Soykırım’a Uzanan Uzun Yol – 3

Soykırıma Doğru

Bütün halkların tarihinde savaşlar ve bu savaşların yol açtığı katliamlar, yağmalar ve el koymalar vardır. Ancak 1915’te olanlar egemenlerin halklara dayattığı bu savaşlardan farklı bir yerde duruyor. Soykırım Osmanlı tarihine yabancı değildir. 16. yüzyılda yaşanan Alevi soykırımı hatırlardadır.

1915 yılında “Gayrı Müslim” olarak adlandırılan Ermeni, Asuri (Süryani, Kildani ve Nasturiler) ve Pontus’lulara uygulanan tehcir, Osmanlı egemenleri ve iktidara talip olan genç Türk burjuvazisinin iddia ettiği gibi “savaşta güvenilmezlere” karşı uygulanan bu tedbir, Fransız ve İngiliz burjuvazisiyle işbirliği yapan “güvenilmezlere” duyulan bir tepki, onların ‘ülkenin bölünmez bütünlüğüne kastetme’ olarak adlandırdığı ulusal kurtuluş mücadelelerinin bastırılması için başvurulan askeri önlemler değil, tersine çok daha önceden karar verilen ve adım adım uygulamaya konulan bir soykırımdı.

Soykırıma nasıl karar verildiğini, nasıl hazırlanıp uygulamaya konulduğunu anlamak için 1800’lerin başına, imparatorluğun çözülme ve dağılma sürecine, halkların ulusal kurtuluş mücadelelerine ve egemenlerin bunlara karşı verdikleri tepkilere, yöneldikleri ittifaklara ve başvurdukları önlemlere bakmamız gerekiyor.

Çözülme sürecine giren imparatorluk 19. yüzyıl başında ilk darbeyi Sırp özerkliği ve Yunan bağımsızlığıyla aldı. Osmanlı yönetiminin buna (bu çözülmeye) tepkisi, devletin modernizasyonu oldu. Öngörülen, adalet ve eşitliğe dayalı bir yurttaşlık temelinde devletin merkezileştirilmesiydi.

1830’lu yıllarda Osmanlı’yı çözülme ve dağılmadan kurtarmak amacıyla başvurulan modernizasyonun, 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde beklenilen sonucu vermediği görüldü. Birbiri ardına yapılan reformlarla Osmanlı’yı Osmanlıcılıkla (adil ve eşit yurttaşlık) kurtarma girişimi, gerek Müslüman halkın adalet ve eşitlik sistemine duyduğu tepki, gerek ulusal kurtuluş mücadelelerinin sürmesi ve gerekse emperyalist müdahalelerin yarattığı rahatsızlıklar nedeniyle başarısızlığa uğradı.

Ulusal kurtuluş mücadelelerinin Yunan, Bulgar, Sırp, Arnavut, Romen, Makedon, Ermeni ve Pontuslardan sonra Kürt ve Özellikle Arap halklara yayılması, 1831’de Mısır valisi Mehmet Ali’nin başlattığı isyanın diğer Arap Halkları (Suriye, Lübnan, Filistin) tarafından desteklenmesi ve başarı kazanması, Osmanlıcılıktan sonra İslam’a dayalı birlik stratejisine sürpriz ve ağır bir darbe oldu.

1877 Osmanlı – Rus savaşı ve savaş sonrası imzalanan Berlin Antlaşması, dağılmaktan kurtulmak için birçok yolu deneyen Osmanlı için bir dönüm noktası oldu. Yenilgi sonrası Rusya’yla imzalanan Ayastefanos Anlaşması, Osmanlı Devleti’nin kaçınılmaz sonunun adeta erken bir ilanıydı. Osmanlı bu ağır yenilginin çökertici sonuçlarından emperyalist devletlerin, Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın devreye girmesiyle imzalanan Berlin Antlaşması’yla geçici olarak kurtarıldı.

Berlin Antlaşması’yla Osmanlı Devleti’nin paylaşımında yeni bir dönem açıldı. Osmanlı’yı Rusya’nın elinden kurtarmak” için anlaşmaya dahil olan devletlerden İngiltere, Kıbrıs’ı ve Mısır’ı (1883) topraklarına kattı. Fransa, yeni bağımsızlığına kavuşan Romanya’nın, Avusturya-Macaristan Bosna-Hersek’in hamiliğini, anlaşmaya ev sahipliği yapan ve sömürge sahipliği bakımından en “fakir” ülke olan Almanya, Bağdat demiryolu ile, Ortadoğu’ya sarkmanın olanağını elde etti. Eli boş kalan İtalya ise kendi payını yıllar sonra (1911) Libya’yı işgal ederek aldı.

Osmanlı’nın Arnavutluk ve Makedonya dışında Doğu Avrupa ve Balkanlardan kovulması ve Mısır’ın kaybı, imparatorluğun çevreden “merkeze” (Doğu Trakya, Anadolu, Mezopotamya’dan oluşan bölge; bu bölge daha sonra Misak-ı Milli olarak adlandırıldı) doğru büzüştüğünü, çevrenin kopmasıyla tehlikenin “merkeze” doğru ilerlediğini ortaya koydu.

