Katledilişinin 100. Yıldönümünde Mustafa Suphi ve TKP

“…Trabzon’dan bir motor açılıyor,

sa-hil-de-ka-la-ba-lık!

motoru taşlıyorlar,

son perdeye başlıyorlar.

burjuva kemalin omzuna binmiş

kemal kumandanın kordonuna.

kumandan kahyanın cebine inmiş

kahya adamlarının donuna

uluyorlar,

hav…hav… hak  tü… 

gördün mü ikinci motoru.”

Nazım Hikmet

Her ne kadar, bir süreliğine davayı yüklendiğini söyleyen savunma avukatları karşı tarafla iş tutup davayı sattıysa da, davanın ateşi düşmüş değildir. Evi yurdu terk ederken; “Onlar doğruydu, yanlış olan bizdik” diyerek onursuz çekilişlerine bahane arayan bu zevat, esasen bu ocağın evlatları değil, dışardan yamanan ve kırk kucakta pışpışlanan arsızlardı. Her tünediği ocaktan beynine doldurduğu cürufla bir sonrakini kirletmek üzere yel yepelek koşuşturan bu Truva Atlarının sınıf savaşına verecekleri bir şey yoktu. Aldıkları çok oldu ama. Evi barkı ateşe verdikten sonra meşreplerine uygun davranıp, içerdeyken bile gizli ajandalarında muhafaza ettikleri doğrultularına selametle(!) yelken açmış bulunuyorlar. Ama onlara burada ayıracak ne yerimiz var, ne de konumuz kapsamındadırlar. Yeri gelmişken hatırlatmış olduk,  hepsi o kadar. İlgileri sahteydi, aldatmaya yönelikti. Ama bu davanın esas tarafı bu savaşta doğru mevzi tutanlardır. Varlar, unutturmayacaklar!

28 Kanunisani 1921; canice, hınçla uygulamaya konan bir tertibin bir katliamla sonuçlandırılması ve kanı Ankara’nın eline bulaşan bir cinayetin adıdır. Tetikçiler tertipçilerce bir bir ortadan kaldırılırken azmettirenler devletin başında yeni katliamların planlarını yaptılar. 1925 ve 1937 de Kürt halkına ölüm yağdırdılar. Daha nesnel bir perspektiften bakıldığında da, emperyalistlerle işbirliği içinde palazlanıp rüştünü ispatlamaya çalışan Anadolu burjuvazisinin işçi sınıfına, onunla aynı kaderi paylaşan diğer emek yığınlarına, komünistlere bir meydan okuyuşudur 28 Kanunisani. İktidarına göz dikenlerin gözünü oymaya her an hazır ve nazır olduğunun deklarasyonudur. Bu meydan okuyuş yazıldığı gibi okundu mu, tartışmalıdır. Sonrasında takip eden süreçteki gelişmelerin verdiği sinyaller ne yazık ki bu soruya olumlu yanıt verebilmenin önünde engel teşkil ediyor. Burjuvazi bu doğrultudaki niyet ve istikrarını defalarca gösterdi, gösteriyor. Kızıldere, Nurhak, Martinik, darağaçları ve akıl almaz işkencelerde katledilenler. Dahası da olacaktır besbelli. Bizim tarafta sebat eden bir dağınıklık, yer yer yozlaşma söz konusu.

Mustafa Suphi yüz yıl önce bir parti kurarak, Anadolu’ da, İstanbul’da ve yurt dışında dağınık halde bulunan komünistleri bir çatı altında toplamak gibi günün koşullarına göre zorunlu ve zorlu bir görevi üstlenmişti. Kurmasına kurmuştu ama bu parti biraz büyük geldi Ankara’daki adama. O günden başlamıştı hesaplar.

Bu yıl, 10 Eylül bu partinin, Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşunun yüzüncü yıl dönümüydü. Suphi bu kuruluştan dört ay sonra yoldaşlarıyla birlikte katledildi. Ayrıntılar yazıda var; katliamdan sonra iki aya yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen hiçbir yerden cılız da olsa bir ses çıkmamıştır. Suphi ve on dört yoldaşının paramparça edilen cesetleri sessizce Karadeniz’in derinliklerine inerken, Karadeniz’ in Kuzey limanlarından kalkan takalarla yine sessizce Karadeniz üzerinden süzülüp İnebolu, Sürmene ve diğer liman kentlerine ulaştırılan silahlar Mustafa Kemal’ e, komünistlerin katlinden sabık iktidarının güvencesini sağlamak üzere ulaştırılıyordu. Kim bilir; Nazım’ın şiirinde bahsettiği motorlar kaç kez varıp Odessa Limanından mühimmat yükleyip geçmişlerdir bu yakaya. Ve tekrar gidişlerinde kendilerine verilen bu “görevi” de sessiz sedasız halledivermişlerdi, kim bilir?

Suphilerin ortadan kaldırılmasıyla TKP’ de bir bakıma dağıldı. Henüz dört aylıkken kurucuları bu tarz bir cinayetle ortadan kaldırılmış olan bir partinin o günün koşullarında sendelemesi anlaşılmayacak bir şey değildir. Anlaşılamayan; Bakü’de kalan ve üç kişiden müteşekkil Dış Büro’nun birbirlerinin gözünü oyacak derecede itişip kakışmaları ve bunun üzerine Sovyet partisinin Orkonidze’ye görev verip Dış Büro’ yu dağıttırmasıdır. Büro elemanlarından İsmail Hakkı, Ahmet Cevat Türkiye’ye gelip devlete kapılandılar. Süleyman Nuri Gürcü partisine girip mücadeleye o partinin üyesi olarak devam etmiştir. Hangi görevle olduğu bilgisini edinememekle beraber yolu Türkiye’ye de düşmüş, uzun süre cezaevinde kalmıştır. TKP yazınında Süleyman Nuri’nin Dış Büro sonrası yaşamına ilişkin bilgi yoktur. Anılarının ilk bölümü TÜSTAV yayınlarında çıkmış fakat ikincisini yayınlayamadan göçmüştür.

Mustafa Suphi’nin ortadan kaldırılmasıyla TKP’ nin, en azından organik olarak devamlılığı kopmuştur. Bakü Kongresine katılamayan Ankaralı komünistler, 15 Ağustos 1922 de Ankara’da topladıkları Türk Halk İştirakiyun Fırkası (THİF) kongresini TKP’nin 2. Kongresi olarak kabul etmişlerdir. Onun da dağıtılması üzerine 31 Aralık 1924 de, İstanbul Akaretler’ de, Bakü Kongresini küçümsediği için katılmayan Şefik Hüsnü’nün başkanlığında, adına TKP’ nin 3. Kongresi dedikleri bir kongre toplanmıştır.

Şefik Hüsnü TİÇSP ve yayın organı Aydınlık Grubunun lideriydi. Bakü kuruluş Kongresini önemsememiştir. Aynı grubun liderlerinden Ethem Nejat’ın Kongreye katılmış olmasının nedenleri ise tamamen farklıdır. Şefik Hüsnü öz itibariyle kendi adamlarıyla bir toplantı yapmış, adına TKP’ nin 3. Kongresi demiştir. Sonraki TKP tarihi de bu üç kongreyi bağlantılı imiş gibi kabul etmiş ve kapısına kilit vurulana kadar da kabul gören tek “devamlılık” zinciri bu şekilde olmuştur.

Fakat bu 3. Kongre’nin diğerlerinden birçok farkı olmasına rağmen bunlardan bir tanesi var ki, çok önemlidir. Bu da partinin aleni olarak Kemalist bir politikayı savunur hale sokulmasıdır.( Bundan kısmen Komüntern’ in de sorumlu olduğu notunu da düşelim bu arada.) Vedat Nedim, H. Ediz, Şevket Süreyya gibilerini partiye taşıyarak hem partiyi polisin top koşturduğu alana döndürmüş ve hem de “kadrocuların” kadro devşirmesinin yatağı haline sokmuştur. Neticede TKP sürekli Kemalizm’in yedeğinde gözü gönlü bağlı olarak yol almaya çalışmış, 1974 yılına kadar politika sahnesinde esamisi okunmamış, 74 sonrası atılım dönemine rağmen politikasında komünist normları yakalayamamıştır. Dinamikleri farklıdır, çokça tartışıldı, tartışılıyor.

Geçtiğimiz Eylül ayında TKP’ nin yüzüncü yılı adı altında birbiriyle yarışan ama oldukça cılız grupların kutlama “etkinlikleri” ne tanık olduk. Komünist hareketteki zayıflığa ve dağınıklığa etki eden nesnelliği elbette ki anlıyoruz, biliyoruz. Bu nesnellik hemen her kesim tarafından nüanslarla, benzer şekilde tarif ediliyor zaten. Sorun ne kadar gücün seferber edildiği sorunu değildir. Samimiyet, ilke ve  devrimci etik sorunudur.

Haramilerin, TKP evini yağmalayıp sırra kadem bastıktan sonra ortaya çıkan “fetret devrinden” faydalanmanın yol ve yöntemlerini zorlayanların, konjonktürü “iyi” okuyup “yaman” değerlendiren, ama öncesinde ülke ve parti pratiğinde olmayıp isminin cazibesine kapılanların TKP ye duydukları platonik aşk depreşince vitrine çıkardıkları bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda TKP üyesini parlatıp “TKP” adı altında bir parti kurmuşlardır. Teknik olarak bir itirazımız yok. Seçili ve sınırlandırılmış bir alanda bu adla politika yapmak isteniyorsa ve yasal zemin buna cevaz veriyorsa neden olmasın. Hem buna itiraz da öyle pek mantıklı görünmüyor. Sen bu adı almışsın, kullanmışsın beğenmeyip adını değiştirmişsin veya bir kenara atmışsın. Sen yoksan birileri çıkar, alır götürür. Dere taşmış, kütükler sürüklenmektedir. Çengeli ilk isabet ettiren  kütüğü “hak etmiştir”.

Burada sırıtan husus biraz önce değinmeye çalıştığımız “devamlılık” tır. Tartışmalı olan, hatta olmayan kısım burasıdır. Yeni eskinin bağrından doğmuyor, üzerine oturuyor. Eski gözükmüyor artık. Gözüken, seçmeci bir mantıkla eleyip ele aldıkları eskinin sadece kendi politik hatlarına uygun karelerinden başka bir şey değildir. Devam, hatasıyla sevabıyla sahip çıkmayla, komünistçe eleştiri, özeleştiri mekanizmasını çalıştırmayla, eskiyi, eskiyenden temizleyip devrimci çizgiye çekmeyle olur. Eskiyi, bir yerlerden “beslendikleri” için soysuz olarak nitelendirmeyle o eskinin devamı olduğunu savunmak; samimiyetin ötesinde bir başka nitelemeyi çağrıştırır.

Neden yazdık bunu, şunun için: Kendisini TKP olarak ortaya koyan parti TKP nin yüzüncü yıldönümü kutlamaları çerçevesinde bir bildiri yayınlamış veya dağıtmıştır. TKP nin yüzüncü yılının kutlaması etkinliklerinde dağıtılan bu bildiride, “cumhuriyetin kazanımları “ var, çünkü onları koruyacaklar, “laikliğe” vurgu var, laiklikte buluşacaklar, partilerine “AKP den bile üye akışı” var ama “devamıyız” dedikleri TKP nin kurucusu Mustafa Suphi’nin adı yok. Mustafa Suphi’den tek kelime yok.

TKP adı, TKP nin sonraki tarihinde şöyle ya da böyle olmasından, Mustafa Suphi’nin doğrusu veya yanlışından bağımsız olarak daima Mustafa Suphi ile anılır. Yüzüncü yıl kutlama bildirisinde Mustafa Suphi yoksa “devamlılık” iddiası boşa düşmüştür. Ayrıca bir hatırlatma da şu olabilir; Mustafa Suphi’yi katleden o çok savunulan cumhuriyetin tepe kadrolarıdır. Emir en tepedendir. 12 Mart ve 12 Eylül de bu cumhuriyet vardı. “Cumhuriyete karşılar dolayısıyla Osmanlıcılar” yollu basit eleştirilerden de hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.  Bugün bu partinin mücadele hedeflerinin başında “cumhuriyetin değerlerini ” korumak geliyor. Burada söz konusu olan burjuva demokrasisi, aynı anlama gelmek üzere burjuva diktatörlüğüdür. Duruma göre göstermelik de olsa parlamenter sistemden yana gözükür, olmadı diktatörlük yüzünü sergiler. Komünistlerin burjuvazinin bu devlet yönetim sistemlerinden her hangi birini korumak gibi bir hedefleri de olamaz. Eğer, bu cumhuriyet “yetmez, ama yine de buna evet” demek istiyorlarsa kendi bilecekleri bir şeydir. İkinci bir “yetmez ama evet” ekolü çıkmış olur, hepsi o kadar.

Bir de şu laiklik vurgusu yok mu, evlere şenlik. Sanki bu ülke laik idi de AKP geldi bunu tuz buz etti. Okullarda zorunlu din dersi AKP zamanında getirilmedi. Bu ülkede alevi vatandaşların verdiği vergilerle imamların maaşları ödendi, ödeniyor. Kuruluşundan beri Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi Milli Savunma Bakanlığı bütçesi ile yarışır durumdadır. Bu muydu elden gitmekte olan laiklik? Geçelim.

Bir özet yaparak konumuza girişin koşullarını oluşturmaya çalıştık.  Ne kadar çok yazılırsa yazılsın Mustafa Suphi Olayı hep eksik kalacaktır. Moskova’nın hafızasında bu konuda önemli bilgilerin olduğunu var sayabiliriz. Ne yazık ki bilebildiğimiz kadarıyla bu bilgilere henüz hiç kimse ulaşabilmiş değil, varsa da. Bizler de yazılan çizilen ve meraklı okuyucunun hemen tamamının vakıf olduğunu düşündüğümüz neşriyattan aldıklarımıza kişisel yorumumuzu ekliyor, okumaya ve eleştiriye açık hale getiriyoruz.

Arşivler, insanlık tarihinin uzak hafızaları olarak özgürleştikleri oranda günümüzü aydınlatmaya devam ediyorlar. Rutubetli mahzenlerin küflü raflarında kürek mahkumu iken, çıktıkları zahmetli yolculuklarından sonra kitap sayfalarında, oradan da okuyucunun bilincinde değerlenen geçmişin saklı bilgileri, uygun zamanda, objektif bir yaklaşım, diyalektik bütünlük ve doğru bir mantıkla algılanıp harmanlandığı ölçüde, çoğu kez yerleşik genel kabule dair ezberleri bozmakta, kanıksanmış paradigmayı ters yüz etmektedirler.

