Rojava ve Devrimi -1- B. Xebatkar

Giriş

Birinci Emperyalist Dünya Savaşı’nın sonucunda sınırlar yeniden çizildi. Sykes Picot ve Lozan anlaşmaları gibi Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünüp, parçalanmasını derinleştiren yüzyılları etkileyecek oldukça tarihsel süreçler yaşandı. Geçmişte beyliklerin, özerk yönetimlerin, eyaletlerin bulunduğu Kürdistan ve Kürt ulusu; parçalanma ile birlikte statü sahibi olamadığı bir denkleme hapse edildi. Bölgede yeni kurulan devletlerin sınırları çizilirken Kürt ve Kürdistan gerçekliği yok edilmek istendi. Kendi topraklarında bin yıldır yaşayan topluluklar, uluslaşma süreci devam eden Kürtler, bu sınırlardan olumsuz yönde etkilendi. Türkiye ve Suriye sınırlarının belirlenmesi 1921’de yapılan Ankara Anlaşmasının sonucunda gerçekleşti. Tren hattını esas alınan bu sınırı; Kürtler kendi aralarında Bin Xet (Hattın Altı) ve Ser Xet (Hattın Üstü) olarak isimlendirdi. Kürt Dağı, Cerablus ve Cezire bölgeleri Suriye sınırında kalmak üzere bölündü; Mardin, Nusaybin, Cizre ve Urfa ile bağlantılar kesildi. Kürtler uzun süredir kendi vatanlarında adeta mülteciye dönüştürüldü. Kürdistan’ın her parçasında uygulanan sömürgeci politikalar 2011 yılına kadar Rojava’da da BAAS eliyle sürdürüldü. 1921 Ankara Anlaşmasıyla çizilen Suriye-Türkiye sınırları; Kuzey Kürdistan ile Batı Kürdistan arasındaki etkileşimi, akrabalık ilişkilerini, sosyal ve siyasal ilişkileri yok edememiştir. Kuzey’de yaşanan birçok direnişte buna yakın tarihi de katabiliriz; Rojava Kürdistanı, Kuzey Kürdistan’daki siyasi hareketler için cephe gerisi, saklanma, kendini koruma alanı olarak varlığını sürdürmüştür. Hattın altında kalan Batı Kürdistan’da; Kürdistan’ın diğer parçalarına benzeyen güçlü aşiretlerle özdeşleşmiş şehirleşmeler, direnişler yoktu. Batı Kürdistan yakın döneme kadar bilinmeyen, unutulmuş bir parça ve daha çok diğer Kürdistan parçalarının destekçisi, takipçisi konumundaydı.

Bugün siyasal literatürde önemli bir yer kaplayan ‘Rojava’ Kürtçe’de ‘Batı’ anlamına gelmekte, Kürdistan’ın Batı parçasını ifade etmektedir. Daha açık bir ifadeyle Rojava derken Batı Kürdistan kastedilmektedir. Rojava, hem toprak  hem de nüfusu bakımından Kürdistan’ın en küçük parçasıdır. Savaş koşullarından dolayı nüfusta değişiklikler yaşansa da ortalama 6 ile 8 milyon civarında insanın yaşadığı tahmin edilmektedir. Kürdistan’ın diğer parçalarında olduğu gibi Rojava’da da ana nüfusu Kürtler oluşmaktadır. Bunun dışında Süryaniler, Ermeniler, Araplar, Çeçenler, Keldaniler, Dürziler, Türkmenler, Asuriler gibi halklar da nüfusun belirli bir bölümünü oluşturmaktadır. Arap nüfusun önemli oranda bölgedeki varlığı BAAS rejiminin Rojava’yı Araplaştırma çabalarının sonucunda oluşmuştur. Özellikle de 1970’li yıllardan sonra demografi ile oynama çalışmalarının sonucunda bugün Kürtlerden sonra en büyük nüfusa aşiretler şeklinde yaşayan Araplar sahiptir.

Rojava’nın şekillenmesinde, 20. Yüzyılda Kuzey Kürdistan’da yaşanan göç ve sürgünler belirleyici oldu. Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelelerinde Rojava her zaman diğer Kürdistan parçalarının yükünü çeken, lojistik ve savaşçı desteği sağlayan bir noktada oldu. 1925 Şeyh Sait Direnişi’nden bugüne hem Güney siyasi hareketlerini hem de Kuzey siyasi hareketlerini bağrına bastı, cephe gerisinde onlara korunacak bir barınak oldu. Rojava’da bu anlayışın uzun süreli varlığı artık halkta, başka parçalardan Kürt siyasi hareketlerine destek olmanın ulusal bir görev olarak şekillendiği bir kültürü oluşturdu. Öte yandan Rojava parçası kendi ulusal kurtuluşunu Güney ve Kuzey gibi Kürdistan parçalarında gelişecek ve başarılı olacak mücadelelerde görüyordu. Bu parçalar kurtulursa biz de kurtulabiliriz fikri hakimdi.

 

Xoybûn Hareketi (1927)

Batı Kürdistan’a yerleşen nüfusla birlikte Kürt siyasi önderleri içinde bulundukları parçadan ziyade Kuzey Kürdistan’da Türk Devleti’ne karşı yarım kalan mücadeleye odaklandılar. Bu odaklanmanın ürünü olan Xoybûn Hareketi kısa sürede kendini örgütledi, 1927 yılında Lübnan’ın Sofer ve Rojava’nın Qamişlo şehirlerinde kuruluşunu ilan etti. Xoybûn Hareketi; sürgün edilmiş, yeni kurulan Türk Devleti ile problemleri olan ağaların, aydınların, aşiret önderlerinin, eski Osmanlı’da askerlik yapmış Kürtlerin ve şeyhlerin kesiştiği, Kuzey’de mücadeleyi genişletmek isteyen Kürtlerin ulusal örgütüydü.  İçerisinde Kürt ulusunun farklı sınıflarından, farklı toplumsal kesimlerinden bireylerin yer alması Xoybûn’un ulusal karakterde bir örgüt olduğunu göstermektedir. Kendi içinde farklı yaklaşımlara rağmen asgari olarak Kürt ulusunun ortak taleplerini yansıtıyor ve Kürt ulusunun mücadelesini örgütleme iddiasını içeriyordu. Hareket amaçları açısından da ulusallığını öne çıkartıyor, hedef olarak da Kuzey’de bağımsız bir Kürdistan’ın kurulmasını, düşman güç olarak tarif edilen Türk ordusunun Kürdistan’dan çıkarılmasını önüne koyuyordu. Kuzey’e odaklanan Xoybûn, bunun yanı sıra Batı Kürdistan için de bir dizi girişimlerde bulundu. Suriye parlamentosunda bulunan beş Kürt milletvekilinin aracılığıyla 1928 yılında Kürt bölgelerinde Kürtçe’nin resmi dil olmasını ve Kürtçe eğitim sistemine geçilmesini Fransa’dan talep etti. Talep reddedilmese de Fransa tarafından hiçbir zaman yerine getirilmedi. Esasında Fransa manda olarak yönettiği Suriye’de özellikle de Cezire gibi Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde kendine sosyal dayanak oluşturabilmek için Kuzey’i hedefleyen Kürt siyasi hareketinin faaliyetlerine karışmamayı tercih etti.

1937 yılında Suriye’ye geçmek zorunda kalan Nuri Dersimî dışında Alevi üyesi olmayan Xoybûn Hareketi; ağırlıklı olarak Sünni Kürtlerden ve Kurmancî konuşanlardan oluşuyordu. Xoybûn Kürt ulusal hareketinin gelişiminde siyasal bir önderlik geliştirmekle birlikte Kürt dilinin, kültürünün gelişiminde de önemli isimleri içinde barındırdı ve çalışmalar yaptı. Ağrı İsyanı’nın bastırılmasından sonra sanatsal alana yöneliş daha fazla oldu. Kürtler kendilerini duyurabilmek, ayrı bir ulus olduklarını, ayrı bir dile sahip olduklarını ifade edebilmek için kültürel alanda bir dizi çalışmalarını Batı Kürdistan’da ve Suriye’de yaşayan aydınlar, siyasetçiler öncülüğünde geliştirmeye çalıştı.

‘’(…) Suriye’nin kuzeyinde ve Halep, Şam ve Beyrut gibi kentlerde Kürt komite ve derneklerinin kurulmasında rol oynadı. Bu yönüyle Xoybûn, Doğu Akdeniz’de Kürt milliyetçiliğinin okulu sayılabilir. Xoybûn önderleri, özellikle Celadet ve Kamuran Bedirxan kardeşler, Kurmancî lehçesinin kültürel rönesansına uzanan harekette belirleyici bir rol oynadı.’’ (1)

Celadet ve Kamuran Bedirxan’ların soyu; Cizre-Botan Emirliği’ne dayanıyordu. Mir Bedirxan dedeleri olup, Mir Bedirxan’ın 21 oğlundan biri olan Kürt Teali Cemiyeti’nin Mısır’da sürgündeyken ölen genel sekreteri Emin Ali Bedirxan babalarıydı.

Celadet Bedirxan’ın Kürt kültür ve dili çalışmalarında tarihsel bir noktaya taşıyan, Kürt dilini Latince harflere uyarlamış ve buna uygun bir de Kürtçe Gramer hazırlamış olmasıydı. O zamana kadar Kürt dili alfabe açısından daha çok Ortadoğu’daki Arapça, Osmanlıca gibi alfabelerle yazılıyordu. Kürtçe ile ilgili çalışmalarını daha görünür kılmak ve yaygınlaştırmak için 1932 ile 1943 yılları arasında Şam merkezli yayınlanan 57 sayı süren Hawar isimli dergi çıkarılmasına öncülük etti. Yine 1942 ile 1945 yılları arasında 28 sayı yayınlanan Ronahî isimli derginin çıkarılmasında da önemli bir emeği vardı. Kardeşi Kamuran Bedirxan da aynı şekilde 1943 ile 1946 yılları arasında 73 sayı süren, Beyrut’ta çıkarılan Roja Nû ve Stêrk isimli üç sayı süren derginin çıkarılmasına öncülük etti.

Bahsi geçen bu dergilerin kadroları dönemin önemli Kürt aydınları olan başta Celadet Bedirxan, Kamuran Bedirxan, Kadri Can, Osman Sabri, Nureddin Zaza ve Cegerxwin gibi isimlerden oluşuyordu. Yine o dönem Kürt kültürünün etkin kılınması için yapılan bir başka çalışma  ise Beyrut’ta yayın yapan Radio Levant’ta haftada iki kez olmak üzere yarım saatlik Kürtçe yayın yapılmasıydı.