Çevredeki kayıplar Osmanlı Devleti’nin bütün dikkatini “merkeze” çevirmesine yol açarken, Osmanlıcılık ve İslamcılığa ağır bir darbe indiren Berlin Antlaşması, aynı zamanda Osmanlı yönetimi için yeni bir “kurtuluş” umudunun güçleri ve koşullarını da oluşturdu. Berlin Antlaşması, anlaşmanın öngördüğü adil ve eşit yurttaşlık vaatleri tümüyle kağıt üzerinde kalsa da, içerdiği maddeler ve verdiği mesajla yeni bir çatışma ve yeni bir ittifakın yolunu açtı. Anlaşmanın 61. maddesinin, Kürtlerin de yoğun olarak yaşadığı altı ili (Diyarbakır, Bitlis, Van, Harput, Erzurum) Ermeni illeri olarak tescil etmesi ve Ermenilere bu illeri kapsayan bir özerkliği vaadetmesi, ayrıca Ermeni ve diğer Hıristiyanların (Asuri) Kürt ve Çerkez çetelerden korunmasının talep edilmesi, Kürtlerle Ermeniler arasında yeni bir çatışmanın fitilini ateşledi. Bu durum Osmanlı Devleti’ne, Ermeni ulusal kurtuluş mücadelesine karşı yeni bir manevra olanağı sundu. Osmanlı yönetimi 1839 – 46 yılları arasında Kürt beyliklerinin tasfiyesiyle bozulan Osmanlı Kürt ilişkilerini onarma ve en önemlisi de Kürt aşiretleriyle Ermeni karşıtlığı temelinde yeniden ittifak kurma olanağını elde etti.

Kürt beyliklerinin tasfiyesi sonrasında Kürt ulusal mücadelesi liderliğinin dini liderlere (Nakşi şeyhlere) geçmesi ve bu dini liderlerin büyük çoğunluğunun Osmanlı yöneticileriyle aynı mezhebe (Sünni İslam) mensup olması, ittifaka dini bir temel kazandırdı. Böylece Osmanlı, ittifak kurduğu Sünni aşiretlerle Kürt ulusal mücadelesini de denetim altına almış oldu.

Bölgede yaşayan “Gayrı Müslimleri”, Ermeni, Süryani, Kildani, Nasturileri hedef alan bu Sünni ittifak, 19. yüzyılda yaşanan Osmanlı – Rus savaşları sırasında uğradıkları katliam ve soykırımlar yüzünden Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kalan ve ermeni ve Asurilerin yaşadıkları bölgelere Müslüman nüfusu güçlendirmek üzere yerleştirilen tatarlar, Çerkezler ve Lazların katılımıyla güçlendirildi.

1858’de Osmanlı toprak rejimini değiştiren ve el koyma, mülke geçirmeyi olanaklı kılan yeni mülkiyet nizamnamesinin yürürlüğe girmesi Müslüman halkın (Kürtler, Çerkezler vb.) yağma ve el koyma amacıyla katliamlara katılmasının kapısını araladı. Böylece Osmanlı yöneticileri, ordu, zabıta, aşiret liderleri ve halk arasında bir suç ortaklığı oluşturuldu.

Bu ittifak 1891’de kurulan Hamidiye Alaylarıyla askeri bir nitelik kazandı. İttifak, baskılar, yağmalar, el koymalar, katliamlarla beslenerek adım adım soykırımı hazırladı.

Hamidiye Alayları ve Ermeni Pogromları

Rus Kazak birliklerinden esinlenerek kurulan ve Abdülhamit’in isminden dolayı Hamidiye ismi verilen alaylar, 1891’de doğrudan Abdülhamit’e bağlı özel birlikler olarak örgütlendi. Resmi evrakta Rusya ve İran’a karşı kuruldukları yazılsa da, asıl kuruluş amaçları, Kürt bağımsızlık hareketlerinin denetim altına alınması ve Ermeni bağımsızlığının önlenmesiydi. Hamidiye alayları, sayıları 512 – 1152 arasında değişen 50’yi aşkın alaydan oluşuyordu. Bu da ortalama bir hesapla 40-45 bin kişilik bir ordu demekti. Her bir alaya, aynı zamanda aşiret lideri olan şeyhler, miralay (albay) rütbesiyle komuta ediyordu.

Birden fazla alay çıkaran aşiretlerde, şeyhlerin oğulları alay komutanı olarak görev alıyordu. Her alayda ayrıca bir ordu subayı vardı. Alaya dâhil olan aşiret mensupları silahlı ve üniformalıydı. Her aşiret ayrı bir üniforma kullanıyordu. Alaylar, askeri hizmet ve vergiden muaftılar; özel hukuka tabi idiler. Aşiret liderlerinin çocukları İstanbul’da kurulu Mekteb-i Aşiret okulunda askeri ve dini eğitim görüyorlardı. Ayrıcalıkları, sadece yaptıkları işlerle sınırlı değildi. Aşiret liderleri dini vaaz verme hakkına sahiptiler. Vergi toplama da onların sorumluluğundaydı. Alaylara komuta eden aşiret liderlerinin, aynı zamanda “vergi memurları” olmaları, pratikte, Ermeni, Asuri (Süryani, Kildani, Nasturivb.) “Gayrı-Müslim” halklar üzerinde, ikili bir vergi sistemi uygulamasına dönüştü. Aşiretler hem devlet ve hem de kendileri için vergi topladılar. Bu durum, ayaklanma ve isyanlarda öteden beri önemli bir rol oynayan ekonomik faktörlerin, etkisini daha da güçlendirdi. Çifte vergi, birçok ayaklanmanın başlama nedeni oldu.

Alayların sahip oldukları bu ayrıcalıklar, alayları yaygınlaştırmak ve özellikle alaylara katılmayan Ezidi, Alevi Kürtler ve diğer Kürt aşiretleri üzerinde baskı kurmak için kullanıldı. Bu iki grup da, alayların yoğun baskılarına ve devletin Sünnileştirme girişimlerine maruz kaldılar.