Bu tersyüz edilişte bazı hayal kırıklıklarının, beklenmedik heyecanların, kırgınlık ve kızgınlıkların yaşanması da olasılıklar mertebesinde normal karşılanmalıdır. Doğru zannedilen yanlışlar da yanlış bilinen doğrular gibi yanlış sonuca götürürler. Gerçeklik terazisi devrimcilere, komünistlere en çok da kendi tartılarını almak için gereklidir. Tarihsel deneyimlerden ders çıkarmak arzusu bu gereklilikle doğru orantılı bir seyir izlemelidir. Ne olayların mekanik dizilişinin ruhsuz sonuçlarına bel bağlamalı ne de duyguların esaretinde ahlaki normlar geliştirerek nesnelliğin üstünden atlamalıyız. İncelemeye çalıştığımız konu hakkında, olumlu olumsuz “mutlak” sonuçlara varabilmemiz mümkün görünmese de, ortaya konmuş bulunan bilgi ve belgelerden, yanıltıcı yönlerinin olabileceği varsayımını es geçmeden, yine de bir çıkarımın yapılabileceğine önce kendimizi inandırmalıyız. Yazının temel yaklaşımı da budur.

Bu yazıda; bundan bir asır önce, eşi benzeri görülmemiş bir mizansenin son perdesinde, eşi benzeri duyulmamış bir vahşet, gaddarlık ve hunharca bir katliamla, parçalanmış ölü bedenleri Karadeniz’in karanlık sularına gömülen Mustafa Suphi ve yoldaşlarının ortadan kaldırılması olarak bilinen “On Beşler Olayına”; değinmeye çalışacağız. Öncesindeki karmaşık süreci örten kalın örtülerin, yeni bilgiler ışığında aralanmış olmasının yarattığı olanaklar çerçevesinde, yerli yersiz, o çok sorulan soruyu bir kez daha, ama bu kez farklı bir formatta ve beraberinde başka sorularla yeniden sorarak,  gerçeklikle mümkün mertebe örtüştürmeye gayretli bir yaklaşım ortaya koymaya çalışacağız.

Bugün artık, Suphi sonrası TKP’ nin ve daha başkalarının yıllarca kullanmayı tercih ettiği, “burjuvazi Mustafa Suphi ve yoldaşlarını katletti” şeklindeki bir soyutlamanın,  uluslararası konjonktürle belirlenen sürecin dinamiklerini, sınıf savaşının karakterini, burjuvazinin ve onun o dönemdeki siyasi temsilcilerinin, Kemalistlerin, komünistlere karşı ilan ettiği açık kanlı savaşı anlama ve açıklayıcı olmada yeterli olmadığı aynı ile vakidir.  Bugün “TKP” adını almış parti veya partilerin, Kemalizm’e sol etiket yapıştırıp sol siyaset pazarında satmaya çalışılarken esasen yaptıkları; bu savaşın çelişkilerini örtmek, bu kan davasını “barışa” taşımaktan başka bir şey değildir.

Bizzat M. Kemal, 1929 yılında Eskişehir’ de yaptığı bir konuşmada bu yetersizliğin altını “itinalı” bir şekilde çizmiştir. Bu konuşma 1929 Tevkifatıyla çeşitli cezalara çarptırılan komünistleri hedef alarak yapılmıştır. Verilen ağır cezaların onaylanması doğrultusunda “ihsas-ı rey” de bulunmakta bir sakınca görmeyen M. Kemal, deneyimli bir komünist avcısı olduğunu da şu sözlerle övünerek ifade etmektedir: “ Türk milleti, ülkesinin yüksek çıkarları aleyhine çalışmak isteyen yıkıcı, sefil, vatansız ve milliyetsiz ahmakların gizli ve kirli emellerini anlamayacak bir millet değildir. O şimdiye kadar olduğu gibi doğruyu görür. Onu yolundan saptırmaya çalışanlar ezilmeye kahredilmeye mahkumdur. Kimsenin şüphesi olmasın ki; bu konuda köylü işçi ordu beraberdir… Bu ülkede komünistler yalnız hapsettiklerimizden ibaret değildir. Bu işlerle bizzat yakından ilgileneceğim. Türk milletinin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde başı ezilmelidir.”

Öncelikle, yanlış okumaya meydan vermemek adına buradaki “millet” kavramının cümle içindeki anlamına bir açıklık getirmeli. Bunun, sınıflı toplumlarda ve özellikle diktatörlüklerde bir etnisiteyi tarif eden değil, diktatöre eşitlenen bir kavram olduğu unutulmamalı, aynen günümüzde tanık olduğumuz gibi. Kendilerini tehlikede gördüklerinde halkı kalkan olarak kullanmaktan çekinmez, paylaşımda o kalkana böcek muamelesi yapmaktan da geri durmazlar.

O uzun konuşmadan buraya aldığımız bu küçük paragrafta burjuvazinin, temsilcisi M. Kemal’in, koşulları oluştuğunda patlamaya hazır kinini ve bu bağlamdaki deneyim aktarımını görüyoruz. “… o şimdiye kadar olduğu gibi doğruyu görür, onu yolundan saptırmaya çalışan ezilmeye kahredilmeye mahkumdur… her görüldüğü yerde ezilmelidir” sözlerinde önceki deneyiminin (deneyimlerinin) örtülü ifadesini görmek hiç de zor değil. Bugün, Mustafa Suphi için paneller düzenleyen, bildiriler dağıtan ve kendilerinin TKP ardılı olduklarını ispatlamak için yaka paça birbiriyle didişen, satırla yoldaşlık ettiklerinin kolunu bacağını doğrayan ve bununla birlikte, “Cumhuriyetin kazanımlarını” sınıf mücadelesi ile ikame edenler, yüz yıl önce başlayan Türkiye komünist hareketini ve önderlerini Karadeniz’de boğan, boğduran özneye en küçük bir laf etmemeleri kayda değer, düşündürücü ve kanaatimizce bilinçli bir tercihtir.

Tarihin arka planına verimli bir gezinti yapmadan, veri ve vizyon eksikliği ile malul, konjonktürün sınırladığı fotoğrafa günümüzden bakma kolaycılığında ve doğrulukları sorgulanmaya muhtaç anılara eşlik eden cesaret fukaralığı ve isteksizlikle,  eklektik senaryoların çeşitli varyantlarında, sersem sepelek bir halde katil arayarak, sorulan bu ve bağlantılı soruların cevabını bulmanın olanaksızlığı ortadadır. TKP genellikle böyle yaptı. Bazen de hiçbir şey yapmayıp uslu çocuk oldu. Ardılıyız diyenlerin de farkı yok. İçi boş, bilimsellikten uzak, üstüne üstlük katile duyulan sempatinin paralize ettiği hafızayla katil tarifi; hedefi puslandırmanın ötesinde, olaylar arasındaki nedensellik zincirini, çoğu kez en önemli halkasından koparmakta, kavşaklarda yanlış yönlenmeye meydan vermektedir.

Doğru donanımla, doğru bir çizgi üzerinden gidildiğinde yanlış yöne sapma riski her zaman vardır ancak, eğri çizgi üzerinden doğruya varmak imkansızlık ölçeğinde zordur. Eğriden doğru çıkmaz!

Sınıf savaşları tarihi, ezenlerin ezilenlere olduğu kadar, onların kurtuluş mücadelelerinin öncülerine de yönelik katliamlarla doludur.  Kapitalizmde de bu kural değişmemiştir.  Dünyanın birçok bölgesinde kıyım en insanlık dışı boyutlarda devam etmektedir. Soyu sopu, cibilliyeti komünistlerce malum olan burjuvazinin, iktidar ve kar hırsı ile işleyemeyeceği cinayet, tertipleyemeyeceği katliamın olmayacağı açık bir biçimde bilinmektedir.  Alman Devrimi’nin kartalları, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un canice katledilişi bilinen somut gerçeklerden biridir. Sonrasında Mustafa Suphi ve yoldaşları,  Kızıldere, Nurhak ve niceleri.  Unutulmaz Che ve diğerleri…

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, trajik sonla bitmemiş olsa dahi, o tarihsel kesitte aldıkları dönüş kararının, daha başka bir ifadeyle; Anadolu’da legal siyasi çalışma yapmaya endeksli dönüş kararının, vardığı sonuçlar üzerinden irdelenmesi değil de, üzerine oturtulduğu dinamiklere bir kez daha bakarak, yanlış anlaşılma kaygısı duymadan, objektif dürüstlük sınırları çerçevesinde izlenecek bir yöntemin gerçekleri kavramada daha sağlıklı olacağı açıktır. Hamaset temelindeki bakışın duygusal sınırlılığı ile verilecek hükmün doğruluğundan şüphe,  bilimsel sınırlarda kalma adına zorunludur.

Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse;  TKP’ nin Komünist Enternasyonal’in bir üyesi olduğuna göre, bu kararda III. Enternasyonal’in ağırlığının ne olduğu, III. Enternasyonal ile SSCB politikaları bağlamında dönüş için TKP’ ye gerekli destek verilip verilmediği, Komüntern üyesi TKP’in bu düşüncesinin ortak oturumlarda TKP kadroları ile birlikte gerekli boyutta tartışılıp tartışılmadığı, tartışıldıysa hangi dinamiklerin belirleyici olduğu, Bolşeviklerin Ankara Hükümeti’ni doğru bir şekilde değerlendirip değerlendiremedikleri, SSCB Ankara’yı bila kayd ü şart desteklerken, Kemalistlerin yürüttüğü iki yüzlü politikaları yeterli ciddiyetle mercek altına alıp almadığı, devrimin henüz güvenlikte olmadığı o dönemde, Moskova’nın, daha ziyade taktik bir sorun olarak, pragmatist politikalarının anlayışla karşılanıp karşılanamayacağı, Ankara – SSCB, İngiliz-SSCB anlaşmaları arifesinde Anadolu’da kızışan iç savaşın komünistlerin katledilişiyle oluşturduğu süreklilik ve benzer olayların enine boyuna analizi yapılmadan, bilinmezliğin karanlığına inen basamaklara ihtiyatsız dalmak anlamına gelir ki;  bu durum da yüz üstü yere kapaklanmak kaçınılmazdır.

Bunların yanı sıra, Mustafa Suphi ve TKP’ nin;  İttihat ve Terakki bakiyesi, işbirlikçi komprador burjuvazi ve dinsel-feodal gericilik üzerine oturan Ankara Hükümeti’ne “anti-emperyalist “ bir paye verirken,  kriterlerinin ne olduğu ve bu çözümlemede isabet kaydedilip edilmediği, komünistler birleşme kongresi için güvenli bulunmayan Ankara’yı mücadele için ittifak cephesinde değerlendirip, ne olursa olsun Anadolu’ya dönüp BMM çatısı altında legal çalışma kararında ısrar ederken, Ankara’nın, diğer tüm muhaliflere karşı sürdürmekte olduğu kanlı tertipleri veri alarak, farklı bir dönüş biçiminin denenmesi fikrinin neden benimsenmediği, parti içindeki Süleyman Sami, Mehmet Emin gibi Ankara bağlantılı ajanlar, Süleyman Nuri gibi fırsattan fesada uzanan çizginin takipçileri ve Salih Zeki gibi adı Ermeni katliamı ile anılanlar ve genel olarak, devrim sonrasının bulaşık ortamından gelen TKP yönetici kadrolarının liyakat endazesinin mevkilerine denk düşüp düşmediği sorularına verilecek yansız cevaplar, trajik sonla biten olayı biraz olsun aydınlatacak ve filmin geri sarılmasıyla da, bir önemi kaldıysa eğer, komünist hareketin hafızasına kazınmış bu tablonun resmi yeniden ve doğru bir kareye alınabilecektir.

Anadolu, İstanbul ve özellikle Bakü olmak üzere, SSCB’nin muhtelif bölgelerindeki parçalı komünist örgütlenmelerin 10 Eylül 1920 de bir araya gelmesinden ve birleşme kongresi adı altında TKP’ nin kuruluşunun açıklanmasından çok değil, dört ay gibi kısa bir zaman sonra Mustafa Suphi ve TKP’ nin diğer yöneticileri zalimane bir yöntemle ortadan kaldırıldı. Kuşkusuz amaç;  Osmanlı’yı biçimsel bir değişikliğe tabi tutmaya çalışan burjuvazinin karakterine uygun bir önlem olarak, Ekim Devrimiyle parlayan güneşin Anadolu topraklarını ısıtmasını engellemek, devrimin güneye doğru ilerlemesinin önünü kesmek, , emperyalist yayılmanın güvenliğini sağlamak, emekçileri kayıtsız şartsız iktidarın uzağında çakılı tutmak ve mümkünün en geniş sınırlarını zorlayarak iktidarda kalabilme garantisini kazanmaktı.

Bu döneme damgasını vuran ve bir biri ardından patlak veren olaylara daha yakından bakıldığında, ortaya çıkan panorama şöyle özetlenebilir:

İktidar kavgasına hemen her karşıtından daha donanımlı olarak giren Mustafa Kemal, muhaliflerini karalı bir şekilde ortadan kaldırmak için her türlü politik ve politika dışı fitneyi maniple ederek cephesini genişletmiş, İtilaf Devletleri’nin gizli açık desteklerinin yarattığı rüzgârı da arkasına alarak anti-komünist, anti-Sovyet politikalarına giderek daha açık bir şekilde hız vermiştir. Komünist unsurları barındırdığı gerekçesini öne sürerek Yeşil Ordu’nun kapatılması için meclisi ateşlemiş, Yunan işgalcilere iki yıl boyunca zor anlar yaşatan Ethem kuvvetlerinin yok edilmesi emrini vermiş, Ethem’e yapılan saldırıyı kınayan yazılar yayınladığı ve Ethem kuvvetlerini kuşatmak üzere demir yolu ile cepheye sevk edilen birlikleri taşıyan demir yolu işçilerini greve çağıran bildiriler yayınladığı için Yeni Dünya Gazetesi’nin matbaasını dağıttırıp sorumlularını tutuklatmıştır. Hafi (gizli)  TKP yöneticilerine yönelik tutuklamalar başlatarak Anadolu topraklarında komünist, Bolşevik sempatizanı adı altında her ne olursa olsun müsamaha gösterilmeyeceğini ve bilhassa bu unsurların iktidar mücadelesinin dışında tutulmaları için her türlü tertip ve katliam dahil ne gerekirse yapabileceği sinyalini vermiştir.

Bütün bunların yanında, anti-Sovyet politikaları o kadar uç noktalara vardırmışlardı ki; diplomasi tarihinde utanç verici olaylar da yaşanmıştır. Sovyet yardımının en üst düzeyde devam ettiği en sıcak günlerde,  Moskova’ya elçi olarak gönderilen Ali Fuat Cebesoy ve ekibinin İngiliz ve Çek’ler lehine casusluk yaptığının tespiti üzerine Çe-Ka militanlarınca cürmümeşhut edilmiş, kendisi yaka paça edilerek kıçına yediği tekmeyle sınırı boylarken, suç ortakları hak ettikleri cezayı çekmek üzere devrimin adaletine teslim edilmişlerdir.  Sonrasında, Gürcistan topraklarında hak iddia eden Bekir Sami’ de benzer bir durumda beyninin arkasını boşaltarak Ankara Hükümeti’nin gizli ajandasını açık etmiştir.

 Bu noktaları veri alarak, genel çerçevenin dışına taşmamak ve konumuzla sınırlı kalmak kaydıyla, dönemin koşullarınca belirlenen sürecin doğru okunmasına yardımcı olacağı düşünülerek, olaylara damgasını vuran politikaların ve onların üstüne yükseldiği somut koşulların çevrelediği bazı olguların altını daha kalın çizmek gerekiyor.

