmuştur.

Ermeni ulusal mücadelesinde bocalamayı arttıran diğer bir unsur da Ermeni ulusunun siyasal yapısıdır. 19. yüzyılda Ermeni toplumundaki siyasal ayrışmaya girmeden önce, Osmanlı toplumunda “azınlıklar” olarak nitelenen halkların durumları hakkında birkaç söz etmek gerekiyor.

Kendisini, bir İslam devleti, dolayısıyla bir ümmet toplumu olarak tanımlayan Osmanlı Devleti’nde millet kavramı, Hıristiyan ve Yahudi azınlıklar için kullanılıyordu. Osmanlı’nın dini-millet olarak tanımladığı azınlıklarla ilgili düzenlemesi, İslam’ın himaye kurumuna dayanıyordu. Bu kurum Gayri-Müslimlerin İslam devleti içindeki yaşamlarını düzenliyordu. “Himaye dilediği yerde oturabilir, çizmeyi aşmamak kaydıyla, dini tapınmalarını her zaman yerine getirebilirdi. İlke olarak Müslümanlardan farlı giyinir, silah taşıyamaz, at binemez, yeni kiliseler ve havralar inşa edemezdi. Kamusal görevlere getirilmeleri yasaktı ve asker olamazlardı.”

Ayrıca, yüksek dini görevliler hariç, vergi vermekle yükümlüydüler. Osmanlı bu kurumu, bir kısım değişikliklerle uyguladı. Gayri-Müslimler, himaye kurumunda olmayan dini özerkliğe (corporate) sahiptiler. Devlet görevi görebiliyorlardı. Sultan dini liderleri atıyordu, dini liderlerde tabalarının sultana sadakatini garanti ediyordu, vergileri topluyordu vb. Osmanlı devleti başlangıçta üç dini-millet tanıyordu, Ortodoks Rum, Yahudiler ve Katolik Ermeniler. Sonradan bunlara Kildaniler, Protestan Süryani ve Ermeniler de eklendi.

Bu dini–milletler, imparatorluğun başkenti İstanbul’da, dini liderler tarafından temsil ediliyordu. Hıristiyan Nasturiler ise aynı zamanda bir aşiret örgütlenmesi olduklarından vergilerini verdikleri ve himaye kurumu kurallarına uydukları müddetçe “bağımsızlıklarını” koruyorlardı.
XIX. Yüzyılda başlatılan reformlarla birlikte eski dini-millet tanımı da değişikliğe uğradı. Yeni millet tanımı 1850’de İngiltere ve Rusya’nın baskısı sonucu, padişah fermanıyla kabul edildi. Bu yeni tanımda millet, dinî aidiyetten farklı olarak, etnik aidiyeti de içeriyordu. Kapı oğlanı adı altında oluşturulan yeni kurum, etnik aidiyeti temsil ediyordu ve din hariç, bütün diğer konularla ilgiliydi.

Müslümanlarla Hıristiyanların eşitsizliği, kâğıt üzerinde de olsa ortadan kaldırıldı. Dini azınlıkların ayrı bir vergiye tabi tutulmalarını sağlayan, devlet görevinde ve askeri hizmette bulunmalarını engelleyen “himaye kurumu” eski biçimiyle ortadan kaldırıldı.

Ancak reformlar bir ütopya olarak kaldı. II. Mahmut’la başlayan, devletin bu yeniden yapılanma süreci, 1839 Tanzimat, 1856 Islahat fermanıyla güçlendirilerek 1878’e kadar sürdürüldü. 1878 ise, Osmanlı tarihinde yeni bir dönüm noktası oldu.

Yeniden Ermeni toplumundaki sınıfsal ayrışma ve bunun ulusal mücadele üzerindeki etkisine dönersek, Ermeni toplumu nispeten erken sayılabilecek bir dönemde daha XVI. yüzyıldan itibaren sınıfsal ayrışıma uğramaya başladı.

