Marksizm ve Din – Doğan Yağmur

Enternasyonalist Komünist Hareket, Konferans kararlarında, hareketimizin din olgusuna devrimci bakışını en özlü biçimde temellendirdi ve bu alana ilişkin olarak izleyeceği politikaların esaslarını duru biçimde ortaya koydu.

Ne var ki bu ve öteki tüm konulara ilişkin alınan kararların daha geniş biçimde açımlanması, karşımıza çıkan somut sorunlar karşısında her adımda geliştirilmesi gerekmektedir.  Hem devrimci kadroların  eğitilmesi hem inançlar, kurumlar, istismarlar, ayrımcılıklar, baskılar, kökten dinci zorbalıklar, zorla asimilasyonların geçerli olduğu ve kutsal inançların en fütursuz ve en utanmazca biçimde sermaye iktidarı tarafından kullanıldığı bu topraklarda bu konuda komünistlerin tutumlarını en anlaşılır, en aydınlık biçimde ortaya koymaları; bu görüşlerini gençlik ve emekçi yığınlar arasında yaygınlaştırmaları, ideolojik mücadelenin her daim canlı olduğu bu alanda yanlış yapmamaları sanıldığından çok daha önemli bir sorundur.

Önemli bir sorundur, çünkü öyle bir ülkede yaşıyoruz ki;

• Tek bir dinin  bir mezhebinin tekçi bir yorumu (Müslümanlığın, Sünni-Hanefi mezhe-binin Maturidi yorumu) bir devlet dini haline dönüştürülmüş durumda.

• Ayrıca bu devlet tarafından ehlileştirilmiş bu resmi din ve mezhep yorumu, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devasa bütçeli ve kadrolu bir devlet kurumu haline getirilip devletin çatısı altına alınmış. Ayrıca bütün din ve mezheple mensup veya ateist yurttaşlardan alınan vergilerle bu devlet dininin okulları kuruluyor; buralarda yalnızca bu inancın din elemanları eğitiliyor, genel bütçeden maaş verilerek on binlerce imam ve vaiz, devlet memuru din adamı olarak istihdam ediliyor.

• Eğitim sistemini sık sık altüst ederek imam-hatip liseleri, ortaokulları ve kuran kurslarının devlet eliyle daha da yaygınlaştırılması, daha çok sayıya ulaşması ve daha küçük yaştaki çocuğu kapsaması sağlanıyor; bununla da yetinmeyip müfredatlarıyla oynanarak bütün okullar imamhatipleştiriliyor. Çok sayıda İlahiyat Fakültesiyle birlikte “dindar gençlik” yetiştirmeye çalışıyorlar. Bununla amaçlananlardan biri de daha önce sınıflar mücadelesinde sermayenin vurucu gücü olarak kullandıkları “ülkücü gençlik” adıyla faşist milisler yerine şimdi de darda kaldıklarında dindar faşist milisleri yetiştirmektir. Demek ki burjuva iktidarı, yarattığı polis devletini yeterli görmüyor ve gelecekten endişe ediyor.

• Hangi mezhep hangi dine dahildir, hangi mezhebin ibadet yeri neresidir, hangi inanç ya da mezhep haktır, hangisi batıldır?  Bütün bunlara, inananlar değil, iktidardakiler karar veriyor ve sıkıştıklarında da devlet dininin o devasa kurumundan fetva almaya kalkıyorlar. Daha ilginci de Yargıtay, “Cemevleri, ibadethane değildir.” hükmünü verebilme hakkını kendinde bulabiliyor.

• Bütün öteki ve ötekileştirilmiş inançların ve o inançlardan yurttaşların payına düşenler ise inanç ve ibadetlerini gizleme, zorla asimilasyon, aşağılanma, ibadet yerlerine ve din adamı yetiştiren kurumlarına, mallarına el konulması, baskılar sonucu ülkeyi terk etmek zorunda kalmak. Öyle ki bu toprakların kadim halkları ve inançlarından olan milyonlarca insan, şimdi binlerle ifade edilecek kadar sayıca azalmışlardır ve birkaç yüz veya birkaç bin insan ibadetgâhlarının mülkiyetini ve işlevini korumaya çalışıyorlar ve sürekli olarak ırkçı ve köktendinci saldırganlıkların korkusunu yaşıyorlar.