Birincisi; devrimin beklenenin aksine gelişmiş değil de, nüfusun yüzde seksen beşinin kırsal alanda yaşayan Çarlık Rusya’sında patlak vermesi, salt bu sosyo- ekonomik düzeyin doğurduğu sorunlar ve emperyalistlerin gecikmeksizin reflekslerini ortaya koyması, ister istemez devrimi kendini savunma konumuna itmiş, dünya devrimi şiarı satır aralarına sıkışıp kalmış, bunlarla birlikte yığınla iç ve dış koşulun senkronize olmasından beklenmedik düzeyde karmaşık sorunlarla baş etme mecburiyeti, öncelikleri değiştirip birçok sorunun çözümünü geciktirmiş ve/veya bazı alanlarda olduğu gibi, yanlışlıklar kümesini, yuvarlanmakta olan bir kartopu misali büyütmüştür. Bununla bağlantılı olarak, emperyalistlerin kevgire çevirdiği ve devrimin Güney kanadındaki hassas bölge Anadolu ve Kafkasya’ daki hareketlere yönelik politikaların ilkeler üzerine yaptığı negatif basınç uygun zaman ve yeterli miktar ve netlikte özümsenememiştir.

İkinci olarak; Alman ve Macar Devrimleri’ nin boğulmasıyla emperyalist blokta tavan yapan öz güvenin tersi olarak; Avrupa’da bir proleter devrimin, ütopyanın belirsiz geleceğine kaldığı biçimindeki algının devrim güçlerinde yarattığı moral çöküntü, devrim liderleri arasında uzlaşmazlığa doğru akan suları coşturarak sorunları biriktirmiş, Marksist devrim teorisinin sorgulanmasına kadar varacak ölçüde otomatik bir mekanizma ile ülkeden ülkeye yayılan öldürücü virüsün yarattığı yıkıntıyı arttırmıştır. Tek ülkede sosyalizmi ne pahasına olursa olsun yaşatma zorunluluğu, devrimin çeperlerini olabildiği kadar nötr tutma gibi bir diplomasiyi daha reel hale getirmiş ve bu bağlamda, fırsatları iyi yöneten Kemalist Hükümet, kuzu postuna bürünmüş kurt gibi oradan oraya koştururken en azından kendi hesabına makul sayılabilecek bir süre zarfında kendini saklamayı becerebilmiştir.

Üçüncüsü; Dünya Komünist Partisi ve komünist hareketin amiral gemisi olması gerekirken bu niteliğe asla kavuşamayan Komüntern’ in, bir taraftan çubuğu, çoğu kez özgünlükleri görmezden gelen, ya da değerlendiremeyen global politikalardan yana bükerken, diğer taraftan ve paradoksal olarak, kuşkusuz bağlı partilerin kolaycılığından da kaynaklanan ve en uygun olmayan durumlarda bile çok “özgün” olan yerelliğe, bilimselliğin sınırlarını zorlayarak,  ölçüsüz abanmanın bir birini tutmayan pragmatist tasarrufları, merkeziyetçilik ve devrimci dayanışma hesabına zaaflara sebebiyet vermiştir. Zaman zaman, üye partilerin kendi ülkelerindeki mücadele yol ve yöntemlerinde ademi merkeziyetçi bir uygulama biricik devrimci hareket tarzı olarak benimsenirken, bir başka coğrafyada inisiyatif kullanma kapasitelerini baskılayarak devrimci savaşımın zayıflamasına varacak ölçüde merkezci davranılmıştır. Bazen de, TKP örneğinde olduğu gibi, partilere yönelik yoldaşça tutum da küçümsemeye kadar varan zafiyetler baş göstermiştir.  Diğer birçok partiden farklı olarak; Sovyet topraklarında ve Ekim Devrimi’nin keskin ama bir o kadarda karmaşık ve bulaşık mücadele süreci içinde yapılanmış kadrolar tarafından kurulan, daha doğru bir tanımla; kuruluş kongresi yapılan TKP’ nin,  gerek organik ilişkilerdeki yoğunluğa ve gerekse enternasyonalist desteğe duyduğu şiddetli isteğin geri dönüşünü, aynı oranda, merkezin davranış normlarında görmek o günlerde, komünistçe dayanışma temelinde pek mümkün olmamıştır. Kast edilen bu destek, nedenleri ne olursa olsun, Türkiye ve birçok ülke bazında sonrası için bile tartışmalıdır.

Dördüncüsü; eşitsiz gelişme yasasının da doğal bir sonucu olarak, paylaşım savaşında ortadaki pastadan koparılan dilimlerin şişmanlığı ile orantılı olarak, emperyalist odakların hanesine yazılan gücün, Sovyet Devrimi söz konusu olduğunda ve açık tehdit anlamında sahneye sürüldüğü dönemde,  emperyalist boyunduruk altındaki ülkelerde, özellikle Doğu’da, baş gösteren kıyamın nötralizasyonuna yönelik stratejilerin öne çıkarılmasıyla post kapma savaşı “dost” kapma diplomasisine dönüşmüş,  fiili işgallerle ikame edilen “yeni” sömürgecilik yol ve yöntemlerinin çeşitliliğinin yarattığı bulanık ortamda düşman tanımında zaaflara neden olmuştur. Bu, birçok ülkede olduğu gibi, özellikle Türkiye komünistlerini de, 1831 ve özellikle 1848 devrimlerinde görüldüğü üzere devrimci karakterini terk eden burjuvazide halen demokratlık ve devrimci nitelik aramak gibi bir yanlışa sürüklemiş, emperyalist cağda burjuvazinin öncülük ettiği hiç bir savaşın kurtuluşla sonuçlanamayacağı gerçeği atlanmıştır. Özellikle emperyalist çağda bu yanlışa düşmenin Türkiye komünist hareketine ve sonrasında Komintang olayında Çin’ li komünistlerine oldukça pahalıya patlamıştır.

Bütün bu dört ana açıklayıcı nokta ve çevrelerinde kümelenen olayların dinamiklerine bağlı olarak, o günün vizyonuyla, Türkiye komünistlerinin, savaşta paçavraya dönmüş Osmanlı’dan kalan coğrafyaya özgü, Marksist devrim teorisi bağlamında bir sınıfsal ve politik değerlendirme yapıp yapmadıkları, gerek enternasyonal düzlemdeki ve gerekse kendi ülkelerindeki politik konjonktürü, özellikle; ulaşım, iletişim ve teknik olanakları ile dünyada bir ilkin yaşandığı devrim koşullarında, zamanın olağan dışı hızla değişkenliği dikkate alındığında, ne düzeyde kavrayabildikleri ve ne düzeyde kavramaları gerektiği sorunsalı, her türlü aykırılık, düşmanlık ya da hamasi duygudan arınmış bir yaklaşım ve sorumlu bir perspektifle ele alınmak gibi bir ayrıcalığa muhtaçtır.

Öncelikle; Mustafa Suphi’nin, inandığı doğrular üzerinde, tüm enerjisini ortaya koyarak, bu yoldaki muhtemel tehlikeleri,   enine boyuna tartmadan, iradi olarak yarattığı kararlılıkla hedefine doğru yürüyen, ikna gücü inancı ölçeğinde yüksek, aynı şekilde, yanlışta ısrarında da, destek bulduğu oranda ikna olma zafiyeti eşit derecede yüksek, bu yönüyle, doğru kadro seçiminde pratik ihtiyacı normların yerine koyabilen, her şeye rağmen örgütlü mücadelenin gerekliliklerini kavramış ama öngörülerinde tekleyen, ülkesindeki düşmanı görebilmek için içsel dürbünleri gelişmemiş, yolundan döndürmek isteyen hemen herkesi karşı kampa koyan, doğru bildiği yolda dikine yürüyen bir eylemci profili sergilemekte olduğu gerçeğinin altı çizilerek başlamak gerekiyor.

O, Bolşeviklerle tanıştığı 1915 esirlik yıllarından katledilişine kadar geçen yaklaşık altı yıl boyunca dur durak bilmeden devrime hizmet etmiş, Kazan’da, Taşkent’te, Uralsk’da Kızıl Ordu saflarında devrim düşmanlarına karşı savaşmış, tüm mesaisini komünist örgütlenmeye hasretmiş, gittiği her yere matbaasını sırtında taşımış, her soluklandığında hemen gazetesini çıkarma işine girişmiş, daha 1918 TKT’nı (Türkiye Komünist Teşkilatı)  kurarak Anadolu’da bir komünist parti kurma sinyallerini vermiş, örgütlü olmanın ciddiyetine vakıf bir liderdi.

Bununla birlikte,  önceki paragrafta belirtildiği üzere, gerek kadro seçimi ve gerekse dönüş kararı gibi hayatı konularda örgütsel ve politik çerçevenin, komünist örgütlenme normlarına uygun, kesin hatlarla çizilmediğine, eksik veri, yanlış yorum ve hatalı tanımlama sonucu olarak hak etmediği halde,  Mustafa Kemal’de anti-emperyalist bir devrimci liderlik, TBMM ‘de devrimci meclis niteliği bulmaya çalışmasına bakıldığında ise, aynı liderlik basiretinin beklenenin altında olduğu kolayca görülebilmektedir. Duygularının isabetli karar alabilme süreçlerine galebe çaldığı söylenebilir bu yönleriyle.

Yine de;  Bolşevik Devrimi’nin kimi liderleri gibi, Mustafa Suphi’nin de hızlı dönemin hızlı değişimlerin akışını aynı keskinlik ve aynı hızla kavrayamamış olmasını, o günün bir biri içine geçmiş karmaşık sorunların fırtınalı ortamını göz ardı edip, bugünkü birikimin perspektifleri ışığında sorunlu addederek salt bu tespit üzerinden değerlendirme yapmanın, eksikli bakışın ötesinde yanlış sonuca götüreceği de, bir başka riskli ve haklılığı tartışma kaldıran bir yaklaşımdır. Aynı zamanda Mustafa Suphi’ye yapılan bir haksızlık, daha da ötesi saygısızlık olurdu.

 Buna ek olarak; Mustafa Suphi’nin, bazı konularda, özellikle savaşın taraflarının sınıfsal temel, ondan da öte hedeflerinin tarifini eksikli değerlendirmiş olması ve buna bağlı olarak, ne suretle olursa olsun legal olma isteğindeki tutkuya varan aşırı yoğunlaşmanın, isabetli kararlar alamamış olmasında hatırı sayılır derecede etkileri olduğu gerçeği atlanmamalıdır.  Yazının içeriğinde yeri geldiğinde değinileceği gibi, özellikle Doğu Halkları Kurultay’ında gelişen olaylar ve Doğu Halkları Propaganda ve Harekât Sovyet’i içindeki etkin gücün TKP ve Mustafa Suphi ‘ye yaklaşımlarında, devrimci dayanışma ve komünist ahlak terazisine vurulduğunda sıkıntılı durumlarla karşılaşıldığını da vurgulamak gerekir.

 Suphilerin, bilinen tuzaklara doğru sürüklendiği bir anda, Bakü ve diğer Sovyet basınında çıkan bazı haberler üzerine, 20 Ocak 1921 de, Doğu Halkları Propaganda ve Hareket Sovyet’i, detayını ileride vereceğimiz bir açıklama yaparak, Erzurum’dan Trabzon’a giden heyetin ne kendileri ile ne de Komünist Enternasyonal’le ilgisi olmadığını açıklaması bu sıkıntıların ciddiyetini göstermektedir. Komüntern ve hatta Sovyet Partisi’nde TKP Ve Mustafa Suphi’ye bakışın noktası noktasına homojen olabileceği düşünülemez bile. Hatta açık zıtlıklara varan kimi tartışmalı konular gündemi gereğinden bile fazla meşgul etmiş, çözüm için Stalin’e kadar gidilmiştir.

Mustafa Suphi, 1915 te Bolşevik olduktan sonra, Odessa- Moskova- Kazan-Taşkent-Bakü dolaşmış, mutlaka Anadolu’ya geçip mücadelesini orada verebilme samimi inancını taşımış, nerede olursa olsun aklından “gitmeyi” hiç çıkarmamış, liderliğinin yalnız ve umutsuz bedenine, hasretin kemirici örtüsünü sarararak hayatına mal olan yanlış kararını vermesiyle bazı eleştirilere muhatap olurken, Sovyet yoldaşlarının dostane olmayan iticiliklerini de aynı derecede sorgulamak ve gerekiyorsa mahkum etmek başlı başına bir görev olmalıdır.

 Ne var ki, bununla birlikte bir başka gerçekliğe de işaret etmek sorumluluk gerektiren bir yaklaşım olmaktadır:  Kim tarafından yapılırsa yapılsın, yanlış; eğer üzerinde ısrar edilirse, bozguna götüren, ama kıyıya varma ihtimali zayıf olan, kayalara çarpmaya kaderli, dümensiz bir gemi olduğunu bir an bile akıllardan çıkarmamak gerekir. Mustafa Suphi sonrası TKP’ nin anla(ya)madığı, ya da solun ekseriyetinin anlamak istemediği işte tam da budur.

 SSCB’nin devletten devlete kurduğu diplomatik ilişkiler ile Komüntern’in bir birini tutmayan bazı tutarsız politikaları arasında sıkışıp kalan, Doğu Halkları Propaganda ve Harekat Sovyet’i liderliğinin anlaşılması güç, samimiyeti sorgulanmaya muhtaç bakışı ve kurulduğu sürecin karakteri ile sınırlanan, henüz çocukluk dönemindeki bir partiden ve eninde sonunda harp esiri ittihatçılardan komünistliğe hızlı ve yatay geçiş yapan devşirme kadroların bulunduğu karma yapıdan fazlası beklenebilir miydi sorusu cevapsız olarak hala ortadadır.

Bu soru soru sorularak sağlıklı bir çözüme kavuşturulup, olanlardan ders çıkararak mümkünün en iyisini zorlamak yerine, akan suya düşmüş bir çalı parçası gibi o kıyı senin bu kıyı benim sürüklenen Suphi sonrası TKP hareketi, etini kemiğini de kaybedip uzun yıllar boyunca omurgasız bir hal almış, diğer yanıyla; komünist ideolojinin ülke içindeki emekçi yığınlarca benimsenmesi anlamındaki yetersizliğin müsebbibi olmuştur.    Suphi zamanından kalan Dış Büro’nun dağılmasından sonra ülke içinde yeniden TKP adıyla örgütlenenler,  bir nevi Stockholm Sendromu’ na tutularak kısa süre sonra ajanların inisiyatifi ile özellikle Şefik Hüsnü dönemlerinde, önce Kemalizm’in stepnesi, devamla polis arşivlerinde dolgu malzemesi olarak kullanılmıştır. Sonrasında da, TKP’ ni yönetenler için kurtarıcı olan desantralizasyon kararını takiben 1973 yılına kadar ülke tarihinde esamisi okunmamıştır. Tarihin acı bir tecellisi olarak da;  Ekim Devrimi’ni takip eden iç savaş koşullarında, her şeye rağmen bin bir acı ve zorluklarla doğduğu topraklardan, onursuz bir diz çöküşün kargaşası arasında sürgün edilerek, legalite hastalığının patolojik evresinden mustarip “misyon” sahibi bir gurubun likidasyonuyla yaşamına son verilmiştir. Politik yaşamları boyunca, çoğu kez kompleksten diş biledikleri TKP nin kapısına kilit vurup her biri bir köşeye savrulan bu işbirlikçi likidatörlerin politika sahnesinin tamamen silinmiş olmaları bir başka fazda değerlendirilmeye muhtaçtır.

