İşçi Sınıfının Komünist Partisi İçin Gerekçeli Program Taslağı

“Gerçek hareketin her adımı, bir düzine programdan daha önemlidir.

 “Genelde bir partinin programı,  partinin ne yaptığından daha az önemlidir. Ama yeni bir program, herşeyden önce, kamuoyu önünde açılan bir bayraktır ve dış dünya partiyi o programa bakarak değerlendirir.”

I

Giriş

Proletaryanın “göğü fethetme” girişimi, kapitalizmin direnci ve Ekim Devrimi’nin, sosyalizmin kuruculuğunda karşılaştığı bir dizi nesnel ve öznel etmene bağlı olarak kesintiye uğradı. Proleter devrimin iç sürekliliği ve dünya çapında yayılma hızı düştükçe, bozulma, çürüme ve yabancılaşma kaçınılmaz oldu. Devrim, ideolojik ve politik olarak fethedemediği modern barbarlığa yenik düştü.

Ekim Devrimi, zaferiyle olduğu kadar yenilgisiyle de bütün dünya dengelerini altüst etti. Fiili olarak kapitalizmden komünizme geçiş çağını açan zaferiyle, dünya burjuvazisinin kâbusu, dünya proletaryasının ve ezilen halkların kurtuluş umudu ve yolu oldu. Burjuvaziye zafer bahşeden yenilgisiyle, sınıf mücadelesini yeni bir kaosun içine sürükledi.

Proletarya, mücadele tarihi içinde birçok zafer ve yenilgi yaşadı. Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle yaşanan yenilgiyi bütün önceki yenilgilerden ayıran temel özellik, uzunca bir sosyalist kuruculuk dönemi ardından gelen yenilginin, devrime ve kuruculuğa önderlik eden sınıfın devrimci partisinin ideolojik, politik ve örgütsel önderliği kaybetmesine bağlı olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Marksizm-Leninizm’in sınıf hareketi  üzerindeki tarihsel üstünlüğünü kaybetmesine yol açan bu durum, sınıf mücadelesinde bugün yaşanan ideolojik kaosun boyutlarını da ortaya koymaktadır.

Proletaryanın sınıf mücadelesi içinde yaşadığı zaaflar, yetmezlikler, kahramanlıklar ve ihanetlerle dolu zafer ve yenilgilerinin ortak özelliği, zaferler kadar yenilgilerin de proletaryanın bilinç ve örgütlülük düzeyi ve bu düzeyin sürekliliği tarafından belirlendiğidir. Bu tarih içinde her yenilgi, proletaryanın bilinç ve örgütlülük düzeyinde bir zaaf ve eksikliğe işaret eder. Bu, aynı zamanda sınıf mücadelesinde zaferin nerede aranması gerektiğinin de anahtarıdır.

Sınıflar mücadelesinde her yenilgi, yenilen sınıfın saflarında bir dağınıklığa, gerilemeye, moral bozukluğuna ve umutsuzluğa, toplumda ise yenilen sınıfa karşı bir güvensizliğe, yenen sınıfın gücüne tapınmaya yol açar. Yenilen sınıf ile birlikte sınıf savaşı da, yenilginin boyutlarına ve şiddetine bağlı olarak etkisizleşip, bir dönem için tarih sahnesinde geri plana düşmüş görünür. Zaferi kazanan sınıfın eylemi tarihe yön veren tek eylem olarak öne çıkar. Ancak tüm bu görüntünün altında, derinde sınıf savaşımı varlığını sürdürür. Tarihin durgun ve karanlık dönemlerine, sınıfların yeniden hareketlenmesi, fırtınalı altüst oluş dönemleri eşlik eder.

Tarihsel süreçte sıçrama, bir toplumsal düzenden ötekine geçiş, bir çırpıda gerçekleşmiyor. Yeni toplumsal düzenin dünya ölçeğinde zaferi, dünya ölçeğinde süren sınıf savaşımı içinde yenilgi ve zaferlerin birbirini izlediği, birbirine eklemlendiği bütün bir tarihsel dönemi kapsar. Proletarya nihai zafere, yenilgi ve zaferlerden oluşan birçok muharebeden geçerek ulaşabilir.