• Ve öyle bir ülkede yaşıyoruz ki sermaye sınıfı ve onun politik iktidarı, halkın kutsal duygu ve inançlarını en açık, en utanmaz biçimde en süfli siyasi ve ekonomik çıkarlar uğruna kullanmaktan çekinmiyor. Bu alanda öylesine fütursuzlar ki Kürt halkını özgürlük mücadelesinden koparmak için siyasi iktidar, devlet ve cemaat, İslamiyet’i en yoğun biçimde kullanmakla kalmıyor; Kürt özgürlük hareketinin önderliğini halkın gözünden düşürmek için onlara ilişkin olarak Ermeniliği, Zerdüştiliği bir küfür, bir politik araç olarak kullanıyor. Dahası iktidar yetkilileri düzen partilerinden birinin liderinin Aleviliğini diline dolayıp sık sık politik çıkar uğruna bir politik rant aracı olarak kullanmakta bir beis görmüyor.

Bütün bunlar, hangi inançtan olurlarsa olsunlar, bütün emekçilerin ve bütün halkların gerçek dostları olan komünistlerin bu alanda da doğru bilinç ve politikalar üretmelerini, emekçileri aydınlatmalarını ve düşman sınıfın, halkların  inançlarını onları birbirlerine düşürmek ve sınıflar mücadelesini geriletmek için kullanmalarına izin vermemelerini birer ivedi ve zorunlu  görev haline getiriyor.

Öncelikle dinler ve inançlar konusunun teorik ve bilimsel bir çözümlemesini yapmakla işe başlamak, sonra da verili koşulları göz önünde tutarak bu çözümlemelerden politik ve programatik sonuçlar çıkarmak,  böylece bu alanda bütün burjuva güçler ve akımlardan farklı ve onlara karşıt açık bir ajitasyonu ve politikayı uygulamaya koymak gerekiyor.

DİN NEDİR?

Din, öncelikle insanın içinde yaşadığı nesnel koşullardan doğan, toplumu ve tüm evreni açıklama iddiasında olan bir toplumsal bilinç biçimidir. Ne var ki din, bu toplumsal gerçekliği ve bir bütün olarak gerçekler dünyasını kendi aynasında, bu gerçekliğe uygun biçimde ( yani gerçekler dünyasını olduğu gibi, nasılsa öyle) değil, bu gerçekler dünyasını ( nesnel gerçekliği) hayali biçimde, yanılsamalı olarak, gerçekliği tersyüz ederek yansıtır. Nesnel gerçekliğe getirdiği bu yorum, yalnızca yanılsamalı, bozulmuş, hayallerle çarpıtılmış bir açıklama olmakla kalmaz; aynı zamanda coşkular, sezgiler, kutsallaştırmalar, tereddütsüz kesin inanç ve kendini tüm varlığıyla bu inanca adama biçiminde yoğun bir öznellikle de iç içe geçmiş durumdadır. Dinde ağır basan, gerçekliğin nesnel açıklaması değil, kutsal dogmalara ve düşsel açıklama ve yorumlara duyulan coşkulu ve kesin inançlardır. Bu nedenle de öteki toplumsal bilinç biçimlerinden, örneğin bilim ve felsefeden, temelden farklıdır.

Dinin aynasında doğa, doğal ve toplumsal süreç ve olgular; birer doğaüstü olay ve doğa ötesi güçler görünümüne bürünür. Bu açıklamalara ve dolayısıyla doğa ötesi güçlere inanan insanlar ise bu fizik ötesi güçlerle doğrudan ve duygusal yoğun bir ilişki içine girerler, onlara sığınırlar ve tüm benlikleriyle teslim olurlar.