Mustafa Suphi’nin, hem solun bir kesimi tarafından basitleştirerek ve hem de katillerinin ardıllarınca sözde yüceltilerek, Sultan Galiyev ile sağlanan rabıtayla komünist hareketin dışına çekilmeye çalışıldığı bilinmektedir.  Mustafa Suphi’nin,  Sultan Galiyev, Validov vb gibi Kırımlı Bolşeviklerle yakın ilişkiler içinde olduğu bir sır değildir. Meseleyi bu türden basit argümanlarla koymakta olanlara, Suphi’nin katledildiği 28 Kanunisani 1921 de, Sultan Galiyev’in halen, Çek’lere ve Kazan’da Beyaz Ordulara karşı zaferi örgütleyen ateşli bir Bolşevik lider olduğunu hatırlatmanın bir yararı olacaksa, bunu yapmış olalım. 1923 den sonraki Galiyev çizgisin ise konumuzla, hele hele Suphi ile alakası bulunmamaktadır. Yok, eğer; Sultan Galiyev’in, 16 Temmuz 1921 tarihli Mustafa Suphi’den sitayişle bahseden yazısına dayanılarak bu tür bir sonuca varılıyorsa, bundan utanması gereken, Suphi’nin devrim düşmanları tarafından katledilişini perde arkasından seyredip tek satır bile yazmayı fazla görenlerdir.

Bir başka spekülasyon, Zeki Velidi Togan’ın anıları üzerinden yürütülmektedir.  Z.V.Togan’ın Bakü’ye geldiğinde Suphi’nin evinde, ya da TKP binasında kaldığı biçimindeki iddiaya saplanıp kalınarak Suphi’ye Türkçülük yaftası yapıştırılmasını, onca yayınlanan gazete ve diğer yazılarından, yaptığı konuşmalarda bu iddiaya mesnet olacak her hangi bir destekleyici olgunun kanıt olarak ileri sürülememesini ve bunun özellikle, yeri geldiğinde anılara asla itibar etmeyen ve adını çetelenin sol tarafına yazdırmak isteyenlerce yapılmasını samimiyetten yoksun, faraziyeye dayalı niyet okuma olarak değerlendirmenin ötesinde söyleyecek fazla bir şey yoktur. Yalçın Küçük gibi meselenin bu yanını her fırsatta kaşımaya hevesli olanlar, Suphi’de olmayan Türkçülüğe maya çalıp onun komünistliğine leke sürmek gibi üstü örtülü bir sorumsuzluğu sürekli beslemektedirler. Küçük düşünceleriyle Mustafa Suphi’yi “küçük” düşürmeye çalışanların ne kadar da küçüldüğüne tanıklık etmiş olmakla beraber yine de, bu tarz saldırılara karşı dikkatli olmanın ayrı bir önemi olduğunu vurgulamak gerekiyor.

 Ayrıca, Togan’ın anılarında Bakü’ye iki sefer geldiği ve iki sefer de TKP’liler tarafından misafir edildiği iddiasının doğruluğundan şüphe edilemese bile, o tarihlerde Validov, yani Z.V.Togan’ın Bolşevik partisinde muhalefet kanadının bir üyesi ve Turancılıkla parlattığı beyninin arka planının henüz gün yüzüne çıkmamış olduğunu unutmamak lazımdır. Başka açıdan bakıldığında; Validov ‘un Bolşeviklerden kaçıyor olmasından, o günkü iletişim olanakları, iç savaşın tüm şiddetiyle sürdüğü o yıllarda, bırakalım Mustafa Suphi’nin birçok Bolşevik liderin bile haberli olmaması oldukça doğal karşılanmalıdır.

Söz bu raddeye gelmişken bir noktaya daha parmak basmakta fayda var. Validov’un Bakü’ye, ne ilk ne de ikinci gelişinde henüz TKP diye bir örgüt yoktur.  Gelişi Doğu Halkları Kurultayı günlerine rastlar ve muhtemelen delegeler arasında kulis faaliyeti yürütmek niyetindedir. Ama ondan önce Turancılığın kurmay başkanı Enver var. Üç yıldır Bolşeviklerin saflarında Beyaz Ordulara karşı göğüs göğüse çarpışmış ve Türkiyeli komünistleri bir araya toplamak için bir kongre hazırlığında olan Mustafa Suphi ile adeta alay edercesine, Enver,  Kurultayın özel davetlisi ve itibarlı kişilerinden biri olarak, yanında Zinoviyev, Bela-Kun ve Radek olduğu halde Bakü’ye gelmekte,  kendisine ayrılan locasında oturmakta ve Suphi’nin tüm engellemelerine rağmen Kurultay delegeleri onun, Turancı ideolojinin dibacesi olan uzun nutkunu dinleyebilmektedirler.

Yetmedi, Komüntern’in III. Kongresi, benzer bir anlaşılmazlıkla Mustafa Suphi’nin katlinden aklanmamış olan Ankara’nın kurduğu Resmi TKF’dan Tevfik Rüştü Aras’ı, Fuat Sabit tutuklu olduğundan gidememiştir, delege olarak kabul edebilmektedir. Turan serdengeçtisi Enver’in Radek kanalıyla Berlin’den ceza evinden kaçırılması, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’  uydurma felsefi balonunun iki yıl sonra, hayatın öğretici pratiğinin yanında nasıl sönüp gittiğini ve düşmanının düşmanı ile iş tutmanın emek cephesinde açtığı gedikleri hatırlatmanın ayrıca faydası var diye düşünüyoruz.

Bu gerçekler çerçevesinden bakıldığında, 28 Kanunisani’den sonra Mustafa Suphi’nin, düşman bilmedikleri tarafından birçok kez öldürüldüğü rahatlıkla söylenebilir.

 Mustafa Suphi ve yoldaşları komünist hareketin ilk örgütleyicileri ve ilk şehitleri oldular. Bu gerçeklik hiç bir boyuttan tartışılmaya açık değildir. Ancak, Suphi’nin, Mustafa Kemal’i anti-emperyalist ve onun liderliğindeki iktidar mücadelesini, büyük ve tarihsel bir yanlışlık eseri,  ulusal kurtuluş olarak tanımlaması, bununla bağlantılı olarak, Mustafa Kemal’e “arz-ı ubudiyet” ( bizzat Suphi tarafından kullanılmıştır bu kavram) temelinde ısrarlı olduğu dönüş kararının,  en az birinci gerçeklikteki netlik kadar, devrim için savaşın kuralları dışında açık bir olgudur. Mustafa Suphi’nin değerinin bilincinde olarak ona, mücadelesine saygıyı güncellerken yanlış olanın üstünü kapatmak başka yanlışları beraberinde getirmesi bir yana komünist sorumluluğun sınırlarını zorlayan bir tutum olurdu.

Net olan bir üçüncü gerçeklik; Komüntern politikalarına ilişkin olandır ki; tarifine geçmeden önce bazı alıntılara başvuralım.

 Komüntern’in II. Kongresinde alınan şu kararı bir kez daha okuyalım; “…biz komünistler, sömürgelerdeki burjuva bağımsızlık hareketlerini eğer gerçekten devrimci iseler ve sömürge yöneticileri köylüleri ve sömürülen kitleleri devrimci bir ruhla eğitme ve örgütleme çalışmalarımızı engellemediği zaman desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz.  Eğer bu koşullar yoksa bu ülkelerin komünistleri ülkelerindeki reformist burjuvaziye karşı da mücadele etmelidirler.” (Fernando Claudin, Komüntern’den Kominform’a  s.331).  Her ne kadar, komünistlerin görevlerinden bir tanesinin de bu savaşın inisiyatifinde belirleyici olmaları gerektiği vurgusu yoksa da, biraz sonra anlatacaklarımıza kıyasla,  bu çok güzel!

Önce küçük bir hafıza tazelemeyle işe başlayalım. Komünistlerin ulusal kurtuluş savaşı sürecindeki ülkelere karşı yaklaşımı ve ülkelerinde ulusal kurtuluş mücadelesi verilen ülke komünistlerinin bu mücadelelere katılmalarının taktiksel değil, ilkesel bir tutum olduğu Marksist-Leninist devrim teorisinin abc si içinde vardır. Mutlak mıdır, işte bu soru çok bileşenlidir.  Komünistler bundan da önce, bu tür bir savaşın, yani emperyalizm sonrası kurtuluş savaşlarının artık anti-kapitalist bir öz taşıması gerektiği ve burjuvazinin öncülüğünde verilen bir savaşın neticede yine kapitalist sistem içinde, kırk katır kırk satır misali bir “çözüm” dayattığından ve dünyanın bu tür örneklerin sergilendiği bir toplu mezar durumunda olduğundan bahisle çok boyutlu çalışmalarını yürütürler. Komünistler, kendi mücadele ve öncülükleri olmadan emperyalist kıskacın asla gevşemeyeceği gerçeğini propaganda eder, bağlaşıklık sorununu bu gerçekliği gözeterek değerlendirirler. Bütün bu değerlendirmelerin sonucu olarak, mücadele esnasında taktiksel anlamda geçici birlikler kurar, ortak çalışmalar yapar, ama ilkelerinden asla taviz vermezler, programlarını sulandırıp örgütlülüklerini likidasyona götürecek yamanmalara karşı tetikte olurlar.

Devrimin merkezinin Doğu’ya kaydığının tespitiyle Batı’dan umudunu kesen Komüntern , IV. Kongresinde; “…TKP, kitlelerin  emperyalizme karşı mücadelesinde burjuva hükümeti desteklemiştir. TKP ortak düşman karşısında kendi program ve ilkelerinden bile taviz vermeye hazır olduğunu kanıtlamıştır.”  biçimindeki sözde övgüsünü gerine gerine açıklarken, Doğu’da da devrimden ziyade “yansız” diye nitelendirdiği, emperyalist çağda yansızlık her neyse, burjuva hükümetlerini desteklemiş olmasının doğruluğuna kanıt olarak sunmuş,  diğer yanıyla da; acısını bile yaşamaktan korkan TKP ye kocaman bir “aferin” le uysal çocuk muamelesi yapmıştır.

Çocuklar, kişiliklerini kaybetme pahasına taviz verdikçe uysal çocuk oluyorlar ve neticede ebeveynlerinin acemice çizilmiş karikatürlerine dönüşüveriyorlar. TKP, ne yazık ki içerde ve dışarda hep “uysal çocuk” oluyor!

Söylendi; Komüntern, diğer adıyla Dünya Komünist Partisi, merkezi yapıda bir örgüt olduğuna ve TKP de bu örgütün üyesi  bir parti olduğuna göre, Şura devletleri sempatizanları ve komünist avına çıkmış zamanın Ankara Hükümeti’nin anti-Sovyet yönelimi net bir biçimde açığa çıkmış iken, bu tablonun Komüntern tarafından okunamaması ve ya, okunup iyi anlaşıldığı halde, Mustafa Suphi’nin üç yıldır dönüş ısrarının artık bir yıl öncesinin koşullarının olmadığı gerekçe gösterilerek, neden masaya yatırılmadığı sorusu, “… Bu nedenle Propaganda ve Hareket Sovyeti’nin, ‘şimdi bekle, gitmek zamansız’ diyen yoldaşlarını, TKF MK’nin dinlememiş olduğu düşünülebilir.” ( Hamit ERDEM, Mustafa SUPHİ, Sel Yayınları, s.261) biçimindeki bir gerekçe gösterilerek realize edilmesi, konu üzerinde kafa patlatan hemen her iyi niyetli insanın can havliyle sarıldığı naif tutamaklar olarak değerlendirilebilir. Bunun yanı sıra, Lenin’in; “…Doğu’nun işlerini Doğu’lu yoldaşlara bırakın…” şeklindeki sözlerini gerekçe göstererek açıklama eğiliminde olmak da, risk almak istemeyenler için en kolay ve en güvenli yol olduğu da oldukça açıktır.

Bazı ipuçlarına ulaşmak için Bakü’deki Dış Büro temsilcisi İsmail Hakkı’nın Pavloviç’e yazdığı mektuptan, önemli bazı parantezleri açmamıza yardımcı olacak kısa bir paragrafı buraya alarak çerçeveyi daha da genişletecek şifreleri çözmeyi deneyelim.

Mektubunda şöyle diyor İsmail Hakkı: “Sadece bir şeye çok üzülüyorum, benim için çok beklenmedik bir şey oldu, partimizin karşıtları tarafından kandırıldığı belli olan Skaçko yoldaş bir broşür yazarak, burada TKP’nin tüm üyelerinin maceracı olduğunu belirtti.” (Yücel DEMİREL, Dönüş Belgeleri-2, TÜSTAV Yayınları, S.152)

Nereden bakılırsa bakılsın, Mustafa Suphi, ava giderken arkadaşının tüfeğinden çıkan bir kaza kurşunuyla değil,  taktik veya stratejik yanlışlıkları var ya da yok, idealleri uğruna, Ankara-Kars-Erzurum-Trabzon üzerinden gidip gelen telgrafların satır aralarında verilen hüküm gereği burjuvazinin tetikçisi Ankara Hükümeti’nin planlı tertipleri neticesinde hunharca katledilmiştir. Katliamın hemen ertesinde böyle bir broşürün yazılması, eğer gerçekse, Komüntern temsilcisi Skaçko’nun, ‘biz demiştik, olacağı buydu’ şeklinde, hayıflanmaya varan tavrı,  hiç bir dostluğa ve hiç bir devrimci norma uymadığı gibi, hiç bir insani mantığın kabul edemeyeceği, bayağı, kaba bir self tatminden başka bir şey değildir. Yalnız, daha da önemlisi; bu broşürü yazdıracak kadar düşmanlığa varan bastırılmış bir saikın uygun ortamda dışa vurmasıdır ki, vahimdir ve ilk şifreye burada ulaşabiliyoruz.

İkinci şifre ,” partimizin karşıtları tarafından kandırılan..” biçimindeki cümlede yatmaktadır. Demek ki, Komüntern içinde bir nevi lobiler mevcuttur. Bir parti, onu sevmeyen bir başka parti mensupları tarafından olur olmaz şekilde jurnallenip itibarsızlaştırılabilmektedir. Zaman içerisinde, birbirine karşıt olan parti ve gurupların düellosuna sahne olan ve giderek dirayetsiz hakemlerin yönettiği boks ringine dönen Komüntern’in, dünya komünist hareketi hanesine yazdırdığı artılar(!) dan, çok başarısızlıklarla anılır olmasının dayanaklarından bir tanesi de bu şifre olmalıdır.