Kuruluşu, Kur’an ve sancak teslimiyle gerçekleşen, alaylara verilen eğitimin özünü Sünni İslam öğretisi oluşturuyordu. Bu öğretide Abdülhamit, Kürtlerin hamisi (Bâve Kurdan), aşiret şeyhleri de onun Kürdistan’daki temsilcileriydi. Osmanlı Kürt aşiretleriyle kurduğu bu ittifakla sadece Ermeni ve Asurilere karşı katliamlar düzenleme, mal ve mülklerini gasp etme, bölgeden göçe zorlama ve nihayet soykırıma uğratma olanağını elde etmekle kalmadı, aynı zamanda aşiretler vasıtasıyla Kürtleri asimile etme, aşireti aşirete karşı kullanma yoluyla Kürt bağımsızlık mücadelesini de denetim altında tutma olanağını elde etti. Aşiret liderleriyle Osmanlı yönetimi arasında oluşan bu suç ortaklığı Osmanlı’nın yıkılmasından sonra da devam etti. Kürt özgürlük mücadelesine karşı devletin kurduğu koruculuk sistemiyle eski ittifak bugüne taşınmıştır.

1878 Berlin Antlaşması öncesinde bölgede yaşayan halklar (Kürtler, Ermeniler, Asuriler) arasında belirli bir denge oluşmuştu. Zaman zaman bozulan denge halklar arasında çatışmalara yol açsa da, bu çatışmalar kısa sürede yerini yeni bir dengeye bırakıyordu. Osmanlı Kürt aşiret ittifakı ve Hamidiye Alaylarının devreye girmesinden sonra mevcut denge Kürtler lehine köklü olarak değişmekle kalmadı, aralarındaki savaş ve çatışmaların niteliği de değişti. Daha önce kadın ve çocuklara dokunulmaz, gasp edilenlerden geri kalanlar yakılıp yıkılmazken, ittifakla birlikte her türlü savaş yöntemi mubah hale geldi. Kadınlar, çocuklar öldürüldü, gasplarla yetinilmedi, her şey yakılıp yıkıldı.

Alaylar ilk görevlerini Bitlis Sason’da yerine getirdiler. 1894’te Sason Ermenileri, Hınçak Partisi önderliğinde, çifte vergi ödemeyi reddetti. Bunun üzerine alaylar, 40 bin kişilik bir orduyla birlikte kasabayı işgal ederek, ilk Ermeni pogromunda yerlerini aldılar. Evler yakılıp yıkıldı, mallar gasp edildi 7 bin Ermeni katledildi. Benzer katliam 1895-96’da Zeytun’da tekrarlandı. Yine Hınçak Partisi önderliğinde Zeytun halkı Osmanlı zabıta ve vergi memurlarını kasabadan kovdu. Ordu ve Hamidiye Alaylarından oluşan Osmanlı güçleri kasabayı işgal etti. Varılan anlaşma sonucu isyan yatıştı, isyanın liderleri sınır dışına sürüldü.

Aynı tarihlerde Ermenilere yönelik pogromlar Trabzon ve İstanbul’da da uygulandı. Hınçak 1895’te Sason, Zeytun ve diğer yerlerdeki katliam ve yağmaları protesto etmek için İstanbul’da yığınsal bir miting düzenledi. Osmanlı yönetimi mitingi ayaklanma olarak değerlendirdi ve mitinge saldırdı. Mitinge katılanlardan iki bini öldürüldü. Ermenilerin ev ve dükkânları yağmalandı.

Katliam ve yağma Ermenilerin yoğun olarak bulunduğu birçok kent ve kasabada (Diyarbakır, Harput, Sivas, Urfa, Van, Eğin vb.) sürdürüldü. Alayların aktif olarak yer aldığı katliam ve yağma hemen her yerde, Sünni bir öfkenin arkasına gizlendi. Örneğin 1895’te Erzurum’daki pogrom, cami çıkışında kalabalığın Ermeni mahallelerine saldırısıyla başlatıldı. Diyarbakır’daki bahane ise ticaret merkezinin kundaklanmasıydı. Osmanlı yönetiminin katliamların yol açtığı uluslararası tepkiyi yatıştırmak için oluşturduğu soruşturma komisyonun hazırladığı rapor adeta önceden yapılan bir soykırım savunmasıdır. “Zatı Şahaneleri adına Ermenilerin şikayetleri ve Padişahımızın vilayetlerinin yöneticilerinin dileğiyle Samsun, Sivas, Mamuret-ül Aziz (Elazığ) ve Diyarbakır gibi Anadolu’nun bazı yerlerinde görülen huzursuzlukları tetkik ettik… Olup bitenlerin bazı dış güçlerin, en başta da İngiltere’nin entrikalarının sonucu olduğu besbelli. Bu güçler Ermenilerin aklını çelerek yıkıcı düşünceler aşılıyorlar. Kötü niyetlerini gerçekleştirmek için başkentte huzursuzluk çıkartıp (1895 Babıali Mitingi kastediliyor.) Babıali’ye karşı düşmanlık beslediler. Bu Ermenilerin değil, ama daha çok ülkemizi yutmak isteyen İngilizlerin çıkarınadır. Sizin kutsal yapıtlarınızda yazıldığı gibi; “Sezar’a karşı gelen, Tanrı’ya karşı gelir” onların sözlerine inanıp ta Padişahımızın ve efendimiz İsa’nın iradesini çiğneyerek Payitahtı yıkmak için yola çıkanlar tehlikeli bir yolda ilerliyorlar. Devlet düşmanları, imparatorluğumuzun himayesindeki halkın bir bölümü içinde huzursuzluk tohumları ekmiştir. … Padişahımıza göre Müslümanlar ve Hıristiyanlar eşittir.” (Katliamlar, Direniş, Koruyucular-David Gaunt, Belge Yay say. 77). Bunları okuduktan sonra insan, o günden bugüne ne değişti diye sormadan edemiyor.

Ermenilere yönelik terör Taşnak Fedailerinin Ağustos 1896 Osmanlı Bankası baskınından sonrada tekrarlandı. Ezidi ve Alevi Kürtler, katliamlarda yer almadılar; birçok durumda katliama uğrayan Ermeni ve Asurileri korumak için uğraştılar. Ama bununla birlikte yağmalara katıldıkları durumlar da oldu.