Dahası dualar ederek, kurbanlar keserek, adaklar adayarak, kutsal ayinlerle, ibadet pratikleriyle bu güçleri etkilemeye çalışırlar. Hem ilkel toplumlardaki sihir, büyü ve totem törenleri, hem çok tanrılı kavim ve kabile dinleri hem de Hıristiyanlık, Müslümanlık, Musevilik gibi  tek tanrılı dinlerin tümünde bu temel unsurlar (ritüeller) ortaklık göstermektedir.

DİN NASIL VE NİÇİN DOĞDU?

Dinler, insan soyunun maddi yaşam süreci içinde, maddi yaşam koşullarından zorunlu olarak doğdu. Dinin en primitif (ilkel) biçimleri ilkel toplumun yaşam koşulları ortamında şekillendi. Doğa alabildiğine genç, yabanıl ve tehlikeliydi. Üretici güçler gelişmemişti ve yeterli olmaktan çok uzaktı. O nedenle de insan soyu, doğayı ve doğal güçleri egemenliği altına almak şöyle dursun, doğa güçlerinin elinde birer oyuncak durumundaydı ve insanlar bu güçler karşısında tam anlamıyla çaresizdiler. Üstelik olan bitene doğru veya gerçeğe yakın bir açıklama ve yorum getiremezlerdi; çünkü bilgi birikimleri de pek yetersizdi. İşte böylesi bir ortamda bütün bilinemezler, açıklanamaz doğal güçler ve gizemler ilkel insanın ve toplumun hayal dünyasında birer doğaüstü varlık olarak kutsal biçimler aldılar. Böylece başlangıçta cinler, kötü ve iyi ruhlar; giderek ilahlar yaratıldı ilkel insanın çocuksu düş evreninde. İlahlara; ölümsüzlük, sınırsız güçler, en üstün ve en mükemmel meziyetler izafe edildi.

Giderek kendi yarattıkları ilahlara ve güçlere, kendilerinin yaratıcısı olarak tapmaya başladılar. Kötü ruhların şerrinden, ilahların gazabından korunmak için veya iyi ruhların yardımını, ilahların kayrasını elde etmek için onlara kurbanlar sunmak, yakarmak, tapınaklar yapıp ta-pınmak ve bütün bu törenleri yönetecek önce büyücüler, giderek rahipler, rahibeler,hoca efendiler v.b. “din adamları” gerekti. Amaçlanan şey ise doğanın acımasız güçleri karsısındaki acizlikten, çaresizlikten kurtulmak için gerçekte kendi yarattıkları bu doğaüstü güçlerin yardımını ve desteğini sağlamaktı.

Sınıflı toplumun doğmasıyla birlikte halk kitleleri, doğaya bağımlılığın yanı sıra ondan bin beter yeni bir bağımlılık ve çaresizlik ortamına sürüklendi. Bu durum din kurumunun varlığını sürdürmesinin temel unsuru haline geldi. Daha önce doğanın kör güçleri karşısında çaresizliğe düşen emekçi halk yığınları şimdi de –doğal güçlerin yanında- kendilerini sımsıkı kuşatan, ezen, sömüren toplumsal güçlere bağımlı hale gelmişlerdi.

Engels, bu gerçeği şöyle dile getiriyor: “… çok geçmeden doğa güçlerinin yanı sıra, tıpkı onlar gibi, başlangıçta insanların karşısına aynı esrarengizlikle çıkan ve görünüşte, aynı doğal kaçınılmazlıkla onlara hükmeden toplumsal güçler de etkinliklerini duyurmaya başlarlar… Başlangıçta doğa’nın esrarengiz kuvvetlerini yansıtan düşsel biçimler, giderek, toplumsal bir nitelik kazanır, tarihsel kuvvetlerin temsilcisi olurlar.”

