Savaş ve İç Savaş Hazırlığı

2011 Haziran seçiminin hemen ardından yayınlanan Söz ve Eylem’in 2. sayısında yer alan “İleri Demokratik Savaş Hükümeti” başlıklı yazıda, 3. dönem AKP hükümeti, bir savaş hükümeti olarak nitelendirildi. Uluslararası alanda, bölgede ve ülkedeki gelişmelerin ele alındığı yazıda Türk devletinin Türkiye’nin içinde yer alacağı bir emperyalist savaş ve iç savaşa uygun olarak yeniden yapılandırıldığı tespiti yapıldı. Aradan geçen sürede yaşananlar, bu tespiti doğruladı.

En başta emperyalist devletler arasında bozulan güç dengeleri, kapitalizmin dünya krizinin sarsıcı etkisi altında bozulmaya devam ediyor. Bu süreçte, diplomatik savaşları, yer altı savaşları, vezir düşürme operasyonları, ekonomik savaşlar (kur savaşları, kotalar vb.), bunları da sıcak çatışmalar izledi. Emperyalist güç odakları arasında, pazarların, hammadde – enerji kaynakları ve ucuz işgücünün ele geçirilmesi biçimindeki eski çatışma, değişen bu güç dengeleri altında yeni biçimlere büründü. Çatışmayı yatıştıracağı varsayılan kısmi pazar paylaşımları, “taşeron” savaşları, ilhak ve işgaller, tersine çatışmayı daha da büyüttü. Yani kısaca, kapitalist dünya sistemi, “bozulan denge ancak yeni bir savaşla kurulabilir” düsturuna uygun olarak işliyor.

İkinci olarak mevcut uluslararası güç dengesini sarsan kriz, ülkelerin iç dengelerini, sınıflar arasındaki mevcut dengeyi de sarsıyor. Sınıfların karşılıklı konumlanışını, örgütlenme ve bilinç düzeylerini yansıtan eski denge bozuluyor. Bozulan dengeyle birlikte sınıf mücadelesinin üzerini örten ideolojik ve politik kabuk da parçalanmaya yüz tutuyor. Ancak bu durum mevcut sınıflar arası güç dengesinde ve sınıf hareketinde köklü bir değişim olduğu anlamına gelmiyor. Tersine, işçi sınıfı, düzenle kurulu bağları gevşese de, çözülmeye yüz tutsa da, hâlâ burjuva ideolojisi ve politikasının ağır baskısı altındadır.

İşçi sınıfının bugün içinde bulunduğu durum, örgütlenme ve bilinç düzeyi ne olursa olsun, nesnel konumunun ona sağladığı potansiyel tehdidin fiili bir tehdide dönüşmesi, zaman ve mekan mevhumundan bağımsız olarak, muhtemel, hatta kaçınılmazdır. İşte iç savaşı güncelleştiren ve burjuvaziyi hummalı bir iç savaş hazırlığına sevk eden de bu durumdur. Bu iki belirleyici etken altında güncelleşen savaş hazırlığı, sistemin tümünü kapsamaktadır.

Türkiye bu süreci en yoğun yaşayan ülkelerin başında gelmektedir. Emperyalist paylaşımın en sert biçimlere büründüğü Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesinin önemli bir gücü olan Türkiye, bölgedeki ülkelerin sınırlarının yeniden çizilmesini ve yeni dizaynını öngören ABD müdahalesinin dayandığı baş aktörlerden biridir. Bölgede bugüne kadar yürütülen müdahalelerde önemli roller üstlenerek bu konumunu teyit etmiştir. Türkiye’nin özellikle Suriye müdahalesinde üstlendiği rol daha da belirgindir. Bu müdahale Türk devletinin her düzeyde aktif katılımı ile Türkiye topraklarından yürütülmektedir. Türk burjuvazisi Suriye müdahalesine sadece kendine biçilen rolle müdahil olmadı, bu müdahaleyi hem bölgesel bir güç olma, hem de Kürt halkına karşı yeni bir soykırıma dönüştürebilme umuduyla yüklendi. Ancak müdahalenin emperyalist devletler arasındaki güç dengelerine takılması burjuvazinin umutlarını suya düşürdü. İktidar vizyonu hesaplarını büyük ölçüde başarılı bir Suriye müdahalesi üzerine kuran AKP’nin, uluslararası güç dengelerini provokasyonlarla aşma girişimleri her seferinde başarısızlıkla sonuçlandı. AKP’nin kendi ideolojik ve politik yaklaşımlarıyla müdahaleyi Türkiye’ye biçilen rolün ötesine taşıma girişimi, içerde ve dışarda mevcut “müttefikleriyle ilişkilerinin gerilmesine yol açtı. Ama bütün bu başarısızlıklar ve onların yol açtığı sonuçlara rağmen AKP “mutlak” iktidarı için vazgeçilmez gördüğü Suriye müdahalesinden vazgeçmiş değildir. Tersine Türk ordusu Suriye sınırı boyunca teyakkuz halindedir ve savaş hazırlığını seferberlik yasalarını güncelleyerek sürdürmektedir.

