Olasılıklar ve Olanaklar – Murat Sağlam

Olasılıklar ve Olanaklar-1 –

Kriz ve Paylaşım

Bir yandan kitlelerin ekonomik durumu çekilmez bir hale geldiyse, diğer yandan anlaşmazlıklar azınlıkta olan güçlü devletler arasında başlıyor ve büyüyorsa, dünya devrimin iki şartının olgunlaşmasıyla karşı karşıyayız”

Bu sözler, Lenin tarafından 1920 yılında Komünist Enternasyonalin II. Kongresinde söylendi. O günden bu yana dünya pek çok ekonomik, politik değişim ve çalkantıdan geçti; pek çok krizler, savaşlar ve devrimler yaşandı. Aradan geçen bir asra yakın süreye rağmen bu sözler, hâlâ yaşama gücünü koruyor ve bugünkü dünyanın gittiği yönü tanımlayabiliyorsa, bu yalnızca Marksizm’in – Leninizm’in çözümleyici gücünü ve devrimci özünü kanıtlar.

“Kapitalizmin tarihi, üretici güçlerin gelişmesinin, sermaye birikiminin büyümesinin, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi-nin, işçi sınıfının büyümesinin, kapitalist ege-menliğin yetkinleşmesi ve merkezileşmesinin olduğu kadar; sermaye birikiminin kesintiye uğramasının, üretici güçlerin tahribinin, kapitalist devletler arasındaki mevcut güç dengelerin-deki değişimin; egemen sınıf arasındaki kaos ve çatışmanın keskinleşmesinin; dünyanın emperyalist tekeler ve devletler arasında paylaşımının yeniden gündeme gelmesinin, işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam koşullarının ağırlaşarak, düzenle daha önceden kurdukları bağların çözülmeye yüz tutarak başkaldırılara dönüşmesinin, başka bir deyişle, sistemde genel bir altüst oluşun koşullarının olgunlaştığı genel bunalımın da tarihidir.

Bu tarihin değişmez özelliği, kesintiye uğra-yan sermaye birikimi ile -yani krizle- emperyalist paylaşım savaşı ve iç savaşın aynı tarihsel kesitte buluşmalarıdır. Mevcut duruma genel devrimci durum özelliği kazandıran bu üç olgunun, kriz, savaş ve devrim, her seferinde aynı tarihsel kesitteki toplumsal tablonun içinde bu yer alışları bir tarihsel tesadüfler zincirinin sonucu değil; tersine, sermaye hareketinin insan istenç ve eyleminden bağımsız olarak işleyen kapitalist gelişmenin nesnel karakteristiğidir. Kriz, emperyalist savaş ve iç savaş bu sürece dıştan dayatılan olgular olmayıp, sermaye hareketinin iç dinamiğinin en üst düzeydeki ekonomik ve siyasal biçimleridir.” ( Söz ve Eylem say.9)

Bugün kapitalizm, tarihinin etkili krizlerin-den birini yaşıyor. Yaşanan krizin bu derece etkili olmasında kapitalizmin son yirmi yılda-ki hızlı ve dizginsiz büyümesinin etkisi kadar, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası oluşan ABD hegemonyası koşullarında krizlerin ihraç edilerek hafifletilmesinin yarattığı gerilimin de önemli bir rol oynadığı unutulmamalıdır.

Sermaye  birikiminin  koşullarını  daraltan kriz, politik krize doğru büyüyor. Mevcut güç dengelerini bozarak burjuvazinin iç çelişkilerini derinleştirip keskinleştiriyor. Bozulan güç dengeleri altında kriz, sermayeler çatışmasına dönüşüyor. Sermaye birikiminin hızlandığı ekonominin olağan gelişme dönemlerinde sermayelerin karşılıklı gelişmesi ve uyumuyla oluşan denge, krizle birlikte yerini çatışmaya bırakıyor. Ekonominin büyüme dönemlerinde üretici güçlerin gelişmesini hızlandıran, yeni ihtiyaçlar, yeni tüketici talepleri yaratarak bu talepleri, çeşitlenen kredi sistemiyle destekleyerek büyümeyi hızlandıran rekabet, krizin yol açtığı daralmayla birlikte, keskinleşerek sermaye savaşlarının yegâne biçimi haline geliyor. Bölüşülmüş pazarlarda “centilmence rekabet” yerini, pazarların yeniden bölüşümü biçiminde-ki kıyasıya rekabete bırakıyor. Sermaye gerçekleşmesinin engellenmesi, sermaye savaşlarıyla sermayelerin birbirini engellemesine dönüşü-yor.

Kriz, tüketim metaları üretiminden üre-tim araçları üretimi alanına sıçrayıp, yeniden üretim sürecinin tümünü etkisi altına alarak derinleştikçe, ulusal ve uluslararası pazarlar, sermaye savaşları arenasına dönüşüyor. Daralmış pazarlarda fiyat indirimleri vb. çeşitli satış yöntemleriyle kızışan rekabet, devletlerin araya girmesi ile kotalar, şirket kurtarmalar vb. biçiminde sürüyor. Ulusal ve uluslararası pazarlar-da kıyasıya süren bu rekabetin belirleyici ilke-si, güçtür. Güçsüzler kaybederken güçlüler bu savaştan daha da güçlenerek çıkıyor. Sermaye bir yandan, “pazarlardaki daralma” ile atıl kalıp değerlenme olanaklarını kaybederken, öte yan-dan belirli ellerde yoğunlaşarak merkezileşiyor. Bu yoğunlaşma ve merkezileşmede, borsalarda vb. süren spekülatif faaliyetler önemli bir rol oynuyor.

Burjuvazinin, krizi hafifletme adı altında başvurduğu tedbirler; parasal genişleme, faiz-lerin düşürülmesi, tüketimi artırmak için kredi sisteminin etkinleştirilmesi, şirket kurtarmalar vb. beklenilen rahatlamayı sağlayamıyor. Şirket iflaslarına devlet iflaslarının eklenmesi, AB ekonomisinde yaşanan çöküntünün ardından, ABD ekonomisinde de bir çöküntünün dillen-dirilmesi, krizin; gerileme bir yana, daha da derinleştiğini gösteriyor. Krizin derinleşme eğilimi, karşı yönlü çabalarla birlikte sürüyor. Burjuvazi; bir yandan krizin etkilerini, en azından hafifletmek için işçi sınıfı ve emekçilere karşı bir ekonomik ve siyasal savaş yürütürken, öte yandan hem krizin en çok etkilediği sektörler başta olmak üzere ekonominin yeniden regülasyonu çabaları sürerken, hem de kendi krizini, Pazar savaşları, parasal manipülasyonlar, v.b kriz ihracı yoluyla, başkalarının krizi haline getirmek için her yolu deniyor. Bu alanda en büyük olanağı; dünya pazarındaki payı, uluslar arası emperyalist organizasyonlar (İMF, Dün-ya Bankası v.b.) içindeki konumu ve bir dünya parası olma özelliğini kaybetmiş olsa da, hâlâ dünyanın en güçlü rezerv parası olma özelliğini koruyan dolar ile, ABD elinde tutuyor.

Kriz koşullarında keskinleşen rekabetin hızlandırdığı eşitsiz gelişme, değişen güç dengeleriyle yeni bir paylaşım savaşına doğru yol alıyor. Lenin’in belirttiği gibi “kapitalizm koşullarında dönemsel olarak bozulan dengenin yeniden kurulmasında, sanayide bunalım ve siyasette savaştan başka araç yoktur.” Olaylar bu minval üzere gelişiyor. Bunalım ile savaş kol kola giriyor.

Emperyalist güç odakları arasında süren ticaret savaşlarını; düşük yoğunluklu savaşlar, vezir düşürme operasyonları, bağımlı devletler eliyle yürütülen savaşlar izliyor. İkiyüzlü burjuva diplomasisi, yerini adım adım silâhların konuştuğu bir emperyalist haydutluğa bırakıyor.

Aynı zamanda bir hegemonya savaşı olan bu savaşta ortaya çıkan yeni güç dengeleri, savaşın kapsamını olduğu kadar, yönünü de belirli-yor. Emperyalist ülkeler, dünya sömürüsünden aldıkları payı yeni güç dengesine göre bölüşmek istedikçe, müdahaleler hemen her yerde ABD’nin hegemonik konumuna yöneliyor.

ABD hegemonyası güç kaybetmeye devam di-yor. ABD bundan 69 yıl önce Bretton Woods’da masaya oturduğunda, kapitalist sistemin tartış-masız tek lideriydi. Bugün ise Bretton Woods’u ancak taviz vererek sürdürebiliyor. IMF ve Dünya Bankası’nda Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya’nın paylarının -küçük de olsa- artırılmasına razı olmak durumunda kalıyor. Doların resmi egemenliğinden sonra fiili egemenliği de sorgulanıyor. Kapitalist dünyada ihracat ve ithalatı her ülkenin kendi parasıyla yapma eğilimi güçleniyor.

Obama, ABD’nin mevcut durumunu, ekonomik güç ile hegemonya arasındaki ilişkiyi, kapitalizmin artık eski kapitalizm olmadığını, sanayi ötesi toplumla birlikte artık emperyalizmin de tarihe karıştığını, emperyalist sistemde ilişkinin güçle değil, karşılıklı bağımlılıkla belirlendiğini ileri süren sosyalizm dönekleri için emperyalizm üzerine bir ders niteliği taşıyan, şu sözlerle ortaya koyuyor: “Gücümüzün temeli, zenginliğimizden gelir. Ordunun masraflarını o öder. Diplomatlarımızı o güvenceye alır. Halkın potansiyelini o açığa çıkarır ve yeni endüstrilere yatırımın önünü o açar. Ve geçtiğimiz yüzyılda olduğu gibi bu yüzyılda da bizi başarılı kılacak odur.”

Obama’nın da itiraf ettiği gibi ekonomik gücü zayıflayan ABD’nin hegemonyasını as-keri üstünlükle sürdürme çabaları, istenilen sonucu vermiyor. ABD hegemonyası girdiği her çatışmadan biraz daha örselenerek çıkıyor.

Son yirmi yılda emperyalist paylaşım, dün-yanın pek çok bölgesinde çeşitli biçimler ve ittifaklar altında sürdü; paylaşım, hangi ülkenin hangi emperyalist gücün denetimine gireceği sorununu çözerek sürüyor. Doğu Avrupa ve Balkanlar’ın ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa arasında paylaşımı; söz konusu devletler doğrudan karşı karşıya gelmeden, diplomatik pazarlıklarla, halklar birbirine kırdırılarak, geride yeniden paylaşımın tohumları bırakılarak “tamamlandı”. Bu paylaşımda Almanya egemenlik alanını Hitler dönemi sınırlarının ötesine taşıdı. Avrupa’nın paylaşımında Almanya’nın sağladığı bu üstünlük, II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra ABD hegemonyasına karşı Fransa’nın girişimiyle oluşan Fransa – Almanya ittifakını da sarsıyor. Buna karşın savaş sonrasında bozulan Fransa – ABD ve İngiltere ilişkileri güçleniyor. Bu ilişki Fransa’nın eski sömürgeleri üzerin-deki denetiminin artması ve Kuzey Afrika’dan (Libya, Tunus, Cezayir vb.) aldığı payla, yeni bir ittifaka dönüşüyor.

Fransa ve Almanya Doğu Avrupa ve Bal-kanlardaki egemenlik alanı üzerinden kızışan rekabet, geçen yüzyılın başında denenen ve yüzyılın sonunda yüzyılın projesi olarak orta-ya atılan Avrupa Birleşik devletleri (AB) projesini çatırdatıyor. “Avrupa Ortak Evi”nde işler Avrupa’nın küçük devletlerinin umut ettikleri biçimde ilerlemiyor. Krizin etkisiyle ekonomiler çöktükçe, devletler borç batağına battıkça, sınırların ve devletlerin ortadan kaldırılması ambalajıyla sunulan Avrupa “Ortak Evi”nin patronlar ve kâhyalardan oluşan bir emperyalist bağımlılık projesi olduğunu Avrupa halkları yeniden deneyerek öğreniyor. Ve tarih bir kez daha kanıtlıyor ki, burjuva egemenliğin bir ara-cı olarak ortaya çıkan ulus devlet, bu egemenlik yıkılmadan ortadan kaldırılamaz.