Hıristiyanlık ve Müslümanlık başta olmak üzere bütün tek tanrılı dinler; uzlaşmaz sınıfların oluşturduğu sınıflı toplumun ortaya çıkışının, yani toplumu oluşturan ezici çoğunluğun, çok küçük bir azınlık tarafından ezilip sömürüldüğü bir yapının ürünüdürler. Bu dinler; bir yanıyla, en acımasız biçimde ezilip sömürülen geniş emekçi yığınların çaresizliğinin ifadesi, diğer yandan onların sığınağı ve teselli kaynağı, bir başka yanıyla da bu koşullara duyduğu nefretin, tepkinin ve isyanının ifadesi olarak ortaya çıkmışlardır. Lenin’e göre; nasıl ki ilkel insan, doğanın kör güçlerine karşı giriştiği mücadelede yenik düşüp çaresiz kalınca tanrılar yaratıp onlara sığınmışsa; mucizelerden, ruhlardan, totemlerden, şeytanlardan medet ummuşsa, onları kurban, ayin ve ibadetlerle etkilemeye çalışmışsa; sınıflı toplum koşullarında da “…sömürülen  sınıfların sömüren sınıflara karşı verdikleri mücadeledeki çaresizlikleri de aynı şekilde, ister istemez, öteki dünyada daha iyi yaşamın bulunduğu inancını doğurmuştur. Din, bu dünyada, ömür boyu çalışıp acı ve yoksulluk çekenlere boyun eğmeyi ve tevekkülü telkin ederek onları öbür dünyada tanrısal ödül ve cennet umutlarıyla avuturken, başkalarının sırtından geçinenlere (sömürücülere) ise hayır işlemelerini söyler; böylece onların sömürgen varlıklarının tümüne, oldukça ucuza gelen bir dayanak…”ve cennete giriş bileti sağlamış olur.

Özetle kapitalist toplum sistemi de dinin varlığını sürdürmesi için ona çok elverişli bir zemin üretir. O kapitalist sistem ki toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçileri yalnızca en acımasız biçimde sömürmekle kalmaz; aynı zamanda yığınları işsiz ve aç bırakarak,  çalışanları  güvencesizlik ve işsizlik tehdidi altında tutarak, küçük mülk sahiplerini mülksüzleştirip proleterleştirerek, kaçınılmaz krizleriyle açlık ve işsizliği daha da yaygınlaştırarak, yol açtığı savaşlarla genç nüfusa, kadınlara ve çocuklara en büyük kırımları yaşatıp kentleri birer harabeye dönüştürerek…insanların karşısına, karşı konulması olanaksız görünen, açıklanamayan gizemli ve devasa birçok başlı canavar olarak çıkar. Lenin’in deyişiyle “…kapitalizmin acımasız koşulları,  bir ev kadınını, birkaç ay içinde bir sokak fahişesi durumuna düşürebilir.” Bu koşullarda yaşayan emekçilerin ellerini gökyüzüne açmaktan ve Tanrıya sığınmaktan başka çaresi yoktur. Özetle, böylesi bir karabasan ve boğuntu içinde bunalan insanın sığınacağı kadir-i mutlak ve kemal-i mutlak yüce bir varlığa, yani Tanrı’ya, sığınmaya ihtiyacı vardır. O yüce varlık, acı çeken insana bu dünyada erişemediği bolluğu, güzel yaşamı (cenneti) öbür dünyada ihsan edecek;  zalimlerden, haksızlardan hesap soran ve acı çekenleri ödüllendiren şaşmaz bir adaleti (hesap gününde) gerçekleştirecektir. Bu durumda bu geçici ve yalan dünya ise yalnızca bir imtihan yeri ve gelecek gerçek dünyanın yalnızca bir ön basamağıdır.

Görüldüğü gibi kapitalizmin yarattığı koşullar, dine ve Tanrı’ya sığınma ihtiyacını en az ilkel, köleci veya feodal dönemlerdeki koşullar kadar duyurmakta ve zorlamaktadır. Daha da önemlisi kapitalizm, yalnızca dini ve/veya gerçekliği çarpıtan her türlü temelsiz boş inançları beslemekle kalmamakta; bütün bu inançları önceki sömürü toplumlarından daha yoğun biçimde sömürüsünü meşrulaştıran, sınıflar arasındaki farklılıkları ve sömürüyü örten, emekçilerin sınıflar mücadelesini parçalayıp etkisizleştiren etkili bir ideolojik araç olarak da kullanmaktadır.