Gerçek ismi Şêxmus Hesen olan Cegerxwîn’in de bu kültürel mücadelede önemli bir yer tutmuştu, şiir alanı başta olmak üzere oldukça anlamlı bir dizi çalışmaları bulunmaktaydı. Kültürel çalışmaların daha örgütlü bir hale gelmesi ve yeni kuşağın kendi kimliğiyle bütünleşik bir şekilde yaşayabilmesi için Kürt Gençlik Cemiyeti’nin kurulmasına öncülük etti, Kürtçe kurslarda dersler verdi. Haseke ve Şam’da benzer şekilde Kürtlere yönelik dil kursları açıldı, kısa süreli de olsa dönemine göre önemli çalışmalardı. Cegerxwîn’in örgütlenmelere gidilirken ulusal yönünün olduğu gibi Marksizmle ilişkili yönünü de Haco Ağa ile birlikte 1932’de kurmuş oldukları Kürt Fakirlere Yardım Cemiyeti gibi toplumsal dayanışmayı hedefleyen bir derneğin ortaya çıkışında görüyoruz. (2)

Xoybûn üyeleri, hareketin kurultayında hazırlanan programında ‘’Kürt kutsal topraklarında son Türk askeri çıkartılıncaya kadar Türklere karşı mücadeleyi’’ savunduğunu ifade ediyor ve her Xoybûn üyesi Kürt ulusal birliğini gerçekleştirmek için kardeşlik yemini ediyorlardı. (3)

Sürgün edilen bir başka ulusta Ermenilerdi, Ermenilerin ulusal örgütü olan Taşnak Partisi her zaman Kürtlerin örgütü olan Xoybûn’u destekledi, dayanışma içinde oldu. Mali, siyasi ve askeri açıdan bir dizi yardımlarda bulundu. Ermenilerin, dönemin Kürt önderleri üzerinde kendi ulusal kurtuluş hareketini örgütleme konusunda önemli politik etkileri olduğu görülmektedir. Halep’te Ermeni Taşnak Partisi’nin düzenlendiği kendi kaderini tayin hakkı diğer bir deyişle Self Determinasyonla ilgili görüşleri Kürt ulusal temsilcileri arasında da ciddi bir karşılık buldu. Denilebilir ki kısıtlı ve örgütsel düzeyde de olsa Ermeniler dışında somut olarak Kürtlerle işbirliği yapmış, ilişkiler kurmuş başka bir dış destek söz konusu olmadı veya olamadı. Kürtler; İran, Fransa, Britanya, Almanya, İtalya, Sovyetler Birliği gibi tüm devletlerden destek istemesine rağmen Türk Devleti karşısında yalnız bırakılmıştır. Yalnız bırakılmanın da ötesinde bahsi geçen devletler Kemalist rejimin koruyucusu olmuştur.

Celadet Bedirxan, M.Kemal’e hitaben yazdığı mektupta; Kürtlerin ayrı bir dili ve Türkler’den ayrı bir ulus olduğunu ifade ediyor, Kürtlere özerklik tanınmadığı sürece silahlı direnişin süreceğini bildiriyordu. Xoybûn, Kürt tarihinde 1. ve 2. Ağrı İsyanları olarak bilinen bu direnişlere öncülük ederek programını hayata geçirme konusunda önemli bir yer edinmiştir. Elbette Xoybûn’la birlikte daha önce de Kuzey’deki 1925 Direnişinde yer almış olan İhsan Nuri de önemli bir Kürt komutan olarak Ağrı Direnişi’nin başında yer alarak ikinci kez tarihsel bir süreci şekillendiren isimlerden olmuştur. Ağrı Dağı İsyanları kimi nedenlerle başarısız oldu ve hemen ardından Türk Devleti ile Fransa arasında yapılan görüşmeler sonucunda Batı Kürdistan’daki Kürt siyasi önderliğini temsil edenler Türk Devleti’nin sınırlarından uzaklaştırılmak amacıyla sürgüne gönderildi. O kadar uzaklara gönderildiler ki; kimileri Osman Sabri gibi Afrika’nın bir ülkesi olan Madagaskar’a sürgün edildi.

İsyanın gelişiminde dış destek bulamayan Kürtler, isyanın bastırılması sonucu kendini koruyabileceği bir yer bulmakta da zorlandı. Yeni kurulmuş olan Sovyetler Birliği’ne sığınma talebinde bulunan Kürt direnişçiler Sovyetlerin reddetmesiyle karşı karşıya kaldı. Sovyetler yeni kurulmuştu ve Kemalist Türk Devleti ile ilişkilerini bozmak, Türk Devleti’ni kendisine düşman, kapitalist devletlere dost haline getirmek istemiyordu. Fransa ise Kürtlerin mevcut bölünüp parçalanma sürecinin baş mimarları arasındaydı. Kürtlere, Suriye içerisinde kısmen göz yumsa da destekler pozisyonda hiçbir zaman olmadı.

İsyanı bastıran Türk Devleti’nin ilk işi Ağrı Dağı’nı sembolize eden bir tabut üzerine ‘’Muhayyel Kürdistan burada meftundur’’ yazarak basın aracılığıyla zaferini duyurmak oldu. Aradan geçen yaklaşık elli yıl sonra ulusal hareketin yeniden gelişimiyle Kürtler; ‘’Sömürgecilik burada meftundur’’ yazarak Türk Devleti’nden rövanş alacaktı.

Ulusal hareketi zayıflatmak için güncel siyasette yeri olan af meselesi 1928 yılında da gündeme geldi. Batı Kürdistan’da biriken önemli aydın, siyasetçi Kürt nüfus, Kuzey’e geri döndü. Haliyle bu durumda Batı Kürdistan’da harmanlanan ulusal siyasetin gelişimini güçsüzleştiren bir faktör oldu.

Yekbûn û Azadi, Xoybûn Hareketi’nin devamı olarak varlığını sürdürdü. Kuzey’e odaklanan Kamuran Bedirxan, Yekbûn û Azadi 2. Emperyalist savaşın bitiminde Batı Kürdistan’la ilgili hiçbir talep ileri sürmediler. Bunun en temel nedeni Şam ile karşı karşıya kalmama isteğiydi. Büyük Kürdistan parçası olan Kuzey için bir süreliğine Batı parçasından vazgeçilebileceğini düşünüyorlardı. Öncelik Kuzey’in kurtuluşuydu ve zaten mevcut kurulan hareketlerin hemen hepsi göç etmek durumunda kalan Kuzeyli kadrolarca şekillendirilmişti.

1944 yılında Suriye’de Sovyetler Birliği’nin temsilciliği açıldı. Kürt siyasetiyle kısa sürede ilişkiler gelişti, hem Sovyetler Kürtleri yakından takip ediyordu hem de Kürtlerin Sovyetlere yönelik olarak belirli bir sempatisi vardı. Sovyetler ile Kürtler arasında ilk temas 1945’te yapılan görüşmeyle gerçekleşti. Sovyetler bir dizi destek sözü verse de bu söz yerine getirilmedi. 1945’li yıllarda Xoybûn sonrası dönemde kurulan Yekbûn û Azadi dış desteğin de olmayışıyla kısa sürede dağıldı.

 

Fransız Manda Yönetimi Döneminde Kürtler

Fransa’nın Suriye’yi kendi mandası olarak ilan ettiği dönemde Kürtlerin ortak bir tavrı bulunmuyordu. 1920 yılında Arap Hükümeti’nin başı olan Faysal’ın düşüşü karşısında Şam’da yaşayan Kürtler Fransa ile iyi ilişkiler geliştirmeye çalışırken; Cerablus ve Cezire gibi şehirlerde ise kimi Kürt aşiretler Fransa’dan taraf tavır geliştirirken kimi aşiretler ise Fransa’ya karşı tavır geliştiriyordu. Tepkilerin ortaklaşamamasındaki temel neden işgalci gücün başka bir dini temsil ediyor olmasıydı. Kürtler ise Araplar ile aynı inanca, İslam inancına sahipti.

Fransız manda yönetiminin egemen olduğu dönemde yapılan nüfus sayımında Kürtlerin nüfusu kayıtlara göre 200.000 ile 220.000 arasındaydı, bu nüfusun 22.000’i Kuzey Kürdistan’dan sürgün edilerek Batı Kürdistan’a geçenlerden oluşuyordu. Fransız yönetimi Arap milliyetçiliğinin gelişmesinden, ulusal bir hareketin oluşmasından çekiniyordu, bundan dolayı özellikle Suriye’de mevcut bulunan Alevileri, Dürzileri, Kürtleri, Çerkezleri ve diğer ulus, azınlık kesimlerini kendine sosyal dayanak haline getirerek buna engel olacak politika ve örgütlenmeler geliştiriyordu. Bu politikanın sonucunda Troupes Speciales du Levant adı verilen farklı etnik kimliklerin bir araya getirildiği asayişle ilgilenen özel birlikler oluşturuldu. (4)  Bunun yanı sıra azınlıklara dayanma politikasının doğal sonucu olarak manda yönetimi; elektrik, su, demiryolları gibi kendi bünyesindeki kurumlara da azınlıkları, farklı ulusları yerleştirdi.

Manda yönetimi egemenliğini koruma konusunda azınlıklara, Araplar dışındaki ulusal kimliklere yaslanan Fransa’nın politikası; başta Kürtler olmak üzere Araplar dışında kalan birçok farklı kimliğin kısmen desteklenmesi, muhatap alınması koşullarını yaratıyordu. Cezire bölgesi; Türkiye, Irak ve Suriye sınırlarının tam kesişme noktasında yer alan bir konumdaydı. Kral Faysal ile hesabını gören Fransa; yeni düzenin kurulmasında yerleşik olmayan toplulukların özellikle Cezire bölgesinde yerleşik hayata geçirtilerek sınırları kontrol edecek güce erişmek istiyordu. Bunun sonucunda Fransa; Arap, Kürt, Çerkez, Süryani, Ermeni, Yakubi ve Katoliklerin Cezire bölgesine yerleşmesi, geçim alanı olarak ziraat ile ilgilenmeleri için bir dizi çalışmalar yaptı. Haseke, Amude ve Kamışlı gibi kentlerin nüfusları bu politikaların sonucunda arttı, bir dizi ekonomik gelişmeler kaydedildi.  (5)

Fransa’nın bu iskan politikasının sonucunda 1927 yılında bölge üzerinde Kürtlere ait 45 yerleşim birimi varken bu sayı 1939 yılında beş katına çıktı ve Kürtlerin yerleşim birimleri 700-800 civarında bir sayıya ulaştı. Dünyanın önde gelen Emperyalist ülkelerinden olan Fransa’nın bu yerleşik hayata geçirme politikasının temelinde birincisi bölgeyi sömürgeleştirme, manda yönetimini güçlendirme iken ikinci neden ise ekonomik olarak Suriye’de güçlü ticaret merkezleri oluşturarak kendine pazarlar yaratmaktı. Yaşanan bu gelişmeler bir yandan azınlıkların önünü açarken diğer yandan da Arap milliyetçiliğini daha da kamçılayan sonuçlar yaratıyordu. Hatta öyle ki Kürt şair Cegerxwîn, o dönem Dehham Hadi isimli Arap Şeyhinin Cezire Bölgesi’nden Kürtleri çıkarmak için uygun koşulları beklediğini ifade ediyor.(6)  Yine o dönem Arap milliyetçilerinin basın organları Kuzey Kürdistan’dan sürgün edilen Kürtler başta olmak üzere farklı kimliklerin Fransa tarafından yerleşik hayata geçirilmesinin tehlikelerinden bahsediyor, ‘Yahudilerin Filistin’e’ yerleştirilmesine benzer adımların Suriye’de de atıldığını iddia ediyordu. Manda yönetimi; azınlıklara ve farklı ulusal kimliklere dayanma politikasıyla özerklik gibi statü talebinin gündeme gelmesine zemin hazırlarken diğer yandan da Arap milliyetçiliğinin ‘topraklarımız elden gidiyor’ algısını güçlendirmiş oldu. Böylelikle Fransa’nın politikalarının hazırladığı zemine basarak kendi statü taleplerini dile getiren ulusal kimlikler doğrudan Arap milliyetçiliğinin hedefinde oldu ve bölücü olarak damgalandılar.