Emperyalist devletlerin her biri için önemli bir egemenlik aracı olan dünya enerji kaynakları ve ticaret yolları üzerindeki denetim söz konusu olduğunda, yani savaş Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Kafkaslara doğru yayıldıkça yeni ittifaklar ve düşük yoğunluklu savaş taktiklerinden cephe savaşlarına doğru keskinleşerek sürüyor.

Bugün dünya, yayılma hızı ve kapsamı önceden belirlenemeyen, ilan edilmemiş fiili bir savaşla karşı karşıyadır. Dünyanın pazar ve de-netim alanı olarak yeniden paylaşımı amacı ile yürütülen savaşın bugünkü aşamasının en belirgin karakteristiği, savaşın emperyalist güçler arasında doğrudan bir çatışmaya yol açmaksızın, taşeron güçlere dayalı iç savaşlar aracılığıyla sürdürülmesidir.

Hiç kuşkusuz paylaşımın bu tarzda, iç savaş aracılığıyla yürütülebilmesi, işçi sınıfının kapitalist toplumdaki bugünkü öznel konumuyla bağlantılıdır. Burjuvaziye, güvenli bir ortam-da, iç savaşı paylaşım savaşının bir aracı olarak kullanma olanağını veren, tarihsel yenilgi ve bu yenilgiyle birlikte gelen, ideolojik savrulma ve örgütsel dağılmayla işçi sınıfının bir iç savaş gücü olmaktan çıkartılması vardır. İç savaşın bir paylaşım savaşı aracı olarak kullanılabilmesi, emperyalist güçler arasındaki kapışmanın düşük yoğunluklu savaşlarla sürmesini sağlamaktadır. Savaşın bu tarzda nereye kadar sürdürülebileceğini, nereden sonra genel bir savaşa dönüşeceğini bugünden kestirmek oldukça zordur.

Avrupa ve Balkanlarda, özellikle Yugoslavya’nın etnik ve dinsel ayrılıklar kullanılarak, iç savaş yöntemiyle parçalanması ve bölüşülmesiyle başlayan paylaşım, Mısır, Tunus ve Yemen’de halkların demokrasi ve öz-gürlük özlemleri manipüle edilerek, bir burjuva fraksiyonu yerine başka bir burjuva fraksiyonun iktidara yerleşmesiyle sürdürüldü. Libya’da ise iç savaşa dayalı paylaşım, emperyalist müdahaleyle tamamlandı. Böylece hem işçi sınıfı bir kez daha burjuva fraksiyonların basit bir eklen-tisi durumuna getirildi, hem de paylaşım burjuva fraksiyonların iç çatışmasına bağlı olarak gerçekleştirildi.

Ancak derinleşen kriz ve keskinleşen rekabet, paylaşımın bu tarzda, iç savaşlar yoluyla sürdürülebilmesini olanaksız kılıyor.

Paylaşım savaşı, dünya enerji kaynakları ve ticaret yolları üzerindeki denetim söz konusu olduğunda, emperyalist güçler arasında yeni bir konumlanmaya, kamplaşmaya yol açarak sürüyor.

Suriye’deki gelişmeler, paylaşım savaşının bugüne kadar sürdürülen biçimiyle, iç savaş yöntemiyle sürdürülemez olduğunu gösteriyor.

Rusya ve Çin’in, ABD, İngiltere ve Fransa itti-fakı karşısında konumlanmasıyla savaşın seyri de değişiyor. Bu durum, savaşın emperyalist güçler arasında dolaylı müdahaleden doğrudan müdahaleye doğru yol aldığının işaretlerini veriyor. Ortadoğu’daki paylaşımın Lübnan ve İran’ı kapsayarak Kafkaslara doğru yayılma eğiliminde olduğu dikkate alındığında, eğilimin emperyalist güçler arasındaki kamplaşmanın daha da keskinleşeceğine doru olduğu söylemek mümkündür.

Emperyalist güçler arasında bölge ülkelerinin katılımıyla giderek belirginleşen kamplaşma, Ortadoğu’yla sınırlı değildir. Kamplaşma Uzakdoğu’da Çin’e karşı ABD – Japonya ittifakının belirginleşmesiyle sürüyor. Latin Amerika’da ise, anti – Amerikancı dalgaya karşı ABD müdahalesi, tek tek ülkelerde iç savaş hazırlıklarıyla birlikte yürütülüyor. Arjantin’de ABD tekellerinin devletleştirilmesine karşı yüzbinlerin sokaklara dökülmesi, kıtada Şili benzeri karşı devrimci darbelerin hazırlandığının güçlü bir işaretidir.

Kapitalist dünyadaki kamplaşma, emperyalist güçlerin karşılıklı olarak konumlanmasıyla, kurulan, bozulan ve yeniden kurulan ittifaklarla sınırlı kalmıyor; kamplaşma aynı zamanda tek tek ülkelerin bu kamplaşmadaki konumlarının belirginleşmesiyle sürüyor. Kamplaşmaya, bütün ülkeleri içine alan bir silahlanma eşlik ediyor.

Emperyalist devletlerin bütçelerinden silahlanmaya ayırdıkları paylar sürekli olarak artı-yor: Krizin başlangıcı olarak kabul edilen 2007 ile 2010 yılları arasında, krizin yol açtığı ekonomik gerilemeye rağmen, belli başlı emperyalist devletlerin silahlanmaya ayırdıkları paylar oran olarak ABD’de % 25.4, Çin’de % 96, Fransa’da % 14.3, İngiltere’de % 9.3, Rusya’da % 48.5, Japonya’da % 17.9, Almanya’da % 26.8, İtalya’da % 15.4 arttı ( ayrıntılı bilgi için bak. Söz ve Eylem, sayı 9, s.44). Buna bir de tek tek ülkelerdeki silahlanma eklendiğinde savaş tehdidinin büyüklüğü daha bir netleşmektedir. Sırf bu rakamlar bile fiili olarak sürmekte olan savaşın, bölgesel savaşlarla geçiştirilemez olduğunu göstermeye yeterlidir.

Dünyanın yaşadığı her iki büyük paylaşım savaşı öncesinde, burjuva pasifistlerin ve küçük burjuva sosyalistlerinin ileri sürdüğü gibi, silahların artan etkinliğinden ve savaşın yıkıcı-lığından hareketle, bir paylaşım savaşının olamayacağını ileri sürmek, sermaye hareketiyle savaş arasındaki nesnel ilişkiyi görememektir. Savaşı bu nesnel ilişkiden koparıp bir niyet sorunu olarak algılamak, olmayan burjuva hümanizmine teslim olmaktır. Bu algı biçimi nasıl ki geçmişteki savaşları önleyememişse, bugünkü savaşı da önleyemez. Savaşı önleyecek tek yol, işçi sınıfının savaşı devrimle karşılayabilmesidir.

Kriz ve Sınıf Mücadelesi

Marx, üretici güçlerin gelişmesi, kapitalizmin genel krizi ve sınıf çelişkilerinin bir toplumsal altüst oluşa yol açacak ölçüde keskinleşmesi arasındaki ilişkiyi sermaye hareketinin nesnel karakteri olarak ortaya koyar. Marx’ın, sermaye hareketinin çözümlenmesinden çıkardığı bu ilişki kapitalizmin ilk genel krizinin yaşandığı 1825 yılından bugüne, kapitalist gelişme ve sınıf mücadelesi pratiği tarafından yeniden ve yeniden doğrulandı.

Marx, 1848 – 49 Avrupa devrimlerinin yenilgisinden sonra, krizle devrim arasındaki ilişkiyi son derece özlü bir ifadeyle şöyle özetledi: “ Burjuva toplumun üretken güçlerinin, burjuva ilişkileri çerçevesinde, tam bir bolluk içinde geliştiği bu genel gönenç döneminde, gerçek bir devrim söz konusu olamaz. Böyle bir devrim, ancak şu iki etmen, modern üretken güçler ile burjuva üretim biçimlerinin çatıştıkları dönemlerde olanaklıdır. Kıtadaki düzen partilerinin ayrı ayrı hiziplerinin temsilcilerinin, karşılıklı olarak birbirini karalayarak şu anda girişmiş oldukları çeşitli kavgalar, yeni devrimler için vesile yaratmak şöyle dursun, tam tersine, ancak şu anda ilişkiler tabanının bu kadar sağlam olmasından ( ve gericiliğin bilmediği bir şey) bu kadar burjuva olmasından ötürü olanaklıdır. Burjuva gelişmeyi durduran her türlü gerici girişim, nasıl bu temele çarpıp kırılmaya mahkûmsa, demokratların bütün ahlaki öfkelenmeleri ya da bütün heyecanlı söylevleri aynı akıbete uğramaya mahkûmdur. Yeni bir devrim ancak yeni bir bunalımdan sonra olanaklı olacaktır. Ama birincisi, ikincisi kadar kaçınılmazdır.” ( aktaran Emile Bottigelli, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın sunuş yazısı, Sol Yay., s.9)

Marks; kriz – devrim ilişkisini tek tek ülkeler bazında değil de, dünya ölçüsünde bir neden-sonuç ilişkisi olarak ele alır. Bu ilişkide sözü edilen kaçınılmazlık, neden-sonuç arasında kendiliğinden bir ilişkiyi anlatmaz. Çünkü doğal süreçlerden farklı olan toplumsal süreçlerde neden-sonuç ilişkisi kendiliğinden gerçekleşmez, tersine toplumsal ve siyasal öznelerin ( sınıflar ve partiler) karşılıklı çatışmasına bağlı olarak gerçekleşir. Devrimin koşullarını olgunlaştıran krizlerin, kaçınılmaz olarak devrimle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı, ancak karşı karşıya gelen sınıfların konumları ve güçleriyle belirlenir.

Bu çatışmanın verili bir zaman ve mekânda devrimle sonuçlanamaması, kaçınılmazlığı ortadan kaldırmaz. Sadece kaçınılmaz olanın, koşullar, güçler vb. nedeniyle gerçekleşemediğini gösterir. Ama buna rağmen kaçınılmazlık zaman ve mekândan bağımsız olarak, bir neden-sonuç ilişkisi olarak varlığını sürdürür. Sonuca yol açacak koşulları yaratan neden ortadan kalkmadığı sürece, aynı koşulları üretmeye devam eder, ta ki kaçınılmaz olan gerçekleşene dek.

Lenin, Marx’ın kriz – devrim ilişkisini kapitalist gelişmenin emperyalist aşamasına uyarlayarak, kriz – savaş ve devrim ilişkisi olarak yeniden formüle etti.

Son beş yıldır dünyada yaşananlar, on yıllardır burjuva ideologlarının, bir daha asla olmayacağını ileri sürdükleri, değiştirilemez olarak vaaz ettikleri krizsiz kapitalizm tablosunu altüst ederek, Lenin’in, kriz – savaş ve devrim formülasyönünün nesnelliğini ve gücünü bir kez daha ortaya koydu. Kapitalizm, reel sosyalizm karşısında kazandığı zaferi doyasıya yaşayamadan yeniden  devrim kabusuyla karşı karşıya geldi.

Ulusal ve uluslararası alanda farklı sermaye grupları, tekeller ve emperyalist devletler arasındaki çelişkileri keskinleştirerek rekabeti çatışmaya dönüştüren kriz kapitalist üretim tarzının temel çelişkisi olan emek sermaye çelişkisini de keskinleştiriyor. Olağan dönemlerde üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uyum ve bu uyumun siyasal biçimi olan uzlaşma yerini çatışmaya bırakıyor. Üretici güçler kullanımlarının kapitalist biçimine yeniden baş kaldırıyor. Ekonomik kriz siyasal krize dönüşüyor.

