Seçimler Üzerine Bir Değerlendirme

Kapitalist sistemde seçimler burjuvazinin ekonomik, politik, askeri egemenliğinin işçi ve emekçilere onaylatılmasıdır. Bu yolla burjuvazi kitlelerde büyüyen öfkeyi düzenin sınırları içinde tutar. Düzenin ekonomik, politik, kültürel ve ahlaki çürümüşlüğünü örter. Bu düzende seçim sonuçları önceden bellidir. Seçime katılan hangi parti kazanırsa kazansın, kazanan hep burjuvazidir, sermayenin temsilcileridir. Seçimde oy kullananların ezici çoğunluğu, işçi ve emekçiler, her seçimden kaybederek çıkarlar.  İster “demokratik”, ister baskıcı, gerici olarak nitelendirilsin. Kapitalizm koşullarında yapılan tüm seçimlerin,  temel kuralı budur.

Seçimlerde ne olup bittiğine bakmadan önce kısa da olsa uluslararası gelişmelere bir göz atmalıyız. Çünkü, her ülkenin kendine özgü özellikleri olsa da, ülkeler mevcut kapitalist dünya sisteminin bir parçasıdır ve her bir ülkede olup bitenler sistemin bütünündeki gelişmelerden bağımsız ele alınıp değerlendirilemez. Bugün dünya derinleşen bir ekonomik, politik kriz ve paylaşım savaşının içindedir. Bu durum hemen her ülkede karşımıza ekonomide artan rekabet, sermaye çatışmaları, yozlaşma, spekülatif faaliyetlerde artış, işçi ücretlerinin budanması, çalışma koşullarının ağırlaşması, büyüyen yoksulluk, yolsuzluk ve siyasette, koyu bir gericilik, olağanüstü uygulamaların olağanlaşması ve artan savaş ve savaş hazırlığı, olarak yansıyor. Devletlerin baskı ve ideolojik aygıtları kapitalizmin bu yönelimine uygun olarak yeniden biçimlendiriliyor. Koyu bir gericiliğe iç ve dış düşman söylemi üzerinden şoven bir milliyetçilik eşlik ediyor. Burjuvalar klasik silahlarını kuşanıyor, ırkçılığı, şoven milliyetçiliği ve ulusal çıkarı ön plana çıkararak kitleleri mobilize etmeye çalışıyor. Bu yolla egemenler kendi sorunlarını, kitlelerin sorunları haline getirerek onların artan öfkelerini başka yönlere yönlendirmekle kalmıyor, onları kendi hedeflerinin militan savaşçılarına dönüştürüyor.   Ukrayna savaşı burjuvazinin bu konuda ne ölçüde başarılı olduğunu gösteriyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerin faşizmi yaşamış “gelişmiş insanları”nın, şoven milliyetçilik, ulusal güvenlik ve ulusal çıkar dürtüsüyle birkaç günde nasıl sermayenin savaşçılarına dönüştürüldüklerine tanık olduk. Örneklersek, dünyada en “katlanabilir kapitalizmin” örneği olarak sunulan İskandinav ülkelerinden İsveç’te, Ukrayna savaşı öncesinde NATO üyeliği halkın %60’ı tarafından reddedilirken savaştan birkaç gün sonra yapılan anketlerde tam tersi bir sonuç ortaya çıktı, halkın % 60’ı NATO’ya girmekten yana döndü.

Bugün emperyalist ülkeler arasındaki rekabet ve nüfuz alanı mücadelesi uzay da dahil dünyanın her bir köşesinde bütün şiddetiyle sürüyor, rekabet ve nüfuz alanı mücadelesi en basit biçimlerden, ticaret ve kur savaşları vb., en yüksek biçimlere, açık silahlı çatışmalara doğru yol alıyor. Savaş bu haliyle uzaya ve bütün kıtalara yayılmış olsa da bazı bölgeler savaşın kızıştığı alanlar olarak öne çıkıyor. Bunların en başında Doğu Avrupa, Asya- Pasifik, Ortadoğu ve Afrika geliyor.