Ermeni toplumunda sınıfsal ayrışma, hemen her yerde olduğu gibi zanaatçılık ve ticaretin gelişmesi temelinde ortaya çıktı. Kentlerde (Van, Erzurum vb.) ve hemen bütün meslek dallarında (terzi, ayakkabıcı, saatçi, kalaycı, demirci, bakırcı, taş işçiliği, değirmenci, fırıncı vb.) faaliyet gösteren Ermeni zanaat ve ticaret erbabı Osmanlı İmparatorluğu’nda esnaf, Pers İmparatorluğu’nda ise hamkâr olarak adlandırılıyordu. Başlangıçta zanaat ve ticaretle uğraşan esnaf, zamanla sanayi ile (Erzurum’da metal ve bakır işleme, Van ve Erzurum’da silahçılık, deri, yün, ipek, pamuklu dokuma, kuyumculuk, halıcılık, seramikçilik vb.) ilişkilendi. İmparatorluğun merkezî kentlerine doğru gidildiğinde (İstanbul, İzmir), yani diasporada esnafın yerini devlet hizmeti de üstlenen zengin Ermeni aileler aldılar. Daha çok sarraflık, kreditörlük (bir nevi bankacılık) ve tedarikçilik işleriyle uğraşan bu Ermeni zenginler, XVI.yüzyıldan itibaren padişahlar tarafından “Amira” unvanıyla ödüllendirildiler. Bir tür finans aristokrasisini temsil eden “Amira”lık batı feodalitesindeki unvanlar (lord, kont vb.) gibi babadan oğula geçiyordu. Kendi işleri yanında devlet hizmetinde de bulunan (defterdarlık, vergi garantörlüğü gibi) “Amira”lar, aynı işi yapan Rum ve Yahudi sarraflarla kıyasıya bir rekabet içindeydiler. Rekabetin ana alanı, devletle olan ilişkilerdi. Devletle ilişkisi iyi olanlar, rekabetin de galipleriydi.
Ayrıca “Amira”lar, Osmanlı paşaları tarafından kendilerine bırakılan bölgelerde vergilerin toplanmasının da garantörleriydi. Riskli ve kârlı bir iş olan garantörlük, “Amira”lara aynı zamanda halk karşısında bir dokunulmazlık sağlıyordu. Ancak padişah ve yönetimi karşısında aynı dokunulmazlığa sahip değillerdi. Konumları her an tehlikedeydi.

“Amiralar ve esnaflar birbirlerinden mekânsal olarak biri diasporada, diğeri “anavatanda” ayrı olsalar da ticaretten doğan bir ilişkiye sahiptiler. Amiralar aynı zamanda tedarikçilikle uğraştıklarından Ermeni anavatanındaki esnaf takımıyla ilişki içindeydiler. Esnafın ürettiklerini büyük kentlere ve Avrupa’ya pazarlayan, esnafa ihtiyaç duyduğu girdilerinin tedarikini sağlayan “Amira”lardı.

“Amira”lar her ne kadar 1856’da Osmanlı Bankası’nın kurulmasıyla bir darbe aldılarsa da, bu onların işlerinin bittiği anlamına gelmiyordu. Osmanlı dış ticaretinde ve sanayinin kurulmasında önemli görevler üstlendiler. İmparatorluğun ilk barut, silah, kağıt, demir vb. fabrikalarının kurulmasında aktif rol alarak ticari ayrıcalıklarını sürdürdüler.