Kriz koşullarında sınıfların karşılıklı konumlanışlarını, güç ilişkilerini, örgütlenme ve bilinç düzeylerini yansıtan eski denge bozuluyor. Bozulan denge küllenen çatışmayı yeniden alevlendiriyor. Çeşitli yol ve araçlarla ekonomik, politik ve ideolojik olarak sisteme entegre edilerek pasifize edilen sınıf hareketi, yeni koşullarda yeni bir ivme ile tarih sahnesine dönüyor. Sınıf mücadelesi yeniden tarihsel sürecin başat aktörü haline geliyor. Kendiliğinden eylemler- den, bilinçli-örgütlü eylemlere doğru ileri sıçrayışlarla, geri düşüşlerin birbirini izlediği zikzaklı bir yolda ağır aksak bir yürüyüşe geçiyor. Tarihin tekerleği sessiz geçen onlarca yılın öcünü alırcasına hızla dönmeye başlarken, dünya yeni bir devrimci dalganın içine giriyor.”(Söz ve Eylem, Sayı 9)

Krizin sınıf mücadelesi üzerindeki etkisi farklı ülkelerde farklı biçimlere bürünüyor. Bu etki altında kitlelerin ekonomik mücadelesi – kendiliğinden mücadele- hemen her yerde boy veriyor. Son kırk yılı kendi burjuvazisinin dünya sömürüsünden verdiği karıntılarla sınıfsal konumundan uzaklaşan Avrupa işçi sınıfı içine hapsolduğu uzlaşma ve sessizlikten sıyrılıyor. Ekonomik demokratik hakların gaspına karşı Avrupa’nın tümünde kitle hareketleri eşgüdümlenerek sürüyor. Kasım ayında Avrupa’nın 27 ülkesinde aynı anda başlatılan grev yaşlı kıtanın sınıf hareketi tarihinde yeni ve zikzaklı bir sürecin habercisidir.

ülkelerde parlamentolar işlevsizleşiyor. Parlamentoya dayalı hükümetlerin yerini, teknokrat hükümetler alıyor. Koyu burjuva diktatörlüklerin hüküm sürdüğü Mısır, Tunus ve Yemen’de ise kitlelerdeki hareketlenme kısa sürede başkaldırılara dönüştü. Devrimci bilinç ve örgütle buluşamayan başkaldırılar, tarihteki benzerleri gibi, burjuvazinin yeni fraksiyonlarının iktidara taşınmasıyla sonuçlandı. Bugün bu ülkelerde başkaldıranların demokrasi ve özgürlük özlemleri, “yeni firavunların” eskiyi aratmayan baskı ve zulmü altında eziliyor.

Bu başkaldırıların örgütlü burjuva fraksiyonlar tarafından manipüle edilerek, burjuva iktidar değişikliklerinin bir aracı olarak kullanılmalarından hareketle, kitlelerin ayağa kalkmasını emperyalist burjuvazinin bir manipülasyonu olarak nitelendirmek ne kadar sorunluysa, bu başkaldırıları devrimci bir değişim olarak nitelendirmek de aynı ölçüde sorunludur

Birbirlerine zıt olarak görünen bu iki yaklaşımın ortak yanı, biri kitlelerin devrimci enerjisi-ne derin bir güvensizliği, ötekisi de kendiliğin-den harekete tapınan burjuva kuyrukçuluğunun iki farklı biçimi olmalarıdır.

Başkaldırıların burjuva iktidarla sonuçlanmaları, başkaldıranların bir emperyalist manipülasyon sonucu olarak başkaldırdıklarını değil, kendine komünist bir yol bulamayan başkaldırının, ne kadar güçlü olursa olsun, eninde sonunda burjuva iktidarların bir aracı olmaktan kurtulamadıklarını gösterir.

Ama sonuç nasıl olursa olsun, başkaldırılar var olan dengeyi altüst ederek kitlelerin kendi güçlerine güvenlerini tazelemiştir. On yılların despotizmi üzerine binen krizin çelişkileri keskinleştirici etkisi eski dengeyi bozmuş, taşlar yerinden oynamıştır. Bozulan bu denge üzerinde eski dengeyi yeniden kurmak mümkün değildir. Nitekim bu ülkelerde ve özellikle Mısır’da devam eden süreç, bozulan dengenin eski tarzda yeniden kurulamayacağını gösteri-yor.

Kriz bütün dünyada, ağır aksak da olsa gelişen işçi ve emekçi hareketi biçiminde kendini ortaya koyuyor. Latin Amerika’da bir yandan anti – Amerikancı dalga yükselirken, öte yan- dan işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki mücadele bir emperyalist müdahale olasılığıyla birlikte iç savaş olasılığını güçlendiriyor.

Kısacası kriz dünyanın hemen her köşesinde burjuvazinin iç çelişkileriyle birlikte emek-sermaye çelişkisini de keskinleştirerek siyasi bir krize doğru yol alıyor.

Türkiye; Kriz, Savaş ve Sınıf Mücadelesi

12 Eylül’e Türk kapitalizm tarihinde bir dönüm noktası olma özelliğini kazandıran; sadece burjuvazinin yaşadığı ölüm korkusunun dışa vurumu olan işçi sınıfına ve devrimci örgütlenmelere karşı kullandığı şiddetin dozu değil, aynı zamanda devletin ideolojik, siyasal ve ekonomik yeniden örgütlenmesine tuttuğu yerdir.

Devletin bu yeniden dizaynı; 1980 – 2003 yılları arasında Kürt özgürlük mücadelesinin düzeni istikrarsızlaştırıcı etkisi, konjonktürde-ki değişmeler, iç siyasal çalkantılar ve ekonomik sorunların yol açtığı kesintilerin ardından 2003’de AKP’nin iktidara taşınmasıyla hızlanarak sürdü. Ve on yıllık AKP iktidarı döneminde temel hatlarıyla tamamlandı.

Bu örgütlenmenin önemli unsurlarından biri, sınıf mücadelesi ve Kürt özgürlük hareketinin yıpratıcı etkileriyle artık devleti taşıyamaz hale gelen Kemalizm’in, İslâm’la sentezlenerek, “İslami Kemalizm” biçiminde devletin resmi ideolojisi olarak örgütlenmesidir. Devletin bas-kı (ordu, polis) ve bürokratik aygıtları bu ideolojik temel üzerinde yeniden dizayn edildi. Bunu, ekonominin yeniden dizaynı izledi.

Devletin ideolojik, siyasal ve ekonomik yeniden dizaynı; değişim, AB normları ve demokrasi maskesi altında, tepkiler minimize edilerek gerçekleştirildi. Anayasa referandumu, liberalinden sosyalistine geniş bir toplumsal tabana dayandırılan bu demokrasi şarlatanlığının en

tepe noktasını oluşturdu. İdeolojik, siyasal ve ekonomik yapılandırma, AKP’nin ideolojik konumundan kaynaklanan kimi çalkantılara yol açmış olsa da, devletin bütün kurumları ve burjuva partilerin konsensüsüyle gerçekleşti. AKP, bu süreçte ulusal ve uluslararası tekellerin en sadık partisi olarak sivrildi. Tekelci çevrelerden zaman zaman yükselen yarım ağız eleştiriler, bu gerçeği değiştirmiyor.

Öte yandan yeniden dizaynın AKP eliyle gerçekleştirilmesi, bugün liberal çevrelerden ‘sosyalistlere’ kadar geniş bir kesimde dillendirilen “AKP devleti” ya da “AKP diktatörlüğü” biçiminde bir yanılsamaya yol açtı. Bu yanılsamanın taşıdığı asıl tehlike sınıf mücadelesinin, düzen sınırları içine çekilerek burjuva partiler arasında bir mücadeleye indirgenmesidir. Burjuvazinin baskı ve terörü arttıkça, bu yanılsamanın yarattığı tehlike de artmaktadır.

Son birkaç yılda yaşananlar, demokrasi maskesi altında yeniden dizayn edilen devletin, zihniyet ve işlev olarak “dünkü devlet”in bir devamı olduğunu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlıyor.

En küçük hak arama eyleminin polis copu ve biber gazıyla engellenmesi, sendikasızlaştırmanın, işten atılmanın, güvencesiz çalıştırmanın birbirini izleyen yasalarla yasallaştırılması, Roboski’de olduğu gibi Kürt halkına yönelik katliamların devam etmesi, köylerin boşaltılması, koruculuk sisteminin güncellenmesi, Kürtlere yönelik yığınsal tutuklamalar, BDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması tehdidi, telefon dinlemeleri ve gizli tanıklığa dayalı yargı sistemiyle biçilen ağır cezalar, faili meçhullere yenileri eklenerek unutturulurken, göstermelik darbe yargılamaları vb. bütün bunlar, burjuva siyasette değişen bir şey olmadığını, devletin baskı ve katliam geleneğine sadık kaldığını gösteriyor. Aradaki fark, bugün bütün bunların eskisinden çok daha sistemli ve örgütlü yapılmasıdır.

Devletin iç savaş örgütü olarak yapılandırılması, kapitalizmin uluslararası işbölümü çerçevesinde, ekonominin yeniden yapılandırılmasıyla paralel gelişti. Özelleştirmelere eşlik eden sanayinin taşeronlaşması ile sermayenin bileşimi değişti. Kapitalist işbölümünün öngördüğü ihracata dayalı ekonomik model, ekonomide taşeronlaşmayı olanaklı kılan ucuz işgücüyle sürdürüldü. 2001 kriziyle çöken mali sistem, sıcak parayı çekecek ve taşeronlaşmayı sağlayacak enstrümanlarla yeniden düzenlendi. Türk ekonomisi bu önlemlerle 2007 krizine nispeten hazırlıklı girdi. Ucuz işgücü ve sıcak para akışını sağlayan yüksek kâr garantisiyle krizin ilk etkilerini önemli ölçüde dengeleyebildi.

Ancak bugün bu tablo dünya pazarında, özellikle Türkiye’nin ihracatında önemli bir yer tutan otomotiv sektöründe yaşanan daralma ( 2012’de dünya otomotiv üretimi % 11 daraldı) ve sıcak para girişindeki yavaşlamayla birlikte tersine dönüyor. Büyümede gerileme, ihracat-ta küçülme, cari açıktaki artış ve özellikle son yıllarda Türk ekonomisinde lokomotif görevi üstlenen inşaat sektöründeki durgunluk ekonomide ağır bir krizin sinyallerini veriyor.

Son on yılda ekonomik büyüme ve Kürt hal-kına karşı yürütülen savaş, yükselen dolaysız vergiler, sıcak para ve dış borçla finanse edildi. Bu yıllar içinde dış borç stoku katlanarak ar-tarken, Türkiye’nin emperyalist sisteme ekonomik ve siyasal bağımlılığı da perçinlendi. Bu durum kendini en başta, sürmekte olan emperyalist savaşta Türkiye’nin üstlendiği rolle orta-ya koyuyor.

Türkiye’nin Libya’da ABD – İngiltere ve Fransa ittifakı içinde üstlendiği rol, Suriye ve İran’a yönelik emperyalist müdahaleyle birlik-te artarak sürüyor. NATO’nun operasyon üssü, İzmir’e taşındı. Suriye müdahalesi Türkiye’den yönetiliyor. “Özgür Suriye Ordusu”nun karargâhı Türkiye’de. Türkiye, Suriye’deki emperyalist müdahaleye sadece üs ve lojistik destek sağlamakla kalmıyor, bizzat savaşı yönetiyor.