Sınıf mücadelesinin tarihsel süreci bize, ekonomik ve siyasal krizin derinleştiği dönemlerde, işçi sınıfı içinde kapitalizmin dışına çıkma arayışlarının hız kazandığını gösteriyor. Ancak bugün ekonomik ve siyasal kriz, dünya çapında derinleşmesine rağmen sınıf içinde bu türden, kapitalizm karşıtı arayışların çok cılız kaldığına tanık oluyoruz. İşçi sınıfı, ekonomik kriz ve burjuvazinin artan saldırısı altında geleceksizliğe mahkûm bir görünümdedir.  Bu haliyle işçi sınıfı dünya ölçeğinde büyük ölçüde deklase olmuş, kendi sınıfsal konumunun gereklerinden kopmuş durumda. İşçiler, emekçiler farklı ülkelerde zaman zaman farklı nedenlere bağlı olarak çıkışlar yapsa da bunlar, yalıtık eylemler olmaktan ileri geçemiyor,  süreklilik arz etmiyor. Gelişmiş ülke işçi sınıflarıyla geri ülke işçi sınıfları arasındaki ücret ve çalışma koşulları arasındaki uçurum derinleşiyor. Ücret ve çalışma koşulları arasındaki bu uçurum, gelişmiş ülkelerde işçi sınıfıyla burjuvazi arasında yeni bağlar kuruyor ve işçi sınıfının uluslararası dayanışmasının önünde büyüyen bir engel olarak duruyor.  Geri ülkelerde sınıf içindeki ücret ve kademelenme farklarına ek olarak, artan işsizlik, baskılar ve yasaklar umutsuzluk ve korkuyu besliyor. Bir yanda açlık ve yoksullukla boğuşan, daha az kölece bir yaşam için sınırlarda ve denizlerde kendilerini ölüme yatıran bir işçi sınıfı, diğer yanda yaşanan bu yoksulluk ve ölümlerde payı olduğu halde onlara bakarak kendini şanslı ve güvende sayan bir işçi sınıfı, dünya işçi sınıfı belki de tarihte ilk kez böyle bir tablo sunuyor. Ve bu tablo işçi sınıfını güçsüzleştirirken, burjuvaziye, sahip olmayı aklından bile geçiremeyeceği bir gücü bahşediyor. Bütün bunlar işçi sınıfını uluslararası mücadele ve dayanışma gücünden yoksunlaştırıyor.

Şüphesiz bunun en başlıca nedeni, burjuva ideolojisinin sınıfı çepeçevre sarmış olması olsa da, asıl nedeni siyasal öznenin yani işçi sınıfının kapitalizme karşı bilinçli, örgütlü ve eylemli mücadelesini temsil eden devrimci siyasal mücadelenin güdüklüğüdür. İşçi ve emekçilerin gerçek çıkarlarını savunan, onlara gerçekleri sistemli bir biçimde açıklayan ve örgütleyen güven verici politik bir gücün, işçi sınıfının devrimci partisinin olmamasıdır. Bu koşullar günümüzdeki hemen her gelişmeye damgasını vurmaktadır.

Sınıfsal ve siyasal öznenin bu durumu, yaşadığımız tarihsel süreçte işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesini geri plana itiyor. Burjuvazi arasındaki pazar ve nüfuz alanı mücadelesi tek mücadele olarak öne çıkıyor. İşçi sınıfı ise içinde bulunduğu dağınıklık ve umutsuzlukla burjuvazi arasındaki bu hegemonya mücadelesine eklemleniyor.

Bu tablo içinde Türkiye krizin derinleştiği, enflasyon ve işsizliğin en yüksek olduğu ülkelerin başında geliyor. Derinleşen krizin yol açtığı yoksulluk, işsizlik ve bunların biriktirdiği öfke, bağrında burjuvazi için artan potansiyel bir tehdidi barındırıyor.  Türkiye burjuvazisinin artan yoksulluk ve baskıların kitlelerde biriktirdiği tepkiyi başka yönlere yönlendirmeye hem şiddetle ihtiyacı var, hem de bu alanda geniş olanaklara sahip. Şiddetle ihtiyacı var, çünkü kapitalizmin dünya krizinin en şiddetli yaşandığı ülkelerin başında geliyor. İşçi ve emekçiler işsizlik, yoksulluk ve geleceksizlik sarmalında. Öte yandan krizin yarattığı öfkeyi kendi gücü olarak örgütlemede de geniş olanaklara sahip. Türkiye savaşın sürdüğü bir coğrafyada ve bizzat savaşın içinde yer alıyor. Her ne kadar tarafsız gibi görünse de Ukrayna’da NATO bağlantısıyla savaşın bir parçası, Orta-Asya ‘da Kırgızistan – Tacikistan, Ermenistan-Azerbaycan arasındaki anlaşmazlıkların bir tarafı durumunda.  Suriye ve Irak’ta işgalci, Ege’de hemen her ekonomik ve siyasal krizde Yunanistan’la rekabet ve çatışma içinde, Doğu Akdeniz ve Libya’da Mısır, Fransa ile karşı karşıya. Türk burjuvazisi her seçimde kullanmayı bir alışkanlık haline getirdiği Yunanistan’la dalaşmayı, ekonomik kriz üzerinde yaratacağı etkileri dikkate alarak bu kez kullanamadı. Geriye bir tek Kürt sorunu kalıyordu. Erdoğan seçim propagandasını “beka sorununa”, diğer burjuva muhalefet ise Erdoğan’ın en zayıf yanı olarak gördüğü ekonomik krize ve krizin kitleler üzerindeki etkilerine dayandırdı.