“Amira”lar -Kilise ile birlikte- adeta bir Ermeni yönetici sınıfı rolünü yerine getirdi. Kuruluşundan beri Ermeni yönetici sınıfının ayrılmaz bir parçası olan Kilise, Ermeni ulusal birliğinin de sembolü oldu. Ermeni krallıklarının yıkılmasından sonra Kilisenin bu rolü daha çok ruhani bir nitelik taşıdı. Ermenistan’ın Osmanlı imparatorluğu tarafından işgal edilmesinden sonra İstanbul’da bulunan Ermeni Kilisesi, imparatorluktaki Ermeni ulusunun temsilcisi olarak kabul edildi ve Kilise’nin hak ve ayrıcalıkları yasayla tanımlandı. 1764’te kabul edilen yasa, Kilise’ye tanıdığı manevi ayrıcalık yanında bir dizi maddi hak ve ayrıcalık tanıdı. Kilise mülkünü garanti altına alan yasayla ona vergi toplama, medeni hal, noter, hayır işleri, eğitim, basın, sansür vb. alanlarda tanınan yetkiyle Ermeni toplumunu yönetme imtiyazı verildi. Kilise, dini ve dünyevi konularda (vergi kaçakçılığı, suçlar, itaatsizlikler vb.) Ermenileri yargılama ve cezalandırma hakkını da elde etti.

Böylece kilise, eskisi gibi olmasa da yine en büyük toprak sahibi (yaklaşık 200 manastır ve bunlara ait bağlar, bahçeler, topraklar vb.) olarak kaldı ve belirli sınırlar içinde yönetme işlevini sürdürdü. “Amira”lar kilisenin yönetme yetkisine bizzat patriği seçerek ortak oldu. Patrik; yasa gereği “Amira”nın egemen olduğu bir din adamları ve laikler meclisi tarafından seçiliyordu ve ancak yüksek bir meblağ karşılığında padişahın fermanını alarak işe başlayabiliyordu. Böylece kilisenin yönetme işlevi bir yanıyla “Amira”ya, öte taraftan da padişaha bağlı olarak işlerlik kazanmış oluyordu.

Sınıfsal ayrışmanın en altında, Ermeni toplumunun çoğunluğunu (% 85 – 90) oluşturan köylüler bulunuyordu. “Anavatan” da yaşayan Ermeni köylüsü yasal olarak özgürdü. Ancak onun özgürlüğü sahip olduğu toprak parçasıyla sınırlıydı. Osmanlı toplumunda toprak mülkiyeti teorik olarak padişaha aitti. Ama bu mülkiyet pratikte bahşedilen askeri ve idari bürokrasi tarafından kullanılırdı. Bu sistem, toprak mülkiyetinin çok az sayıda elde tekelleşmesini de beraberinde getirdi. Tekelleşmiş bir toprak mülkiyeti altında “özgür” Ermeni köylüsü ya Müslüman’a (Türk, Kürt), ya kiliseye ya da Ermeni Meliklere ait topraklarda yarıcı olarak çalışmak durumundaydı. Ermenilerin çoğunluk oluşturdukları ilçe ve köylerde Melikler hem yönetici hem de çiftlik sahibi olduklarından, köylülerin, melik topraklarında çalışmak dışında fiilen bir seçenekleri yoktu.

Ermeni toplumunda yaşanan bu sınıfsal ayrışmayı en net biçimde Bolis ve Yergir sözcükleri açıklar. Kent anlamına gelen Bolis, daima “diaspora”yı -Osmanlı imparatorluğu için Ermeni diasporasının başşehri olan İstanbul’u- başka bir ifadeyle Ermeni ticaret burjuvazisi ve finans aristokrasisini anlatır. “Anavatan” anlamına gelen Yegir ise kadim Ermenistan’ı (Van, Erzurum vb.), kadim Ermenistan’da yaşayan küçük zanaatçıları, esnafı, ağırlıklı olarak da Ermeni köyünü ve köylüsünü anlatır.

Ermeni toplumu içinde yaşanan bu sınıfsal ayrışma, kaçınılmaz olarak çıkarların farklılaşmasına yol açtı; bu da farklı çıkar gruplarının ulusal mücadeleye yaklaşım farklılıklarında ifadesini buldu. Diaspora; -daha sonra açıklanacağı gibi- açtığı ufuk ve sağladığı aydınlanmayla Ermeni ulusal mücadelesinde önemli roller oynamasına rağmen, özellikle diasporada egemen olan (Ermeni) ticaret burjuvazisi ve finans aristokrasisinin devletle bütünleşmesi, ulusal mücadeleyi olumsuz olarak etkilemiştir.