Savaş hazırlığının diğer bir boyutu içteki gelişmelere dayanıyor. Bunların en başında kriz ve krizin etkileri geliyor. Türkiye dünya kapitalist krizinden en fazla etkilenecek olan ülkeler kategorisinde yer alıyor. Bu etkilenme gelişmiş kapitalist ülkelerin aldıkları önlemlerle (parasal genişlemenin sonlandırılması, faiz artışına geçiş, kotalar vb.) dünkünden çok daha güçlüdür. Ekonomide büyüme oranlarındaki düşüş, cari açığın izlediği seyir, Türkiye’nin OECD içinde gelir dağılımının en kötü olduğu ülkeler arasında ikinci sıraya yükselmesi ve Türk ekonomisinin, ekonomisi kırılgan ülkeler içinde ön sıralara yerleşmesi bu tespiti doğruluyor. Bu gelişmelerin diğer boyutu da işsizlik ve enflasyonun taşınamayacak boyutlara ulaşması, zaten çok düşük olan reel ücretlerin enflasyon yoluyla daha da düşürülmesi, iş cinayetlerinin artarak süreklileşmesi, yaşama ve çalışma koşullarının olağanüstü boyutta kötüleşmesidir. Öyle ki işsizlik, işçiler üzerinde ölümden daha etkili bir silaha dönüşmüştür. Artan intiharlar ve dinsel nedenlerin de etkisiyle çoğalan kadın cinayetleri iç gerilimdeki artışın başka bir göstergesidir. Üstelik bütün bunların, yaklaşık bir buçuk yıl önce on milyonların kendiliğinden bir tarzda sokaklara döküldüğü bir ülkede olması burjuvazi için yeterince ürkütücüdür.

İç gelişmelere dair en önemli etmenlerden biri de Kürt ulusal mücadelesinin son birkaç yıl içinde ulaştığı boyuttur. Bu süre içinde, özellikle üç parçadaki ulusal mücadele bağımsızlık yolunda önemli bir yol kat etti. Devlet bu mücadeleyi yeni bir soykırıma başvurmadan tersine çeviremez. Ancak mevcut bölgesel ve uluslararası koşullar altında bu yönteme başvurabilecek durumda değildir. Suriye müdahalesine en çok da bunun için, yani müdahaleyi bir Kürt soykırımına dönüştürmek için gerek duyuyor.

Bu ve benzerleri koşullar, burjuvazinin iç savaş hazırlığını güncellemesinin maddi temelini oluşturuyor. Savaş hazırlığı en başta devletin baskı organlarının (ordu, polis, mit, özel paramiliter örgütlenmeler, yargı sistemi vb.) güçlendirilerek güncellenmesini hedefliyor. Ordu teyakkuz durumunda. Polis örgütlenmesi arındırılarak güçlendiriliyor. Jandarma, polis örgütlenmesine eklemleniyor. Türkiye her bin kişiye düşen polis sayısı bakımından dünyada Rusya’dan sonra ikinci sırayı işgal ediyor. MİT yargısız operasyon yasasıyla donatılıyor. Özel mahkemeler daha yetkinleri ile yeniden yapılandırılıyor. Bunların yetmeyeceği yerde, Erdoğan, kapitalist gelişme karşısında iflas tehdidiyle yüz yüze olmasına rağmen, kapitalizmin hemen her dönem en militan savunucularını yetiştiren esnafı, Haziran Başkaldırısı’ndan edindiği deneyimle göreve çağırıyor. Her fırsatta yok sayılan düşünce, basın, toplantı ve örgütlenme özgürlüğü yeniden kısıtlanıyor, valilerin yetkileri genişletiliyor, “makul şüphe” adı altında polise keyfi tutuklama, arama, fiilen aylarca sürebilecek gözaltına alma, işkence yapma ve vurma emri veriliyor. Bu ve benzeri düzenlemelerle yeni bir işkence ve faili meçhuller dönemine giriliyor.