Burjuvazi seçim öncesinde ırkçılık ve şovenizmi Kürt sorunu üzerinden köpürtmenin yollarını aradı. Kuzeydoğu Suriye’ye (Rojova) yeni bir işgal girişiminde bulunmak için ABD ile Rusya arasında mekik dokudu. Her iki güçten yeşil ışık alamayınca öteden beri uyguladığı taktiği devreye soktu, Kürt fobisini yaygınlaştırma yolunu seçti. Halbuki, Kürt Özgürlük Hareketi seçim öncesinde, seçim sürecinde çatışmasızlık ilan etmişti. HDP ise istemlerini en asgari seviyeye indirmiş, seçim sonrasında devletle yürüteceği pazarlığa hazırlık olarak listelerine devletle ilişkili liberalleri almıştı. Ancak bu bile Erdoğan’ı, seçimi kazanmanın tek olanaklı yolu olarak gördüğü için, Kürt fobisini seçim malzemesi haline getirmekten alıkoymadı.  Erdoğan karşısındaki burjuva muhalefet HDP’nin seçim desteğine rağmen  “beka sorunu”nun bir parçası olmayı sürdürdü. HDP ile doğrudan görüşmeyi reddederek Erdoğan’ın politikasına destek verdi. Hatta seçimin ikinci turunda hem Kürt sorununda hem de göçmen sorununda Erdoğan’ın söylemine sarıldı. Fotokopisi, aslı yerine geçmedi. Erdoğan kimi HDP etkili isimlerinin (Pervin Buldan, Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Cengiz Çandar) söylemlerini mitinglerinde kitlelere dinleterek, Doğu’da kaybettiği oyu Batı’da kazanmaya çalıştı. Bunda başarılı da oldu.

Burjuva muhalefet “beka” sorununda olduğu gibi, ekonomik kriz ve bu krizin işçi ve emekçi kitleler üzerindeki etkileri konusunda da AKP hükümetinden farklı bir yol izlemedi / izleyemezdi. Çünkü kriz onların beş yıllığına bekçiliğini üstlenmek istediği kapitalizmin kriziydi. Geriye boş vaatler kalıyordu, burjuva muhalefet de bunu yaptı. Bol bol vaatlerde bulundu. Ancak vaatler seçim sonuçlarının da kanıtladığı gibi, havada kaldı. Çünkü,  AKP hükümeti 2022 sonundan itibaren krizin etkilerini, önemli ölçüde hafifleten önlemleri devreye soktu. Ocak 2022’de 4250TL olan asgari ücreti, 2022 ortasında 5500TL’ye 2023’de ise 8500TL’ye yükseltmişti. Aynı şekilde emekli taban aylıkları da 2500TL’den 7500TL’ye yükseltildi. Bu arada EYT sorununda ve Ek göstergelerde önemli düzenlemeler yapıldı. Normal kredi faizleri %30’un üzerine çıkarken, bankalarla yapılan anlaşmayla kredi kartı faizleri yıllık %16,32 (aylık 1,36) ile sınırlandırıldı. İşçi ve emekçilerin ay sonunu kredi kartı kullanmadan getiremediği hesaba katılırsa, bu önlemin anlamı daha da kolay anlaşılır.  Bunlara ek olarak yedi milyonu aşkın aileye yapılan yardımlar hesaba katıldığında, bütün bu önlemler “boş tencere iktidar düşürür” söylemini boşa çıkardı. Ne yazık ki, sosyalist parti ve örgütler de tek taraflı bir kriz belirlemesiyle hükümetin krize karşı aldığı önlemlerin etkisini hesaba katamamış ve kendini değişim rüzgarına kaptırmıştı.