Spekülasyona kaçma riskini göze alarak üçüncü şifreyi, İsmail Hakkı’nın , “… Sadece bir tek şeye üzülüyorum.”  diyen cümlesinde aramayı öneriyoruz. Mustafa Suphi ve yoldaşları katledilmiş ama, Staçko’nun, Rusya Komünist Partisi  Doğu Şurası temsilcisi Stasova’yı  kastediyor olmalı, “… TKP nin tüm kadrolarını maceracılıkla suçlaması”  Dış Büro temsilcisini bu katliamdan daha fazla üzmüştür. Hasılı; Mustafa Suphi zaten ‘maceracıydı’ ama, bunun genele teşmil edilmesi fevkalade üzücüydü İsmail Hakkı için(!) Gerek mektup sahibinin ve gerekse Dış Büro’nun diğer elemanlarının siyaset sahnesinden silinip, Suphi’nin ortadan kaldırılmasından sonra adlarının artık komünist hareketlerle anılmamış olmasını bu üzüntünün ‘altın vuruş’ dozundan anlayabiliyoruz.

Mustafa Suphi, daha Temmuz 1918 de,   Mustafa Kemal belki o günlerde Filistin Cephesi’nden ricat durumunda,  muhtemelen silahları müttefik kuvvetlerine teslim ederken,  temellerini attığı TKT konferansında, anti-emperyalist mücadeleye katılmak için komünistlerin başlıca çalışma alanının Anadolu olduğunu ve ilk fırsatta komünistlerin birliğini sağlama süreci ile birlikte halkın silahlı kıyamını örgütlemek için cepheye koşmak gerektiğini daima dillendirmiş ve dikkatleri hep bu yöne çekmiştir. O, 1919 da Odese’da iken şöyle diyordu: “…son damlaya kadar kanımızı emmek isteyen bu alçak ve arsız güruh ve bu güruh-i haşeratın başında oldukları yağmacı devletlere karşı ayaklanmak bizim bugünki en büyük borcumuz ve en mukaddes vazifemizdir. Memleketimizde bu Avrupalı eşkıyaya yardım eden zenginlerin ve hangi fırkadan olursa olsun hükümetlerin canları cehenneme!” ( Yavuz ASLAN, TKF’nin Kuruluşu ve Mustafa Suphi, TTK Yayınları, s.284) Komünistlerin çalışması için sınırlı bir coğrafya yoktur, burası kesindir. Kendi ülkesinde dişe diş kana kan bir mücadele sürerken sınır ötesinden maval okumak da komünistlerin işi değildir. Bu bağlamda Mustafa Suphi’nin ülkeye dönüş isteğinde yadırganacak bir şey yoktur. Sorun taktikseldir, dönüşün biçiminde ve Ankara Hükümetini değerlendirmedeki uzak görüş eksikliğidir. Bu bir gerçekliktir ve bu anlamda bir değer ifade eder.

Mustafa Kemal’in Şişli’deki köşkünde sadaretten bakanlık bekleyip, damadı şehriyarı rüyaları görürken Mustafa Suphi’nin emperyalist yağmacılara ve kuklası hükümetlere karşı, kuşkusuz İstanbul Hükümeti’ne de, halkı kıyama çağırması, erken bir doğru tespit ve devrimci bir duruşun ifadesi olarak alınmalıdır.

Fakat yıl 1919 ve Mustafa Kemal o günlerde, beraberindeki Osmanlı paşaları, İttihatçı bakiye, feodal ağalık ve dinsel gericilikle henüz bir ittifak sağlamamış, geleceğinden kaygılı, zaman zaman emekliliğini düşünen her paşa gibi bir Osmanlı paşasından başka bir şey değildir. Çanakkale parlatması daha sonraki tarihlerdedir. 1920 sonlarına doğru gelindiğinde ise, köprülerin altından çok sular akmıştır. Mustafa Kemal fırsatları ve şansını iyi yöneten biri olarak öne çıkmış, tekerine çomak sokmak isteyenleri ısırmaya hazır hale gelmiştir.  Özellikle Ekim Devrimi’nin yarattığı şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışan işgalci Avrupa’nın yorgun halkı artık savaşa daha fazla dayanamayacağı sinyallerini vermiş, savaş acıları yetmezmiş gibi elli milyon insanın ölümüne neden İspanyol Gribi tam anlamıyla bir katastrofa neden olmuş, Avrupa Devletleri’nin savaş makineleri arızalar vermeye başlamıştır.   Bu ve bağlı birçok nedenden ötürü Fransızlar, İtalyanlar kendiliğinden çekilmiş, Yunanistan’da mali kriz buhrana dönüşecek derecede büyümüş,  hükümetler değişmiş, İngilizler, Misak-i Milli sınırlarında kalmak koşuluyla komünist SSCB’nin Güney kıyılarını güvenlikte tutacak Batı yanlısı, saltanat ve hilafeti etkisiz hale getirecek bir hükümeti destekleme kararı almış ve bunun semeresi Kemalistlerin Londra Konferansına  davetiyle görülmüştür.

Fransız birliklerinin Güneydoğu’da savaşır gibi yapmaları ve İtalyanların Güney’de tek kurşun atmadan Ankara Hükümeti ile anlaşarak, silahlarını da bırakıp kendiliğinden çekip gitmeleri, İngilizlerin payitahtın güvenliği maksadıyla İstanbul’a çıkarma yapmaları ama “Misak-i Milli” sınırları dahilinde bir Türk Devleti kurulmasına,  batı yanlısı olması kaydıyla taraftar olmaları, Mustafa Kemal’e İngiliz Liman Komutanlığı’nca izin belgesi verilerek Anadolu’ya geçişine göz yummaları ve sonrasında gizli açık görüşmelere devam etmeleri elde veri iken, Yunan birliklerinin Anadolu’nun içlerine kadar şuursuz harekatını emperyalist işgal olarak değerlendirmek, emperyalizm tanımını revizyona tabi tutmak anlamındadır ki; hem Osmanlıdan başlayarak İzmir İktisat Kongresi’nde yasallık sorunu kaldırılıp Cumhuriyetle birlikte anastezik bir etkiyle yoksul Anadolu insanının üstüne çöreklenen emperyalist hegemonya gibi büyük resmi görememeye ve hem de, daha sonraki dönemler için,  kapitalist yolda az veya orta düzeyde gelişmiş ülkelerin de emperyalist olduğu/olabileceği yönünde bir düşünce yanlışlığına sürükler. O gün İngiliz emperyalizminin kucağında hoplattığı Yunanlı mütecavizler, bugün aynı oyunu Amerika’nın kucağında oynayan Yunanistan ve Türkiye gibi.

 Paylaşımda geciken Alman Emperyalizminin tetikçiliğine soyunan işbirlikçi-komprador burjuvazinin siyasal temsilcisi İttihat ve Terakki Partisi, Osmanlıcılıktan Pantürkizm’e evrilen politikalarının uzantısı olan Turancılık hayalleri peşinde koşarken, Sykes Picot Anlaşması ile Osmanlı’nın tabutuna son çivinin çakılmakta olduğundan bihaberdi.  İttihatçılar, savaş süresince emperyalist yayılmanın önündeki son çapakları temizledikten sonra öne çıkmış kadrolarını geri çekip kalan bakiye ile kurdukları Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri vasıtasıyla, Anadolu’da baş gösteren anti-emperyalist kıyamın üstüne tünediler. Kıran kırana geçen bir iç savaş neticesinde egemenliklerini ilan edip emperyalist işgalin tırmanması için basamak oldular.

Savaştan beklediği maksimum çıkarı elde ettiğinden emin olduğu bir safhada Ekim Devrimi’nin dünyayı sallayan etkisiyle tam anlamıyla bir şok yaşayan İngiliz Emperyalizminin, savaş bütün yıkıcılığıyla sürerken, savaş öncesi politikalarında önemli ölçüde değişiklikler oldu. Bu değişiklik; savaştan çekilen müttefiki Çarlık Rusya’sında patlak veren proleter devrimi mümkün mertebe izole etmek ve giderek yok etmek olarak kısa sürede kendini gösterdi. Dolayısıyla ittifaklar sorununda duruma göre esneklikler belirmeye başladı. Dünkü “dost” bugün artık anti-kapitalist bir devrimle dünyayı sarsmış olduğu için, her ne olursa olsun çeperdeki ülkelerde “yeni dost” rejimleri desteklemek, proleter devrimi daha kundaktayken boğmanın yollarından biri olarak düşünüldü. Bir yandan Wrangler ve Denikin ordularını devrimin üzerine salarken, diğer yandan da Güney’de, Ankara Hükümeti’ni, Yunanlıları yalnız bırakma pahasına, devrimin izolasyonu için sağlam bir basamak olmak koşuluyla destekledi.

Yunan ordularının Anadolu’nun içlerine kadar ilerleyiş ve çekilişlerinin bir bütün projenin tek tek uygulama paftaları olduğunu, Mustafa Kemal’in olağanüstü yetkilerle 3. Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya geçişini, Meclis-i Mebusan’ın İngilizlerce basılmasını, TBMM’nin açılışını, İstanbul Hükümetleri’ nin Ankara ile resmi temaslarını ve aslında bir birini tamamlayan yapılar olduklarını, Kemalistlerin; Ethem kuvvetlerine yönelik ezme ve yok etme taarruzunu, Komünist Partisine yönelik tutuklamaları, Mustafa Suphilerin katli gibi olaylarla iç savaşın ateşini yükselterek emperyalist yayılmanın üstüne kanat germelerini, Londra Konferansı’nı ve bağlı bir dizi olguyu ancak Ekim Devrimi temelinde ve besleyici diğer olaylar ışığında ele alırsak doğru sonuca varabiliriz.

SSCB politikalarının, devrimin tehdit altında olduğu tarihsel dönemde, devletten devlete olan ilişkiler çerçevesinde değerlendirilmesi ile sınıf savaşı söz konusu olduğunda, komünistlerin düşman sınıfa karşı olan konumlanmalarını, aynı düzlemde aynı verili koşulları gerekçe göstererek belirlemek,  hareketi burjuvazinin icazetine ve bel kemiği olmayan diplomasinin insafına terk etmek anlamı taşır ki, dünya komünist hareketi çeşitli defalar bu yanlışlığın günahını büyük bedellerle ödemiştir. Sınıf savaşımı diplomasinin kaypak, ikiyüzlü ve alabildiğine pragmatist politikalarından ne kadar bağışık tutulursa o kadar özgür ve bağımsız bir mecrada devam edebilme şansını yakalar. Tersi durumda bu kirli alanın pisliğine bulaşıp soysuzlaşarak tarih sahnesinden silinir.

SSCB’nin, Ankara Hükümeti’ne kayıtsız şartsız desteğinin çektiği kalın perde sayesinde, Mustafa Kemal’in anti-Sovyet, anti-komünist tutumu, bir dizi tutuklama, açık savaş ve Suphi örneğinde olduğu gibi zalimce katliama rağmen ne yazık ki görül(e)medi.  Anti-komünist saldırının ne derece planlı bir geçmişinin olduğunu anlamak için, çok değil, on beşlerin katlinden 13 gün sonra, meclis gizli oturumunda M.Kemal’in şu söylediklerine kulak vermek yeterlidir: “…Rusya Anadolu’da bir Sovyet hükümeti kurmak istiyor ve Rusların Anadolu içlerindeki çeşitli komiteleri finanse ettiklerini öğrenmiş bulunuyorum… Şimdi gizlice onların izini sürmekle uğraşıyoruz. “ (Bir İngiliz istihbarat raporundan aktaran Bülent GÖKAY, Emperyalizm ile Bolşevizm Arasında Türkiye, Agora Kitaplığı s.171)

Serv koşullarını masaya yatırmak için toplanması planlanan Londra Konferansı’na çağrılı olmanın ve emperyalistlere verilen gizli teminatların ödülünü görmenin verdiği heyecanla Mustafa Kemal, yine İngiliz İstihbaratından aldığı bilgilerle, coşarak nasıl iz sürdüğünü anlatıyor.  İz sürüldü;  Bizans oyunlarına taş çıkartacak derecede türlü entrikalar sahnelenip, Ethem çok sert bir müdahale ile geçişe zorlandı, Kuva-i Seyyare tasfiye edildi.  İz sürüldü; ülke çapında komünist avına çıkıldı, tutuklamalar bir birini izledi. İz sürüldü; Mustafa Suphi ve yoldaşları kalleş tuzaklarında, insanlık dışı zulme muhatap bırakılarak katledildi.

 Mustafa Suphi’nin, düşündüğünü, o andaki doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, fazla zaman öğütmeden hayata geçirmeye çalışan, hızlı karar alabilen biri olduğunu kestirmek hiç de zor olmasa gerek. Bu kararlarını gözü kapalı destekleyenlerden bazıları, Mehmet Emin Süleyman Sami ve benzerleri gibi, beyinlerinin arka planlarının emrettiği ölçüde ajan veya dalkavuklukla malul de olsalar, bu can alıcı gerçek değişmemiş ve o bulanık ortamda Suphi’nin seçimlerinde ön sıralarda yer bulabilmişlerdir. Anlaşılan o ki; riya ile sevginin, düşmanlıkla sadakatin arasındaki ayırıcı çizgiler konjonktürün bulanık ve bulaşıklığında hızla hareket eden Suphi’nin hayati kararlarını alma düzleminde birbirine karışmışlardır. Süleyman Sami’nin bizzat M. Kemal tarafından beyni iğfal edilen bir ajan, keza Doğu Halkları Kurultayında Enver’in bildirisini okuyan Mehmet Emin’in ittihatçı bakiyesi bir ajan olduğu, bu kurultayda Enver aleyhine kamuoyu oluşturmaya çalışan Suphi tarafından ne yazık ki anlaşılamamıştır. Bu kahredici zaaf katliama giden yolun ilk basamağı olmasının yanı sıra örnek teşkil etmesi bakımından da gerekli ciddiyetle anımsanmalıdır.

 Bunu söyledik, tekrar üstünde durmuyoruz. Esas parmak basılması gereken nokta, dönüş kararının ne zaman alındığı ve karardaki kararlılığın sürekliliği ve Mustafa Suphi’nin giderek, aşama aşama bu kararlılığını bir üst düzeye taşımadaki samimi inancını sürdürürken Komüntern ile olan münasebetler ve Komüntern’in engeller gibi görünüp perde arkasından gidişinin önünü açtığı yolundaki spekülasyonların doğruluk derecelerinin ne olduğudur.

Süleyman Nuri’nin anlatımlarından, Doğu Halkları Harekat ve Propaganda Sovyet’inde konu tartışılırken, Kömüntern temsilcisinin dönüş taraftarı olmadığını anlayabiliyoruz. Bu anlatımlar dışında somut bir belge henüz elimizde olmadığından, ilerde yeni bilgilerin ortaya çıkması durumunda rezervimizi koyarak, anlatılanlar ışığında yol bulmaya çalışacağız. Fakat ilk önce, Mustafa Suphi’nin de dikkatleri çekmek istediği bir noktayı ve bu noktaya yönelik bizzat kendi uyarısını da buraya alarak meseleye biraz daha açıklık getirmeyi deneteceğiz.