Pogromlar sonucu bölgenin nüfus yapısı da önemli ölçüde değişti. Ermenilerin bir kısmı öldürüldü, bir kısmı göç etmek zorunda kaldı; Müslümanlığı kabul edip sünnet olanların ise kalmalarına izin verildi.

II. Abdülhamit döneminde Osmanlı’ya karşı hemen hiçbir Kürt ayaklanmasının olmaması, Ermeni karşıtlığının etkisi kadar, Abdülhamit’in ve Sünni İslam’ının, Kürtler üzerinde gücünü de gösterir. Bu dönemde, tek ayaklanma girişimi, 1877 Osmanlı Rus Savaşı’nda Kürt birliklerine kumanda eden, Nakşî şeyhlerinin en tanınmışı, Şeyh Ubedullah’ın, oğlu Şeyh Abdülaziz’in 1879’daki girişimi oldu. Şeyh Abdülaziz bir Kürt kasabasında, Kürtlere yapılan kötü muamele üzerine harekete geçti. Şeyh Ubedullah’ın arabuluculuğunda olay yatıştırıldı. Şeyh Ubedullah, 1880’de, bu kez Osmanlıya değil, İran’a saldırdı, yenildi, Padişah tarafından İstanbul’a çağrıldı ve onurlandırıldı.

1908 – 1919 Etnik Kırım

İttihat Terakki, II. Abdülhamit’in Sünni despotizmine karşı, Osmanlı’nın Balkanlar’daki gerilemesi, doğudaki katliam ve karışıklıkları kullanarak iktidara geldi. 1876’da rafa kaldırılan anayasayı yeniden yürürlüğe koymakla işe başladı. İttihat Terakki’nin eski rejimle uzlaşma üzerine kurulu iktidarı, özgürlük, kardeşlik ve eşitlik adına, son bir Osmanlıcılık denemesiydi ve öyle de kaldı. Bizzat İttihat Terakki’nin örgüt yapısı ve izlediği politika bu denemeye uygundu.

Yönetici kadrosunda birçok Kürt ve Ermeni’ye yer vermişti ve Ermeni Taşnak Partisi’yle ilişki halindeydi. İktidarının ilk günlerinde, Ermeni pogromlarından sorumlu tutulan Hamidiye Alaylarını ve Ermenilerin el konulan mallarını geri verme vaadi, Ermeni ve Asuri halklarıyla uzlaşma çabalarının işaretleriydi. Ancak bu vaatler başka bir soruna yol açtı. Hem Sünni İslam’ın temsilcisi halifenin durumu ve hem de Alayların dağıtılması ve Ermeni toprak sorunu, Kürtlerin İttihat Terakki’ye mesafeli durmasına yol açtı. Kürt aşiret liderlerinin bir kısmı İran’a geçerken, bir kısmı da kendi aşiretinin içine kapandı. Bozulan ilişki ayaklanmalarla teyit edildi. İttihat Terakki yönetimine karşı ilk Kürt ayaklanması, 1908’de Berzenci aşiretinin II. Abdülhamit’i desteklemeyi amaçlayan isyanıyla başladı. Bu isyanı 1909 Milli Konfederasyonu’nun, 1910’da Caf aşiretinin, 1913’te Bitlis ve 1914’te Barzan aşiretinin isyanları izledi. İsyanların ortak özeliğini, Kürt özerkliği ve Sünni İslam oluşturuyordu. I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, padişahın cihat çağrısına uyarak, Kürt isyanları da duruldu.

Hemen savaşın öncesinde, Şubat 1914’te Osmanlı devleti, Rusya ve İngiltere’nin baskısıyla hiç uygulamayacağı bir anlaşmaya imza attı. Anlaşmaya 1878’de Ermeni vilayetleri olarak adlandırılan altı ile Trabzon’u da ekleyerek bu illerin nasıl yönetileceğini düzenleniyordu. Buna göre, Doğu Anadolu biri kuzey, Trabzon, Sivas, Erzurum, diğeri güney; Van, Harput, Bitlis ve Diyarbakır olmak üzere iki bölgeye ayrıldı. Bölgelerin her birine birer Avrupalı denetçi atanacaktı. Denetçiler bölgelerindeki hukuk ve asayişten sorumlu olacaklardı. Anlaşma ayrıca Hamidiye Alaylarının silahsızlandırılarak dağıtılmasını da öngörüyordu.

Bu anlaşma, tıpkı 1878 Berlin Antlaşması’nda olduğu gibi, yeni bir Osmanlı–Kürt ittifakının da temeli oldu. Hamidiye Alayları yenilenerek yeni isim altında (Aşiret Süvari Alayları) orduya katıldı. Böylece İttihat Terakki’nin iktidara gelmesiyle bozulan ittifak yeniden kurulmuş oldu.

İttihat Terakki iktidarı, 1909’da aldığı ilk darbeyle birlikte ilk hamleyi de yaptı.1909’da İttihad–i Muhammediye partisinin başlattığı ayaklanma kısa sürede ezildi. 31 Mart’ta (13 Nisan) başlayan ayaklanmanın bir gün sonrasında 1 Nisan’da (14 Nisan) Adana’da yeni bir Ermeni pogromu başlatıldı. Pogrom sırasında 20 binin üzerinde Ermeni ve Asuri katledildi; daha önce yaşandığı gibi evler ve işyerleri yağmalandı. İttihat Terakki pogromdan sorumluluğu padişaha yıkarak, göstermelik sorgulama ve cezalarla sıyrıldı. Olup biteni iktidarını güçlendirmek için kullandı. 31 Mart Ayaklanması’nın ezilmesi, İttihat Terakki’nin özgürlük vaadinin de sonu oldu. İttihat Terakki terörü, II. Abdülhamit’in terörünün yerini aldı.