Bu bir tespittir. Bu tespit ekonomik ve siyasi krizin küçümsendiği anlamına gelmiyor.  Tersine kriz çok derindir ve işçi ve emekçiler üzerinde yıkıcı etkileri olmuştur. Krizin işçi ve emekçi kitleler üzerindeki en önemli etkileri, işsizlik, derinleşen yoksulluk ve geleceksizliktir. Bu doğrudur, ancak hükümetin aldığı önlemlerin krizin etkisini, özellikle enflasyonun etkilerinin daha hafif yaşandığı küçük kentlerde geçici olarak zayıflattığı da görülmelidir. Elbette bu durum kalıcı değil, gelecekte kitlelerin yaşantısının daha da çekilmez olacağı açık olan geçici bir durum, krizin daha da büyüyeceğinin göstergesidir. Ancak bu durum Erdoğan’ın bu önlemlerden beklediği sonucu almış olduğu gerçeğini değiştirmez.

Bu belirlemelerin ışığında seçim sonuçlarını şöyle sıralayabiliriz

1- Komünistler açısından en “demokratiğinden” en despotuna burjuva diktatörlükler meşru değillerdir. İsminin önüne hangi ek getirilse getirilsin şiddet ve terörle ayakta duran, çürümüşlük, yolsuzluk, yoksulluk ve ahlaksızlık üreten burjuva iktidarlar tarihsel olarak aşılmıştır. Ancak geniş kitleler açısından aynı şeyi söylemek mümkün değildir.  Nitekim dünyanın her yerinde burjuva iktidarlar kitlelerin oyuna başvurarak “meşruiyetini” sürdürebilmektedir. Buradan hareketle kendilerine karşı oy kullanma sorumluluğu işçi ve emekçi kitlelere yüklenemez. Bu sorumluluk en başta kurulu düzenin niteliğini işçi ve emekçilere anlatamayan komünistlerindir.

2- Cumhurbaşkanlığı sistemi dünyanın bugünkü konjonktüründe Türkiye kapitalizminin ihtiyacına bir cevap olarak ortaya çıkmıştır. Sistemin örgütlenmesi 2017 Anayasa referandumuyla başlatıldı. Anayasa çalıntı oylarla kabul edildi, burjuvazinin tüm partileri tarafından kabul edilen bu hırsızlık, bugün artık göçmenlerin büyük bir kısmının (2,5 – 3 milyon arasında olduğu varsayılıyor) değiştirilen kimlikleriyle seçmen kütüklerine içerilmiştir ve “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”  yüksek katılımın sağlandığı bu seçimle iki kez daha (1. ve 2. tur)  onaylatılmıştır. Bu tüm burjuvazinin bir başarısıdır.

3- Burjuvazinin başka bir başarısı da seçimlerin dizayn edildiği gibi, bir kaosa fırsat vermeden istenildiği gibi sonuçlandırılmasıdır. Çoklu aday ve ikinci tur bu dizayndan bir sapma değil, tersine onun önceden düşünülmüş bir parçasıydı. Böylece hem cumhurbaşkanlığı sistemi kalıcılaştırıldı, hem de ikinci turla seçimin demokratik olduğu algısı güçlendirildi.

4-Burjuvazinin bir diğer başarısı da HDP ve diğer “sosyalist” parti ve çevrelerin Erdoğan karşıtlığı üzerinden burjuva muhalefetin kuyruğuna takılarak parlamentarizme tabi hale getirilmesidir.