Ermeni toplumunda bu sınıfsal ayrışmaya dayalı ilk çatışma, sınıfsal ayrışmanın en belirgin olduğu İstanbul’da cemaat işlerinin dışında bırakılan esnaf ve halkın Ermeni kilise – finans aristokrasi iktidarına isyanıyla başladı (1820).

Esnaf ve halk, Kumkapı’daki Ermeni Patriği’nin Katolikliğe döndüğü söylentisiyle ayaklanarak Patrikhane’yi bastı. Bu çatışma, Osmanlı yönetiminin kiliseden yana tavır almasıyla önlenebildi. İsyanın elebaşısı oldukları gerekçesiyle iki Ermeni vatandaş idam edildi. İdamlar sükûneti ancak kısa bir süre sağlayabildi. 1841’de yeniden ayaklanan esnaf, Üsküdar Ermeni Koleji’nin yönetimini “Amira”nın elinden aldı (Kolej bir süre sonra finans sorunu yüzünden kapandı). Bu başkaldırının ardından Patriği seçen konseyin yapısı esnaf lehine değişti. Otuz üyeli konseyde on altı “Amira”ya karşın on dört esnaf yer aldı. Çatışma her ne kadar Osmanlı yönetimini hedef almamış olsa da Amira-Kilise-Osmanlı işbirliği önemli bir darbe aldı.

İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı’da sürmekte olan ulusal mücadelelere müdahil olduğu 1839 ve 1856 reformları “Bolis”in (Amira, Kilise) konumunu güçlendirdi. Ama aynı şeyi “Yegir” (anavatan- halk-köylü) için söyleyebilmek olanaklı değildi. Tersine “Yegir”in durumu, 1830-1846 Kürt ayaklanmaları ve 1856 Kırım yenilgisinden sonra daha da kötüleşti. Kırım yenilgisinin ardından yüzbinleri aşkın Müslüman Kafkasyalı göçmen Muş, Van, Erzurum ve Kilikya Ermenistan’ında iskân edildi. Hem bu göçler, hem de beylikleri işgal edilen Kürtlerin baskıları Ermenilere karşı yeni bir saldırı dalgasına dönüştü; Ermenilerin topraklarına el konuldu, malları yağmalandı. Kalan Ermeniler de Müslüman “mafya” tarafından güvenliği sağlama adına haraca bağlandı.

Saldırılara karşı Muş ve Erzurum’da Ermeni halk bazı tepkiler verdi. En ciddi karşılık coğrafi konumuna bağlı olarak hâlâ özerkliğini koruyan Zeytun’dan geldi. Zeytun halkı “göçebe baskısı”na karşı 1862’de ayaklandı. Ayaklanma kısa sürede bastırıldı ama Zeytun Ayaklanması Ermeni tarihinde ulusal uyanıştan ulusal mücadeleye geçişin başlangıcı oldu.

Ulusal Mücadele ve Emperyalist Paylaşım
Uluslaşma sürecinin, kapitalizmin doğuşuyla yaşıt olduğu biliniyor. Ancak bu süreç bizzat kapitalizmin gelişmesinde olduğu gibi, her yerde aynı biçimde ve aynı hızla yol almadı. Yollar her ne kadar sonuçta kapitalizme ve ulusa çıksa da, farklı yol ve biçimler altında gerçekleşti. Batı Avrupa’da daha çok kendi dinamizmine bağlı olarak gelişen süreç, nispeten homojen uluslaşmayla ve sancısız tamamlanırken, Balkanlar’dan başlayarak dünyanın diğer sömürge topraklarında sömürgeciliğe karşı verilen savaş, başka sömürgeci ve emperyalist devletlerin müdahalesi altında aynı zamanda bir paylaşım savaşı olarak gerçekleşti. Mücadeleler sonucu siyasal bağımsızlığını kazanan ve kendi ulus devletini kuran birçok ulus sonuçta yeni bir bağımlılık zincirinin halkası oldu.