Demek oluyor ki din, bu yönüyle sömürü ve baskının her türünün geçerli olduğu gayri insani bir dünyanın bir genel teorisidir  ve kökleri sömürücü toplum yapısındadır ve bu koşuları kaçınılamaz, değiştirilemez, dahası haklı ve meşru gösteren yabancılaştırıcı bir bilinç biçimidir. Mantıktan daha çok, inanç ve dogmalara dayandığı, kutsallaştırıldığı ve sınırsız bir coşkuya, kendini adamışlığa dayandığı için mücadele edilmesi, etkisiz kılınması son derece zordur ve bunun için derin bir kavrayış ve büyük ustalık gerektirir.

NE YAPMALI NASIL DAVRANMALI?

Tarih boyunca bütün sömürücü sınıflar, dini, hep ezilen, sömürülen kitlelerin bilinç düzeylerini düşük tutmak, bilinçlenmelerini engellemek ve sömürülerini meşrulaştırmak için kullanmışlarıdır. Burjuva sınıfı da çağımızda dini bu bağlamda  müthiş etkili bir ideolojik-politik araç olarak kullanmakta; işçi sınıfını ve emekçileri, kendi gerçek sınıf çıkarlarını öğrenmekten, sınıflar mücadelesine girerek sömürüye karşı örgütlenip savaşmaktan alıkoymak ve onları kapitalist düzenle uyum içinde örgütsüz ve korkak bir ücret kölesi, bir müşteri, hep günün birinde köşeyi dönme hayalleri kuran bireyler haline getirmek ve öyle tutmak için dinden ya-rarlanmaktadır. Komünistler, din karşısındaki politikalarını bütün bu çözümlemeler ışığında şekillendirirler. Onlar, gerçekliğin doğru bilgisi olmadan, gerçekliğe doğru müdahalede bulunulamayacağı, var olanın, olması gerekenin değiştirilemeyeceği inancındadırlar. Dinin toplumsal yaşamdaki derin köklerini hesaba katmadan, onun toplumsal yaşam ve toplumsal bilinçteki etkilerini incelemeden din karşısında, küçük burjuva radikalleri gibi anarşizan bir tavır almak, dine karşı Donkişot’ça cepheden savaş açmak komünistlere tarih boyunca hep yabancı kalmıştır. “Kahrolsun kilise, kahrolsun din!” naralarıyla dine karşı savaş açan radikalleri Engels: “Dinin toplumsal yaşamdaki derin köklerini hesaba katmadan, dine karşı bu tarzda savaş açan bu ahmaklar bilmiyorlar ki bu tutumlarıyla dini geriletmek şöyle dursun, dinsel gericiliği güçlendirip azgınlaştırmaktan başka bir sonuç elde edemeyeceklerdir.”

Düşülecek ikinci bir yanlış ise ideolojik ve politik donanımı yetersiz olan kadro ve çevrelerde yaygın olan devrimci kitle çalışmalarında “İslamiyette, Hıristiyanlıkta, Alevilikte…yer alan adaletli, eşitlikçi, zalimlere karşı olan, insanı vicdanlı olmaya çağıran unsurlardan yararlanmak anlayışıdır. Bu, yalnızca sosyalizmi tanınmaz hale getirmekle kalmaz, aynı dindar kesimlerde yeşeren anti-kapitalist ve düzen karşıtı muhalefeti de etkisiz hale getirir.