İttihat Terakki, II. Abdülhamit’i tahttan indirmekle yetinmedi; anayasayı değiştirerek iktidarını pekiştirdi, padişahın ve sadrazamın yetkilerini sınırlandırdı, ırk ve ulus temeline dayalı dernekleri yasakladı, askerlik hizmetini, gayrimüslimler için de zorunlu hale getirdi, azınlık okullarını denetim altına aldı, muhaliflerine karşı sürek avı başlattı. Bütün bu önlemlere rağmen, Osmanlıcılık hâlâ bir umut olarak varlığını sürdürüyordu. İttihat Terakki -Taşnak ilişkileri Adana Pogromu’ndan etkilense de kopma noktasına gelmeden sürdürüldü. Bunun en somut göstergesi, İttihat Terakki’nin 1912 seçimlerinde Ermeni Taşnak Partisi’yle oluşturduğu ittifaktı. Bu seçimlerde Ermeniler, ikisi İttihat Terakki listesinden, üçü Taşnak Partisi’nden ve dördü bağımsız olmak üzere dokuz mebusla, Meclis’te temsil edildiler.

İttihat Terakki’nin Osmanlıcılıktan, Türkçülüğe dönüşünde esas kırılma noktasını 1911 Libya ve 1912-13 Balkan yenilgileri oluşturdu. Bu iki yenilgiyle Osmanlı, Kuzey Afrika ve Balkanlar’dan tümüyle atıldı. Özellikle her zaman Osmanlı’nın yanında yer alan ve Müslüman oldukları için Osmanlı’dan ayrılmayacağına kesin gözüyle bakılan Arnavutların bağımsızlığını kazanmasından sonra İslam’ın Osmanlı’nın kurtuluş senaryoları içindeki öneminin azalması, Türkçülüğün ön plana çıkmasını kolaylaştırdı. Toprak kaybı ile birlikte Türk nüfusun genel nüfus içinde artan ağırlığı Türkçülük akımını güçlendirdi. Türkçülüğün ideologlarından Yusuf Akçura Üç Tarz-ı Siyaset adlı kitabında 1913 yılında yaşananları örnek göstererek ‘İslam’ın başarısızlığa mahkum olduğunu, sadece Türkçülüğün Osmanlı’yı kurtarabileceğini, bunun için Azeri, Çeçen, Çerkez, Tatar ve Türkmenlerin birleştirilmesi gerektiğini’ yazdı. Bununla birlikte Akçura ve Türkçülüğün diğer ideologları İslam’ı tümüyle bir kenara atmıyorlardı. Onlara göre İslam, Türkçülüğün hizmetinde, onun payandası olmalıydı. Onlara göre Türkçülük üç tek üzerinde vücut bulabilirdi; “tek dil, tek din, tek millet” Bu üç tek’in gerçekleşmesinin ana engeli “gayr-i Müslimler”, yani, Ermeniler, Asuriler, Grekler ve Pontuslulardı. En büyük tehdit özellikle Ermenilerdi. Çünkü Osmanlı Rus sınırının her iki yanında yaşayan Ermeniler varlıklarıyla Turan’ın önündeki en büyük engeldiler. Bu engel ortadan kaldırılmadan Turan gerçekleşemez, Türkiye ile “Türk dünyasının” birliği sağlanamazdı. Ayrıca Ermeniler diğerlerine göre hem daha örgütlüydüler, hem de İngiltere, Fransa ve Rusya nezdinde uluslararası bir “desteğe” sahiptiler.

İttihat Terakki’nin kurtuluş olarak gördüğü Turan’ın gerçekleşmesinin iki yolu vardı. Bunlardan biri tehcir, Ermeni, Grek, Asuri ve Pontusların yaşadığı topraklardan sürülerek asimilasyon yoluyla yok edilmesi, diğeri ise öldürülerek yok edilmesi yani soykırımdı. Birinci yol 1913 hayal kırıklıklarının içinde uygulamaya sokuldu. Karadeniz kıyısında yaşayan “güvenilmezler”, yani Pontuslar tehcire tabi tutuldu. Yerlerine Türkçülüğün unsurları arasında sayılan Kafkas göçmenleri, Müslüman Çeçenler, Çerkezler, Tatarlar, Gürcüler ve Türkmenler yerleştirildi. Tehcir 1. Paylaşım Savaşı öncesi hazırlanan bir planla sürdürüldü. Plan batı Anadolu sahillerindeki Greklerin Ege adalarına, Ermeni ve Asurilerin batıya, Kürt ve Arapların orta Anadolu’ya tehcirini ön görüyordu. Plan uyarınca ilk tehcire tabi tutulanlar Grekler oldu. Uygulanması sırasında savaşın patlak vermesi planda önemli değişmelere yol açtı. Savaşla birlikte tehcirin yönü ve niteliği de değişti. Doğudan batıya olan yön Suriye çöllerine döndü, tehcir de soykırıma dönüştü.