Türkiye’nin Suriye’de yürütülen emperyalist müdahaleye bu ölçüde angaje olmasını, doğru-dan emperyalist bağımlılığın bir sonucu olarak görmek son derece sığ bir yaklaşımdır. Tersi-ne, Türkiye’nin bu yönelimi ilgili emperyalist devletlerin amaçlarına olduğu kadar, Türk burjuvazisinin amaçlarına da denk düşüyor. Türk burjuvazisinin emperyalist bir savaşa böylesi-ne doludizgin girmesinin altındaki temel saik, emperyalist savaşı Kürt halkına karşı bir imha savaşına dönüştürme çabasıdır. Bugün bu çaba, Türkiye’nin Suriye’ye doğrudan müdahaleyi başlatmak için giriştiği provokasyonlara rağmen, konjonktüre ( uluslararası güç dengeleri-ne) çarparak, başarısızlığa uğradı.

ABD ve Rusya’yı karşı karşıya getirme potansiyeli taşıyan, İran’ı da kapsaması kaçınılmaz olan Suriye müdahalesinin, bu güçler tarafından bir uzlaşmayla çözme girişimi sadece Türkiye’nin çabalarını boşa çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda savaşı bir iç savaşa dönüştürerek, bertaraf etmeyi planladığı tehdidin daha da büyümesine yol açtı. Batı Kürdistan’da Kürt özerk bölgesinin ilânı, Türkiye’nin bütün planlarını altüst etti. ABD’nin Rusya ile girdiği uzlaşma Suriye’de muhalefetin yeniden örgütlenmesine yol açarken, Türkiye’nin Suriye’ye müdahaledeki rolü de önemsizleşti. Ancak bu durum, Türkiye’nin bölgede bir cephe ülkesi olarak tahkim edilmesinden vazgeçildiği an-lamına gelmediği gibi, ABD – İsrail – Türki-ye ilişkilerinin de gerildiği anlamına gelmiyor. ABD ve İsrail’in Ortadoğu’daki hedeflerine ulaşabilmeleri için Türkiye’nin taşıdığı önem, yaşanan kısmi anlaşmazlıkları, gerilimleri ve efelenmeleri tolere ediyor.

Suriye’ye yönelik doğrudan müdahale eğiliminin zayıflamasına rağmen, emperyalist savaşın büyüme eğilimine bağlı olarak Türkiye’nin tahkimi hız kesmeden sürüyor. Savaş tezkeresinin mecliste onaylanmasının ardından, ABD’nin Türkiye’de Operasyonel Merkez adıyla yeni bir karargâh kurması, füze radar üssünün Malatya’da konuşlandırılması ve

altı adet Patriot bataryasıyla birlikte 1000’in üzerine ABD, Almanya ve Hollanda askerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi, sorunun Suriye sorunu olmadığını, İran başta olmak üzere Ortadoğu’nun tümünü kapsayarak Kafkaslara yayılacak bir emperyalist savaş hazırlığının adım adım yürütüldüğünü gösteriyor.

Bir cephe ülkesi olarak tahkimi, Türkiye’nin bölgedeki yalıtılmışlığını da arttırıyor. Suriye’den sonra İran ve Irakla Türkiye arasındaki gerilim büyüyor. Türkiye yalnızlaştıkça bölge ülkelerine karşı düşmanca tavırları da artıyor

Kürt Sorununda Yeni Aşama

Güney Kürdistan’dan sonra Batı Kürdistan’da da Kürt özerk bölgesinin oluşması, Kürt sorununda yeni bir aşamaya işaret ediyor. Kısa vadede olmasa da, bölgede birleşik bir Kürdistan’ın kurulma olasılığı güçleniyor. Batı Kürdistan’da kurulan özerklik, hem kuzey-de Kürt özgürlük mücadelesini ivmelendirdi, hem de Güneydeki Kürdistan Bölgesel Yöne-timini önemli ölçüde rahatlattı. Bu gelişmeyle Türkiye’nin Barzani yönetimi üzerindeki etkisi de zayıfladı. Barzani’yi Kürt özgürlük hareketi-ne karşı kullanma girişimleri etkisizleşiyor.

Kürt özgürlük hareketi, bölgedeki bu yeni durumdan yararlanarak güçlenmesini sürdürüyor. Bahar eylemliliğinin ardından hapishanelerde başlayarak toplumun hemen tüm kesimlerinde şu ya da bu biçimde yankılanan açlık grevi, Kürt halkının büyüyen irade ve kararlı-lığını başka araçlarla ortaya koydu. Açlık grevcileriyle bütünleşen Kürt halkı iradesini Öcalan nezdinde tekleştirdi. Ancak bu durum önümüzdeki dönemde Öcalan üzerindeki baskıyı daha da artıracaktır. Açlık grevi sürerken idam cezasının geri getirileceğinin dillendirilmesi, gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden bağımsız olarak, Öcalan üzerindeki baskının artacağının somut işaretidir.

Suriye’ye müdahalenin ortaya çıkardığı durum, Türkiye’nin karşısındaki Kürt ulusal cephesini büyüterek, devleti, birbiriyle irtibatlı üç cephede birden mücadele etmekle karşı karşı-ya bıraktı. Güney Kürdistan’da Kürt bölgesel yönetimi ile Irak merkezi hükümeti arasında yaşanan gerilim, Türkiye’yi umutlandırsa da, Barzani’nin silâhını bir kez daha asla Kürtlere çevirmeyeceğini açıklaması, Türkiye’nin hevesini kursağında bıraktı. Bu açıklama, Barzani’nin Kürt özgürlük hareketine karşı kullanılma olasılığını zayıflatıyor.

Batı Kürdistan’da kurulan Kürt özerk bölgesi sadece Güney Kürdistan’ın mevcut konumunu güçlendirmekle kalmıyor, Kuzeyde de mücadelenin yükselmesinin koşullarını olgunlaştırıyor. Bu durum Türkiye’yi harekete geçiriyor. Batı Kürdistan’da oluşan Kürt özerk bölgesini, daha kendini tam olarak yerleştirmeden boğmaya çabalıyor. Suriye müdahalesinden eline kalan söz konusu “Özgür Suriye Ordusu” içinde denetlediği grupları PYD’nin üzerine sürüyor. Bu grupların saldırılarını bizzat Kürt bölgelerini bombalayarak kolaylaştırıyor. Türkiye’nin bü-tün bu girişimleri, provokasyonları Kürt ulusal birliğine çarparak parçalanıyor.

Kuzeyde Kürt özgürlük hareketinin Kürt halkıyla bütünleşme süreci güçleniyor. Yığınsal tutuklamaların yol açtığı olumsuzluklara rağmen BDP’de oluşan Kürt ulusal birliğinin etkinliği artıyor. Bölgede CHP ve MHP’den sonra cemaat ve AKP’nin varlık koşulları, oy tabanı geriliyor. Bu gelişme karşısında devlet Hizbullah’ı yeniden, bir siyasal parti hüviyetiyle devreye sokuyor.

Süreç üzerindeki denetimini tümden kaybeden devlet, strateji üzerine strateji değiştirmek zorunda kalıyor.

Bir yandan Kürt özgürlük hareketine karşı operasyonlar şiddetini artırarak sürüyor, geçmişteki gibi “güvenlik” gerekçesiyle köyler boşaltılıyor. Gündelik rutin bir uygulamaya dönüşen BDP’yi istikrarsızlaştırma ve bölme girişimleri hızlanıyor; öte yandan tüm bunlar olmuyormuş gibi, yumuşama sinyalleri verili-yor, görüşmelerin yeniden başlayacağı havası yayılıyor. Başbakan’ın milliyetçi, şoven ve imhacı söylemi, cumhurbaşkanı ve hükümet sözcülerinin “makul” açıklamalarıyla dengeleniyor. Devletin uyguladığı bu iki taktik, bir işbölümü ve rol değişimi hazırlığı biçiminde sürdürülüyor. Üslup farklılığının ötesine geçmeyen bu stratejiyle Kürt halkına ölümle, sonu yine ölümle sonuçlanacak sıtma arasında bir seçenek sunuluyor.

Liberallerden Kürt özgürlük hareketine ya-kın çevrelere ve hatta sosyalistlere kadar geniş bir yelpazede önemsenen bu üslup farkında “barışçı çözüm”ün şifreleri aranıyor. İçi boşaltılmış bir “barışçı çözüm” söylemi, Kürt özgür-lük hareketinin tasfiyesini öngören bir baskı aracı olarak kullanılmaya dönüşüyor.

Kürt sorununun çözümü demokratik özerklik çerçevesini aştıkça, devletin oyalama taktiği “kültürel özerlik” olarak öne çıkıyor. Kürtçenin seçmeli ders olması, ana dilde savunma hakkının yasalaştırılması hazırlığı, bu taktiğin yeni unsurlarıdır. Hatta devlet Kürt özgürlük hareketinin silâh bırakması koşuluyla bunlara ana dilde eğitim yapan özel okulları da eklemeye hazırdır.

Devletin farklı renklere boyayıp ileri sürdüğü bu taktik, temelde Kürt özgürlük hareketinin tasfiyesine yöneliktir. Amaç, savaşarak tasfiye edilemeyenin “barışçıl çözüm” adı altında tasfiye edilmesidir.

Geçmişte birçok kez denenen ve her seferinde Kürt özgürlük hareketi tarafından bozulan bu oyunun bugün yeniden ısıtılarak bir kez daha sahnelenmesi, Türk burjuvazisinin gücü-nün değil, güçsüzlüğünün göstergesidir.

***

Olasılıklar ve Olanaklar-2 –

Üretici Güçler ve Sınıf Mücadelesi

Bugün Türkiye işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu durumu; kapitalist sistemde son 30 yıl içinde meydana gelen gelişmelerden bağımsız olarak ele almak mümkün değildir.

19. yüzyıl ortalarında üretici güçlerdeki gelişme, kapitalist üretim sürecinde ve sınıf mücadelesinde önemli değişmelere yol açtı. Sanayinin manifaktür aşamasından makineli üretime geçişiyle birlikte, hem kapitalist meta üretim süreci değişime uğradı, hem de kapitalist sistemde yeni bir işbölümü oluştu. Manifaktür üretiminin son döneminde artan hammadde ihtiyacının dışarıdan ( sömürgelerden) karşılanmaya başlanmasıyla, kapitalist meta üretimi de ulusal pazarda başlayıp biten bir süreç olmaktan çıktı. Üretim sürecinin bu özelliği, makineli üretime geçişle daha da belirginleşti. Makineli üretimin olanaklı hale getirdiği yığınsal meta üretiminin koşullandırdığı hammaddelerin artan önemi, dünya çapında yeni bir işbölümünün doğmasına yol açtı. Kapitalist üretim tarzının gelişmiş olduğu ülkeler, sanayi üretiminde ilerilerken, dünyanın geri kalanı -sömürgeler ve geri ülkeler- tarımsal üretim ve hammadde kaynaklarıyla sanayinin hizmetine girdi. Bu, aynı zamanda sanayinin ticarete doğrudan el atması demekti. Böylece ticaretin sanayi karşısındaki eski üstünlüğü son bulurken, ticari krizler sanayi krizlerine, ticari savaşlar da pazar savaşlarına dönüştü.

Geçen yüzyılın başında kapitalizmin tekelci kapitalizme -emperyalizm- yükselmesiyle mevcut uluslararası işbölümü, hafif sanayi dallarının süreç içinde daha az gelişmiş ülkelere – ucuz işgücüne – kaymasıyla daha da pekişti. Tekelci aşamada mali sermayenin ve sermaye ihracının artan önemiyle birlikte mevcut işbölümü temelinde, daha geri ülkelerin sanayi bakımından daha gelişmiş ülkelerin denetimine girdiği yeni bir bağımlılık ilişkisi kuruldu.

Aynı zamanda sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme düzeyinin yükselmesi, büyümesi demek olan bu sürece, hızlı ve yığınsal bir proleterleşme süreci eşlik etti. Ayrıca sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesine paralel olarak işçi sınıfı da büyük fabrikalarda toplulaştı.