Fransa’nın Kürtlerle ilişkisi; faaliyetlerine kısmen olanak tanıdığı, ağırlıklı olarak Kuzey Kürdistan’dan sürgün edilmiş Kürtlerin kurduğu Xoybûn üzerinden gelişti. Fransa’nın Xoybûn’dan beklentisi, kendi tarafında yer alması, manda yönetiminin politikalarına uygun davranmasıydı. Kürtlerin buna pek itirazı olmasa da süreç içerisinde Fransa ile Türkiye arasında gelişen diplomatik ilişkiler Kürtlerin ulusal hareketine olumsuz yönde etki etti. Türkiye ile özellikle Ağrı Direnişi esnasında yaşanan gerilim sürecinde Fransa, Ankara’dan yana tavır aldı. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde ise Xoybûn’un faaliyetlerine son vermesini istedi. Fransa; parçalara ayırıp yönetme doğrultusunda Suriye’nin içerisinden dinsel ve azınlık kimliklerine dayanan yaklaşık altı devlet çıkarma projesi geliştirdi. Suriye’de Lübnan Devleti, Şam Devleti, Halep Devleti, Lazkiye çevresinde Alevi Devleti, Cebel-i Dürzî çevresinde Dürzî Devleti’nin kuruluşlarını ardı ardına ilan etti. Bu devlet ilanları gerçekleşirken Fransa’nın planları arasında Kürtlerin devletleşmesi veya en azından kendi özerk yönetimlerini kurması gibi bir başlık yoktu.

Kürtler bu durum karşısında Fransa’ya üç önemli dilekçe göndererek taleplerini dile getirdi. Otonomi talebini içeren, Türkiye sınırları boyunca tüm bölge yerleşimlerine özerklik isteyen birinci dilekçe Suriye parlamentosunda Kürt Dağı bölgesinin vekili olan Nuri Kandi tarafından yazıldı. Eladînan aşireti ikinci bir dilekçeyi gönderirken, üçüncü dilekçe de kendi bölgelerini kapsayan bir özerkliğin istendiği Cerablus’ta yaşayan aşiretlerden geldi. Jordi Tejel bu üç dilekçenin ortak özelliğini şu şekilde ifade ediyor: ‘’Bu üç dilekçe kültürel ve siyasal haklar elde etmekten çok Fransız yönetiminin yerel dayanağı olma isteğini ortaya koyuyordu. Taleplerin doğası, Türkiye kökenli aydınların (sürgün edilen Kuzeyli Kürtlerden bahsediyor) Suriye’ye yerleşmeye başlamasından sonra değişim gösterdi.’’  (7)

Kürtler; nüfuslarının yoğun oldukları yerlerin okullarında Kürtçe eğitim verilmesini, memurluklara Kürtlerin atanmasını, Suriye’nin Türkiye sınırını korumak için Kürtlerden oluşan özel bir birlik kurulmasını ve sürgün edilen Kürt mültecilerin Haseke vilayetine yerleştirilmesini talep ederken bunun karşılığında Fransa’yı Suriye’de destekleyeceklerini hatta askeri açıdan Fransız ordusuna katılım sağlayacaklarını beyan ediyordu. Ancak tüm bu girişimlere rağmen Fransa; Kürtlerin bir arada yoğunluklu olarak yaşamadığını, dinsel bir azınlık olmadıklarını öne sürerek Kürtlerin özerklik taleplerini reddetti. 1938 ile 1939 yılları arasında Fransa’nın hazırladığı plan doğrultusunda kısmî reformlar uygulandı. Örneğin; Cezire’ye Kürt yöneticiler atandı, Doğu Akdeniz Taburu kurularak Kürtlere de yer verildi, Şam’da bir okulda Kürtçe derslerine başlandı, Beyrut’ta akşamları faaliyet gösteren Kürtçe eğitim kursları açıldı, Kürt aydınlarının çıkardığı Hawar isimli dergiye izin verildi ve Suriye’de yaşayan mültecilere nüfus cüzdanı verilmesi kararlaştırıldı.(8) Kürtler dilekçe yazarak Fransa’ya özerkliği kabul ettiremeyince 1929 yılında Suriye parlamentosunda yer alan Kürt vekiller parlamentoda konuyu gündeme getirdi ancak yine bir takım gerekçelerle Fransa tarafından özerklik reddedildi. Çok geçmeden 1936 yılında Fransa; Türkiye ile yaptığı sınır anlaşmasıyla Kürtlerin taleplerini karşılaşmaktan oldukça uzaklaştı. Bu anlaşma yalnızca Suriye-Türkiye sınırlarını belirlemekle kalmıyor, aynı zamanda Suriye’nin Fransa eliyle Milletler Cemiyeti’ne (bugünkü Birleşmiş Milletler) girişi sağlanıyor, daha önce kurulmuş olan Dürzî ve Alevi bölgelerini özel bir koruma ile merkezi devlete bağlıyordu. Ancak azınlıklara uygulanan bu tarz politikalar Kürtlere ulaşmayınca, Cezire gibi Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelere Fransız memurların yerine Suriyelilerin yerleştirileceği gibi ayrıntılar başta Kürtler olmak üzere Hristiyanları olumsuz etkileyeceği için bu durumdan memnun olmadılar.

Kısa süre içerisinde Cezire merkezli, Kürtlerin başını çektiği ve Hristiyanların da katıldığı bir isyan gerçekleşti. 1936 yılından yapılan oldukça tartışmalı seçimlerin ardından merkezi hükümet; özellikle özerklik isteyen bölgelere yönelik baskı politikalarını derinleştirdi. Tejel isyanın ana nedenlerini; ‘’Cezire Muhafızı Emir Behçet Şibabi, halkı silahsızlandırmaya, Halep, Humus ve Hama’dan Arap köylülerini Cezire’ye yerleştirmeye, özerklik yanlılarına yakın memurları işten çıkarmaya yeltendi. Bunların sonucunda 1937 isyanı başladı.’’  şeklinde izah ediyor. (9)

Cezire’deki isyan hareketinin şehir boyutu Hristiyan esnaflardan, kırsal boyutu ise nüfus itibariyle ağırlığı olan Kürt eşraflardan, aşiretlerden oluşuyordu. Cezire’dekilerin talepleri oldukça açıktı; Milletler Cemiyeti’nin güvencesine dayanan özel bir bölgesel statü, azınlık haklarının tanınması ve güvenliğinin garantilenmesi, Fransa’nın kurulacak yerel idareye destek vermesi, Fransız askerlerin bölgeden çekilmemesi, valinin Şam tarafından tayin edilmeyip Fransız bir valinin atanması, bölgedeki tüm idari işlerin yerelden memurlarca yerine getirilmesi gibi özerkliği içeren taleplere sahipti. Kürtler, Araplar tarafından yönetilmek istemiyordu, Hristiyanlar da Müslümanlar tarafından yönetilmek istemiyordu, Araplar ise bölgeyi kendi denetimine almak istiyordu. Araplarla aynı inanca sahip olunması Kürtlerin bir kısmını Şam’a bağlanmayı savunan pan-islamist çizgide tuttu. Arap milliyetçiliği Şeyh Dehham el Hadi’nin öncülüğünde karşılık bulurken, Kürt milliyetçiliği de Haco Ağa’nın başını çektiği tarafta karşılık buluyordu. Kürtler arasında bütünlük olmadığı gibi Hristiyanlar arasında da bir bütünlük yoktu, kimi Kürtler merkezi hükümete bağlı kalmayı kimi hükümetler ise ayrılıkçı olan tarafla hareket etmeyi doğru buluyordu. Bu durum Hristiyanlar için de geçerliydi.

1937’inin Haziran ayında Cezire’ye Şam’dan milliyetçi idareciler atanınca Haseke’de Kürtler isyan etti. İsyan, Fransız askerlerinin yardımıyla kısa sürede bastırıldı. Hemen ardından Kamışlı başta olmak üzere azınlıkların bulunduğu yerlerde özerk bir yönetim kurulması ve Şam’dan milliyetçi memurların atanmasına son verilmesini talep eden Hristiyanların isyanı gelişti. Bir ay sonra Amûde’de Şam yanlısı Arap ve Kürt aşiretlerinden oluşan askeri bir grup Amûde’de Hristiyanları öldürdü. Amûde sürecinde Hristiyanlar daha fazla Fransa’nın desteğini, korumasını talep etti. Çağrılara kulak asmayan, geçiştiren Fransa; Amûde’de ciddi bir talanın ve Hristiyan katliamının yoğunlaşmasıyla uçak ve tanklarını kullanarak saldırgan kesimi durdu.

Fransa, Kürtler karşısında ikircikli bir pozisyona sahip olduğu gibi Hristiyanlar karşısında da kendi ulusal çıkarlarını gözeterek durumlara müdahil oluyor ya da kızışmasını bekliyordu.

1939 yılında Cebel Ekrad (Kürt Dağı), Şeyh İbrahim öncülüğünde ayaklanmaya girişti. Ayaklanmanın temel gücünü köylü sınıfı oluşturuyordu. Kısa sürede Suriye askeri birlikleri, Fransa’nın da desteğiyle isyanı bastırdı. Bölgedeki yerleşim yerlerinin altı üstüne getirildi, bir kısım Kürt nüfus Kuzey Kürdistan’a doğru göç etmek durumunda kaldı.

Cegerxwîn kendi yaşamını anlattığı otobiyografisinde Hayat Hikayem eserinde Fransızlarla Kürtlerin ilişkisine dair ‘’Fransızlar bize çok cazip sözler verdiler. Bunlardan biri Kürtlerin bağımsızlığını uluslararası düzeyde gündeme getirerek tartıştırmaktı. Cizre’de otonom bir Kürt bölgesi kurmak da buna dahildi. Bunun için Haco Ağa’nın öncülüğünde ‘Fransız Dostları’, otonom bir Kürt yönetimi oluşturma talebini içeren dilekçeyi Fransa aracılığıyla Milletler Cemiyeti’ne gönderdiler.’’ diyor.

Cegerxwîn’in Milletler Cemiyeti’ne gönderildiğinden bahsettiği dilekçede şunlar ifade ediliyordu:

‘’Cezire tarihin hiçbir döneminde Suriye’nin bir parçası olmamıştır… Bölge Türk idaresi altında olduğu dönemde Şam’ın derebeylerine değil, Diyarbakır ve Mardin sancaklarına tabiydi. Cezire’nin meskûnları Hristiyanlar, Kürtler ve Araplardır. Bu grupların Şam ile aralarında müşterek hiçbir şey yoktur.’’  (10)

Cezire merkezli başlayan hareket zamanla etkisini yitirdi, kısa süre sonra bölgeden Fransa çekildi, Suriye Arap Cumhuriyeti kuruldu, bölgedeki Kürtler ve Hristiyanlar yeni bağımsız devlet ile Şam yönetimiyle artık baş başa kalmıştı. Fransa’nın mandası altındayken bile Arap milliyetçiliğini ciddi bir tehlike olarak gören Kürtler ve Hristiyanlar artık Arap Milliyetçiliğinin iktidara geldiği bir döneme kapı aralıyordu.