5- Seçimler Erdoğan’ın kaybetmeye başladığı uluslararası meşruiyetini güçlendirmiştir. Uluslararası burjuvazi Türkiye’de yaşanan saldırılara, tutuklamalara, hak ihlallerine karşı Avrupa kamuoyunda yükselen tepkiler nedeniyle Erdoğan’ı desteklemekte zorlanıyordu. Seçim öncesinde Avrupa ve ABD basınında imaj sahibi dergilerin kapaklarında Erdoğan diktatör, Türkiye diktatörlüğe giden bir ülke olarak resmediliyordu. Ama emperyalist kuruluşların stratejilerinin yazılarında başka bir hava vardı. Yazıların içeriğini Erdoğan’ın gitmesinin mi kalmasının mı Batı’nın yararına olacağı oluşturuyordu. Ağırlık Erdoğan’ın kalmasından yanaydı. Yazılanlara göre, Erdoğan bütün olumsuz yanlarına rağmen iyi tanınan,  ne yapıp yapamayacağı, nasıl yola getirileceği bilinen biriydi. O yüzden de yazıların ortak içeriğini Erdoğan’ın kalması gerektiği oluşturuyordu. Yani Batı, özellikle de finans çevrelerinin, eleştirirken bile destekleri Erdoğan’dan yanaydı. Batılı finans çevreleri, seçim öncesinden başlayarak vadesi gelmiş borçlarını yeniden yapılandırarak ve kuru sabit tutması için küçük miktarlarda da olsa Türkiye’ye döviz sağlayarak Erdoğan’a önemli bir destek sundu. Uluslararası finans çevrelerinin Erdoğan’a sunduğu bu önemli seçim desteği, muhalefet çevrelerince bile gündeme getirilmedi, kendini sosyalist olarak niteleyenler ise bu desteği en hafif deyimiyle göremedi bile, Ama açıktan yapılan Rusya’nın desteği hep dile getirildi. Rusya kendi çıkarları (Akkuyu Santrali, Ukrayna savaşı sonrası (Batı’nın onayıyla) Türkiye’nin Rusya’nın Batı’ya açılan kapısı olması vb.) gereği Erdoğan’ı (seçim sürecinde Akkuyu’nun birkaç kez açılması, 24 miyar dolarlık doğalgaz borcunun ertelenmesi, tahıl anlaşmasının seçimin bitimine kadar ertelenmesi vb.) açıkça destekledi. Kılıçdaroğlu kendine İngiltere finans çevrelerinin vadettiği 300 milyar dolara inanmış olacak ki,  sadece Rusya’yı gördü, Rusya’dan söz ederek ABD ve İngiltere’nin Erdoğan’a verdiği desteğin gizlenmesini sağladı. Seçim sonrasında, seçimi izlemek için AGİK’in Türkiye’ye gönderdiği heyet daha raporunu açıklamadan, bütün Batılı liderlerin Erdoğan’ı kutlamak için sıraya girmesi bu flu tabloyu da aydınlattı. Batı’da havanın Erdoğan lehine değiştiğini gösteren bir diğer gösterge de, önceden söylenen diktatör ve diktatörlük nitelemelerinden vazgeçilerek,  Erdoğan’dan rekabetçi otoriter lider, Türkiye’den rekabetçi otoriter sistem olarak söz edilmesidir. Şimdi AB, ABD ve İngiltere’nin kamuoyu baskısına aldırmadan hak ihlallerine karşı Erdoğan’ı desteklemek için daha rahat hareket edecekleri açıktır. Başka açık olan bir şey de seçim sonrasında Erdoğan’ın ABD ve İngiltere’nin bölgeye yönelik politikalarını “tarafsızlık” şalını da yırtarak uygulayacağıdır.

6- Bütün bunların yanında seçim, seçmenin yarısına yakınının yaygın deyimle Erdoğan’ın karşısında konumlandığını gösterdi. Kimileri bundan antikapitalist bir yönelim görse de gerçekte bu kapitalizmin onaylanmasıydı. En başta bu kitle ideolojik olarak homojen değildir. İçinde şovenistinden milliyetçisine, ırkçısından Kemalist’ine ve azınlık da olsa kapitalizmden umudunu kesmiş olana kadar geniş bir yelpazeyi barındıran bu kitlenin ezici çoğunluğunu işçi ve emekçiler oluşturuyor. İşçilerin yoğun olarak yaşadığı büyük kentlerdeki oy dağılımı bunu teyit ediyor. Bu işçi sınıfının iktidar mücadelesinde devrimci bir potansiyelin gelişme eğilimine işaret ediyor. Ancak bu potansiyel ne kadar etkili olursa olsun kendiliğinden politik bir karşıtlığı ifade etmez.  Böyle bir sonuç tek başına direnişi öne koyan bir stratejiyle yaratılamaz. Bunun için daha fazlasına, direnişi de içeren bir saldırı stratejisine, ihtiyaç var. Ve bu strateji ancak, ideolojik ve örgütsel hazırlığı öne koyan bir anlayışla yaratılabilir. Bu hazırlık olmadan işçi sınıfının devrimci değişimi sağlanamayacağı gibi, sonuç alıcı bir politik güce de ulaşılamaz.

Önümüzdeki dönemin her bakımdan çok daha zor bir dönem olacağı açıktır. Nazım’ın dediği gibi,

“Varılacak yere

                kan içinde varılacaktır.

Ve zafer

          artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar

                                       tırnakla sökülüp   koparılacaktır…