Kapitalist meta üretiminde meydana gelen bu değişimin sınıf mücadelesi üzerindeki en önemli etkisi; işçinin bireysel etkinliğinin kolektif etkinlikle yer değiştirmesi, bu temelde sendikal mücadelenin – ekonomik mücadele – serpilip gelişmesi oldu.

20. yüzyılın başında yaşanan bu değişim ve bunun sınıf mücadelesi üzerinde yarattığı etkiler, başlıbaşına bir inceleme ve başka bir yazı konusudur. Ancak burada şu kadarını belirtmek gerekir ki sendikal mücadelenin güçlenmesi, otomatik olarak sınıfın siyasal mücadelesinin güçlenmesine yol açmadı. Tersine, işçi hareketi içinde “ekonomizm, Bernsteincılık,  Menşevizm …” gibi yeni eğilimler ve yeni bölünmeler bu süreçte ortaya çıktı.

Üretici güçlerde ortaya çıkan -özellikle de  II. Paylaşım Savaşı’nın yol açtığı sanayi yıkımından sonra yaşanan- hızlı gelişme, günümüzde hem kapitalist meta üretim sürecinde hem de dünya kapitalist işbölümünde önemli değişmelere yol açtı. Özellikle son 30 yılda üretici güçlerdeki gelişmeyle sanayide kullanılan makinelerin boyutları küçülürken, işlevleri ve kapasiteleri büyüdü. En önemlisi de üretici güçlerdeki gelişme, meta üretiminde yüksek bir standardizasyonu olanaklı hale getirdi. Bu gelişmelerle meta üretim sürecinin mekânsal birliği bir kez daha parçalandı. Meta üretim süreci, dışarıdan hammadde tedarikiyle bir mekânda – fabrika vb. – başlayıp biten bir süreç olmaktan çıkıp metaların farklı parçalarının farklı mekân ve ülkelerde üretilmesi ve sonra da bir araya getirilerek birleştirilmesinden oluşan bir sürece dönüştü. Meta üretim sürecindeki bu değişim, aynı zamanda kapitalist sistemde yeni bir işbölümünün de temeli oldu.

Parça üretimi üzerinden bir meta üretim sürecinin olanaklı hale gelmesiyle, emperyalist tekeller üretimlerinin bazı bölümlerini daha ucuz işgücünün olduğu alanlara – geri ülkelere – kaydırma olanağını elde etti. Böylece tekellerin çevresinde, onlara ya doğrudan bağlı, ya da tedarikçi anlaşmalarla hizmet eden bir “taşeron” sermaye oluştu. Tekeller için aynı zamanda ucuz işgücüne doğrudan ulaşma olanağı sağlayan bu taşeronlaşma ile, tekeller aynı zamanda üretici güçlerdeki gelişmenin kâr oranları üzerindeki azaltıcı baskısını da önemli ölçüde etkisizleştirme olanağını elde etti.

Üretici güçlerdeki gelişmenin sağladığı yüksek düzeyde üretim standardizasyonu, parça üretimi üzerinden bir meta üretim sürecini olanaklı kılarken, iletişim ve ulaşım alanındaki gelişmeler de üretim sürecinin mekânsal bölünmesinin yol açabileceği denetim zaaflarını ve zaman kayıplarını en aza indirgeyerek bu süreci destekledi.

Eski  işbölümü üzerinde gerçekleşen –yukarıda açıkladığımız- bu yeni işbölümünde, gelişmiş kapitalist ülkeler – emperyalist ülkeler – teknoloji üretimi, lüks meta üretimi ve ucuz işgücüyle üretilen parçaların bir araya getirilmesi biçiminde bir sanayi üretiminde yoğunlaşırken, gelişmekte olan ülkeler eski işbölümündeki rollerinin  – tarımsal madde ve hammadde üretimi – yanında ucuz ve yığınsal meta üretimi ve parça üretimiyle bu sanayinin hizmetine girdi.

Gelişmekte olan ülkelerdeki irili ufaklı firmaların özelleştirme, satın alma, ortak olma ve tedarikçi anlaşmalarla emperyalist tekellere bağlanması üzerinden gerçeklik kazanan bu işbölümüyle birlikte eski işbölümünün bu ülkelere dayattığı  “ithal ikameci kalkınma modeli” de ithalat temel kalmak kaydıyla, ihracata dayalı bir kalkınma modeli ile yer değiştirdi. Bu değişim, sanıldığı gibi dünya ticaretinin az gelişmiş ekonomilere açıldığı anlamına gelmiyor. Tersine, bu ülkelerin ihracatçı gözükmesine yol açan asıl etken, bu yeni işbölümünün dayandığı parça üretiminin ihracıdır.

Bu işbölümünün kapitalist sistemde önemli bir yaygınlığa ulaştığı 1900’lü yılların sonunda, büyük tekellerin kendilerine bağlı “taşeron” şirketlerle olan iç ticaretinin dünya ticareti içindeki payının % 40’lara varması, gelişmekte olan ülkeler için “ihracata dayalı sanayileşme” olarak lanse edilen sürecin gerçek karakterini ortaya koymaktadır.

Üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak, meta üretim sürecinde meydana gelen değişikliğin, bir uluslararası işbölümüne yol açması iki önemli faktöre bağlı olarak gerçekleşti. Bunlardan birincisi, sermaye akışını kolaylaştıracak olan yüksek bir sermaye risk güvenliğinin sağlanması, ikincisi ise, ucuz ve sorunsuz bir işgücünün varlığıdır. Birbirini koşullayan bu iki koşul da 1980 sonrası süreçte oluştular.  Sermaye akışının zorunlu kıldığı risk güvenliği özellikle 1980 sonrasında ticareti ve mali piyasaları yeniden düzenleyen bir dizi uluslararası anlaşmayla riskleri en aza düşürecek ölçüde sağlandı. 1990 sonrası Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve bunun işçi hareketinde yol açtığı ideolojik, politik ve örgütsel dağılma ile sermaye risk güvenliği belki de kendi tarihi içinde en üst noktaya vardı. İkinci koşul olan ucuz işgücünün hazır hale getirilmesi ise,  bir yandan gelişmekte olan ülkelerde, işçi sınıfının sahip olduğu bütün hakları ortadan kaldıracak bir gerici politik iklimin oluşturulması, öte yandan da yeni ucuz işgücünün devreye sokulmasıyla gerçekleştirildi.

Kapitalist üretim sürecinde ve uluslararası işbölümünde orya çıkan bu değişimin sınıf mücadelesi üzerindeki etkilerine gelince; her şeyden önce, bu süreç işçi sınıfının bileşiminde ve mücadele koşullarında önemli değişikliklere yol açtı. İmalat sanayindeki küçülmeye karşın, hizmetler sektörünün geleneksel hizmet alanlarının artı-değer sömürüsüne eklemlenmesiyle büyüdü. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, yeni işbölümüne dayalı hızlı ekonomik büyüme ( nispeten hızlı) ile nüfusun yeni kesimleri proletaryanın saflarına katıldı. Parça üretimine dayalı olarak büyük fabrikaların küçülmesi, işçi sınıfı içindeki bölünmeleri de çoğalttı. Taşeronlaşma olarak adlandırılan güvencesiz ve esnek çalışma üretim sürecinin tümünün egemen karakteri oldu. Bu süreci, sendikasızlaştırma ve sendikaların da etkisizleşmesi süreci izledi.

Bu süreç; aynı zamanda, uzun bir dönemdir işçi hareketinde egemen olan sendikal harekete dayalı bir siyasal mücadele anlayışının iflasının da son noktası oldu. Siyasal mücadeleden uzaklaşmış işçi sınıfının ekonomik mücadelesini yürütme yeteneğini kaybetmesinin kaçınılmazlığı gibi, sendikal hareketin temeli üzerinde kurulu bir siyasal mücadele anlayışının çıkışsızlığı da sınıf mücadelesinin son elli yıllık deneyimiyle bir kez daha kanıtlanmıştır.

Türkiye’nin bu yeni kapitalist işbölümü içinde yer alışı, 12 Eylül darbesi koşullarında gerçekleşti. Süreç, işçi sınıfının ekonomik, politik örgütlülüğünün dağıtılması, DİSK’in kapatılması, DİSK’in örgütlü olduğu özel sektörde işçi hakları ve ücretlerin budanmasıyla başlatıldı. Bunu devlet işletmelerinin özelleştirilmesi ve tasfiyesi izledi ve kamu sektörünün  (okullar, hastaneler, belediyeler vb) taşeronlaştırılması, taşeronlaşmanın bütün sanayi ve hizmet sektörlerine egemen kılınmasıyla büyük ölçüde tamamlandı.

Burjuvazinin işçi sınıfına açtığı bu savaş, zaman zaman işçi sınıfında ciddi karşı koyuşlarla ( Netaş grevi, bahar eylemleri”, KESK’in başını çektiği mücadeleler, Tekel eylemi vb) karşılık bulsa da hem siyasal hareketin sürece müdahale edemeyecek ölçüde likide olması, hem de sendikal hareketin devletin denetimi altına girmiş olması, süreci tersine çevirmeye yetmedi. İşçi hareketi, sermayenin saldırılarına karşı girdiği her savunma savaşından biraz daha örselenerek, umut ve güç kaybederek çıktı.

Bu süreç içinde işçi sınıfının bileşiminde de önemli değişmeler oldu. Örneğin, sınıf hareketinin etkisizleştirildiği 80’li ve 90’lı yıllarda kapitalizmin yakaladığı nispeten hızlı büyümenin ve özellikle Kürt halkına karşı yürütülen kural tanımaz savaşın neden olduğu göç sonucu genç bir nüfus işçi sınıfının saflarına katıldı. Gerek işten atılmalar, gerekse işçi sınıfı içinde nispeten örgütlü siyasal hareketlerin yaşadıkları iç likidasyonların doğal sonucu olarak 1970’li yıllarda sendikal harekette etkin bir rol üstlenen aktif işçilerin sınıf mücadelesinin dışına düşmesi, işçi sınıfının deneyimli kesimleriyle sınıfa yeni katılan bu genç işçiler arasında sağlıklı bir ilişkinin kurulmasını engelledi.

İşte bu nedenledir ki “sınıf mücadelesinin nesillere bağlı sürekliliği ve kökleşmesi” bir kez daha kesintiye uğradı. Sendikal ve politik mücadele deneyiminden yoksun yeni nesil genç işçiler, sadece eski önyargılarını sınıf hareketine taşımakla kalmadılar, aynı zamanda daha iyi yaşam arzularını da beraberlerinde getirdiler. Genç işçilerin proleterleşmesinin önünde en önemli engellerden biri olan bu karmaşık ruh hali, onların kolayca burjuva ideolojisinin etkisi altına girmelerine yol açtı. Üstelik bu değişimin, siyasal hareketlerin sınıfla bağlarının koptuğu, dumura uğradığı, sınıfın siyasal hareketlere karşı güvensizliğinin büyüdüğü koşullarda gerçekleşiyor olması, sınıf içindeki burjuva etkiyi daha da güçlendirdi. Ayrıca, topraklarından kopartılarak büyük kentlere göç etmek zorunda bırakılan Kürt yoksullarının işçi sınıfı saflarına katılmasıyla sınıf içinde yeni bir şoven ve hiyerarşik bölünmenin temelleri atılmış oldu. Böylece dinsel ayrışmadan sonra etnik ayrışma da işçi sınıfı saflarına taşındı. Sınıf savaşımı etnik ve dinsel ayrışmanın kalın örtüsüyle örtüldü. Ücret farklılaşmalarına dayanan ve bireysel kurtuluşu temel alan kapitalist rekabetle birlikte etnik ve dinsel ayrıma dayalı rekabette  işçi sınıf bölük bölük bölündü. İşçi sınıfı rekabet içinde bölündükçe, mücadele gücünü kaybederek yoksullaştı, yoksullaştıkça rekabeti daha fazla saflarına çekerek bölündü.