Öyleyse komünistlerin din karşısındaki politika ve ajitasyonlarını hangi temel ilkelere dayandırmaları gerekir? Daha sonraki yazılarda bu sorunu daha ayrıntılı biçimde ve Türkiye gerçekliğini de incelerek ortaya koymak üzere şimdilik şu ilkeleri sıralayabiliriz:

• Komünistler  ve işçi sınıfının devrimci partisi;  herkesin tam bir vicdan ve inanç özgürlüğünden yanadırlar. Herkes istediği dini ve mezhebi seçme özgürlüğüne, dilediği gibi ibadet etme, inancını yaşama özgürlüğüne ya da hiçbir dini benimsememe, ateist olma ve düşüncelerini açıklama ve yayma özgürlüğüne sahip olmalıdır.

• Devlet katında hiçbir din veya inanç ayrıcalıklı bir konumda değildir. Devlet, bütün inançlara ve inanmayanlara eşit mesafede durmalıdır. Hiçbir dini, hiçbir inancı veya cemaati açık veya örtülü biçimde, maddi veya ideolojik yönden destekleyemez. Kimin neye inanıp neye inanacağına, nasıl ve nerede ibadet edeceğine, ibadet şeklinin ve tapınağının nasıl olması gerektiğine karar veremez. Ancak çoğunlukta olan inanç gruplarının azınlıkta olan gruplara baskı yapmalarına, inançlarını aşağılamalarına izin vermez.

• Sosyalist toplum, din kurumlarıyla devlet kurumlarını kesin olarak birbirinden ayıracak, bütün yurttaşların inanç özgürlüğünü engelsizce yaşayabilmelerini, dini ayin ve ibadetlerini özgürce sürdürebilmelerini anayasayla güvence altına alınır.

• Eğitim sistemi, dinsel etkilerden ve dogmalardan uzak olarak, bilimsel,katılımcı, demokratik, laik ve tam bir özgür tartışma temelinde örgütlenir. En önemli üretici güçlerden biri olan bilimin de özgür, bilimsel tartışma ve özerklik ortamında gelişebilmesi için her türlü önlem alınır.

Açıktır ki komünistler, materyalisttirler; doğaüstü, fizik ötesi hiçbir güce inanmazlar ve dünyayı açıklamak ve yorumlamak için hiçbir doğaüstü kavrama ihtiyaç duymazlar. Komünistlerin görüş ve politikalarının herhangi bir din ve mezheple bağdaşması olanaksızdır; çünkü bu görüşler tanrıtanımaz karakterdedir. Devrimciler; evrene, doğaya, topluma ve insanın kendisine, diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemin sağladığı bilimsel kavrayışla bakarlar. Yani gerçekliği gerçeklikle, olayları olaylarla, düşünceleri o düşünceye yol açan koşullarla açıklarlar. Ve bu bilimsel doğrularla donanmış olarak gerçekliğe doğru müdahale ederler ve onu olması gereken yönde değiştirebilme gücünü kazanırlar. Açıklamalarında “Tanrının var olduğu” gibi bir hipoteze gereksinim duymadıkları gibi, tersine bu inancın varlık nedenini nesnel gerçekliğe dayanarak bilimsel açıklığa kavuştururlar.

Ne var ki bu durumdan,komünistlerin devrimci partisinin mücadelesinde ve izlediği politikalarda inançlı emekçi sınıf kardeşlerinin dini görüşlerinin ortak mücadeleyi olanaksız kılacağı, komünistlerin inançlı insanlarla güç ve eylem birliğine giremeyeceği sonucu kesinlikle çıkarılamaz. Tam tersine devrimci partinin bu alandaki tüm politikası, dindar emekçiler başta olmak üzere, antikapitalist ve/veya düzen karşıtı ezilen tüm inanç gruplarını da sınıf mücadelesi içine çekmeye yöneliktir.