Şöyle diyor Suphi, 22 Kasım 1920 TKP MK toplantısı tutanaklarında:  “ Anadolu Kuva-i Milliye Ordusu’nun Rus Şuralar Cumhuriyeti’ne karşı bir suikastı hissolunmaktadır”( Yücel DEMİREL, Dönüş Belgeleri-1 TÜSTAV Yayınları s.264)

Bu uyarıyı, dönüş kararının tekrar gözden geçirilmesi, ya da, en azından bir müddet ertelenmesi izlediyse de, neticede bunun da bir yararı olmamış, bu açık tespite rağmen ısrar devam etmiş, Karabekir’in olmayan Bolşevikliği ve “iyi paşa “ oluşuna istinaden ortaya çıkan sahte güvenin koruyuculuğu ile kapanan ve bugüne kadar tam anlamıyla mantıksal bir çözümlemesi yapılamayan  bu antagonizmanın bizzat tespit edenleri tarafından hafife alınmasıyla dönüşe karar verilmiştir.

 Anlaşılan, SSCB-Ankara hattında sürmekte olan antlaşma görüşmeleri, yardım ve diplomasinin yaydığı nispeten iyimser ama kesinlikle kaygan ve ikiyüzlü havanın verdiği güven(!)  devrimci normların üzerini örtmüş, Mustafa Kemal’den giden sözde davet mektuplarının subjektif yorumu, tertip ve tedip kokularını bertaraf etmiş, Süleyman Sami’nin Ankara direktifli olarak Mustafa Suphi’yi tuzağa doğru çekme işindeki başarısı, bu tarz bir antagonizmayla kendini gösteren bir ihtiyatsızlık, bu sitille dönüşün kaçınılmaz sonunu hazırlamıştır.

Süleyman Nuri’nin anılarında dönüş kararının TKP MK ‘inde enine boyuna tartışıldığı ve sonuçta Mustafa Suphi’nin görüşünün ağırlıklı olarak kabul edildiği anlatılmaktadır. Süleyman Nuri; “… Ankara’daki Halk İştirakkiyun Partisi’nin cevabını beklemeye lüzum görmeden ve o günlerde Ankara ve Kars’ta bulunan partili arkadaşlardan Şerif Manatov’un, paşaların kendisine yazdığı davetiyelere inanmakta gayet ihtiyatlı olması hususundaki ihtarı tazammüm eden mektubuna da aldırış etmeden… Mustafa Suphi bir gün gece yarısı Merkez Komitesi üye ve namzetleri… ve diğer mesul işçilerimizin bulunduğu toplantı açılır açılmaz Mustafa Kemal’de gelen davet mektubunu okudu. Mustafa Kemal mektubunda;  ‘BMM sol koltukları işgal ve meclis kürsüsünden Türkiye işçi ve çiftçilerinin haklarını müdafaa etmek için TKP MK’ni Ankara’ya davet ettiğini’ yazıyordu. Karabekir ve Ferit’in mektupları okunmamakla beraber içeriklerinin aynı olduğunu söyledi.” (Süleyman Nuri, Uyanan Esirler, TÜSTAV Yayınları, s. 359)

Bilinen, daha doğrusu yazıldığı varsayılan, Mustafa Kemal’in, Mustafa Suphi’ye 13 Eylül 1920 de yazdığı mektuptan sonra herhangi bir mektup yazmadığıdır. Yazdıysa dahi, herhangi bir kaynakta, Suphi’nin o toplantıda zikretmesinden başka, böyle bir belgeye hiç bir yerde rastlanmadığıdır. Okunan, Mustafa Kemal’in 13 Eylül tarihli mektubu değildir. Aslında anlaşılan, ortada bir mektup da yoktur.  Kaldı ki, böyle bir mektubun gerçekliği kabul edilse bile içeriğinin Suphi’nin MK da savunduğu biçimde olduğunu kanıtlayacak bir veri yoktur. Anlaşılan; varsa dahi bu mektupta Mustafa Kemal, TKP yi Ankara’ya davet etmemiş, BMM’ ni adres göstererek şu şekilde söylediği iddia edilmiştir:  “ Aynı hedefe yürüyen Türk İştirakiyun Teşkilatıyla tamamen tevhid-i mesai edebilmek üzere BMM nezdinde salahiyeti tammeyi haiz bir murahhas göndermenizi, BMM tarafından Azerbaycan Hükümeti nezdinde murahhas olarak Bakü’ye gönderilmiş Memduh Şevket Bey’le tesis-i irtibat ve tevhid-i mesai eylemenizi rica eder…”( Fethi TEVETOĞLU, Türkiyede Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, s.275)

Buradan anlaşıldığı gibi açık bir davet yok, özetle; yetkili bir temsilci göndererek BMM ile görüşmesini ve Bakü’deki görüşmelerin de Memduh Şevket ile yapılmasını söylemiştir. Tam tersi, Ankara’nın, dengeleri bozacağı ve siyasi havayı Hükümetin aleyhine değiştireceği endişesiyle TKP’ nin Bakü’den Ankara’ya nakline ihtiyatlı yaklaşmış ve giderek buna açıkça karşı olduğunu her fırsatta söylemiştir.  Ayrıca, Mustafa Suphi’nin kuruluş Kongresini Anadolu’da, yasal statüde yapmak istediğini daha önce dillendirmiş ama Ankara’nın kesin ret tavrı üzerine bu seçenekten vazgeçmiştir. Kongre toplanmasına şiddetle karşı çıkan bir Hükümetin giderek hem iç ve hem de dış hasımlarına karşı daha da güçlendiği bir durumda TKP MK sının ülkeye girmesine izin verebileceği ihtimalini neyle ve nasıl açıklanması gerektiği okuyucunun tasarrufuna kalmıştır. Üstelik, Bir taraftan Yeşil Ordu dağıtılmış, Ethem Kuvvetleri dağıtılıp tedip edilmiş, komünistler tutuklanıp yargılanmış, Londra Konferansı Ankara Hükümeti’ ne göz kırpmış, Moskova Anlaşması’na giden diplomatik güzergah belirginleşmiş ve tüm bunlar ve daha çoğuna yaslanan Mustafa Kemal tek güç haline gelmişken, o gün ve bugünün penceresinden bakıldığında, bu naifliğe hayıflanmamak elde değildir.

Burada bir detayı atlamamanın önemi hem komünist ahlak ve hem de ilkeler perspektifinden bakıldığında önemi büyüktür. Dönüş ısrarlarının devam etmesi üzerine ve Komüntern defterinde Mustafa Suphi’nin adının arka sayfalara doğru kaydırıldığı istihbaratının sağlanmasının verdiği fırsatla, Ankara B planını yürürlüğe koyma yolunu seçmiştir.  Kazım Karabekir’in olaya; “ Bakü’deki TKF’nın memleketimiz içinde, BMM’ nin haberi olmadan ufak rütbelilerle veya halk ile teşkilat yaparak icraata kalkışması felaket olur…eğer komünizm kabul edilmek lazımsa bunu ancak BMM kabul edebilir. Bir takım istekler ve devrimler olmaz. Bunu Bakü’ye bildirdim. Başka bir şey yapmalarına izin verilmeyeceğini anlattım. Onlar kabul ve Ankara’ya adam gönderdiler. Mustafa Suphi’de Ankara’ya gitmek için izin istedi ve kabul olundu.” (Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, Türkiye Yayınları, s.1075) şeklinde yaklaşması Mustafa Suphi’nin Karabekir’den bir Bolşevik yaratmasına yetmiş, bu yüzden Bakü karşılaşmalarında Manatov’un uyarılarına kulak asmamıştır. Burada Ankara’nın elini güçlendirdiği varit olan birbirine bağlı üç soru sorulmasının tam zamanıdır: Mustafa Suphi Komüntern gündeminden arka sıralara iteklenmiş midir, eğer öyle ise bunun nedeni nedir ve Ankara bunun bilgisine nasıl sahip olmuştur. Bu soruların cevabı bugün ancak yorumla bulunabilir ki, onun da bilimsellik ve gerçekliliği muhteliftir.

 Anadolu’da komünistler aleyhine esen rüzgarları ve Ankara Hükümeti’nin komünistlere karşı uyguladığı baskı, kıyım ve işkencelerden haberli ve bu yüzden sınır dışı edilen biri olarak Şerif Manatov ‘un “…Suphi’yi arkadaşlarından bir çoğu daima Türkiye’ye gitmek için teşvik etmekte olduğu anlaşılıyordu… Ben Karabekir’i Suphi’ye çok kurnaz bir diplomat olarak tasvir ettim. Fakat yoldaşları Suphi’yi gitmeye tamamen ikna etmişler. Tarafımdan verilen malumatın ona hiç tesir etmediğini hissettim. Artık Suphi Türkiye’ye gitmek için karar vermiştir.” ( Ş.Manatov, Suphi Bakü’de ve Kars’ta, aktaran; Yavuz ASLAN, TKF ve Mustafa Suphi, TTK Yayınları s.287) şeklindeki uyarılarını Suphi; “ … ben Karabekir Paşa ile muhabere ediyorum, o beni davet ediyor”  ( ERDEM, s.202))diyerek dikkate almazken, katiline doğru adım adım yaklaşmakta olduğunu aklından geçirmiyordu. Suphi’yi ikna eden kim veya kimlerdi? Böyle birileri yoktu da bunu sadece Suphi’nin “kaprislerine” bağlamak, meselenin en hafif ve en bilim dışı versiyonunu öne sürmek olur. Ankara-Bakü-Moskova hattında gidip gelen istihbarı bilgilere sahip olmadan bu soruların net cevabını bulmak olası değildir.  Süleyman Nuri’nin anılarından öğrendiğimiz kadarıyla “o gece” yarısı alelacele toplanan MK de konu enine boyuna tartışılmış, ekseriyet aleyhte konuşma yapmış iken “dönüş” kararı Mustafa Suphi’nin baskın tavrı sonucu bazı komite üyelerinin “kerhen” desteği neticesinde alınmıştır.

Mustafa Suphi ve TKP hakkında komünist ahlakın sınırlarını zorlayacak nitelikte yazı ve iddialarda bulunan Süleyman Nuri’nin anılarına tek başına olsalar belki itibar edilmeyebilirdi. Ancak, gerek Manatov ve gerekse diğer araştırmalardan edinilen bilgiler ışığında, gerçekte Suphi’nin, Ankara Hükümeti’nin devrimci bir hükümet olduğuna, özellikle Karabekir ve Mustafa Kemal’in komünist değilse bile sağlam birere sempatizan olduklarına,  Ankara’da ona hüsnü kabul göstereceklerine inanmış olarak tüm ikazları elinin tersiyle iterek yola koyulduğu anlaşılmaktadır. Süleyman Sami’nin, M. Kemal’den “ikinci mektup” uydurması veya Süleyman Sami’nin bile böyle bir mektubun varit olduğundan hiç bahsetmemiş olması ihtimalinin de olabileceğinden bağımsız olarak Suphi’nin bu “mektup” a dayanarak ısrarcı olmasının arka planıdır önemli olan. Ve biz bunu asla öğrenemeyeceğiz.

Suphi’nin, gerek Doğu Halkları Kurultayı ve gerekse sonrasında gelişen bazı olaylardan dolayı birlikte çalıştığı Bolşevik yoldaşları ile sorunlar yaşadığı artık hiç bir kuşkuya mahal vermeyecek derecede açıktır. TKP MK’nin 12.10.1920 tarihli kararından, Manatov’un bu anlattıklarına farklı bir pencere açabilecek bir pasajı buraya alıp arka planını aydınlattıktan sonra pencereyi kapatalım. Şöyle diyor karar; “…Anadolu’daki komünistler ve komünist guruplar gibi, görev yerlerinden dönen arkadaşlarımız da şu görüşleri savunuyor: ‘Rusya Sovyet Cumhuriyeti ve III. Enternasyonal, Türkiye’ye destek vermekten başka, TKP programını Türkiye’deki tek gerçek program olduğunu kabul edip onaylamalı ve başka programları kabul edenlerin Bolşevik olmadığını ilan etmelidir… Kimi teşkilatlar terörist niteliktedir… Türkiye’ye para, silah, askeri teçhizat olarak ve başka şekillerde yapılan yardım TKP nin elinden geçmelidir.”(Yücel DEMİREL, Dönüş Belgeleri-I, TÜSTAV Yayınları, s.114-115)

SSCB-İngiliz, Ankara-SSCB antlaşmalarının arifesinde, TKP’ nin bu taleplerinin karşılanması, her iki antlaşmanın;  ‘hiç bir taraf diğerinin aleyhine bir başka ülkede faaliyette bulunmayacak, mevcutları desteklemeyecek’ şeklindeki açık ifadeye rağmen yasal ve diplomatik kanallardan mümkün değildi.

Peki, TKP’ nin bu taleplerinin tamamının değilse bile, her iki talebin başka biçimlerde de olsa karşılanabilme olanağı var mıydı?  Bizce vardı.  Bunun bin çeşit yolu bulunabilirdi, ancak o dönemde, Bolşevik Devrim’in korunması adına, elle tutulur bir işçi sınıfının olmadığı Anadolu’da bir komünist ihtilal yerine, tarafsız Mustafa Kemal’ li bir hükümetin tercih edilmesi şeklini alan pragmatizm daha “reel” bir politika olarak benimsenmiş durumdaydı. Öyle ise, bu taleplerin karşılanması o verili koşullarda o “reel” politikalarla imkansızdı ama bir şartla; sınıf savaşını devletler arası bulaşık diplomasi ile ikame ederseniz imkansızdı. Yukarıda bu konuya değindik. TKP nin bu talebinin doğruluğunu sayısız noktadan bakarak onaylamak mümkün. Olması gerek de buydu. Fakat “gri gerçeklik” buna cevaz vermemişti

Bu alıntıya diğer yanıyla baktığımızda; Anadolu’da komünist örgütlenmelerin Odessa’dan gelen Bolşevikler vasıtasıyla başlamış olabileceği ihtimali düşünülse dahi, bu miladı Şerif Manatov ile başlatmakla büyük bir yanlışlık yapmış olmayız. Suphi’nin ‘terörist guruplar’  dan kastının ne olduğu pek anlaşılmamakla birlikte, resmi TKF olmadığı, onun dışında başka komünist gurupları, hafi TKP vb, kastettiği ve muhtemelen işin ucunu iyi dostu Manatov’ a kadar vardırdığı açıktır. Bu açıdan bakıldığında Manatov’un ikazlarının dikkate alınmaması tutarlılık açısından normal görünmektedir.

Bu noktanın biraz daha açılması bakımında TKP Dış Büro’nun 6 Şubat 1921 tarihli toplantısında alınan bir kararını buraya aktarmak faydalı olacaktır: “…Bizler Ethem’in ve yandaşlarının Batı Cephesi’de, Anadolu Cephesi’nde devrimci Anadolu Hükümetine çılgınca anarşik çıkışını lanetliyoruz. Anadolu’daki devrimci hareketin destekçileri olarak bizlerin bu gibi şahıslarla hiç bir ilişkisi ve hiç bir ortak yanı olmamıştır, olamaz.” (Yücel DEMİREL, Dönüş Belgeleri-2, s.41)

 “Kimi teşkilatlar terörist niteliktedir” den kastın ne olduğu net olmamakla beraber, o, “devrimci” denilen hükümet elinde kasatura Sürmene açıklarında komünist katliamı yapıyor, Dış Büro komünistleri temsilen  “devrimci hükümete” saygılarını sunuyor ve diğer komünistlerle birlikte onların çevresindeki sempatizan çemberi terörist ilan ediyor! En acısı da budur. Belki daha da acısı, aynı suçlamayı Mustafa Suphi’nin Kars’ta iken yapmış olmasıdır. Sonrasında Nazım’da, o pek bilinen şiiri ile bu koroya katılmış, neticede, Kuva-i Seyyare ve Ethem olayının Kemalist yorumu giderek TKP’ nin bu konuda değişmez politikası haline gelmiştir.