Bu süreç bir sendikasızlaştırma, aynı zamanda burjuva partilere bağlı bir sendikalaşmanın sınıf hareketinde egemen kılınması süreci oldu. Sendikalar AB fonlarından aldıkları paylar ve devletle girdikleri girift ilişkilerle, kendi ayrıcalıklı konumlarını korumanın peşine düşerek işçi sınıfının çıkarlarıyla açık bir uyuşmazlık içine girmekle kalmadılar, her türlü burjuva ideolojisinin, şovenizmin, milliyetçiliğin, tarikatçılığın vb. sınıf içine taşınmasının da aracı oldular. Bugün de burjuvazi, özellikle sendikaları kullanarak işçi sınıfının önemli bir kesimini denetim altında tutuyor.

Bu, bir durum tespitidir. Buradan hareketle sendikal örgütlenmenin, işçi sınıfının sendikal birliğinin sınıf hareketi içindeki yeri ve rolünü abartmak kadar, küçümsemek, hatta bunu “inkâra” vardırmak, düşülebilecek en vahim politik hatadır.

Sendikalar işçi sınıfının kitlesi üzerinde önemli bir etkiye sahiptirler; ne var ki bu etki istikrardan yoksun bir etkidir. Bu etki; sınıf hareketinin genel düzeyine bağlı olarak sınıf mücadelesini geliştirici yönde olabileceği gibi, tersine köstekleyici bir rolü de üstlenebilmektedirler. Bununla birlikte sendikal hareket, işçi sınıfının ideolojisi ve politikasıyla sınıfın en geniş kesimlerinin buluşma alanlarıdır. Sınıfın devrimci partisi bu alanda önder işçilerle buluşarak, onları bilinç ve örgütlülükle donatarak, sınıfın en geri kesimlerine ulaşarak, onlarla politik bağlar kurarak… pratikte de sınıfının öncü partisi olma niteliğini kazanır. Bu nedenle sendikalar, sınıf mücadelesinde önemlidirler. Aynı nedenle burjuvazi sendikal hareketi etkisizleştirmek, yozlaştırmak, denetim altına alabilmek için milyarlar harcıyor; işçi aristokrasisini, reformist hareketleri besliyor. Ve işte tam da bu nedenle işçi sınıfı; sendikal harekete sahip çıkmak, sendikalar üzerindeki burjuva bürokratik denetimi kırıp bu hareketi sınıf mücadelesinin kitlesel – etkin bir aracı olarak yeniden örgütlemek durumundadır. Şüphesiz, sendikal harekete bu tarzda devrimci bir müdahalenin başarısı, her şeyden önce sınıf içinde politik mücadelenin gelişmesine, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesine bağlıdır. İşçi sınıfı üzerinde burjuvazinin bir denetim aracı olan bugünkü sendikal yapının oluşmasının, sınıfın siyasal geriliği üzerinde yükseldiği dikkate alındığında, değişimin de önce işçi sınıfının siyasallaşmasıyla geleceği kolayca görülebilir.

Sınıf  hareketinin bugün içinde bulunduğu her bakımdan gerilik, tek başına “nesnel koşullar”, “devlet teorisi” ve sendikal hareketteki yozlaşma, bürokratlaşma vb. ile açıklanamaz. Bu süreçte en büyük sorumluluk, sınıf adına hareket ettiğini savunan siyasal hareketlerdedir. Çünkü, sınıfın geriliği gibi, ekonomik mücadelenin işlevsizleşmesi de içinde yaşadığımız koşullar kadar, siyasal mücadelenin niteliğiyle, teorik, politik ve pratik mücadele anlayışıyla bağlantılıdır.

Devrimci bireylerin olduğu kadar devrimci partilerin de gerçek nitelikleri, sınıf mücadelesinin sertleştiği, devrimle karşı-devrimin birbirine galebe çalmak için olanca güçlerini seferber ettikleri, yani sınıf mücadelesinin en keskin dönemeçlerinde gizlenemez bir biçimde ortaya çıkar. 12 Eylül, bu açıdan Türkiye devrimci hareketi için tam bir turnusol kâğıdıdır. Sosyalist hareketin hiçbir bileşeninin; gerek teorik, politik ve örgütsel anlayışı, gerekse işçi sınıfıyla ilişkisinin niteliği ve sınıfı hareket ettirme kapasitesi bakımından işçi sınıfının devrimci kurtuluşuna layık öncü bir parti hüviyetine sahip olmadığı, bizzat sınıf savaşımı pratiğiyle ortaya çıkmıştır. Sosyalist hareket, 12 Eylül’e karşı ne bir toplu karşı koyuş gerçekleştirebildi ve ne de mevzilerini koruyarak, en az kayıpla geri çekilmeyi becerebildi. Böylece o dönemin sosyalist hareketinin bileşenlerinin, devrimci bir sınıf partisinin sahip olması gereken iki önemli niteliği de taşımadıkları görüldü.

12 Eylül’le ortaya çıkan örgütsel dayanıksızlık, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sonrasında su yüzüne çıkan ideolojik dayanıksızlıkla birleşince, sosyalist hareketteki örgütsel dağılma ideolojik savrulmayla birleşti.

Sosyalist hareketler “yenilginin” ideolojik, politik ve örgütsel nedenlerini araştıracak, buradan hareketle devrimci sonuçlar çıkaracak yerde, “yenilginin” güç yetmezliğinden kaynaklandığı üzerine temellenen ve güçsüzlüğe dayalı bir birlik anlayışlarından oluşan likidasyonlar zinciriyle likide edildi. Her biri yeni bir dağınıklıkla betimlenen bu likidasyon süreçlerinde var olduğu kadarıyla devrimci ruh da tüketildi.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından ‘nasıl bir sosyalizm’le başlayan ve “Marksizm–Leninizm”in, sınıf mücadelesi temelini sorgulayan ideolojik savrulma, sınıf mücadelesinden topluca göç etmekle sonuçlandı.  Sınıf mücadelesinden bu vazgeçiş; ya sosyalizmin kapitalizme benzer bir otoriterliği içinde barındırdığından hareketle sınıftan koparılmış soyut bir demokrasinin kutsanması biçiminde teorileştirildi ya da sosyalizm uzak bir geleceğe itilerek “demokrasi için mücadele”nin, günün tek gerçek mücadelesi olduğu biçiminde bir oportünizmle sosyalizm mücadelenin üzeri örtüldü. Sonuçta kapitalizmin eğik düzlemine oturan ve hızla aşağı doğru kayan bu iki eğilim aynı noktada birleştiler. Soyut bir demokrasi, insan hakları söylemiyle burjuva siyasetle “kaynaştılar”.

Sosyalist hareketteki bu ilk ayrışmayı, Kürt özgürlük hareketinin yükselen mücadelesine bağlı olarak gelişen ikinci ayrışma izledi. Kürt özgürlük mücadelesinin yükselmesine burjuvazinin şovenizm ve milliyetçilik dalgasını yükselterek cevap vermesi, “sosyalist” çevrelerde şoven bir yaklaşımın güçlenmesine yol açtı. Sosyalizm adına ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını tanıyan; ama sorun, Kürt sorunu ve Kürt halkının -ayrı devlet kurma hakkı da dahil- siyasal hakları olunca, bu hakkı şoven ve milliyetçi bir yaklaşımla reddeden bir anlayış gelişti. Bu anlayışla ulusal – şoven ve reformist anlayış sosyalizm kulvarını terk ederken, aynı sorun devrimci harekette, sosyalist olmayı Kürt halkının mücadelesini desteklemeye indirgeyen yeni bir ayrışmaya yol açtı.

Elbette Kürt Özgürlük Mücadelesinin desteklenmesi, komünistlerin enternasyonalist görevidir. Bu destek olmadan şovenizmin ve milliyetçiliğin işçi sınıfı üzerindeki etkisi kırılamaz; Kürt işçilerinin güveni kazanılamaz ve işçi sınıfının birliği sağlanamaz. Ancak Kürt Özgürlük Mücadelesinin desteklenmesi, komünistlerin kendi görevlerini savsaklamasına yol açıyorsa, Kişi ya da örgütler verdikleri destekle kendilerini sosyalist, komünist sayma aymazlığına düşüyorsa, bu mücadele kaçkınlığıdır, kuyrukçuluktur. Komünistlerin Kürt Özgürlük Mücadelesine verecekleri en anlamlı destek, kendi görevlerini yerine getirmeleri; yani işçi sınıfını devrimci temelde örgütleyerek, ayağa kaldırarak burjuvazinin karşısına işçi ve emekçi halkların mücadele birliğiyle dikilmeleridir.

Sosyalist hareketin 12 Eylülden bu yana yaşadığı sürecin özeti; sosyalist hareketin Marksizm- Leninizm’den kopması, işçi sınıfına yabancılaşmasıdır. Ve bu durum aynı zamanda işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu geriliğin de en önemli nedenidir.

 

***

Olasılıklar ve Olanaklar – 3

Kriz Koşullarında Sınıf Mücadelesi

Krizin mevcut sınıfsal dengeyi bozarak, sınıf mücadelesinin gelişmesi için uygun koşullar yarattığı doğru olmakla birlikte, bu ancak her ülkedeki sınıf hareketinin mevcut durumuna, ideolojik ve örgütsel düzeyine bağlı olarak ele alınabilir. Çünkü hem krizin sınıf mücadelesi üzerindeki etkileri, hem de sınıfın krize karşı tepkilerinin biçimi ve niteliğini belirleyen, sınıf hareketinin kriz anındaki ideolojik ve örgütsel düzeyidir.

Krizin yoksulluğu işçi sınıfından başlayarak toplumun diğer emekçi sınıflarına yaydığı, reddedilemez bir gerçektir. Ancak yoksulluğun yaygınlaşmasıyla sınıf mücadelesinin gelişmesi arasında doğru bir orantı olduğu görüşü, Marksizm’e değil, küçük burjuva köylü sosyalizmine ait bir görüştür. Sınıf mücadelesi pratiğinin de kanıtladığı gibi, yoksulluğun artmasıyla özgürlük talebinin yükselmesi arasında orantılı bir ilişki, ancak sınıf hareketinin ideolojik ve örgütsel gelişmişlik düzeyiyle kurulabilir. Yoksulluk; ancak bilinç ve örgütlülükle birleştiğinde sınıf mücadelesinin yükselmesinin bir kaldıracı olabilir.

Bugün işçi sınıfının her ülkede içinde bulunduğu durum, bilinç ve örgütlülük düzeyi; krize karşı sınıfın tepkilerinin etkinliğini ve niteliğini belirlediği gibi, krizin sınıf mücadelesi üzerindeki etkilerini de belirliyor. Farklı ülkelerde farklı biçimlere bürünen tepkiler, esasında bu ülkelerdeki sınıf mücadelesinin ideolojik ve örgütsel düzeyinin bir yansıması olarak ortaya çıkıyor. Bu dikkate alınmadan, krizin sınıf mücadelesi üzerindeki olumsuz etkileri yok edilemeyeceği gibi, krizin sınıf mücadelesinin gelişmesi için sağladığı elverişli koşulları değerlendirebilecek doğru bir mücadele de geliştirilemez.

Üretici güçlerdeki gelişmenin, kapitalist üretim sürecinde ve dünya kapitalist işbölümünde yol açtığı gelişmeler, işçi sınıfı içinde üretim sürecinin örgütlenmesine ve ücret farklılaşmasına dayalı bölünmelere yenilerini de ekleyerek büyüttü. Güvencesiz, esnek çalışmanın, parça başı üretimin yaygınlaşması, çalışma yaşının küçültülerek çocuk ve kadın emeğinin artan kullanımı, iş yoğunluğunun, çalışma saatlerinin şu ya da bu yöntemle arttırılması vb.,. kapitalizmin öteden beri başvurduğu nispi ve mutlak artı-değeri arttırma yöntemleri, çeşitlendirilerek, kapitalist meta üretiminin bütününü kapsayan bir yaygınlık kazandı.