Kürtlerin ulusal hareketi geniş alana yayamamasındaki kimi iç nedenleri şu şekilde izah edebiliriz:

• Ulusal ayaklanmayı başarıya ulaştıracak, taleplerini gerçekleştirebilecek güçlü bir Kürt ulusal örgütünün yaratılamaması.

• Mücadelenin bir bütün olarak Kürt ulusunun isyana kalkışmasından çok sosyal konumunu yitirme tehlikesini gören aşiret, eşraf ve toprak sahiplerinin lokal direnişleriyle sınırlı kalınması.

• Şam’ın Müslüman, Fransa’nın Hristiyanlığı temsil ediyor görüntüsünde oluşundan dolayı Kürtlerin bir kısmının Pan-islamizmden etkilenerek Arap milliyetçiliğini din adına, islam kardeşliği adına desteklemesi.

• Ulusal bilincin gelişkin olmamasının neticesinde öncelikli olarak öne çıkan kimliğin dinsel ve aşiretsel olmasının Kürt ulusal birliğine engel oluşturması.

• Kürt ulusal meselesinin Batı Kürdistan’da yaşayanlardan çok Kuzey’den gelen mültecilerce tartışmaya açılmış olması ve ilk dönem için (Xoybun örneği) ise siyasal mücadelenin Kuzey Kürdistan’da Türk Devleti’ne karşı odaklanıp, Batı Kürdistan için ise daha çok kültürel mücadeleyle sınırlı kalması.

 

Suriye Arap Cumhuriyeti ve Kürtler

Suriye, 1920 ile 1946 yılları arasında Fransa’nın manda sistemini kurduğu dönemi yaşadı. 1946 yılına geldiğimizde ise Suriye Arap Cumhuriyeti kuruldu, manda sistemi sona erdi, bağımsız bir devlet olma sürecine girildi. Suriye, Fransa tarafından manda yönetimiyle yönetilirken Kürtler bir statüye erişemeseler de bir dizi reformlar aracılığıyla kendini ifade edebilme şansı bulmuştu. Ancak Arap milliyetçiliğinin iktidara gelmesi, bağımsız bir devlet olma sürecinin başlaması Kürtler için oldukça yoğunlaşacak baskıların habercisiydi. Üstelik Suriye’nin kurulması sürecinde Kürtler, Araplarla birlikte Fransızlara karşı hareket etmiş, Kürtlerin haklarının verileceği sözünü Araplardan almıştı. Ama iktidar kendini garantiye aldıktan sonra bu meseleler geçmişin tartışması olarak kalacaktı. Türk Devleti’nin kuruluşu sürecinde Kuzey Kürdistanlı Kürtlerin aldatılması durumu aynı şekilde Suriye’nin bağımsız olması sürecinde Batı Kürdistan’da da yaşandı.

Türkiye’nin kuruluşuna benzer şekilde; ulusal haklar üzerinden Kürtlerin siyaset yapması, taleplerde bulunması Suriye’nin kuruluşunda da ‘bölücülük’ olarak nitelendirildi. Devlet yapısını şekillendirmede Arap kimliği öne çıkarıldı, Mısır ile kısa sürecek olan Birleşik Arap devleti girişiminde bulunuldu. 1963 yılında BAAS Partisi Arap milliyetçiliğin bir başka versiyonu olarak iktidarı ele geçirdi. Kürtlerin konumunda bir değişiklik olmadı, Arap milliyetçiliği derinleşmeye devam etti. Manda yönetimi yıllarında Kürtlerin

 Fransızlarla bir dizi ilişki geliştirmiş olmasından dolayı Arap milliyetçileri, Kürtlere sıcak bakmıyor, güvenilir bulmuyordu. Suriye bağımsız bir devlet formuna kavuştuktan sonra siyasal rejim sürekli darbecilerin eliyle askeri diktatörlüklere dönüştü. Henüz yeni kurulan Suriye’de ilk üç iktidar süreci darbe dönemlerinin iktidarı olarak anıldı. Suriye’de gerçekleşen her darbe sadece Suriye’nin demokratik gelişimine değil aynı zamanda Kürtlerin koşullarını da kötüleştiren birer darbeler silsilesi olarak hafızalara kazındı.

Suriye devleti bağımsızlığını ilan ettiği günden bu yana Arap milliyetçiliği temelinde hareket etti. Mevcut sürmekte olan Suriye’deki BAAS iktidarı halen aynı temeller üzerinde varlığını korumaktadır. Bu tarife göre Suriye devleti Arapların kurduğu bir cumhuriyet ve Araplara ait bir devletti. Mezhep boyutuyla da bu devletin kimliği Alevilikti. (elbette bahsi geçen Alevilik iktidarda olan Araplıkla harmanlanmış bir içerikteydi) Yaşanan askeri darbeler, yazılan anayasalar, tek parti sistemi, azınlıklara uygulanan baskılar, Kürtlerin varlığının inkarı bu temelde gelişti. Suriye’deki Arap-Alevi kimliğine, asker kökene dayanan, tek partili BAAS’çılıkla; Türkiye’deki Türk-Sünni kimliğine dayanan, asker kökenli, tek partili Kemalizm özünde birbirine benzer sistemler yaratmıştı. Ülke içerisindeki farklı ulusal kimlikler, mezhepler, dinler hiçbir zaman tanınmadı. Arap şovenizmi; farklı ulusların anadilinde eğitim görme, resmi dil olarak kendi dilini kullanabilme, kendi kimliğiyle siyaset yapabilme hakkını en başından yasakladı.

Suriye’nin Fransa mandası olduğu dönemde kendi çıkarları doğrultusunda nüfusun çoğunluğu ile azınlığı, mezhep ve etnik kimlik farkları üzerinde çelişkiler derinleştirildi. Mezhep çatışmalarını sürekli diri tutarak manda sistemini işleten Fransa; nüfusun yüzde 12’sini oluşturan Alevileri, nüfusun yüzde 73’ünü oluşturan Sünnilere karşı destekledi. Suriye’deki Alevi-Sünni çelişkisinin temelleri Fransa’nın manda sistemini kurduğu döneme kadar uzanmaktadır. Bu tarihsel kök bugün de Esad iktidarında karşılığını bulmak üzere ilk kez 1970 yılında iktidara geldi. Arap milliyetçilerin temel hedefi Suriye’nin birliğiydi. Özellikle de manda döneminde Fransa’nın Alevilerden, Dürzîlerden vb. azınlıklardan devletler oluşturma planı Arap milliyetçiliğinin bu temel hedefi daha fazla savunmasına yol açtı. Suriye’nin bağımsız bir devlet olarak tarih sahnesine çıkmasıyla doğru orantılı olarak Kürtlerin statü talepleri de erimişti. Devletin kurucu ulusu olan Arapların egemen sınıfları içerisinde kimi Araplaşmış Kürtler kendilerine devlet kurumlarında yükselebilecekleri olanaklar bulmuştu. Hüsnî Zaim, 30 Mart 1949’da Suriye’nin ilk cumhurbaşkanı olan Şükrü Kuvvetli’yi darbeyle iktidardan indirdikten sonra başbakanlığa Hama’lı bir Kürt olan Muhsin El Berazî’yi, Halep Valiliği’ne ise Hüsnü Berazî’yi getirdi.

Kürtlerin Suriye kurulur kurulmaz devletin en tepe mevkilerinde yer almasına ilişkin Cegerxwîn, ‘’Ordu içinde en etkili görevler Kürtlere verildi. Yani isteseler Kürt Devleti bile ilan edebilirlerdi ama korkaktılar. Kürt ismini hiçbir zaman gündemde tutmadılar.’’ diyor.

Hüsnî Zaim; Kürt olmasına rağmen Batı Kürdistan Kürtlerinin çıkarlarını hiçbir zaman temsil etmedi. Türkiye ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Suriye Ordusunun eğitimi konusunda Türkiye’den destek istedi. İşi daha da ileri götürüp Kürtlerin onurlarını ayaklar altına almasını içeren ültimatomla; Halep Valisi Hüsnü Berazi’ye emir vererek Kürt ileri gelenleriyle bir görüşme gerçekleştirmesini istedi. Görüşmenin içeriğini Cegerxwîn’den dinleyelim:

‘’Halep Valisi Hüsnü Berazî Kürt ileri gelenlerini çağırarak Türkiye’ye yönelik isteklerinden vazgeçmelerini ve konsolosluklara giderek ‘artık Kürtçü faaliyetlerde bulunmayacaklarına dair’ teminat vermelerini istedi. Aksi taktirde Kürtleri kendileri yakalayıp Türk Devleti’ne teslim edeceklerdi. Bu baskılara dayanamayan birçok Kürt, Türk konsolosluklarına giderek imza verdi.’’  (11)

Gelen gideni aratır misali çok geçmeden Suriye Arap Cumhuriyeti’nde ikinci bir darbe yaşandı ve Hüsnî Zaim’le birlikte ekibi idam edildi.

Hüsnî Zaim’i iktidardan düşüren Arap Milliyetçisi Sami El Himnavi; kısa süre sonra bir başka Kürt tarafından, Hama’lı Edib Şikekli ve ekibiyle iktidardan düşürüldü. Darbenin lider kadrolarından yardımcı Fevzi Selo da Hama’lı bir Kürt’tü. İktidara gelen Kürt’te olsa Arap’ta olsa Arap milliyetçiliği hep iktidarda kaldı, Kürtlerin durumu her yeni iktidar değişiminde daha da ağırlaştı. Edip Şikekli’nin iktidarı elinde tuttuğu dönemde; Kürtlerin Araplaştırılması uygulamaları yoğunlaştı, yeni projeler geliştirildi. Özelliklede dil üzerinde gelişen uygulamalarla Kürtçe’nin baskı altına alınarak yasaklanması, Arapça’nın öne çıkarılarak Kürtlerin asimile edilme çalışmaları kendini gösterdi. 1953 yılında çıkarılan 1939 sayılı kanun ile iş yerlerinde Arapça dışında isimlerin verilmesi yasaklandı. Arapça olmayan isimli iş yerlerine ise üç gün içinde değiştirmesi talimatı verilerek, kanuna uymayanların iş yerlerini belirli süre kapatma, para cezası gibi uygulamalar getirildi. (12)

Şikekli asla Kürt olduğunu kabul etmedi, ondan önceki Arap milliyetçisi Kürt darbeci Hüsnî Zaim ise çok yoğun olarak Arap milliyetçileri tarafından Kürtlerin askeri rejimini kurmakla suçlanmaktan kendini kurtaramadı. Arap milliyetçileri; 1948’de yaşanan İsrail-Arap savaşlarında ABD ve İsrail ile barışmaya eğilimli olması bu kanıyı güçlendirmişti. Zaim ile Berazî iktidardan düşürüldüğünde Suriye’deki kimi gazeteler bu iktidar değişikliğini ‘’Kürt devleti yıkıldı’’ manşetiyle duyurmuştu.