Bu durum en başta 19. yüzyıl Osmanlı’daki ulusal mücadeleler için geçerlidir. Osmanlı’da ulusal mücadelelerin tarihi aynı zamanda bu mücadelelerin emperyalist devletler tarafından bir paylaşım aracı olarak kullanılmasının tarihidir.

19. yüzyıl başında 1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla başlayan uluslaşma süreci, 1833’te Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın başarılı ayaklanması ve Osmanlı’nın Mısır’daki egemenlik haklarının bir kısmından feragatiyle sürdü. 1877’de başlayan Osmanlı – Rus Savaşı’nın, Osmanlı’nın mağlubiyetiyle sonuçlanması, bu süreci geri dönülmez bir noktaya taşıdı.

1876 Anayasası’nın kabulünün hemen ardından gelen savaş, henüz yürürlüğe girmemiş anayasanın da sonu oldu. Ancak bu son, başka bir sonun, Osmanlı tahtının yıkılmasının başlangıcı oldu.

1878’de Ruslarla imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nın Osmanlı aleyhine içerdiği ağır maddeler, Osmanlı’dan çok, Osmanlı’yı Rusya’ya kaptırmamaya kararlı olan İngiltere ve Fransa’yı endişelendirdi. Ayastefanos Antlaşması İngiltere ve Fransa’nın katılımıyla Berlin’de Osmanlı lehine yenilendi. Ermeniler, Berlin’deki görüşmelere Khırimyan Hageti başkanlığında bir heyetle katıldı. Ermeni heyetinin taraflara sunduğu özerklik projesi, bütün taraflarca reddedildi. Ancak anlaşma, 61. maddesini Ermeni sorununa ayırarak, Ermenileri de unutmadığını gösterdi.

Berlin Antlaşması Balkanlarda Yunanistan’dan sonra Romanya, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan’ın bağımsızlığını onayladı. Bosna – Hersek Avusturya’ya verildi. Osmanlı, Makedonya ve Doğu Trakya dışında bütün Balkanlar’dan kovuldu.

Siyasal bağımsızlıkla emperyalist paylaşımın iç içe geçtiği Balkan uluslaşmasında “ganimet”ten en çok payı doğal olarak dönemin en güçlü emperyalist devleti İngiltere aldı. Mısır ve Yunanistan, İngiliz denetimine girdi. İngiltere, ayrıca Kıbrıs’ı arabuluculuk ganimeti olarak topraklarına kattı. Rusya’nın payına Slav uluslar (Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan) düştü. Balkanlar’da Romanya’nın denetimini ele geçiren Fransa, buna ek olarak Tunus’u işgal etti. Anlaşma metninde imzası olan İtalya, imzasının karşılığını 1911’de Libya’yı işgal ederek aldı.

Balkanlar’daki paylaşım, son rötuşları yapılmak üzere beklemeye alınırken, İngiltere ve Rusya arasında doğudaki paylaşım “Ermeni sorunu” üzerinden yürütüldü. Doğuda, Ermenilerin yanında en önemli aktörlerden biri de Kürtlerdi. Ancak Ermenilerin, Berlin Antlaşmasının 61.maddesi gereği elde ettikleri ayrıcalıklar, 6 vilayetin ( Diyarbakır, Van, Erzurum, Sivas, Muş, Harput) Ermeni vilayeti olarak tescil edilmesi, Osmanlı’nın Ermenileri Kürt ve Çerkez saldırılarına karşı korumayı taahhüt etmesi ve somut bir mekanizma ile güven altına alması, Ermeni ve Kürtlerle aynı anda ittifak kurmayı olanaksızlaştırıyordu. Ermeni sorununu bir Kürt sorununa dönüştüren 61. madde, Rus ve İngilizlerin tercihlerini Ermenilerden yana kullandıkları anlamına geliyordu ki, bu da Kürtleri Osmanlı’nın yanına itiyordu. Bu yakınlaşmanın kanlı bir ittifak doğuracağı daha sonra ortaya çıkacaktı.

*Soykırıma Uzanan Yol-2