Osmanlı Devleti üç savaştan (1911 Trablusgarp, 1912 ve 1913 Balkan savaşları) yenik çıkmış borçlu, ordusu güçsüz ve teçhizatsız olmasına rağmen savaşa Turan ülküsünü gerçekleştirmenin olanağı olarak sarıldı. Böylece sadece Turan’ın önündeki içerideki engelleri değil, sınırın öte yakasındaki engelleri de ortadan kaldırabilecekti. İttihat Terakki bu umutla, söylenenin aksine, savaşa Almanya’nın zorlamasıyla değil, isteyerek girdi. Aslında savaş kararı savaşın başlamasından çok önce verildi. 1913’te savaş hazırlıkları başlamıştı bile. Hem Rusya ve hem de Osmanlı Devleti cephe hatları ve cephe gerilerini tahkim etme hazırlıklarını yürüttüler. Rusya bir yandan orduda görev almak üzere Ermeni birlikleri oluştururken, bir yandan da cephe gerisinde, Osmanlı topraklarında, Kürt ve Ermenilerden gerilla birlikleri oluşturmaya çalışıyordu. Osmanlı aynı faaliyeti, Kürt alaylarını yeniden örgütleyerek, “gayr-i Müslimleri” silâhaltına alarak ve Kafkasya’daki Türk ve Müslüman gruplardan çeteler oluşturarak yürüttü. Rusya’nın Kürtlerle ilgili cephe gerisi faaliyetleri, Ermeni– Kürt çatışması nedeniyle güdük kaldı. Savaşın başlamasından sonra ise tümüyle etkisiz oldu.

Paylaşım Savaşı 1 Ağustos’ta Almanya’nın Rusya’ya savaş ilanıyla başladı. Osmanlı Devleti, 2 Ağustos’ta Almanya ile gizli bir ittifak anlaşması imzaladı. 3 Ağustos’ta, tarafsızlığını ilan ettiyse de ülke çapında seferberlik ilan etti. Seferberlik “gayr-i Müslimleri” de kapsadı. 20-45 yaş arasındaki gayr-i Müslimler” düzenli orduya, 15-20 ve 45-65 yaş arasındakiler de Amele taburlarına alındı. 27 Eylül’de, Boğazları ticaret gemilerine kapattı. 2 Kasım’da, Rusya’nın Osmanlı’ya savaş ilan etmesiyle, Osmanlı’nın savaş içindeki, gayri resmi pozisyonu da resmileşmiş oldu. Osmanlı şeyhülislamı 27 Kasım’da cihat ilan etti. Osmanlı’nın cihat ilanı, Sünni Kürtler ve bir kısım Şii İranlı’lar hariç, hemen hiçbir yankı uyandırmadı.

Harbiye Nazırı Enver’in kafasındaki Turan planı, iki cepheden Kafkaslara ulaşılması üzerine kurulmuştu. Cephelerden biri Kars üzerinden Azerbaycan’a, diğeri İran üzerinden Kafkaslara ulaşmayı öngörüyordu. Her iki cephe Dağıstan’da birleşecekti. Birinci cephenin komutanı Enver, ikinci cephenin ise en güvenilir adamları olan Cevdet bey, Ömer Naci, Kazım Karabekir ve sonradan cepheye dahil olan Halil Bey’di. Aynı zamanda Van valisi olan Cevdet bey, Enver’in kayınbiraderiydi. Enver’in amcası olan Halil Bey ve diğer ikisi İran bölgesini çok önceden tanıyorlardı. Ömer Naci İttihat Terakki tarafından 1907’de bölgede görevlendirildi. Görevi sırasında bir gerilla birliğini yönetti. 1913’te ise Halil Bey ve Kazım Karabekir’le birlikte özel görevliler olarak bölgede faaliyet yürüttüler. İkinci cephenin ana kuvvetlerinin komutası aynı zamanda İttihat Terakki’nin bölge sekreteri olan Ömer Naci’deydi. Cevat Bey kendisinin “Kasap Taburu” ismini koyduğu özel muhafız alayıyla Van’da konumlanmıştı ve Van’daki Ermeni ve Asuri katliamlarının baş yürütücüsüydü. Karabekir, görevi Van’a giden yolların kesilmesi olan “Birinci Sefer Kuvveti” adlı birliğin başındaydı. Yoğun katliamların yaşandığı Başkale onun komuta alanı içindeydi. Cepheye sonradan dahil olan Halil Bey ise Azerbaycan üzerinden Dağıstan’a ulaşmakla görevlendirilmişti.

Birinci cephe 22 Aralık’ta Enver Paşa komutasında, Hamidiye Alaylarıyla güçlendirilen 3. Ordu’nun, Sarıkamış taarruzu ile açıldı. Başlangıçta Osmanlı’nın lehine gelişen savaş, kışın da bastırmasıyla bir anda değişti. Enver, 150,000 kişilik ordunun 90,000’ini kaybederek geri çekilmek zorunda kaldı. Ruslar Eleşkirt ve Beyazıt, Başkale ve Saray’ı işgal ettiler. Galip olmasına rağmen Rus ordusu da daha fazla ilerleyemeyince, işgal ettiği iki bölgeden (Saray ve Başkale) çekildi. Osmanlı–Rus sınırı küçük bir değişikliğin dışında, (Eleşkirt ve Beyazıt sancağı hariç) savaş öncesi durumunu korudu. İkinci cephede Ruslar, İran üzerinden ilerleyerek Van’ı işgal ettiler. İran’ın savaşta tarafsız olduğunu açıklaması ve Rusya’nın İran’ın egemenliğine saygı göstermesini istemesi üzerine Ruslar kısa bir süre sonra geri çekildiler. Bunu fırsat bilen Osmanlı ordusu hiçbir engelle karşılaşmadan Van ve Urmiye üzerinden Tebriz’e kadar ilerledi. Katliamlar Sarıkamış yenilgisinin sorumlusunun Rus ordusundaki Ermeni birlikleri olduğu propagandası ile başlatıldı. Bu propaganda Karabekir’in yakaladığı iki “Ermeni ajanın” itirafları ve Cevat Bey’in Van’daki aramalarda ele geçirdiğini açıkladığı silahlarla “kanıtlandı.” Böylece yeni katliamların yolu açıldı. Rusların boşalttıkları alanlara giren Osmanlı birlikleri, girdikleri her yerde (Başkale, Saray, Van, Urmiye vb.) Ermeni ve Asurileri Ruslarla işbirliği yapmakla ve ayaklanmaya hazırlanmakla suçladılar. Evler arandı, insanlar tutuklandı, tutuklananlar işkenceden geçirildi, öldürüldü.