Arap milliyetçileri ısrarlı bir şekilde ‘Kürt Devleti, Kürt Askeri rejimi kuruluyor’ gibi algılar yaratsa da esasında Hüsnî Zaim ve Berazî’nin ne Rojava Kürtleri’ne ne de Kuzey’i özgürleştirmek isteyen Kürtlere yönelik faydası olmuştu. Cegerxwîn’in de ifade ettiği gibi Türk Devleti’nin konsolosluklarına giderek ulusal mücadeleden geri durulacağının garanti edilmesini dayatan yoksa Kürtleri Türk Devleti’ne teslim edeceğini söyleyen bir iktidar ne kadar Kürt olabilir veya ne kadar Kürtleri temsilen bir hazırlığı söz konusu olabilirdi?

Şikekli; manda döneminde özerklik, otonomi gibi haklar talep eden Dürzileri, Ermenileri ve Kürtleri kendisine düşman olarak görüyordu ve kesinlikle Araplaştırma konusunda adımlar atmakta, bu farklılıklar üzerinde asimilasyon ve entegrasyon sürecini başlatma konusunda kararlıydı. Baskı döneminin yoğunlaştığı süreçte Xoybûn’un tüm faaliyetleri durmuştu, Kamuran Bedirxan gibi önemli isimler Paris’e yerleşip kültürel çalışmalarına orada devam etmek zorunda kalmıştı. Ancak her şeye rağmen Kürtler siyasi bir partiden yoksun olsalar da 1947, 1949 ve 1954 yıllarında Suriye parlamentosunda kendilerine yakın Cemil Paşa, İbrahim Paşa, Hasan Haco, Ekrem Haco, Süleyman Haco gibi bağımsız temsilcileri mevcuttu.

 

Suriye Komünist Partisi ve Kürtler (1931)

Bağımsız Suriye Arap Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilk süreçlerde Arap milliyetçiliğinin yoğun baskılarından ve anti-demokratik uygulamalardan başını kaldıramayan Kürtler, siyasal temsiliyet sorununu 1931 yılında kurulan Suriye Komünist Partisi aracılığıyla gidermek istedi. Ulusal meselenin kendini ifade edeceği platform olmanın ötesinde elbette meselenin sınıfsal boyutu da mevcuttu. Fransız Mandası döneminde Cezire bölgesinde yerleşik hayata geçirilen Kürtler bir dizi iktisadi, sosyal ve siyasal dönüşümler geçirmişti. Cezire’de yaşanan alt yapısal değişimler emekçi sınıfların mayalanması için görece kapitalizmin gelişimi için bir zemin yaratmıştı.

1939 yılında tarım ofisi Mira; ürünlerin alımı konusunda üreticilere garanti veren bir sistem oluşturdu. Küçük çiftçiler bu garantiye dayanarak üretimin kotasını arttırdı. Tarım alanında yaşanan bu gelişme akabinde makineleşmeyi gündeme getirdi. Makineleşmenin doğal sonucu olarak kırsal alanda fazla işgücü oluştu. Kol gücüne dayalı bu fazla iş gücü kentlere doğru göç etmeye, yaşamını idame ettirecek işler bulmaya yöneldi. Bu durumla eş zamanlı olarak Kürt bölgesinde yaşanan gelişim Şam, Halep ve Hama’da ki sermaye sahiplerinin de dikkatini çekti. Hızlı bir şekilde sahipsiz topraklara el koyma veya kimi toprakları sahiplerinden satın alma yoluna gittiler. 1951’de Cezire ve Fırat çevresinde su pompaları iki kat arttırıldı. Ras el Ayn (Sêrê Kanîyê) bölgesi Asfa ve Neccar adlı tarımsal şirketler tarafından üretim kapasitesi geliştirildi. Kamışlı 1950’lerde nüfus artışıyla 30.000’e ulaştı, Cezire bölgesinde iktisadi açıdan önemli bir kent haline geldi. Bütün bu gelişmeleri topladığımız zaman Kürtler arasında tarımsal alanda kapitalizmin gelişimiyle komünist fikirlere sempati için bir dizi koşullar oluşmuştu. Elbette tüm dünyayı etkisi altına alan Sovyetler Birliği gerçekliği, dünyada gelişen devrimci süreçlerin etkisi de Kürtlerin sempati duymasında küresel ölçekte faktörler arasındaydı.

Suriye Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri Halid Bekdaş’ın olduğu dönemde; kendisinin Şam’da ki bir Kürt mahallesi olan El Ekrad’dan olması Kürtler üzerinde olumlu bir hava yarattı. 1954 yılında yapılan seçimlerde Suriye Komünist Partisi, Kürtlerin ciddi oranda desteğini alarak meclise girdi. Partiye olan Kürt desteğinin sonucu olarak Suriye’nin kuzeyi için SKP, bir Kürt partisi olarak algılanmaya başlandı. Rojava’da yaşayan Cegerxwîn de uzun süre SKP içerisinde faaliyet gösterdi. Suriye Kürdistan Demokrat Partisi kurulduğu dönemde dahi SKP’den ayrılmadı. SKP’ye yalnızca Kürtler değil birçok azınlık da sempatiyle yaklaştı, çalışmalarına katıldı.

Ancak SKP, tıpkı Türkiye’deki TKP’ye benzer bir konumda olup, Kürtlerin ayrı bir ulus olduğu gerçekliğini, azınlıklara uygulanan baskı politikalarını vb. meselelere dokunmayarak Marksizm’in en temel ölçütlerini görmezden geldi. SKP’nin TKP ile bir başka ortak özelliği Sovyet yanlısı bir konumda olmasıydı. Cezire’de yaşayan bir grup Kürt; SKP’den Kürtçe bildiriler yayınlanmasını, Kürt ulusunun haklarına yönelik politikalar oluşturulmasını talep etti ancak bu karşılık bulmadı. Bunun sonucunda ayrılan grup 1958 yılında Kürt Özgürlük Partisi’ni kurdular. SKP, ulusal meseleyi ulusların kendi kaderini tayini hakkı çerçevesinde ele almayıp Arap şovenizminin lehine yorumlayarak ‘’işçi sınıfının birliği’’ adına bu konuyu görmezden geldi.

 

S-KDP’nin Kuruluşu (1957)

1946 ile 1957 yılları arasında Kürtler siyasal temsiliyet sorununu; Suriye parlamentosuna gönderdiği bağımsız adaylarla çözmeye çalıştı. Bir süre Suriye Komünist Partisi’nin içerisinde de çalışma yürütme olanakları buldu. Ancak bunların hiçbiri Kürt ve Kürdistan gerçekliğini siyasal anlamda tam olarak karşılayan girişimler değildi. Temsiliyet sorununda kırılma; Kürtlerin ilk siyasal partisi olan Suriye Kürt Demokrat Partisi \ S-KDP’nin 14 Haziran 1957’de kurulmasıyla başlamış oldu. 1950 yılında Kamışlı’da kurulan Suriye Birleşik Kürt Demokratik Gençlik Topluluğu da bir yıl sonra partiye katılma kararı aldı. Kurulan partinin programının oluşturulmasında o dönem Şam’da yaşayan Irak Kürdistan Demokrat Partisi \ I-KDP’nin Politbüro üyesi Celal Talabani’nin belirleyici etkisi oldu. S-KDP, Kürt ulusunun haklarını alabilme mücadelesinin başarısını Suriye genelinde gerçekleşecek olan demokratikleşme adımlarıyla, genel demokratik mücadelenin başarısıyla birlikte ele alıyordu.

S-KDP’nin kurulduğu ilk dönem toplumsal bağlarının güçlü olduğu ile ilgili yorumlar mevcut olduğu gibi bunun tam tersini iddia eden yorumlar da bulunmaktadır. Jordi Tejel; S-KDP’nin Cezire, Cerablus ve Kürt Dağı’nda kendine yer edine bildiğini, 30.000 üyeye ulaştığını, binlerce sempatizanı etrafında topladığını ifade ederken; Faik Bulut ise S-KDP’nin zayıf bir başlangıç yaptığını, kitlesel zemininin olmadığını, daha çok diğer parçalardaki Kürt hareketlerinin desteğine bel bağladığını söylüyor. Faik Bulut’un yorumu gerçeğe daha yakın görünüyor, çünkü S-KDP kurulduğu ilk günden bugüne I-KDP’nin etkisi ve hegemonyası altında gelişti. Öyle ki Güney Kürdistan’da yaşanan olumlu ya da olumsuz gelişmeler doğrudan S-KDP’yi de etkiledi.

S-KDP, Suriye’nin toprak ve siyasal bütünlüğü içerisinde Kürt meselesinin çözümü hedefliyor, Bağımsız Kürdistan gibi bir amaç taşımıyordu. Ancak 1959’da partinin ismi Suriye Kürt Demokrat Partisi’nden, Suriye Kürdistan Demokrat Partisi’ne evirildi. Değişen yalnızca partinin ismi olmadı aynı zamanda program değişikliğiyle hedef ‘Bağımsız Birleşik Kürdistan’ oldu. Yaşanan bu değişimler parti içerisinde bir dizi tartışmayı da beraberinde getirdi. Partinin isim değişikliğine parti üyelerinin güvenliği açısından Osman Sabri karşı çıktı. İsim ve program değişikliği, Suriye’nin Kuzeyini Kürdistan’ın bir parçası olarak kabul ettiği ve bir devlet kurmayı hedeflediği için Suriye rejiminin de dikkatini çekti ve partililer baskı altına alındı.

S-KDP’nin halk içerisindeki gücü 1960 yılında yapılan seçimlere bağımsız iki adayla, kurucu üyelerden Nureddin Zaza ve Şeyh Muhammed İsa Mahmud’un Cezire bölgesinden seçilmesiyle ölçülmüş oldu. S-KDP yasal bir parti konumuna ulaşamadığı için faaliyetleri de yarı-legal \ yarı-illegal bir durumdaydı. Şiddet kullanmayan ve gündeminde böyle bir mücadele yöntemi bulunmayan bir partiydi ancak mevcut Arap milliyetçiliği Kürtlerin bir parti ile temsil edilmesi fikrine hiç sıcak bakmıyordu. Bağımsız adayların seçildiği aynı yılın Ağustos ayında partinin oldukça önemli 36 kadrosu tutuklandı. S-KDP’nin gelişimi için bu kötü bir darbeydi.

1963’de askeri darbe gerçekleşti, genelde Kürtlerin özelde siyasi parti temsilcisi olan Kürtlerin durumu daha da ağırlaştı. Birçok Kürt siyasetçi hapse girdi. Yaşanan baskıların da etkisiyle S-KDP programını değiştirerek ismiyle birlikte yeniden ilk haline döndü.

SKD-P hem sınıfsal açıdan hem de ideolojik açıdan başlangıçtan beri çatı görevi görüyordu. Yaşanan tartışmaların neticesinde parti sağ ve sol kanat olarak ikiye bölündü. Partinin sağ kanadını sınıfsal olarak işçiler, öğretmenler, öğrenciler ideolojik olarak eski Suriye Komünist Partisi üyeleri oluştururken; partinin sağ kanadını ise eşraflar, dini liderler, toprak sahipleri ideolojik olarak ise ağırlıklı olarak eski Xoybûn çevresi oluşturuyordu. İç tartışmalara baskı dönemi de eklenince kanatların birbirinden ayrılma süreçleri de hızlanmış oldu. S-KDP’nin, Irak KDP’sinde yaşanan Talabani ve Barzani arasındaki tartışmalardan da çok fazla etkilendi, kendi içinde kamplaşmalar yaşandı.