Sınıf mücadelesinin etkisinin minimize edildiği koşullarda, burjuvazinin manevra kabiliyeti arttı, manevra alanı genişledi. İşçi sınıfının yüz elli yıllık mücadeleyle elde ettiği kazanımların neredeyse tümü, son beş yıllık kriz ortamında birer birer kaybedildi. Ücretler tırpanlandı, sosyal haklar budandı. Bu süreçte işsizlik, ücretleri düşürmenin, kâr oranlarının düşme eğilimini frenlemenin, yaşamın belirsizliğini büyütmenin ve kapitalist rekabeti işçi sınıfı saflarına taşımanın en önemli silahı olarak kullanıldı.

Ekonomik zora, ideolojik bombardıman ve siyasal zorun eşlik ettiği bu süreç, kapitalist işbölümünün öngördüğü uygulamalarla gelişmiş kapitalist ülkelerden, gelişmekte olan bağımlı kapitalist ülkelere yoğunlaşarak taşındı.

Bugün sınıf mücadelesi, işçi sınıfının mevcut geriliği üzerine binen krizin bu çok yönlü etkileri ve burjuvazinin saldırıları altında yeniden biçimleniyor.

İşçi sınıfının içinde bulunduğu gerilik ve bölünmüşlük, onun kriz karşısındaki konumunu da belirledi. İşçi sınıfının nispeten örgütlü ve yüksek ücret alan kesimleri kendi ayrıcalıklı durumlarını kaybetmeme adına içe kapanırken, daha düşük ücret alan güvencesiz büyük çoğunluk, artan yoksulluğa rağmen krizin daha da büyüttüğü işsizlik tehdidi altında sindirildi.

On yıllardır baskı altında tutulan, kendi sınıf örgütleri eliyle denetim altına alınan, tarikat örgütlenmeleri, etnik ve dinsel ayrışmayla parçalanmış, koyu bir gericilik döneminden çıkıp gelen sınıf hareketinin, ne kadar etkili olursa olsun, krizin yoksullaştırıcı etkisiyle bir anda kendisini toparlayıp ayağa kalkması beklenemez. Ancak krizin ilk darbelerinin sersemletici etkisinin yol açtığı güvensizlik ve ne yapacağını bilememenin yarattığı bocalama dağıldıkça, sınıfın tepki verme süreçleri de gelişiyor. Sınıf içinde savunma eğilimi öne çıkıyor, örgütlenme çabaları güçleniyor. Özellikle sınıfın güvencesiz kesimlerinde sendikalaşma eğilimi güç kazanıyor. Ama bu eğilim bir yandan devletin sınıf üzerindeki denetim araçlarına dönüştürülen sendikaların, öte yandan, devletin ve kapitalistlerin doğrudan müdahalelerinin oluşturduğu bariyerlerde kırılıyor. Her kırılma sınıf içinde yeni bir hayal kırıklığının, parçalanmanın ve geri çekilmenin nedeni oluyor. İşçi sınıfı içine düştüğü bu kuşatmadan ancak, sendikaları sınıf mücadelesi temelinde yeniden örgütleyerek, bu örgütlenmeleri legal ve yarı legal mücadele yöntemleriyle geliştirerek, kendi gücüne güveni temel alan iyi düşünülmüş, iyi hazırlanmış, sağlam örgütlenme ve eylemlerle, mücadele kararlılığı ve azmini geliştirerek, üst üste binen başarısızlıklar ve rekabet içinde kaybettiği güveni, rekabeti saflarından söküp atarak, fabrika ve işyerlerindeki örgütlenmeleri, işçi dernekleri, kooperatifler vb. örgütlenmelerle  fabrika dışına taşıyarak, birleştirici eylemi öne çıkartarak, bunları küçük de olsa birbirine eklemlenen başarılı örneklerle geliştirerek, kısacası, kendisini mücadele içinde birleştirip örgütleyerek çıkabilir.

Sınıf hareketinin, krizin yarattığı olanakları değerlendirerek, kendini yeniden toparlayıp bir yükselme trendini yakalayabilmesi, büyük ölçüde sınıf içinde yürütülecek bu devrimci çabanın çapı ve etkinliğiyle belirlenecektir.

Kriz  ve  Devrim

Kapitalizmin 2007 krizi, işçi sınıfının, tarihinin en kötü durumunda bulunduğu bir zamanda; güçlerinin dağıtıldığı, mücadele silahlarının düşmanın eline geçtiği, sınıfsal refleksinin dumura uğradığı ve fiili olarak sınıf mücadelesinin dışına düştüğü bir dönemde patlak verdi. Büyüklüğü ve derinliğine rağmen kapitalizmin bugünkü krizini 1914 ve 1929 dünya krizlerinden ayıran en önemli özellik, önceki krizlerin aksine, bugünkü krizin sınıf mücadelesinin gerilediği, deyim yerindeyse dibe vurduğu koşullarda ortaya çıkmış olmasıdır. İşçi sınıfının içinde bulunduğu bu geri konum, krizin gelişme seyrinin de belirleyici etkeni oldu. Kriz, ekonomik boyutuyla giderek derinleştiği halde, aradan geçen altı yıla rağmen hemen hiçbir ülkede siyasal bir krize dönüşemedi. Bu durum, burjuvaziye krizi kontrol altına alma ve yıkıcı etkilerini minimize etme olanağını verdi. Eğer bugün kriz hâlâ kapitalizmi kökten sarsan bir nitelik kazanamadıysa bunun nedeni, burjuvazinin aldığı önlemlerin etkinliği değil, işçi sınıfının içinde bulunduğu durum, bilinç ve örgütsel geriliktir. Başka bir deyişle işçi sınıfı mücadelesinin, kapitalist egemenliği doğrudan hedef alan siyasal bir niteliğe yükselememiş olmasıdır.

Kapitalist sistemde krizlerin oluşumu, kapitalist meta üretimin çelişkili karakterine dayanır, kaçınılmaz ve nesneldir. Krizin, salt ekonomik bir kriz olmaktan çıkarak mevcut ulusal ve uluslararası sınıf dengelerini altüst edecek bir boyuta ulaşması; krizin büyüklüğü, yaygınlığı ve derinliğinden çok, sınıf mücadelesinin mevcut durumu ve niteliğiyle bağlantılıdır.

Ekonomik kriz ile işçi sınıfının siyasal eylemi arasındaki ilişki edilgen değil, karşılıklı etkileşime dayanan etken bir ilişkidir. Kriz, işçi sınıfının siyasal eyleminin üzerinde hareket edeceği olanakları arttırıp olgunlaştırırken, bu olanakları kullanarak kendisini geliştiren siyasal eylem de, krizin siyasal bir krize dönüşmesini sağlar. Kriz ile devrim arasında bir ilişki ancak siyasal eylemin kriz üzerindeki bu devrimcileştirici etkisi dikkate alınarak kurulabilir. Çünkü kriz, bu etki olmadan, siyasal mücadelenin yükselmesine yol açamayacağı gibi, devrimci bir nitelik de kazanamaz. Tersine işçi sınıfı devrimci mücadele araçlarına, Partiye sahipse krizin sınıf mücadelesine sunduğu yeni olanakları kullanarak, Parti – sınıfla ilişkisini güçlendirerek, devrimci bir durumun oluşmasını sağlayabilir ve krizden devrimci çıkışın yolunu açabilir.

Krize dayalı bir mücadele anlayışı kadar, krizden çıkışsızlığa dayalı bir mücadele anlayışı da Marksizm – Leninizm’e yabancıdır. Marksizm, krizin devrimci bir nitelik kazanmasını, kriz – devrim ilişkisini, devrimci öznenin süreçteki belirleyici rolünü atlayarak kurmaz. Devrimci öznenin – Partinin – ancak kriz koşullarında etkili olabileceği varsayımıyla krize endeksli bir mücadele anlayışını olduğu kadar, krizden çıkışsızlığı temel alan, kendiliğindenci bir mücadele anlayışını da reddeder. Krizin yarattığı olanakların devrimci bir tarzda kullanılmasının ve krizin devrimci bir krize dönüşmesinin, işçi sınıfının daha önceki devrimci hazırlığının çapı ve etkinliğine bağlı olduğundan hareketle, kriz-devrim ilişkisini siyasal mücadelenin etkinliği üzerinden kurar.

Geçmişte komünist hareketteki bölünmenin nedenlerinden biri olan, işçi sınıfına kriz karşısında pasif bir tutumu öğütleyen bu iki anlayış, krizin nesnel karakterini kavrayamadığı gibi krizden çıkışta siyasal ve toplumsal öznenin rolünü de kavrayamıyor. Nesnellik, mücadelenin içinden geçtiği koşulların ne ölçüde uygun olup olmadığını anlatır. Ama bu koşullar, hiçbir durumda kendiliğinden devrimci sonuçlar yaratmazlar. Geçmişte olduğu gibi bugün de kimi ülkelerde (Yunanistan ve İspanya’daki grevler, Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalar v.b.) patlak veren eylemler ve ayaklanmalar ne kadar kahramanca olursa olsun kendiliğinden ayaklanmaların devrimci sonuçlara yol açmadığını yeterince kanıtlıyor.

Kriz ve ona yol açan nedenler ne ölçüde nesnelse krizden çıkış da o ölçüde, özneldir. Bunu daha net olarak şöyle ifade etmek de mümkündür. Kriz koşullarında sorun kendini ya burjuva diktatörlüğü ya da proletarya diktatörlüğü biçiminde ortaya koyar. Sorunun kendini bu tarzda ortaya koyması, işçi sınıfının bunu gerçekleştirebilecek güce ve hazırlığa sahip olmasından bağımsız olarak nesneldir ve krizden çıkısın olanaklı iki yoludur. Bunlardan hangisinin gerçekleşeceği ise, özneldir; sınıfların karşılıklı konumlaşmasının durumuna, işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülüğünün düzeyine bağlıdır. Burjuvazi ya işçi sınıfını dize getirerek yeni bir krize kadar krizden çıkar, ya da işçi sınıfı burjuvaziyi yenilgiye uğratarak, burjuva egemenlikle birlikte krizleri de tarihin çöp sepetine atar. Belirli bir tarihsel anda bu çözümlerden hangisinin daha olanaklı olduğu işçi sınıfının devrimci hazırlığının düzyine bağlıdır. Ama her durumda sorun, sınıf mücadelesinden geçerek çözüme kavuşur.

Kapitalizmin bugünkü krizi, işçi sınıfının içinde bulunduğu gerilik nedeniyle henüz siyasal bir krize dönüşememiş olsa da, sıradan bir kriz olarak ele alınamaz. Kriz bozulmuş olan emperyalist güç dengelerini, kapitalist üretim anarşisini büyüterek, rekabeti keskinleştirerek daha da bozarak emperyalist savaşı tetiklemiştir. Bugün krizin Keskinleştirdiği koşullar altında emperyalist devletlerarasındaki, pazarların, hammadde ve enerji kaynaklarının, ucuz işgücünün ele geçirilmesi biçimindeki eski çatışma, yeni güç dengeleri altında yeni biçimlere bürünerek sürüyor. Bu çatışmayı hafifleteceği varsayılan “taşeron” savaşları, işgaller ve ilhaklar tersine çatışmayı daha da büyütüyor. Kapitalizmin “bozulan denge ancak yeni bir savaşla kurulabilir” düsturu bütün çıplaklığıyla işliyor. Burjuvazinin bozulan dengeyi savaş yoluyla yeniden kurma girişimi işçi sınıfı ve halklar için yeni acıların habercisi olsa da, krizden devrimci çıkışın olanaklarını bağrında taşıyor.