Katliamlar Rus birliklerinin yeniden taarruza geçmesiyle yenilen Osmanlı birliklerinin geri çekilmeleri sırasında katmerlenerek sürdü. En kanlı katliamlar Urmiye ve Van’da yaşandı. Ocakta Rusların geri çekilmesiyle başlayan katliamlar, mayısta Ruslar yeniden Van’ı işgal edene kadar sürdü. Kalan Ermeni ve Asuriler canlarını Ruslarla birlikte Osmanlı topraklarının dışına çıkarak kurtardılar. Bu tablo her ilerleyiş ve geri çekilişten sonra tekrarlandı.

Katliam sırası Hakkâri’nin yüksek dağlarında yaşayan Nasturilerdeydi. Asuri kökenliydiler ve inançları nedeniyle Nasturi olarak adlandırılıyorlardı. Nasturiler Zap Suyu ve İran sınırı arasında erişilmesi zor dağlık bölgede özerkliklerini koruyarak yaşıyorlardı. Merkezi idareye vergi vermedikleri gibi, ondan da bir talepleri yoktu. İç ilişkilerini aşiret töresiyle düzenliyorlardı. Nasturilere karşı katliam ve tehcir diğer “gayr-i Müslimlere uygulandığı gibi savaşın hemen öncesinde başlatılmıştı. 1915’ın ilk aylarında Başkale, Van, Saray, Urmiye’deki katliam ve yakıp yıkmalardan Nasturiler de, içinde diğer Asuri halklar, Süryani ve Keldaniler de nasibini aldı.

Hakkâri dağlarında yaşayan Nasturiler’e Kürt aşiretlerin saldırısı 1915 Temmuzunda başladı. Nasturiler bu saldırılara karşı başarıyla direndi. Devreye Ruslara yenip geri çekilen geri çekilirken çekildikleri bölgeleri yakıp yıkan Osmanlı birlikleri girdi. Tebriz’den püskürtülen Ömer Naci komutasındaki birlik, Rewanduz üzerinden Azerbaycan’a ilerleyen, Dilman’da Rus kuvvetlerine yenilerek geri çekilmek zorunda kalan Halil Bey komutasındaki “Beşinci Sefer Kuvveti” ve Karabekir Komutasındaki “Birinci Sefer Kuvveti” Van’da birleşerek Nasturilerin üzerine yürüdü. Erzakı ve cephanesi tükenen Nasturiler İran sınırını geçerek Dilman’a sığınmak zorunda kaldılar.

Kalanların Katli: Tehcir

Savaşın başlamasından sonra tehcir, 25 Şubat 1915’te Osmanlı Erkan–ı Harbiye-i Umumisi’nin 8682 no’lu kararı ile yeniden gündeme geldi. Fiili tehcir ise, İnönü’nün teklifi üzerine Talat Paşa’nın ordu birliklerine gönderdiği 30 Mayıs 1915 tarihli tamimiyle başlatıldı. İnönü teklifini Ermeni ayaklanması söylentilerine dayandırdı. “Bildiğimiz gibi Van Gölü civarında ve Van’ın içinde sürekli Ermeni ayaklanmaları tertip eyleyen bir mihrak mevcuttur. Onları bu isyan yuvasından çıkartıp dağıtmalıyız diye düşünüyorum… Ya yukarda sözü edilen Ermeniler aileleriyle birlikte zorla Rus tarafına gönderilir, ya onları Anadolu’nun iç kesimlerine zorla süreriz. Bu alternatiflerden birini seçmeni istiyorum…” İçişleri Bakanı Talat’ın 30 Mayıs 1915 tarihini taşıyan “Savaş Koşulları ve Acil Politik Gereksinmeler Nedeniyle Başka Yerlere İskan Edilen Ermenilerin Yerleştirilmesiyle İlgili Tamim”inde yönü Suriye çöllerine döndürülen tehcir, doğrudan bir soykırıma işaret ediyordu.

Ermeni ve Asuri (Süryani, Keldanı, Nasturi) tehciri, üç aşamalı bir plana göre uygulandı. Birinci aşamada, Ermeniler başta olmak üzere, “Hıristiyan azınlıklar” devlet görevlerinden uzaklaştırıldı. Askerler silahsızlandırılarak geri hizmete alındı. Birçok yerde Ermeni askerler kurşuna dizildi. İkinci aşamada tüm azınlıkların evleri arandı, silahlar toplandı, asker kaçakları yakalanarak tutuklandı. Üçüncü aşamada, sivil halk tehcire tabi tutuldu.

Tehcir, İstanbul hariç, tüm Anadolu’da Ermeni, Rum, Süryani vb. ayrımı yapılmadan bütün “gayrimüslimlere” uygulandı. Askeri bir önlem olarak başlatılan tehcir, özel kuvvetlerin gözetimi ve denetimi altında sürdürüldü. Tehcirde üç özel örgüt görev aldı. Bunlardan birincisi İttihat Terakki’nin özel terör örgütü olarak kurulup Ekim 1911’de devlet kurumu haline getirilen Teşkilat-i Mahsusa’ydı. Teşkilat-i Mahsusa’nın doğu sorumluluğunu Ömer Naci yürütüyordu. İkincisi sırf katliam ve soykırım için kurulmuş olan Kafkas Devrimci Cemiyeti’ydi. Bu örgüt Çerkez ve Laz adi suçlulardan oluşturuldu ve Van, Erzurum, Trabzon gibi illerdeki soykırımlarda kullanıldı. Üçüncüsü Kürt Aşiret gönüllülerinden oluşturulan ve elli kişilik gruplardan oluştuğu için adına Arapça elli anlamına gelen Al-Xamsin örgütüydü. Bu üç örgüt İttihat Terakki’nin önde gelen liderlerinden biri olan Bahattin Şakir’e bağlı olarak faaliyet yürüttü. Bu üç örgütün denetimi altında tehcir hiçbir yerde, tehcir olarak -“güvenilmezlerin başka yerlerde iskân edilmesi”– uygulanmadı. Çünkü tehcire tabi tutulanların mutlak çoğunluğu hiçbir zaman iskân bölgelerine (Suriye çölleri, Musul vb.) ulaşamadı. Büyük bir kısmı öldürüldü, bir kısmı ise yetersiz sağlık ve beslenme koşulları yüzünden öldü; çok küçük bir kısmı ise iskan bölgelerine ulaşabildi.