1962 yılına gelindiğinde partinin sol kanadını Osman Sabri, sağ kanadını ise Nureddin Zaza temsil ediyordu. Nureddin Zaza o dönem hapiste olduğu için sağ kanattaki liderliği hukuk öğrencisi olan Hacı Derviş yerine getiriyordu. Ağustos 1965 yılında S-KDP’nin 5. Konferansı gerçekleştirildi. Bu konferans ayrışmanın sağ kanat S-KDP ve sol kanat S-KDP olarak netleşmesini sağladı.

1969 yılında partinin sol kanadını Salah Bedreddin temsil ediyordu. Ona göre bölünmenin kaynağında; Kürtlerin bir ulus mu yoksa azınlık mı olduğu, kendi kaderini tayin etme hakkını mı yoksa sadece kültürel haklara indirgenmiş bir mücadeleyi mi tercih edeceği, Güney Kürdistan’da yaşanan gelişmelere nasıl bir tavır takınılacak, Mele Mustafa Barzani’ye yaklaşım gibi konular ayrışmanın temel hatlarıydı. Sol kanat Kürdistan’ın birleştirilmesi, ulusal özgürlüğün elde edilmesini, sağ kanat ise yasal alanın zorlanması, daha çok dönemsel taktiklere yoğunlaşmak gerektiğini savunuyordu.

1970 yılında Irak KDP’sinin yaşanan bölünmelere müdahale etmesiyle; S-KDP’nin sol ve sağ kanatları birleşmek için bir araya geldiler. Bu birlik toplantısında S-KDP – Geçici Yönetim (GY) oluşturuldu. Yeni kurulan bu organın liderliğine Deham Miro getirildi. Ancak birleşmek için bir araya gelen kanatlar kendi varlıklarını korudukları gibi bir de üçüncü bir taraf olarak S-KDP \ GY ortaya çıkmış oldu.

S-KDP içerisinde sol ve sağ kanat olarak başlayan ayrışmalar; kanatları da kendi içinde ayrışmaya taşıdı. Irak’ta yaşanan Mele Mustafa Barzani ve Celal Talabani arasında ayrışma, Celal Talabani’nin I-KDP’den ayrılarak Kürdistan Yurtseverler Birliği – YNK’yi kurması S-KDP’de kanatlar içerisinde bölünme yarattı. Celal Talabani, sağ kanatın lideri olan Hacı Derviş’in okul arkadaşıydı. Hacı Derviş temsil ettiği sağ kanat S-KDP’nin adını değiştirerek kendi çevresiyle birlikte Suriye Kürt İlerici Demokrat Partisi (Pêşwerû) olarak yoluna devam etti. Sol kanat S-KDP’de bu tartışmada ikiye ayrılarak Celal Talabani’ye karşı olan Salah Bedreddin liderliğinde Yekîtî kuruldu, Celal Talabani’yi destekleyen Nesreddin İbrahim ise aynı isimle siyaset arenasında mücadelesine devam etti. Yekîtî’nin kuruluşun ardından bu sefer de orada da yaşanan bir ayrışmayla içerisinden Kürt Sol Partisi çıkmış oldu.

 

Birleşik Arap Cumhuriyeti ve Kürtler (1958)

Mısır ile Suriye 1 Şubat 1958 tarihinde Pan-Arap ırkçı politikaların doğrultusunda birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan ettiler. Birleşik Devlet’in lideri Nasırcılık hareketi ile adı anılan Cemal Abdül Nasır oldu. Kürtler bu birleşmeden olumlu gelişmeler, kendi koşullarının bir ölçüde de olsa iyileşmesini beklerken gelişmeler aksi yönde seyrediyordu.

Yeni dönemin iktidarına Kürtler eğitim, kültür, siyasi özgürlük gibi alanlarda taleplerle gittiler ancak hiçbir talep kabul edilmedi ya da Kürtleri oyalayan bir süreç işletildi. Arap milliyetçiliği her iktidar değişikliğinde olduğu gibi manda döneminde özerklik hareketine katılmış azınlıkları ve Kürtleri güvenilir bulmuyor, ABD’nin ve İsrail’in maşası olmakla suçluyor, baskı yapılması gereken toplumsal kesimler olarak görüyordu. Yeni iktidar bir önceki iktidarlara benzer uygulamalara imza atarak Kürtçe’ye yoğun yasaklar getirdi, Kürtçe plaklar, kitaplar yasaklandı, yasağa uymayanlar hapse atıldı. Kürtlerin yaşadığı şehirlere bu sefer Mısırlı olan Arap öğretmenler getirilerek Kürt çocukları asimile edilmeye çalışıldı. 1960 yılına gelindiğinde ise halka yansıyan baskı siyasi alanda da kendini gösteriyordu. S-KDP’ye adı ‘Büyük Harekat’ olarak belirlenmiş partiyi yok etme hareketine girişildi. Nureddin Zaza gibi önemli isimler iktidar tarafından ele geçirilip, hapse atıldı. O dönem hapse atılan yaklaşık 5.000 civarında Kürt bulunduğu Nureddin Zaza tarafından ifade ediliyor.

Yaşananları Nureddin Zaza’dan dinleyelim:

‘’Kürt bölgelerindeki kahve ve lokantalarda çalınan müzik plaklarını kırmaya ve kendi dilleriyle yazılı kitapları bulunduran Kürtleri hapis cezasına çarptırmaya kadar işi ilerlettiler. Bu kültürel kıyım siyasetinin yolunu kapatmaktan uzak olan Suriye ve Mısır’ın birleşmesi daha ırkçı, daha faşist ve daha zorbacı bir siyaset ortamı yaratmıştır. Bugün orduda Kürt subay, üst düzeyde Kürt memur, Kürt bölgelerinde Kürt polis ve öğretmen bulunmamaktadır. Artık dilimizi serbest konuşmaya cesaret edemiyoruz.’’ (13)

Nureddin Zaza’nın da mahkeme savunmasından anlaşılacağı üzere Mısır ve Suriye’nin birleşmesi Kürtler üzerindeki ırkçı rejimin baskısı iki katına çıkarmış, eski dönemde Arap milliyetçisi iktidarın aparatı da olsa kadrolarda yer alabilen Kürtler bu dönem kesin bir şekilde en sıradan memurundan en üst düzey görevlisine kadar devlet kadrolarında yer verilmemiştir.

BAC’ın kurulmasından sonra toprak reformu gündeme geldi. Toprak mülkiyetinin yeniden dağıtılması sürecinde Kürtler ve Süryaniler olumsuz etkilendi. Rejimin esas hedefi de toprak mülkiyetinin yeniden paylaşılması adı altında bu ulusları, azınlıkları Araplaştırmaktı. Binlerce Süryani önce Lübnan’a, Lübnan’da savaş başlamasıyla oradan Avrupa’ya kadar göç etmek zorunda bırakıldı. Kürt general Tevfik Nizamettin gibi isimler BAC’ın oluşturulmasıyla Suriye güvenlik kurumlarından hızlıca uzaklaştırıldılar. BAC, Arap olan ile Arap olmayan halklar arasında sosyo-ekonomik farkı derinleştirdi.

Birleşmenin amacı Arapları yeniden canlandırmak olsa da BAC’ın ömrü çok uzun sürmeyerek üç yıl sonra Mısır ve Suriye yeniden ayrıldı. Bu ayrılık sürecinde ise iki tarafın liderleri birbirlerini suçlar pozisyonda oldular.

Amude Sinema Yangını (13 Kasım 1960)

13 Kasım 1960 yılında Amude’de bütün çocuklar rejimin emriyle; Cezayir’in Fransa’ya karşı ulusal mücadelesine destek amaçlı Mısır yapımı bir korku filmi olan Gece Yarısı’nı izlemek için sinema salonuna toplandı. Sinemada film esnasında büyük bir yangın çıktı. Çoğunluğu Kürt çocuklarından oluşan sinema yangınında farklı kaynaklara göre 180-280 kişi arasında ölümün yaşandığı ifade ediliyor. Yine kimi kaynaklar yaşanan yangının teknik bir arıza ile ilgili olduğunu söylerken Kürt kaynaklar ise çocukların bilinçli bir şekilde 200 koltuklu sinema salonuna 500’e yakın bir sayıyla doldurulduğunu, yangın esnasında kapıların kilitlendiğini ifade ediyor. Yaşanan yangının sorumluları hiçbir ceza almadan serbest bırakıldı, katliama dair yapılacak anmalar ise yasaklandı. Amûde sinema yangınında yaşamını yitiren çocukların anısına bugün Rojava’da Şehitler Bahçesi anıt olarak yapılmış bulunuyor. Her yılın 13 Kasım günü yangında yaşamını yitiren çocuklar anılmaya devam ediliyor.

Kimliksiz Kürtler (1962)

Suriye rejimi, vatandaş olabilmeye yeni bir ölçüt getirerek 1945 yılından önce Suriye’de yaşadığını ispat etme zorunluluğuyla Kürt nüfusun önemli bir kesimini vatandaşlıktan çıkardı. 1962 yılında merkezi hükümet nüfus sayımı yapma kararı aldı. Bu uygulama sürecinde on binlerce Kürt Suriye vatandaşlığından çıkarıldı. Şam rejiminin Kürtleri yok sayma politikası nüfus sayımı işlemleri esnasında resmî vatandaşlıktan da çıkarma uygulamalarıyla yeni bir aşamaya taşınmıştı. Nüfus sayımına paralel olarak Arap Kemeri projesinin de ilk adımları atılıyordu. Suriye’nin toplam pamuk ve mısır üretiminin yaklaşık yüzde 80’ini karşılayan, petrol yataklarına sahip olan Kürt bölgesi Cezire, Arap nüfusun yerleştirileceği kaynaklar bakımından zengin bir bölgeydi. Buna istinaden 5 Ekim 1962 Haseke kentinde yapılan nüfus sayımının amacı tam da buydu. Nüfus sayımın öncelikli hedefi 1945’ten önce Suriye’de olduğunu ispat edemeyenlerin vatandaşlığının iptaliydi. Böylelikle Kuzey’den ve Güney’den gelen Kürt nüfusu yasadışı konumda tarif edilecekti. Şam rejimi bunlar için kendi yasalarınca bir kategoride bulmuştu, yabancı yani ecanib olarak kayda geçirilecekti. Nüfus sayımına katılmayanlar ise kayıt dışı, maktumin olarak tarif edildi. Bu uygulamaların sonucunda Kürt nüfusun yüzde 20’si, 120.000’i vatandaşlıktan çıkarıldı.