Suphi Ethem’e, Stasova da Suphi’ye maceracı diyor. Ethem’in bilinen kalibrede bir komünist olmadığından bağımsız olarak söylersek; bu peşin suçlayıcı mantık komünist hareket içinde hep devam ediyor. Komünistler bu suçlamalarla cebelleşir yol alamazken, burjuvazi bitişik istasyonda makas değiştirip kervanını istediği yöne sevk ediyor. Bu o gün de böyleydi bugün de böyle ne yazık ki!

Kütle düşükse, esen her rüzgarda oradan oraya savrulmak kaderden değil, basit fizik kanunundan sayılıyor.

Anadolu’da komünistlere ve Ethem’e açık savaş ilanı aynı ile vaki iken, emperyalistlerle anti-Sovyetik temelde sürdürülen diplomasinin artık gizliliği kalmamacasına su yüzüne çıkmışken, “öldüren birdir, ölen biziz!” diyecek yerde, Ankara, yatıp kalkıp maaşlarına zam üstüne zam yaparken, cepheden cepheye koşan, gerici isyanları bastıran Ethem’i hainlikle suçlamayı devrimin kurallarına bağlı kalarak açıklamak mümkün değildir.  Suphiler öldürülmüştür. TKP Dış Büro bundan henüz haberli olmayabilir, ki; olmadığı biliniyor. Ancak, dönüş kararının arka planı olması ve o tarihte halen geçerliliğini koruması, Ethem ve Mustafa Kemal’e bakışı net bir biçimde anlatması bakımından Dış Büro’nun bu kuyruk bağımlılığı, aklı sırtında olanlarla nereye kadar gidilebileceğinin anlaşılması bakımından ibretliktir.

Şimdi bir soru, daha doğrusu ana sorunun, onunla bağlantılı olan bir parçasını soralım: Osmanlı paşalarından, İttihatçı artıklardan, soykırımdan geçirilen Ermeni halkının varlıklarına el koyup palazlanan eşraftan, Topal Osman misali Rum halkın mallarını zorla müsadere eden eşkıya bozuntularından, Doğu’nun feodallerinden, Şeyhlerden oluşan ve sınıf olmanın tadına varmakta olan Anadolu burjuvazisinin siyasal oluşumu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri emperyalist yayılmaya alan açarken, savaşır gibi yapmalarına direnen ve maskelerini düşürmeye çalışan Ethem’e, velev ki bu, gerçekte ulusal kurtuluş savaşı verildiği bir tarihsel süreçte olsun, iki bin kilometre uzaktan hain veya maceracı demek ne kadar isabetli, ne kadar bilimseldir?

Aslında, tartışmayı insan aklının sınır boylarına kadar taşıyarak;  ‘Ulusal Kurtuluş la sonuçlandığı söylenen savaşın, var olan bir ulusun emperyalist işgalden kurtuluşu mu veya henüz doğmakta olan burjuvaziyi tanımlayıp ona şemsiye olacak ve esasen Osmanlı’dan başlayarak, kapitülasyonlar, Duyun-i Umumiye, Osmanlı Bankası, Demiryolu, Reji vb vasıtasıyla yerleşmekte olan emperyalist boyunduruğu perdelemek ve giderek istikbalini garantiye almak üzere, hammaddesini yoksul Anadolu halkının oluşturduğu “Milli Ordu” mahareti ve iradi bir zorlamayla, etnik temizlik(!) temelinde bir ulus kurma savaşımıydı’ sorusu rahatlıkla sorulabilmelidir. Zaten de bu soru sorulup net cevabı verilmeden o “kurtuluş” dedikleri savaşın nerden nasıl kurtuluş anlamına geldiğini belirtmek olanaklı değildir. Burjuvazinin kurtuluşu ise o başka!

Emperyalist çağda, sömürge ülkelerin burjuvazisinin işbirlikçi niteliği ve asalak karakteri, onun bağımsızlıkçı olmasının önündeki en büyük engeldir.  Dolayısıyla, Osmanlı paşaları, ittihatçı artıkları, dinsel ve feodal gericilik ittifakına ekonomik ve sınıfsal taban oluşturan işbirlikçi burjuvazinin, bir taraftan emperyalist odakların desteğini alarak girdiği savaşın ekonomik ve toplumsal kurtuluşa açılan bir kapı olmadığını anlamak gerek.

Komünistlerin; ülke topraklarının emperyalist çizme altında ezilmesi, kaynaklarının, emeğinin son raddesine varıncaya kadar sömürülmesi karşısında, bir saniye bile kaybetmeden ileriye atılarak savaşmak üzere konum almaları, onların varlık nedeni olduğu gibi, ülkenin kaderinin belirleneceği siyaset sahnesinde bulunmaları ve mücadelenin öncülüğünü almaya çalışmaları aynı zamanda bir zorunluluktur da.

Ancak; İngilizlerce şımartılıp pohpohlanan Yunan birliklerinin, reel amaçların uzağında, avantüre kaçan mütecaviz ideallerinden bir emperyalist işgal formatı oluşturup bu illüzyon üzerinden konuşlanmak, emperyalist yayılma olarak kendini gösteren büyük resmi görememek ve savaşı, burjuvazinin koştuğu kulvarda, onun belirlediği kriterler ve onun liderliği altında kabul etmek anlamı taşır ki; dünyada, sonunun, komünistler ve emekçi halk için acı ile bitmediği bir tek örnek bile yoktur.

Meselenin odak noktasını bu öznellikle göstermek istemediğimiz açıktır. Böylesi yanlış veya eksik bir değerlendirmenin, Mustafa Suphi’nin dönüşünü koşullandıran düşüncesi bağlamında, yapılmasının arka planı aydınlatılmadan bunun bir hükmü yoktur.  Bu arka plan, daha çok, SSCB-Ankara, Komüntern-TKP ve Doğu Halkları Propaganda ve Hareket Sovyeti şemasında şekillenmekte, olaylara daha net bir bakışı olanaklı kılacak materyallere burada rastlamaktayız.

Suphi’nin, gerek Doğu Halkları Kurultayı ve gerekse sonrasında gelişen bazı olaylardan dolayı birlikte çalıştığı Bolşevik yoldaşları ile sorunlar yaşadığı artık hiç bir kuşkuya mahal vermeyecek derecede açıktır. Daha sonra kısaca değinilecektir.   Ama bu çok doğaldır ve devrimi yaymak gibi bir sorunsal etrafında dönüp duruyorsa hiç bir şekilde yadırganamaz. Aynı ışık demetinin farklı yapılardaki merceklerde farklı şekilde kırılacağı basit optik kuralıdır. Zaten mesele, aynı ışık demetini, tıpa tıp çakışmasa da, yaklaşık olarak aynı doğrultuda kıracak düzenekler yapma meselesidir. Tez-anti-tez-sentez bağlamında yoldaşça tartışmanın önemi burada yatmaktadır.

Ulaşabildiğimiz kaynaklarda, özellikle Mustafa Suphi’nin dönüş ısrarı konusunda, Komüntern gibi, Doğu Halkları Propaganda ve Hareket Sovyet’i gibi üst örgütlerde veya bu örgütlerin konuyla ilgili birimlerinin toplantılarında detaylı bir tartışma veya bağlayıcı bir karar rastlayamadık.  Fakat gerek anılardan ve gerekse daha sonraki suskunluk ve umursamazlıklardan edinilen izlenim, bu bahsedilen yapıların Mustafa Suphi’nin Anadolu’ya geçişinde gördükleri sakınca ile Mustafa Kemal’in onları istememe nedenleri arasında bir benzerlik bulunduğu yönündedir.

Daha önceki hatırlatmamıza dönersek; Mustafa Suphi  ve beraberindekiler henüz Kars’ta iken, Azerbaycan’da yayınlanan gazetelerde , ‘Şark Şurası temsilcilerinin Ankara’ya gitmelerine izin verilmedi’ şeklindeki haberler üzerine Doğu Halkları Propaganda ve Hareket  Sovyet’i  şu açıklamaya yapmıştır: “… Şark Milletleri Tebligat ve Harekat Şurası bununla haber veriyor ki, Ankara Hükümeti’nin, Şark Milletleri Tebligat ve Harekat Şurası Vekillerinin Ankara’ya gelmelerini reddetmesi hakkında matbuata verilen haber asılsızdır. Tebligat Şurası Ankara’ya hiç bir nümayende göndermemiştir.” (Azerbaycan Fukarası’ndan aktaran Yavuz ASLAN, a.g.e.s,334)

Mustafa Kemal-Karabekir-Erzurum- Valisi Hamit arasında sürüp giden telgraf trafiği ile Mustafa Suphi’nin sonu hazırlanırken, yayınlanan bu bildirinin katillerin işini kolaylaştırdığı gayet açıktır. Şark Şurası içindeki çalışmaları ile Lenin ve Stalin’in övgülerini almış TKP’ nin kurucusu Mustafa Suphi’nin, her ne olursa olsun, yaşamına kastedilen bir tertip içine çekildiği o koşullarda böyle bir açıklamanın yapılması,  Suphilerin, günlerce aç bırakılmış aslanların kafesine atılması derecesinde zalimanedir.

Öldürüldükten sonra, Trabzon Konsolosu Bagirov ve Konsolosluk Müdürü Astahov’un Trabzon Valisi tarafından ciddiye bile alınmayan yarım ağız sorularını veya Çiçerin’in, cevabını merak bile etmediğinden kuşku duyamadığımız “usul” den sorusunu bir yana bırakırsak, Mustafa Suphi’nin akıbetini araştıracak her hangi bir etkili ses ne SSCB, ne de Komüntern organlarından duyulmamıştır.  Bu tutum, komünist dayanışma adına erozyonun boyutunu vermesi bakımından önemli bir gösterge olmasının yanı sıra, katillerin saklanmasını kolaylaştıran; “millici olduğu için Suphi’yi Bolşevikler öldürttü” şeklindeki bir saçmalığa da doğal olarak temel teşkil etmiştir.

Kıyas, her zaman önceden tahmin edilen farkları, beklenen boyutta vermeyebilir. Fakat yine de, alternatif düşünmeye kılavuzluk etmesiyle de bazen çok sürpriz sonuçlar da doğurabilir. Bilimsel kuşkunun tetiklemesiyle, olgular o anki mevcut birikimlerle olan etkileşimleri bağlamında çözümlenmeye çalışıldığında ise, genellikle sürpriz olmayan doğru sonuçlara varılır. Mustafa Suphi ve on beş yoldaşı, ulufe peşindeki güruhun yarattığı izdihamdan değil, kestirim ve yönteme ilişkin zaaflar bir yana, giriştikleri mücadelenin karşı güçleri tarafından onlara dayatılan asimetrik savaşın hesaplayamadıkları dinamiklerine yenik düşmeleri neticesinde kendi inançları uğruna öldürülmüşlerdir. Ne adına olursa olsun, böylesi bir meydan okumaya Komüntern’in gösterdiği duyarsızlık dağa taşa sinmiş iken, Suphiler, kimsesiz ve kimliksiz bir kılığa sokulup aranıp sorulmazken, resmi TKF den delege olarak çağrılı olduğu halde politik nedenler dışında tutuklu bulunan Dr. Fuat Sabit’in serbest bırakılması için, önce SSCB Ermenistan temsilcisi B.Legran, sonrasında MK  ve Kızıl Ordu Devrim Komitesi üyesi  G.K. Ordjenikidze’nin  Karabekir’den  ricacı olması, düşmana cephane sağlamaktan başka bir işe yaramamıştır.

Suphi sonrasının komünistleri, ölümünün ikinci yılında çıkardıkları bir kitapçıktan sonra yıllık anmaların ötesinde, bu katliamın izini sürmek, ya da sınıf kini temelinde dimağı diri tutmak anlamında hiç bir faaliyette bulunmamıştır. Özellikle Şefik Hüsnü dönemiyle Mustafa Suphi defteri kapatılmış, bu ve sonraki dönemlerde, çoğu kez, paradoksal bir tutum içindeki TKP marifetiyle Ankara bu olaydan temizlenmeye çalışılmıştır.  Bakü’de ki kuruluş kongresine gitmemiş olan Şefik Hüsnü, Suphi’yi, onun faaliyetini kendince küçümseme yolunu benimsemiş ve mümkün mertebe Suphi’nin uzağında kalmaya özen göstermiştir.  Elinin güçlendiği hesabı içinde, Suphi’den sonra topladığı kongre ile TKP nin tek söz sahibi haline gelmiş, sonrasında V.N.Tör ve diğerleri gibi polis ajanlarına partiyi teslim ederek kapağı yut dışına atmıştır.

Bugün, bazı oluşumların, Şefik Hüsnü’nün adını Mustafa Suphi ile yan yana, onunla eşdeğerde kıymetlendirmesi, bu yazının tespit ettiği bir başka ironidir. Tarih, hakim güçlerin ezberlettiği kadarıyla akılda kalıyorsa kendi tarihini yazmak o oranda zorlaşıyor. Tarihsizlikle eş anlama geliyor.

TKP Dış Büro üyelerinden Ahmet Cevat Emre, Suphilerin katli üzerine Komüntern İcra Komitesi Doğu Şubesi Müdürü Pavloviç’e gönderdiği ve SSCB Trabzon Konsolosu’nu pasiflik ve ilgisizlikle suçladığı mektubunda, cinayetin TBMM Hükümeti tarafından işlendiğini açıkça ifade ediyor ve III. Enternasyonal’den, yoldaşlarının akıbetinin açığa çıkarılmasını istiyordu.  Aynı A.C.Emre, Türkiye’ye döndükten sonra devlet kapısında bulduğu kaymaklı işlerin hatırına olacak, hem politik görüşlerinden ve hem de o zamanki tespitinden feragatle, cinayeti, Trabzon Valisi-Muhafaza-i Mukaddesat teşkilatı ve kayıkçı kahyası ile sınırlı tutarak ibretlik bir dönüş sergiliyor.  Dönenlerden on beşi Karadeniz’ in derinliklerinde ebedi sessizliğe gömülürken,  A.C.Emre gibi sonradan dönenler, yaranmanın bin bir yolunda aynı sessizlikle kişiliklerini tüketerek silinip gittiler.