Sünni Kürt bölgelerinde tehcir, Hamidiye Alayları ve Al-Xamsin birliklerinin katılımıyla gerçekleştirildi. En büyük katliamlar da bu bölgelerde Mardin, Diyarbakır, Van, Bitlis ve Harput’ta gerçekleştirildi. Soykırımın planlayıcılarından Talat Paşa’nın yayınlanan günlüğündeki liste Ermeni, Süryani, Keldani, Ezidi ve Nasturilerin yaşadıkları bütün illeri kapsıyordu. Listede Van ve Diyarbakır’ın isminin yazılmıyor oluşu bu iki ilin “tehcirde” özel bir muameleye tabi olduğunu gösteriyordu. Bitlis, Diyarbakır ve Erzurum valilerinin yaşananlarla ilgili merkeze verdikleri raporlarda şehirlerinde “hiçbir Ermeni’nin kalmadığı”nı bildirmeleri bu illerdeki katliamların boyutunu gösteriyordu.

Osmanlı ordusu ve alaylar aynı uygulamayı 1915’te kısa bir süre için işgalci olarak kaldıkları İran topraklarında da uyguladılar. 1915’teki katliamlardan sağ kalıp Deyr-Zor gibi Suriye çöllerine ulaşanlar, 1916’da yeniden tehcir ve soykırıma tabi tutuldular.

1918-1921 yılları arasında Ermeni soykırımı Osmanlı sınırları dışında, Rus ve İran Ermenistan’ında sürdürüldü. Toplu katliamlar, Aralık 1920’de Sovyet Ermenistan’ının kurulması ve Türk Ermenistan sınırının çizilmesiyle son buldu. Bu tarihten sonra toplu katliamlar, 6-7 Eylül katliam ve yağması dışında, bireysel katliamlar olarak sürdürüldü.

Talat Paşa’nın tutuğu not defterinde çeşitli illerden tehcire tabi tutulanların sayısı 924.158 olarak yer aldı. Bu rakamlar uygulamayı değil, planlananı gösteriyordu. Uygulamanın bunun çok üstünde olduğunu tahmin etmek zor değil; tıpkı, tehcir uygulamasının soykırım olduğunu tahmin etmenin zor olmadığı gibi.

Savaşın bitiminden sonra Almanya’ya kaçan Talat Paşa, Berliner Tageblatt’a verdiği röportajda şunları söyledi; “Ermeni Tehciri bir askeri zorunluluktu. Mezopotamya’ya tehcir edilirken yolda Kürtlerin saldırılarına uğradılar ve kısmen katledildiler. Aynı biçimde geçen yıl Mart’ta Çanakkale Harekâtı sırasında Ermenileri İstanbul ve çevresinden uzak yerlere nakletmek zorundaydık. Hükümet onların (Deyr-Zor’a) tehcir edilmesi emrini verdi. Ne yazık ki bu emirleri yerine getirecek olan kötü niyetliler nedeniyle, bu adamlar görevlerinde mantık dışı aşırılıklara başvurdular… Biz vahşi değiliz. Bu trajik olayların raporları yüzünden günlerce gözüme uyku girmedi… Ermenilerle ilgili birçok telgraf alınca heyecanlandım. Bütün gece gözüme uyku girmedi. Bu bir insan kalbinin dayanacağı şey değil. Ama biz bunu yapmasaydık, onlar bize yapacaktı. Tabii ki ilk biz başladık. Bu milletimiz için ölüm kalım meselesi.” (age say. 122). Talat Paşa doğruyu söylüyor, soykırım basitçe bir düşmanlık değil, bir amacın, Türkçülük amacının aracıydı.

“Etnik temizlik” aracı olarak kullanılan tehcir, aynı zamanda, Türk burjuvazisi için bir ilkel birikim kaynağı oldu. Öldürülen, topraklarından sürülen azınlıkların mal varlıklarıyla birlikte faaliyetleri de (ticari, sanayi ) Türk burjuvazisine geçti. 1912’de iki milyon yüz bin olan Ermeni nüfusu 1917’ye gelindiğinde yüzlerle ölçülür hale geldi. Onlar da ya gizli bir yaşama mahkum olanlar, ya da din ve etnisite değiştirenlerdi. Sonuçta, biz bunun soykırım olup olmadığını tartışaduralım, Ermeniler ve Asuriler, katliam ya da sürgünle, topraklarından koparıldılar.

 

Kaynaklar:

1-Ermeni Halkının Tarihi-Gerard Dedeyan, Ayrıntı Yay.

2-Sosyalizm ve Milliyetçilik, derleyen M. Tuncay & Erik J. Zürcher, İletişim Yay.

3-Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalist Hareketler, Georges Haupt & Paul Dumont, Ayrıntı Yay.

4-Iskalanmış Barış, Hans Lukas Hieser, İletişim Yay.

5-Katliamlar, Direniş, Koruyucular, Davit Gaunt, Belge Yay.

6-Milliyetler ve Sınırlar, Stefanos Yarasimos, İletişim Yay.

7-Modern Kürt Tarihi, Davit McDoval, Doruk Yayıncılık