1962 Haseke Valiliği’nin nüfus sayımı sonrası kimliksiz kalan Kürtlerin çocukları da kimliksiz doğdu. Kürt gençlerinin birçoğu ebeveynlerinin kimlikleri olmamasından dolayı üniversite eğitimi alamadı.  Suriye sınırları içerisinde kayıt dışı veya yabancı olarak görülen 120.000 gibi devasa bir nüfusa iç işleri bakanlığından çıkarılan kırmızı tanıtım kartı verildi. Bu kart artık 120.000 Kürdün diğer Kürtlerle ve Araplarla vatandaşlık olarak hakkı olmadığının, eşit muamele göremeyeceğinin belgesiydi aynı zamanda. Kayıt dışı (maktumin) ve yabancı (ecanib) olarak resmiyet kazandırılan bu nüfusun başta seçme seçilme hakkı olmak üzere mülkiyet edinme, kamusal alanda çalışma, nitelikli mesleklere sahip olma, pasaport vb. hakları yok sayıldı. Ecanib sayılan nüfus eğitim, sağlık gibi nedenlerle yurtdışına çıkabilmek için önce Suriye’nin istihbarat birimi Muhaberat’ın onayını alıyor ardından İçişleri bakanlığı da kabul ederse iki yıllık bir süreyle yurt dışına çıkabileceği belgesi veriliyordu. Maktuminin ise böyle bir hakkı da olmamasıyla durum onlar için daha da vahimdi.

Yeni oluşan tablo bir dizi çelişkiyi de barındırıyordu. Örneğin babası ecanib kabul edilip çocukları Suriye vatandaşı olan, aynı yıllarda doğmuş kardeşlerin birinin vatandaşlığa alınıp diğerinin maktumin veya ecanib kabul edildiği garip durumlar oluştu. Vatandaşlıktan çıkarılan kimileri Osmanlı döneminden beri Suriye’de yaşadığını vergi kayıtlarını ispat olarak göstererek vatandaşlığa geri alındı. Ancak bunun da önü bir süre sonra hükümet tarafından kapatıldı. Rejimin kayıtlarına göre bir dizi itirazın sonucunda vatandaşlığa geri alınan kişiler hesaplandığında ecanib sayısı 1986 yılında 40.587’ye düşürülmüştü.

Bölgeyi Araplaştırmaya ve Kürt nüfusunu göçertmeye yönelik gerçekleştirilen bu uygulamalar özellikle kayıt dışı kategoride değerlendirilen bireylerin çocuklarını başta okula gitme durumu olmak üzere birçok açıdan olumsuz etkiliyor ve geleceğini belirsizleştiriyor, yaşadığı topraklar üzerinde hayaller kurmasını zorlaştırıyordu.

Evlilik konusunda bu politika bir dizi olumsuzluğu beraberinde getirdi. Suriye vatandaşı olan bireyin ecanib kategorisinde olan biriyle evliliği iç işleri bakanlığının iznine bağlıydı. Bu izin ise erkek egemen anlayışı yansıtan bir şekilde eğer kadın ecanib erkek vatandaş ise evliliğe onay veriyor, eğer erkek ecanib kadın vatandaş ise onay vermiyordu. En iyi haliyle evlilik onaylansa bile erkek yine vatandaşlığa alınmıyor, doğacak çocuklar ise ecanib olarak kabul ediliyordu.

Nüfus sayımın ana amacı 1945 sonrası Rojava’ya gelen Kürtleri ülkeden çıkarmaktı. Suriye rejimi nüfus sayımında Kürtleri üçe ayırdı:

– Vatandaşlık hakkı olanlar

– Yabancı olarak kaydedilenler

– Hiçbir şekilde kaydı olmayanlar

Vatandaşlık hakkı elinden alınan on binlerce Kürt; eğitim ve sağlık hizmetinden faydalanma, çalışma, sosyal destek, seyahat etme, özel mülk edinme gibi anayasal hakların hepsinden men edildi. Bu uygulama idari bir nüfus sayımından ziyade Kürtlerin bir kısmını zor koşullarda yaşamaya mahkum ederek göç ettirme, ayrımcı uygulamaları derinleştirme ve Araplaştırma amaçlarını taşıyordu. Cezîre bölgesi; doğal kaynaklar bakımından Rojava’nın en zengin bölgelerinden biriydi, rejim nüfus sayımı sonrası ve toprak reformu adı altında uygulamaya koyduğu planlarla Kürtleri göç ettirme, topraklarını Araplara dağıtma ve başka yerlerde Arap topluluklarını Rojava’ya yerleştirerek nüfusla oynama amacını güdüyordu. Öyle ki özellikle Suriye’nin farklı şehirlerinden Arap nüfusun Rojava’ya yerleşmesi için kredi, hibe, tarım desteği hatta kendilerini korumak için silah dahi verilerek teşvik edildi. Nüfus sayımı sonrası özel mülk edinme hakkı elinden alınan Kürtlerin toprakları; ganimet paylaşır gibi bir kısmı devlet hazinesine, bir kısmı bölgeye yerleşecek olan Arap nüfusa ve bir kısmı da satışa çıkarıldı. Cezîre bölgesine yerleştirilen Arapların çoğu Tabqa barajı sonrası evleri sular altında kalan Araplardan oluşuyordu. Rejim bilinçli bir şekilde bu projeyle Rojava’ya yerleştirecek Arap nüfus yarattı ve yine Araplaştırma projesinin parçası olarak özellikle Rojava’ya yerleştirdi. Eğer rejim isteseydi, evleri sular altında kalan Arap nüfusu Suriye içlerine de pekala yerleştirebilirdi. Böylelikle her iki Kürt köyünün arasına bir Arap köyü monte edilerek Kürtlerin hem birbirleri arasında birlik olma olanakları elinden alındı hem de Rojava’da rejim kendine yandaş olabilecek bir sosyal dayanak oluşturma fırsatı elde etti. Bölgeye yerleştiren Arap köylerinin hepsinin istisnasız silahlı olması da olası bir Kürt ayaklanmasında Arap-Kürt boğazlaşması yaratmayı amaçlayan rejimin kanlı-kirli planını açığa vuruyordu. BAAS’ın 1960’lı yıllarda geliştirdiği toprak reformu projesinde hedef Kürtler ve Kürdistan’dı. 1969’un sonunda 1 milyon 374 bin hektar sulanan ya da sulanmayan arazi kamulaştırıldı. Denilebilir ki toprak reformu meselesi Arap Kemeri şeklinde tarif edilen Rojava’yı Araplaştırmanın alt yapısını oluşturuyordu. Kamulaştırma Suriye’nin geneline uygulanacaktı ama bunun esas hedefi Kürt toprakları oldu.

Rejimin sözde yasal uygulamalara dayandırdığı bu inkarcı politikalarına karşı Kürtler on yıllarca vatandaş olarak kabul edilme mücadelesi verdi. 1987’de Haseke’de konuyla ilgili 15.000 imza toplandı, Mart 1990’da Şam’da gösteriler yapıldı, 1992’de dört Kürt örgütü broşürler dağıttı, etkinlikler düzenledi. Gerçekleşen gösterilere rejim gözaltı, tutuklama, işkence gibi bastırma yöntemleriyle yaklaştı. Ancak mesele geniş bir alana yayıldı ve ciddi bir nüfusu mağdur ettiği için parlamentoya kadar taşındı. 8 Haziran 1991 yılında 47 milletvekili meselenin incelenmesi için dilekçe verdi, ancak reddedildi. 13 Mart 1992 yılında içlerinde 2 tane BAAS milletvekilinin de olduğu 32 milletvekili rejimin başı olan Hafız Esad’a mektup yazdı. Mektuba cevap veren Esad çözüm konusunda hükümetin adım atacağını söyledi, ancak adım atmadı.

Yine aynı şekilde Hafız Esad sonrası oğlu Beşşar Esad döneminde de konu gündeme getirildi. Oğul Esad da babası gibi Haziran 2005’te BAAS’ın kongresi sırasında Ecanip ve Maktumin nüfusun vatandaşlığa alınacağı sözünü verdi ama o da atım atmadı. Kürtlerin vatandaşlığa alınması meselesi hiçbir karşılık bulamadan uzun bir sürece yayıldı, çok geçmeden ise 2011’li yıllarda daha önemli bir durum, Arap İsyanları’nın Suriye’ye ulaştığı bir süreç yaşanacaktı.

 

BAAS İktidarda (1963)

8 Mart 1963 yılında BAAS’çılar bir darbe ile iktidarı ellerine aldılar. Kürtlerin ve diğer ulusların Arap kimliği içerisinde eritilme projesi el değiştirse de hız kesmedi. Suriye kurulduğu günden bugüne devletin temel perspektifi değişmemiş, resmi ideolojisi Arap milliyetçiliği üzerine inşa edilmişti. BAAS, Kuzey’deki Kemalizme argümanları Rojava’ya da taşımıştı. Kürt ulusunun hakları için mücadele edenler olsa olsa Kürtleri içerisindeki toprak ağaları ve aşiret önderleriydi. Buna karşılık çözüm için toprak reformu gerekiyordu. Üstelik Baas’a göre Kürt köylüler Kürt ağalar tarafından sömürülüyordu. İlginçtir ki aynı yaklaşımlar Türk Devleti’nin kurulduğu ilk süreçlerde Kürt ulusal mücadelesine karşı geliştirdiği, ideolojik hegemonyasını sağlamak için kullandığı tezlerdi. Kürtlerin kendi sosyal formasyonu tarihsel gelişimine uygun olarak bir dizi feodal öğeleri barındırıyordu. Ancak bu feodal öğeleri ortadan kaldırmak isteyen Baas’ın amacı sınıfsal olarak ezilenlerin yanında yer almasından veya sosyalizm gibi oldukça temiz bir amacın icra edilmesinden gelmiyordu. Tek amaç vardı o da Kürtleri yeri gelir nüfus politikasıyla vatandaşlıktan çıkararak, yeri gelir Arap Kemeri oluşturarak ve yeri gelir Baas döneminde görüldüğü üzere sözde ağalarla mücadele adı altında Kürtleri siyaset dışı bırakarak etkisiz kılmaktı.

Hafız Esad, kendinden önceki iktidarlardan bir ölçüde farklı davranarak kısmen yumuşama politikalarına gitti. Güney’de mücadele yürüten Kürt partilerinin Şam’daki faaliyetlerini çizdiği sınırların dışına çıkmaması kaydıyla görmezden geldi. Rejimin bu yumuşamadan esas beklentisi; Kürtleri, Ankara ve Bağdat hükümetlerine karşı kullanmak, bölge politikasında Kürt kartı yaratmaktı. Arap milliyetçiliğinin esaslarını kabul eden Kürt ve diğer ulustan bireylere; Baas partisine üye olabilmenin, kamusal alanda çalışmanın önü açıldı. Rejim kendine bağlı, kendi çıkarlarına hizmet eden farklı ulustan bireylerin Araplaşmayı kabul ettiği takdirde sorun olarak görmüyordu. Rejimin kırmızı çizgisi Suriye içerisinde bir Kürdistan’ın kurulma amacıydı. Rojava’da kurulan partilerin özellikle Kürdistan değil de Kürt ismini kullanması, S-KDP’nin içerisinde Kürdistan\Kürt ismini kullanma tartışması da göstermektedir ki; rejimin baskısının yoğunlaşacağı düşünülerek yapılan tartışmalardı.