Mahmut Goloğlu’nun, İstiklal Harbimiz Tarihi adlı eserinde, kafiledeki Abdülkadir olayını, Kahya’nın oğlunun anlatımlarına dayanarak Ankara’yı işaret etmesinden başka,  özellikle 1922 den sonraki TKP de hakim olan kanıksanmış suskunluk, ilkin, bir TKP li olan Hasan İzzettin Dinamo’nun, yine Kahya’nın oğlunun söylediklerine binaen, katliamın adresini Ankara olarak yazması ile bozuluyor. Ama bu çıkış yine bir TKP li olan, Rasih Nuri İleri tarafından “çocukluk” olarak değerlendiriliyor. Mustafa Kemal’den birinci sınıf devrimci yaratma çabasını gösterirken Rasih Nuri, Kemalizm’in flamasını sallamayı deniyor. Birleşik kaplar misali;  kabın bir tarafına uygulanan basının etkisiyle diğer tarafı doldurup rakip büyütülürken, basit fizik kanunu, kendinden verdiği için büyüten küçülüyor. Bu kural, yaşamı boyunca TKP ‘nin kör talihi oluyor. Gördüğü basınç karşısında TKP, bileşik kaplar kuralı gereği hep bağımlı oluyor. Bu bağımlılıkla TKP, hep minör kalıyor. Günümüzde kendilerinin TKP nin ardılı oldukları iddiasını geveleyenler aynı Rasih Nuri’yi bayraklaştırmışlardır. Bu omurgasızlığı, bu sınıf kininden yoksunluğu nereye koyacağız peki?

Eldeki yazı ve belgeler üzerinden yapılan kaynak taramalarından, bir başka farklı yaklaşım, özellikle 12 Eylül faşist darbesinden sonra TKP içerisinde örgütlenen ve adını “Devrimci Kanat” olarak duyuran muhalefet gurubunun yayın organının Ocak 1982 tarihli sayısında yer alan ve TKP Ankara Davası delilleri arasında bulunan “Mustafa Suphi’nin Katili Mustafa Kemal’dir” başlıklı yazıda görülmektedir. Bugünün kaynak zenginliğinden yoksun ve doğal olarak, yer altı çalışmasının zorluklarından kaynaklı eksiklikleri olan, radikal ideolojik bir bakışın ürünü bu tespitin, TKP ve o dönemin merkez kadroları algısında hiç yer etmemiş olması, 1922 yılı sonrası tercih edilen “unutmak ve unutturmak” anlayışının dönemsel versiyonu olarak değerlendirilmelidir. Bilebildiğimiz kadarıyla bu tarz bir değerlendirme TKP bünyesinde bir ilktir ve halen de öyledir. Evveliyatından beri Kemalizm’le, oldukça paradoksal bir yaklaşımla sağlanmaya çalışan bağlar TKP kadro ve ideolojisinin darağacındaki yağlı urganı olmuş ve ne hikmetse bugünlerde TKP adına musallat olan ne kadar yapı varsa Kemalizm ve onun “Cumhuriyet kazanımlarına” meftun olmuşluğun esrikliği içinde simbiyotik (asalak) ilişkilerini sürdürmekte bir sakınca görmemektedirler.

Mustafa Suphi olayının çok farklı yorumları yapıldı, halen yapılmaktadır. Bu biraz da nerede durulduğuna bağlı bir olaydır ve o yüzden, tespit bağlamında, nesnellik adına zaaflar taşır. Kahya Yahya’nın bireysel bir eylemi olduğundan tutun da, Ankara’ya kadar uzanan yığınla tahmin senaryosu var. İşin enteresan yanı, tüm şifrelerin, görmek isteyenler için, bu birbirinden kopuk olmayan senaryoların içinde var olmasıdır. İşi İttihatçılara yıkmak isteyenler, Ankara Hükümeti’ni İttihatçılardan nasıl ayırdıklarının elle tutulur argümanlarına sahip değillerdir. Benzer şekilde, Karabekir’in, komünizm söz konusu olduğunda Topal Osman’dan farklı düşündüğünü kimse iddia edemez. Ya da, Kâhya’nın Enver’e biat derecesi Karabekir’ in olduğundan fazladır şeklinde ölçüsüz ve zorlama bir dayatma, işi içinden çıkılmaz hale getirebilir.

Karabekir, Suphi olayını o günün resmi çizgisine sadık kalarak, sorulan sorular üzerine bir deniz kazası olarak rapor etmiştir. Fakat daha sonra işi İttihatçılara, sanki kendisi ittihatçı değilmiş de, yıkarak Ankara Hükümeti’ni bu arada kendisini bu işten temize çıkarmaya çalışmıştır. Karabekir şöyle diyor ilkin;  “ 3 Temmuz’da Kahya’yı öldürmüşler… Kışlada yakın bir yerde bir kaç kişinin taarruzuna uğramış… Kahya Enver Paşa taraftarı idi…Sivas Mahkemesi’nde beraat etmişti. … Bolşevikler bir taraftan İttihatçılara vaatlerde bulunurken diğer taraftan Mustafa Suphi ve kafilesini Türkiye’ye göndermişlerdi. Bu heyet Trabzon’da sandalda yok edildiği malumdur. Bunu Kâhya’nın yaptığı duyulmuş idi.”  (Karabekir, s.1090

Doğu’nun “kudretli paşası”  Karabekir ; “ …Kahya’nın bu işi yaptığı duyulmuş idi” derken olaylardan sanki sıradan bir insan kadar haberdar olduğu izlenimi veriyor ama, Kahya’nın Sivas Mahkemesi’nde,; “… üstüme gelirlerse her şeyi anlatırım” demesi üzerine mahkeme ve tanıklar üstüne kurduğu baskı sonucu Kahya’nın beraatını temin ettiği de ayrıca bilinmektedir.

Sonrası malum. Kâhya Trabzon’a dönüyor, Soğuksu civarında askeri kışlanın duvarının dibinde asker elbiseli üç kişinin saldırısı sonucu öldürülüyor ve katiller kışlaya kaçıyor. İlk iddia, bu işin Topal Osman’ın adamları tarafından yapıldığı şeklindedir. Ancak daha sonra, Mustafa Kemal’in ölümüne kadar özel muhafızlığını yapan İsmail Hakkı Tekçe, Ankara’dan iki kişi ile beraber Trabzon’a gelip Kâhya’yı öldürdükten sonra kışlaya gittiklerini anlatıyor. Bitmiyor. Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, yaptığı araştırma neticesinde edindiği delillere dayanarak Kâhya’nın arkasındakileri bilen tek adam olarak öne çıkıyor. Ali Şükrü aynı zamanda Mustafa Kemal’e muhalif biridir. O halde sıra Ali Şükrü Bey’ dedir. İş Topal Osman’a havale ediliyor ve o da üstesinden hakkiyle(!) geliyor. Yine bitmedi. Topal çok güvenilir biri değildir ve artık topun ağzındadır. İsmail Hakkı görevi alır.  Ankara’da Papazın Bağı’nda Topal Osman infaz edilip ölü bedeni ayağından asılarak halka teşhir edilir. Yapan da belli, yaptıran da. Bu çok anlaşılır bir durumdur.  Ama o topalın heykeli, halen Ergenekon sanığı olarak cezaevine girip çıkan Veli Küçük tarafından yaptırılıp Giresun il merkezinde dikili durması bundan daha anlaşılır bir durumdur.

Tamamlayıcı bir noktayı daha vurgulamakta yarar var. Karabekir, daha sonra Mustafa Kemal ile olan anlaşmazlıklarının aldığı gerilimli hal sonrası şirazeden çıkmış ve dağarcığında ne varsa bir bir ortaya dökmüştür.  Basılan matbaada yakılan kitaplarından arda kalanlardan derlediği birinde Kahya cinayetine ilişkin şu enteresan bilgiyi vermektedir; “ Kahya’nın avdetini müteakip Trabzon’da, kışlanın yakınında bir yerde iki arkadaşı ile öldürülmesi oyunun facialı bir perdesidir. Katillerin asker elbiseli olmaları, olayın kışlanın yakınında olması ve katillerin tutulmaması gibi hadiselere ilaveten Ankara’da ( Karabekir yamandır) gibi şayialar çıkarılması en yamanıdır. Fakat hareketi kapayacak bir zaman bulutudur. Tafsilat gelecek.” (KARABEKİR, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki Erkanı, Menteş Yayınları s.257)

Görüldüğü gibi, Karabekir bir “oyun” dan ve onun facialı perdesinden bahsediyor. Kendisine ustaca yüklenmeye çalışılan Ankara menşeli Kahya cinayeti olayında kendisinden daha “yaman” olanlara gönderme yapıyor ve adresi ima edercesine “tafsilat” müjdeliyor.

Bu müjdeye gerek kalmadı. Mustafa Suphi-Kahya-Ali Şükrü-Topal Osman ve arada belki bu zincirin bazı halkalarına aslı olan kim bilir hangi cinayet ve cinayetler zinciri fazla söze mahal bırakmayacak kadar mantık sınırları çerçevesinde artık çözülmüş durumdadır. Takke düştü kel göründü. İş ki; komünistler, “ulusal burjuvazi” diye diye sınıf hareketini kurban ettikleri burjuva kuralların dışına taşısınlar ve teslimiyetin, burjuvaziye inanmanın kurulu hain tuzaklarının bu yolu yürüyenler için daima var olduğunu bilsinler.

Nazım;  yazının başlığına koyduğumuz şiirinde bu cinayetlerin anatomisini diyalektik bir analizle gayet güzel bir biçimde ortaya koymuştur. Ama şiirin buraya aldığımız bu kısmı Nazım’ın basılı birçok eserinde yoktur. Bunun nedenlerini sadece iktidarın sansür politikalarında aramak doğru değildir.  Uzun yıllar Nazım’ın tüm şiirleri zaten yasaklıydı. Fakat burada, “aman ha!” mantığının egemen olduğu bir politik tercih söz konusudur ve bu güne kadar dillendirilmemiş olması, şiirin etki alanını daraltmak,  vermeye çalıştığı mesajın doğruluk derecesini ve ciddiyetini örtmek için yeterli değildir.

Tekrar başa sararsak, dönüşe ikna anlamında da bir tertip olduğu açıktır. Bu tertibin en gizli şifresi, Ankara-Bakü hattındaki son seferini, Anadolu’daki komünist hareketleri Mustafa Kemal’e bir bir jurnalledikten sonra, son darbeyi indirmek üzere Bakü’ye doğru yola revan olan Süleyman Sami’nin cebindedir. Süleyman Sami her ne dediyse, her ne yaptıysa, o günlerde dönüş konusunda kafası net olmayan Mustafa Suphi’yi el altından, kapalı kapılar ardında dönüşe ikna etmiştir. Çünkü o, Ankara’dan o tembihle gitmiştir. Bol keseden, olmayan güvenceler Mustafa Suphi’nin önüne dökülünce, yazıda açıkladığımız zaaflar aklın önüne geçmiş ve Kars’a duhul olunmuştur. Kars, aslında dönüşü olmayan yol için hazırlanan mizansenin birinci bölümünün son sahnenin oynandığı yerdir.

 Ankara’nın buna cüreti,  ilkin Süleyman Sami, Mehmet Emin ve bilmediğimiz diğer bağlantılar vasıtasıyla edindiği istihbaratın kurnazca değerlendirilmesine dayanmaktadır.  İkinci olarak şu söylenebilir; Ankara, bırakalım ülkenin geleceğine ilişkin hamleler yapabilmeyi, kendi kaderini bile belirlemede yetersizdir. Hatta bir süre boyunca Ankara’dan kaçış bile hesap edilmiştir. Ethem Kuvvetleri olmazsa çoktan hain damgasıyla tarihin az okunan sayfalarında silik bir yer işgal edeceklerdi. İşte böylesi bir durumda Mustafa Kemal’in çok ihtiyaç duyduğu Sovyet yardımının yolunun bir şekilde açılması gerekiyordu. Bu noktadan hareketle Karabekir’in naklettiğine göre (Karabekir, s.843) “Upmal Angarski kendisinden TKP nin çalışmasına izin verilmesi gerektiğini” söylemiştir.

En azından bu yazı kapsamında belgelenme imkanı bulamadığımız bir başka noktaya daha değinmekte fayda var: Mustafa Suphi’nin Stalin’e Türkiye hakkında verdiği, ülkenin somut durumuna ilişkin raporların abartılı ve gerçekleri yansıtma noktasında yetersiz kaldığını bugün artık kabul etmemek için bir neden yoktur. Özellikle 1920 Eylül ayından sonra Mustafa Suphi’nin gerek Komüntern ve gerekse diğer Sovyet organları ile olan ilişkilerinde soğuk rüzgarların esmeye başladığı bilgisi sır olmaktan çıkmıştır. TKP bütçesi konusunda kopan ve daha sonra Stalin’in devreye girmesiyle çözüme kavuşturulan fırtınayı sadece akçeli bir konu olarak kenarda tutmanın bilimsel bir mantığa dayanmadığı açıktır.  Bütün bunlara ek olarak; Upmal’ın, Sovyet Temsilcisi elbisesiyle fakat esas olarak komünist örgütleme faaliyetlerinde bulunmak üzere Anadolu’ya gönderilmesi kararının,  Mustafa Suphi tarafından Bolşevik yöneticilerin kafasında yaratılmış olan tereddüdün sonucunda alındığı yönünde bir saptama yapmak pek ala mümkündür. Daha doğrusu; bunun tersini söyleyebilmenin bilgisi henüz ortaya çıkmış değildir.

Ankara’nın sağladığı istihbarat zarfının bu gerçeklerin detaylarıyla dolu olduğunu düşünmemek saflık olur. Moskova Antlaşması’nın arifesinde, Lenin’in Aralof’ a, bugünden bakıldığında doğruluğu tartışma kaldıran, Mustafa Kemal ve Anadolu hareketi değerlendirmesinin varit olduğu bir safhada katledildi on beşler.  ASLAN’ ın aktardığına göre ( s. 341) Metin TOKER bu durum üzerine şöyle demektedir; “tabi o konjonktür içinde böyle bir temizleme hareketi Sovyetlerin göstereceği tepki bakımından cüretli bir teşebbüstü, ama demek, Sovyetlere iyi teşhis konulmuştu.” (M. Toker, Sağda ve Solda Vuruşanlar Milliyet 11 Mayıs 1971) . Moskova politikalarının Ankara açısından gerçekçi yorumu, düşünülen çerçeveye tam tamına oturmuş ve katliam yolundaki çekinceler bertaraf edilmiştir. Metin Toker de bunu, bir yanıyla bu işin özneleri adına şişinerek anlatmakta, diğer taraftan da faillerin kimler olduğunu itiraf etmektedir.

 Mustafa Kemal-Karabekir-Erzurum Valisi Hamit arasında gidip gelen telgraf trafiği, aynı zamanda bu büyük trajedinin ikinci bölümüne denk senaryonun finalize edilmesiydi. Yapımcı, yönetmen senarist, başoyuncu, figüranlar vs. detayları masaya yatırıp son provalar tamamlandıktan sonra,  hünerlerini sergilemek üzere sahne almışlardır.

Oyun bitti. Mustafa Suphi ve on beş yoldaşı Karadeniz’in karanlık sularında yitip gitti. TKP bunların adlarının akıllarda tutulmaması için geri kalanları sıkı sıkı tembihledi. Üstat Nazım bunu şiirlerine taşıdı. Tam isimleri kimse bilemedi, ‘o isimleri aklında tutma’ dendi.  Moskova Antlaşması kanın üzerini kalın bir örtü ile örterek katillerin elini temizledi.

 Karadeniz aldıklarını bir daha asla geri vermedi…

 

::::::::::::::::::::