Ulusal ve uluslararası dengeleri bozarak yoluna devam eden süreç, sınıf mücadelesinin yeni bir aşamasına işaret ediyor. Bugün dünya derinleşen kriz, buna eşlik eden bir paylaşım savaşı ve keskinleşen sınıf çelişkileriyle yeni bir devrimci dalganın eşiğindedir. Bu eşikte sınıfların mevcut durumlarının bütün çıplaklığıyla ele alınması, işçi sınıfının içinde bulunduğu geriliğin nedenlerinin, sosyalist hareketin zaaf ve yetmezliklerinin ortaya çıkarılması, sınıf hareketinin yeniden örgütlenmesi ve ayağa kaldırılmasında kilit bir öneme sahiptir. Bu yapılmadan sınıf mücadelesinin bugünkü sorunlarına çözüm bulunamaz, görevler doğru saptanamaz ve güçler doğru konumlandırılamaz.

İşçi sınıfı bu döneme güçleri dağıtılmış, bölünmüş ve umudu kırılmış olarak girdi. Siyasetten uzaklaştıkça siyasetin birleştirici özelliğinden de yoksunlaştı. Rekabet içinde sınıf psikolojisinden uzaklaşarak, kendi kendinin rakibi haline geldi. Sınıfın güven duyacağı bir sendikal ve politik önderliğin var olmaması bu süreci daha da derinleştirdi.  Sosyalist hareket ise, yaşadığı örgütsel dağınıklığın ardından, ideolojik savrulma altında likidasyon süreçlerinde etkisizleşti. İşçi sınıfının sosyalizmden uzaklaşması, sosyalist hareketin işçi sınıfı ve Marksizm’den kopması, bu sürecin özlü özetidir.

Bu madalyonun bir yüzüdür. Madalyonun öteki yüzünde burjuva devletin sınıf mücadelesinden edindiği deneyimle devleti “önleyici bir karşı devrim aygıtı” olarak örgütlemesi vardır. Burjuvazi gücünün asıl olarak, işçi sınıfının örgütsüzlüğünden geldiğini bilecek ölçüde deneyimlidir. Bu deneyimden hareketle, işçi sınıfının en örgütsüz olduğu durumda bile ideolojik ve fiziki terörü en üst biçimde örgütlemekten geri kalmıyor. Denetim aygıtına dönüştürdüğü sendikalar ve “sivil toplum örgütlenmeleriyle” sınıfı, yığınları kuşatma altına alıyor. Bu örgütlenmelere dayanarak kapitalizmin yarattığı sorunlar, maddi temellerinden kopartılıyor. Sorunlar, tekil mücadelelere dönüştürülerek sosyalist mücadelenin etki alanı dışına taşınıyor. Son yılların kadın ve ekoloji hareketleri bu durumun en tipik örnekleridir.

Kapitalizm kendi tarihinin sınırlarına yaklaştıkça varlığını korkuyu toplumsal yaşamın her alanına yayıp büyüterek, insanın düşünme ve tepki verme yeteneklerini körelterek, dünyayı bir hapishaneye çevirerek sürdürüyor. Kapitalizmin bütün kurumları, baskı aygıtı, yargı, parlamento, eğitim ve sağlık sistemi v.b. bu işlevle donatılıyor, medya bu donanımı toplumun bilincine kazıyor.

Bu toplumsal ve sınıfsal durum, bugün, bir değişimin öngünündedir. Değişim derinleşen krizin çok yönlü etkisi altında sürüyor. Ancak kuşatma altındaki sınıf hareketi, bu kuşatmadan olağan yöntemlerle kurtulamaz. Köklü bir değişim, ancak mevcut siyasi koşulları alt-üst edecek köklü bir müdahaleyle gelebilir. Bu köklü müdahale her şeyden önce, işçi sınıfının en duyarlı, en devrimci kesimlerini kendi öncüsü olarak örgütleyen, kendisini geniş bir işçi ve emekçi kitlesiyle çevreleyen, toplumun ezilen katmanlarını, özellikle gençliği, sınıf hareketi çevresinde birleştiren, sınıfın merkezi eylemini yürütme yeteneğinde, devrimci sınıf partisinin yaratılmasıyla mümkündür.

Bugün işçi sınıfı, dünyanın hemen her köşesinde aynı sorunla, “devrimci bir sınıf partisinin yaratılması” sorunuyla karşı karşıyadır. Birçok cephede birden hazırlıkların yürütülmesi, mücadelenin örülmesi ile yerine getirilebilecek bu görev, dünyanın yeni bir devrim dalgası eşiğinde durduğu bugün, daha da yakıcıdır. Bu aynı zamanda her ülke işçi sınıfının, proletarya enternasyonalizmi adına, üstleneceği en devrimci görevdir de.

İşçi sınıfı bu zor ve zorunlu görevi yerine getirecek, mücadele süzgecinden süzülerek gelen, sağlam Marksist-Leninist teorik temellere, mücadele deneyimine, bilgi ve birikime sahiptir. Sınıf mücadelesinin bugünkü momenti ve açığa çıkan güç birikimi bu görevi üstlenmek için yeterlidir. Ancak bu güç ve birikim esas olarak sınıfın dışında, gurup ve gurupçuklar biçiminde, dergi çevrelerinde konumlanmış durumda ve dağınıktır. Bu dağınıklığa dayalı güçsüzlük, aynı zamanda sınıf içinde ve sosyalist harekette birlik eğilimini de öne çıkarmaktadır. Ancak dağınıklıktan birliğe giden yol, sanıldığı gibi, “asgari müştereklerde” bir yan yana gelme, “ bir kıl oradan, bir kıl buradan kopartılarak” bir uzlaşmaya varma sorunu değildir. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz bu dağınıklık, her ne kadar yenilginin bir sonucu olsa da, teorik ve politik kökleri sınıf mücadelesinin bugünkü koşullarındadır. Bu atlanarak var olan gurupları bir araya getirmeye yönelik her “birlik” girişimi, politik başarısızlığa ve örgütsel likidasyona mahkûmdur. Son otuz yılın bitmez tükenmez “birlik” girişimleriyle bu gerçek -inkâr edilemez bir biçimde- kanıtlanmıştır.

Sorun bir sınıfsal konumlanış, ideolojik ve politik mücadele sorunudur. Mevcut sınıf dışı konumlar terk edilmeden, burjuvazinin iç çatışma zemininde güç arama girişimlerinden vazgeçmeden, mücadeleyi hem teorik ve hem de, pratikte emek-sermaye çelişkisi eksenine oturtmadan, birlik girişimleri, boş bir gevezeliğin ötesine geçemez. Bu doğrultuda atılacak ilk adım, ideolojik çalışmanın derinleştirilmesi, Marksizm’in, ona bulaşmış ve hatta bir dönem için egemen olmuş, ayrık otlarından temizlenmesi, bu ideolojik çabanın, politik ve örgütsel alana taşınarak, yeniden üretilmesidir. İşçi sınıfının bağımsız örgütlenmesinin güvence altına alınması bu çabanın ne ölçüde başarıyla yerine getirildiğine ve sürekliliğine bağlı olacaktır. Reformizm ile ve  her türlü sapmayla, tam ve kesin bir kopuş sağlanmadan, bugün her biri kendi yolundan yürüyen, dergi çevrelerinde sıkışıp kalan devrimci odakların, işçi sınıfının devrimci partisinde kenetlenmesi sağlanamayacağı gibi, bu kopuş, politik bir hat haline getirilerek hayata taşınmadan ve bizzat eylem içinde yeniden üretilmeden, işçi sınıfı ile devrimci hareketin tek bir kanalda birleşmesi de sağlanamaz.

Ama asıl zorluk burada değildir. Asıl zorluk, doğmakta olana, eski politik kalıpların, yaşanan olumsuzlukların yarattığı ön yargılı yaklaşımda ifadesini bulan, devrimci kadrolarda ve işçi sınıfının öncü kesimlerindeki güvensizliğin aşılmasındadır. İşçi sınıfının öncü kesimleriyle, devrimci örgütlenmeler arasında bir duvar gibi yükselen bu güvensizlik, işçi sınıfı içinde, sözün eylemle birliğini kuran, sabırlı, inatçı bir siyasal çalışmayla, yeni devrimci bir kültürün egemen kılınmasıyla aşılabilir.

Sağlam bir devrimci önderliğin yaratılamamış olması öncü işçilerin devrimci hareketlere karşı olan güvensizliğini beslerken, aynı şekilde krize karşı tepkilerin zayıflığı da sosyalist kadrolarda sınıfa karşı inançsızlığı beslemektedir. Sosyalist hareketin ve sınıfın mevcut durumu komünistler için sadece bir veridir. Bu veri, bazıları buna kaçışın bir gerekçesi olarak sarılsa da, komünistlerin önündeki görevlerin ağırlığını gösterir. Günün öne çıkan “acil demokratik görevleri” adına temel devrimci hedeflerden vazgeçişin, sonal hedefi gözetmeden kısmi talepler etrafında birbirinden kopuk olarak yürütülen mücadelelerin, geleceğin, bugünkü kısmı taleplere feda edilişinin, kendiliğindenliğin devrimci siyaset mertebesine yükseltilmesinin sınıf mücadelesinin bugünkü geriliği içinde kendine yol arayanların kendi tutumlarını haklı göstermek için gerekçeler bulmaları mümkündür. Ancak bu iyi niyetli bir yaklaşım da olsa kendiliğinden hareketin kuyruğuna takılmaktır, Engels’in dediği gibi “oportünizmin en tehlikelisidir” İşçi sınıfının uzun yıllardır içinde bulunduğu uzlaşma ve eylemsizlik dikkate alındığında krizle birlikte özellikle Avrupa’da yaşanan hareketlilik muazzam bir enerjiye işaret ediyor. On binlerce insanın sokaklara çıkması, kendi çıkarlarının burjuvazinin çıkarlarıyla uyuşmadığını haykırması önemli bir gelişmedir. Ama sayılar ancak, bilinç ve örgütle birleştiğinde gerçek devrimci bir güce dönüşürler. Bugün eksik olan kitlelerin devrimci enerjisi değil bu enerjiyi, önüne kattığı her şeyi yıkıp yakan, coşkun bir sele dönüştürecek olan devrimci müdahaledir. Devrimin partisinin yaratılmasındadır.

Sadece eski biçimlerin değil, eski kadro niteliğinin de yetmediği bir andayız. Eskiden farklı olarak, düşünce tembelliğinden sıyrılarak, var olan sorunlar ve onların çözüm yolları üzerinde kafa yormak, sınıfa ulaşmanın yeni yol ve yöntemlerini bulmak, sınıfa öğretirken, en çok da ondan öğrenmeye çalışarak vb; kısacası devrimin kaderiyle bağlanmak, bugün devrimciliğin öne çıkan yeni kriterleridir.

Sınıf mücadelesi, eskisinden farklı koşullar altında, yeni bir döneme giriyor. Keskin bir hesaplaşmaya doğru yol alıyor. İşçi sınıfı bu hesaplaşmaya hazır mıdır, ya da sınıfta bu hesaplaşmayı karşılayacak güç var mıdır? Soruyu bu şekilde sormak, işe tersinden yaklaşmaktır. Evet; bugün bu güce sahip değiliz; ancak, bu güç,  vardır v sınıflar mücadelesi tarihi, bu gücün varlığının tanığıdır. Mücadele sürecinin bu somut anında, henüz açığa çıkmamış, toparlanıp örgütlenememiştir. Doğru soru, bugün henüz açığa çıkmamış olan bu gizil gücün, toparlanması, örgütlü ve bilinçli bir güç haline getirilmesi için ne yapılması gerektiği sorusudur. Sorunun böyle konulması, “nereden başlamalı” sorusunun cevabı, güçsüzlüğü aşmanın da anahtarıdır. Bunun için gerekli bilinç, birikim ve deneyim vardır. Geride kalan ise, işe girişmek; sözü, örgüt ve eyleme dönüştürmektir.