Yukarda sözü edilen ve devamı yolda olan “güvenlik yasaları”nın birçoğu daha yürürlüğe girmeden tutuklanmaların bir anda binlerle ifade ediliyor olması, polis kurşunu ile infazlarda ve “faili meçhuller ”deki artış iç savaş hazırlığının vardığı boyutlar hakkında daha şimdiden bir fikir vermektedir. Bütün bunlara bir de Erdoğan’ın korkuları eklenince, savaş hazırlığı daha da pervasızlaşıyor.

En önemlisi de bütün bu hazırlığın demokrasi şalı ile örtülerek topluma sunulmasıdır. Burjuvazi öteden beri kendi iç rekabeti ve çatışmasını işçi sınıfına ve emekçilere bir demokrasi mücadelesi olarak sunmuş ve kitleri bu çatışmada burjuva fraksiyonlardan biri lehine taraf haline getirerek egemenliğini sürdürmüştür. Bugün de olan aynısıdır. Bu kez, bu eski oyun AKP – Cemaat çatışması adı altında sahneleniyor. AKP işçi sınıfı ve Kürt ulusal mücadelesini hedef alan iç savaş yasalarının cemaati dize getirmek için güncellendiği algısını yaratarak, hem dünkü suç ortağı, bugünkü rakibini etkisizleştirecek yeni ittifaklara yol açıyor, hem de bununla iç savaş yasalarına belirli bir meşruluk zemini yaratıyor. Cemaat bu oyuna demokrasi havarisi rolüne bürünerek, özgür basın söylemi etrafında yeni ittifak arayışlarıyla katılıyor. Sonuçta her iki durumda da kaybeden, iç savaş yasalarının asıl muhatabı işçiler, emekçiler ve Kürt halkı oluyor.

Aralarındaki rekabet ve çatışmaya rağmen AKP ve Cemaat dahil bütün burjuva fraksiyonlar biri işçi sınıfının temel hakları, diğeri Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı olmak üzere iki temel konuda mutlak bir birliktelik içindedirler. Bunun en sıradan örneklerini asgari ücret, sendikalaşma, taşeron sorunu ve “çözüm süreci” konusundaki yaklaşımlarında görmekteyiz.

AKP’nin her gün bir yenisini dayattığı iç savaş yasalarının doğrudan muhatabı işçi sınıfı ve Kürt ulusal mücadelesidir. Şu farkla ki; Kürt halkı bunun bilincinde olduğu halde, işçi sınıfı mutlak çoğunluğuyla bu durumun bilincinde bile değildir. Şüphesiz buna yol açan neden örgütsüzlüktür, Kürt halkının aksine, işçi sınıfının hem ekonomik hem de siyasal örgütlülükten yoksun olmasıdır. Burjuvazinin işçi sınıfı karşısındaki bugünkü gücünün kaynağı da büyük ölçüde işçi sınıfının bu durumudur.

Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın meclis kürsüsünden maaşların artırılması ve vekillere villa verilmesini savunurken kurduğu “üç dört gün konuşulur unutulur geçer” cümlesi, AKP’nin pervasızlığı altındaki gerçeği açığa vuruyor. Bu cümle örgütsüzlüğün yol açtığı tepkisizliği olduğu kadar, hafıza kaybını da açıklıyor.

Bütün bu olup biten, burjuvazinin iç çatışması olarak görülerek, geçiştirilemez. İç savaş yasaları işçi sınıfı ve Kürt halkından gelebilecek muhtemel ve fiili tepkileri bastırmaya yöneliktir. Bu yasaların burjuvazinin iç çatışmasında da kullanılması bu gerçeği değiştirmiyor, sadece onu perdeliyor. İşçi sınıfı, emekçiler Kürt devrimci dinamiği bu saldırıyı ancak hak ve özgürlükler temelinde birleşik bir mücadele hattı örerek karşılayabilir, bu mücadeleyi işçi sınıfının kurtuluşu hedefiyle bağlayarak ileriye taşıyabilir.

İşçi sınıfının bugün içinde bulunduğu ideolojik, politik ve örgütsel gerilik ne yazık ki sadece kendi köleliğinin koşullarını güçlendirmekle kalmıyor, Kürt ulusal mücadelesini de olumsuz yönde etkiliyor. Bu yalın gerçek ne yapmalı sorusunun da cevabıdır. Sınıf mücadelesinin bugünkü evresinde yakalanması gereken ana halka, bütün bu faklı mücadele biçim ve araçlarını devrimci bir kanalda birleştirecek devrimci bir hattın örülmesi ve hayata geçirilmesidir. Başka bir ifadeyle sınıfın komünist partisinin inşasıdır. Bunun bilincinde olmak başarının yarısıdır. Diğer yarısı ise bilinç ve örgütle işe koyularak gelecektir.

*Söz ve Eylem’in 38. sayısında yayınlanmıştır. (derginin tamamı)