Kürtçe Üzerinde Yasaklar

Kürt kültürünün, dilinin ve tarihinin yok edilme çabaları hız kesmeden her iktidar döneminde yenileri eklenerek devam etti. Asimilasyona yönelik politikalar BAAS döneminde de yer isimlerinin değiştirilmesi, Kürtçe isimlerin yasaklanması, kamusal alanın dışında da Kürtçe’nin konuşulmaması için rejimin aldığı bir dizi fişlemeye dayalı yöntemler halinde kendini gösteriyordu. Tirbe Spi, Tel Koçer, Amude ve Derik’in isimleri sırasıyla Kâhtaniye, Yarubiye, Adnaniye ve Malikiyet olarak değiştirildi.  18 Mayıs 1997’de 15801 No’lu genelge ile Afrin’de bulunan yerleşim yerleri isimlerinin Kürtçe’den Arapça’ya değiştirilmesini emrediyordu. 1960’larda başlayan bu isim değişikliği genelgesi 1970’lere gelindiğinde uygulanma süreci başlamıştı.

Haseke Valiliği, 1992’den sonra doğan çocuklara ailelerinin Kürtçe isim koymasını yasakladı. Yine aynı dönem Kürt esnafların tabelalarına müdahale edilerek Kürtçe yasaklandı, Arapça tabela şartı getirildi. Haseke Valiliği 11 Kasım 1986’da yayınladığı genelgede ise işyerlerinde Kürtçe konuşulmaması için bir dizi tedbirler almayı içeriyordu. 1988’de yayınlanan bir başka genelge ise düğün ve eğlencelerde Kürtçe müziğe yasak getiriyor, Arapça dışında hiçbir müzik dilini kabul etmiyordu. Dönemin valisi Subhi Harb, 24 Şubat 1994 yılında şehir ve kasaba meclislerine bölgede bulunan işyerlerinin Arapça olması emrini verdi. Rejim Kürtlere anadiliyle eğitim yapma hakkı tanımazken özel olarak açılmak istenen Kürtçe okullara da izin vermedi. Dil, tarih ve kültür alanında asimile etme uğraşları devam ederken Kürtlerin kamusal alanda görevler edinmesi de olabildiğince zorlaştırılmış, siyasi-istihbaratın inisiyatifine bırakılmıştı. Bunun sonucunda örneğin Ekim 1992’de devlete bağlı karayollarında çalışan 21 Kürt işçi siyasi şubenin emri doğrultusunda güvenlik gerekçesiyle işinden çıkarılmıştı. İstihbarat ekibi özel olarak Kürtler üzerinde çalışıyordu, Kürt siyasetçilerin bir yerden başka bir yere gitmesi de yine bu özel ekibin onayına bağlıydı. İzin verilmediği taktirde; 1995’te Suriye Kürtleri İlerici Demokrat Partisi (Pêşwerû) başkanı Hacı Derviş ‘in Dünya Sosyal Kalkınma Zirvesi’ne katılmak için Kopenhag’a gidememesi gibi durumlar yaşanıyordu.

 

Suriye Rejimi Irak’a Karşı Kürtleri Destekliyor

Hafız Esad, belirli sınırlar içerisinde Kürt siyasi hareketlerini yasal parti olarak kabul görmese dahi rejimin kırmızı çizgileri aşılmadığı sürece çalışma yapmalarına göz yumdu. Suriye istihbaratı bu partileri takip ediyor, sürekli gözetliyordu. Silahlı bir direniş başlatılmadığı, Batı Kürdistan için bir statü hedeflenmediği ve rejimi zora düşüren güce ulaşılmadığı sürece kısmî olarak Kürt halkı içerisinde çalışma yapmalarına izin veriyordu.

Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelelerinde Rojava her zaman diğer Kürdistan parçalarının yükünü çeken, lojistik ve savaşçı desteği sağlayan bir noktada oldu. 1925 Şeyh Sait Direnişi’nden bugüne hem Güney siyasi hareketlerini hem de Kuzey siyasi hareketlerini bağrına bastı, cephe gerisinde onlara korunacak bir barınak oldu. Özellikle 1925 Azadî Direnişi’nin Kuzey Kürdistan’da bastırılmasının sonucunda Kuzey’den ciddi bir göç aldı Rojava’da bu anlayışın uzun süreli varlığı artık halkta başka parçalardan Kürt siyasi hareketlerine destek olmanın ulusal bir görev olarak şekillendiği bir kültür oluştu. Öte yandan Rojava parçası kendi ulusal kurtuluşunu Güney ve Kuzey gibi Kürdistan parçalarında gelişecek ve başarılı olacak mücadelelerde görüyordu. Bu parçalar kurtulursa biz de kurtulabiliriz fikri hakimdi. PKK, YNK, PDK burada dönem dönem konuşlandı, savaşçılar yetiştirdi, belirli bir taban elde etti. Diğer parçalarda mücadele yürütüp Rojava’da konuşlanmış tüm partilerin ortak hareket noktası Esad ile karşı karşıya gelmemekti.. Rojava’da ki ulusal bilincin gelişiminde Kuzey’in çok ciddi tarihsel etkisi oldu. Kuzey’den ikinci dalga tarihsel etki ise PKK’nin ortaya çıkmasıyla başladı.

Dış politikada ise Baas’ın Kürtlerle kurduğu ilişki destekleme yönündeydi. 1970’li yıllarda Irak’a karşı KDP ve YNK belli ölçüde desteklendi, Şam’da bulunmalarına izin verildi. Türkiye ile GAP, Fırat Nehri’nin su akışının yavaşlatılması, İskenderun’un Suriye toprağı olduğu savunusu gibi nedenlerle karşı karşıya gelindiğinde de PKK’ye alan açıldı. Özellikle 80 darbesi sonrasında PKK ile birlikte birçok devrimci örgüt de Suriye’de konuşlandı. İlk başlarda Şam’ın kuzeyinde kampı bulunan PKK’nin daha sonrasında ise Suriye ordusunun kontrolünde olan Lübnan’daki Beka Vadisi’nde askeri kamp kurmasına izin verildi.

Irak’a karşı mücadele eden Güney Kürdistanlı Kürtleri savunma konusunda Hafız Esad’ın esas amacı Irak’taki BAAS iktidarını zayıflatmaktı. Bunun için gerekirse Kürtlere özerklik bile talep edilebilirdi. İşin ilginci Kürdistan’ın Batısı’nda Kürtlere kan kusturan Esad’ın Kürdistan’ın Güney’indeki Kürtler için Irak’a karşı pozisyonda, Kürtlerin hakkını savunmasıydı. BAAS Partisi’nin 11. Ulusal Kongresi’nde Irak’ta mücadele eden Kürtler için özerklik verilmesini savunan Esad, 14. Ulusal Kongre’nin yapıldığı 1975’te ise Kürtler karşısında Saddam’ı faşist olarak tanımlıyordu. Hafız Esad, PDK ile YNK arasındaki ayrılığa da el atarak tarafları bir araya getirme görevini de üstlenmişti. İran, Irak’ın Şattülararap Anlaşması’nda Irak’a bir takım tavizler verdirmek için Mele Mustafa Barzani’yi desteklemişti. O dönem Saddam hem İran hem de Suriye için ortak düşman olarak görülüyordu. Dış politikada bölgesel güçlerin birbirleriyle rekabetinde taktiksel olarak desteklenen Kürt örgütlerine İran’ın desteği; Irak ile istediğini alacağı Cezayir Anlaşması’nın sağlanmasıyla son bulmuş oldu.

Suriye Kürdistan Demokrat Partisi’nin kurulma sürecinde önemli bir emeği ve etkisi olan YNK lideri Celal Talabani 1972 yılından itibaren Şam merkezinde siyasi bürosu bulunuyordu. Devamında ise Celal Talabani PDK’den ayrılıp YNK’yi de Şam’da kuracaktı. Rojava’nın Kamışlı şehrinde de PDK ve YNK’nin büroları bulunuyordu. 1979 yılında Mele Mustafa Barzani’nin oğullarından olan İdris Barzani, Suriye rejimi ile olan ilişkilerin resmileştirilmesi için Şam’a geldi. Kendi sınırları içinde tuttuğu Kürt ve Kürdistan’a hiçbir özgürlüğü hak görmeyen Suriye rejiminin Irak’a karşı mücadele eden Kürt örgütlerine bu kadar ilgi duymasının ana sebepleri Saddam şahsında Irak BAAS’ını geriletmek, Suriye sınırları içerisindeki Kürt nüfusun sempatisini kazanıp algılarını Suriye dışında yürüyen Kürt mücadelesine yöneltmekti. Uzun bir süre bu politikanın sonucu olarak Suriye ve Rojava’da yaşayan Kürt ulusal devrimcilerinin; Güney Kürdistan’daki peşmergeye katılımına karışılmadı, önü açıldı. Elbette verilen bu desteklerin veya görmezden gelme hallerinin kırmızı çizgisi ‘’Suriye’de bir şey yapmayın, Suriye sınırları dışında ne yapıyorsanız yapın’’ kısaca Suriye rejimine karşı tehdit oluşturmadıkça problem yoktu. Üstelik Suriye’nin de bölgesel politikalarıyla kesişen kontrolü elinde tuttuğu sürece olumlu bir durum vardı rejim için. Ancak bu destek uzun vadede Suriye sınırları içerisindeki Kürtlerin ve Kürdistan’ın diğer parçalarla ilişkisini, ulusal bilincini güçlendirdi. Kısa süreli hesaplar üzerinden Güney Kürdistan Kürtlerini destekleyen rejim bir yanıyla da bu politikasıyla ağır ağır kendi kuyusunu da kazıyordu. Suriye’de de bir Kürdistan olduğu gerçeği giderek Kürt siyasi hareketlerinde karşılığını bulan daha açık ifadeler kazanacaktı.

Kürdistan’ın farklı parçalarına Rojava’dan silahlı ulusal mücadele için katılım gösteren Kürtler olmasına rağmen; Suriye’de yürütülen ulusal mücadelede uzun bir süre silahı kullanılmadı. Silahlı mücadele çok tartışma konusu haline getirilmemişti. Suriye’nin Irak’a karşı Kürtleri destekleme politikası; Kürtlerin artık bu desteğe ihtiyaç duymayacağı, 2003 ABD’nin Irak işgaliyle Saddam’ın yıkılması sonucunda kendi federe  yönetimlerini kuracağı günle sonra erecekti.

(1) Jordi Tejel – Suriye Kürtleri, s.44

(2) Cegerxwîn – Hayat Hikayem, syf. 241-247.

(3) M.S Lazarev – Ş. Mıhoyan, Kürdistan Tarihi, Avesta, 2015, İstanbul, S.239

(4) Nicolas Van Dam – Suriye’de İktidar Mücadelesi, İletişim Yayınları, 2000, s. 22.

(5) Wadie Jwaideh, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, s. 284.

(6) Cegerxwîn – Hayat Hikayem, syf.209

(7) Jordi Tejel, Suriye Kürtleri, s.61

(8) Jordi Tejel – Suriye Kürtleri, s. 62-63-64.

(9) A.g.e s.72-73-74.

(10) Aktaran: Seda Altuğ, Suriye Arap Milliyetçiliğinde Vatan ve Suriyelilik, s.88

(11) Cegerxwîn – Hayat Hikayem, syf.295,296.

(12) Kadri Yıldırım, Kürt Tarihi ve Coğrafyası 1- Rojava, s. 107-108

(13) Kadri Yıldırım, Kürt Tarihi ve Coğrafyası 1 – Rojava s.112