Ayrıca dindar bir işçi, bu dünyadaki yaşamı yaşanabilir hale getirmek için sınıf kardeşleriyle birlik olup ortak mücadeleye girmişse onun inançları ile pratiği arasındaki çelişki kendi içinde yaşaması gereken verimli ve üretken bir çelişkidir. Hele işyerindeki sendikal mücadelelerde yakından izledikleri komünistlerin yiğitliği, dürüstlüğü, sağlamlığı, patron karşısında boyun eğmezliği, çeşitli etnisiteden ve inançtan emekçileri devrimci mücadeleye kazanmakta atılacak en önemli adımdır. İnanç farklılıkları sınıf  mücadelesi içinde yer almaya kesinlikle engel değildir ve devrimciler,  tutarsız ve aceleci davranışlarla bu farklılığın birer engel olarak karşımıza çıkmasına izin veremezler.

Lenin’in dediği gibi : “Ezilen sınıfın yeryüzü cennetine ulaşmak için verdiği gerçekten devrimci mücadele içindeki birliği, bize göre, işçilerin, gökyüzü cenneti konusundaki inançlarının birliğinden çok daha önemlidir.” Ayrıca 150- 200 yıllık devrimci pratiğimiz göstermiştir ki sosyalist devrimci hareket güç kazandıkça çok sayıda dindar insan kendi inancını yeni baştan yorumlayarak sosyalizme ve sosyalistlere yakınlaşmakta ve devrimcilerle  işbirlğine girmekten çekinmemektedirler. Özellikle Latin Amerika’da kimi rahipler öncülüğünde şekillenen ve devrimcilerle omuz omuza savaşan kurtuluşçu teoloji ve bu hareketin gerilla hareketleri ile ilişkileri buna çarpıcı bir örnektir.

Son olarak bir noktayı altını çizerek yeniden vurgulayalım: Daha önce belirtiğimiz gibi, din ve vicdan özgürlüğü, tanrıya inanmama özgürlüğünü de kapsar. Bu demektir ki bilimsel dünya görüşünü ve onun doğal bir sonucu olan ateizmi (tanrı tanımazlığı) aktif olarak temsil etme ve bu görüşü yaygınlaştırma özgürlüğü, devrimciler açısından önemlidir. Gerçekliğin gerçeklik karşıtı, yanılsamalı bir açıklaması demek olan dinsel dünya görüşünün toplumsal etkisinin kırılması, bunun yerini bilimsel dünya görüşünün alması son derece önemlidir. Materyalist tanrıtanımaz görüş, ne denli yaygınlaşıp kökleşirse insan soyunun kendi kaderini kendi eline alması, yeryüzünü yaşanası bir cennete dönüştürmesi o derece kolay ve kalıcı olacaktır. Ne var ki bu konuda şu üç düşünceyi hiç gör ardı etmemek gerekir:

• Dindar kimselerin duygularını yaralamamaya aşırı özen gösterilmelidir.

• Sosyalizmi gerçekleştirerek, kapitalist sömürü ve baskı aygıtını yok ederek emekçilerin kaderini kendi ellerine vermeden boş inançların toplumsal köklerini propaganda ve ajitasyonlarla kurutmak olanaksızdır.  Bu dünya için örgütlü mücadeleye girmek, dindar emekçileri boş inançlardan koparacak süreci hızlandırır; sosyalist toplumun kurulması süreci ise adım adım dinin maddi dayanaklarını ortadan kaldıracaktır. Ve bu sürece mutlaka bilimsel dünya görüşünün benimsetilmesi çalışmaları sistemli olarak eşlik etmelidir.

• Ne var ki toplumsal-ekonomik dayanaklarını yitirseler bile ahlak gibi, din gibi, gelenek gibi, hukuk gibi üst yapı kurumları hemen ortadan kalkmazlar; inatçıdırlar, direngendirler, etkilerini uzun süre devam ettirirler. Ayrıca emperyalist-kapitalist sistem var olduğu sürece, yani sosyalizm yeryüzünün bütününde yerleşip kökleşmedikçe burjuvazi ve emperyalist gericilik; dinleri, inançları ve dini kurumları mutlaka sosyalizmi yıkmak, sosyalist mücadelenin önünü kesmek ve kendi ömrünü uzatmak için kullanmayı sürdürecektir.

Doğan Yağmur