 Yenilgi, proletaryaya karşı etkili bir ekonomik, politik ve ideolojik saldırının da işareti oldu. Saldırıyla, proletaryanın  mücadeleyle elde ettiği bütün mevziler, kazanımlar ve mücadele araçları elinden alınarak, sermayenin nesnel bir bileşeni düzeyine indirgendi. Burjuvazi, dozu ve şiddeti ne olursa olsun ekonomik ve politik saldırısının, proletaryayı bir dönem için sınıf mücadelesinin dışına düşürse de, onun yeniden başkaldırısını engellemeye yetmeyeceğini tarihsel deneyiminden biliyor. Kendisi yok olmadan proletaryayı yok edemeyeceği, kendi yok oluşunun proletaryanın bilinç ve örgütlülük düzeyinde, devrimcileşmesinde olduğunu bildiği için saldırısının sivri ucunu, proletaryayı bilinç ve örgütlülükle donatan bilimsel komünizme, Marksizm – Leninizm’e yöneltiyor.

Burjuva ideologlar, liberal aydınlar ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünde kapitalizmin erdemlerini keşfeden devrimin “abbasyolcuları”ndan oluşan koro, ücret ve kredi sistemiyle ekonomik olarak köleleştirdikleri proletaryayı zihinsel olarak da köleleştirmek için, elinin altındaki bütün araçları kullanarak ( okul, din, medya vb.) her gün, her saat kapitalizmin eski kapitalizm olmadığı, burjuvaziyle proletarya arasındaki uçurumun kapandığı, bu iki karşıt sınıfın orta sınıf kavramında birleştikleri, kapitalizmin kimi kusurlarının ancak kapitalizm içerisinde ve demokrasi aracıyla çözülebileceği yalanını anlatıyor. Marks’tan daha Marksist Marksologlar bu koroya, koşulların değiştiği, “Marksizm’in bir dogma olmadığı”, dolayısıyla Marksizm’in de değişmek zorunda olduğu belgisiyle katılıyor.  Hep bir ağızdan proletaryadan, sınıf mücadelesinden, devrimden, devrimci parti ve devrimci yöntemden uzak durması isteniyor.

Burjuvazinin Marksizm – Leninizm’e saldırısının temel argümanlarını oportünizmin eski çöplüğünden aşırmış olması, saldırının etkisiz olduğu anlamına gelmiyor. Tersine, komünist hareketin bugün içinde bulunduğu ideolojik savrulma, saldırının oldukça etkili olduğuna işaret ediyor. Ama yine de bu saldırı, kapitalizmin işleyiş yasalarına çarpıyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşü üzerinden kurulan tarih kurgusu çöküyor. Buradan hareketle Marksizm’e yöneltilen saldırılar, etkinliğini yitiriyor. Yenilginin, sınıf mücadelesinin üzerini örten sis perdesi yırtılıyor. Ve bir kez daha açığa çıkıyor ki, dünyanın yaşadığı kaos ve tıkanıklığın nedeni, sosyalizmin tarihsel süreçteki fiili varlığı değil, ömrünü tarihsel olarak doldurmuş olan kapitalizmin her türlü zora dayalı fiili varlığıdır. Bugün, Marksist teorinin dolaysız bir eseri olan Ekim Devrimi’nin teoriden pratiğe aktardığı ilkelerin doğruluğu, bizzat kapitalizmin gelişme yasaları tarafından doğrulanıyor

Ancak yine de burjuvazinin Marksizm’in krizi olarak sunduğu bu ideolojik savrulmadan çıkış, her türden burjuva ideolojisine karşı etkili bir ideolojik mücadele verilmeden, Marksizm’e bulaşmış ve hatta bir dönem için ona egemen olmuş ayrık otları  (burjuva liberal kavramlar) temizlenmeden, Marksizm’in arılığının korunması ve teorinin kendi maddi gücüyle, proletaryayla yeniden buluşması sağlanamaz. Bu yapılmadan Marksizm’in geliştirilmesi, sınıf mücadelesine yön veren bir eylem kılavuzu olarak kullanılması, boş bir çaba, bir aldatmacadan öteye geçemez.

Bugün sınıf hareketinin içinde bulunduğu ideolojik, siyasal ve örgütsel dağılma, tek başına sermaye hareketinde meydana gelen değişmeler ve bunların sınıf mücadelesi üzerindeki etkileri, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün yarattığı umutsuzluk, ideolojik savrulma ve burjuvazinin çok yönlü ideolojik ve politik terörüyle açıklanamaz. Elbette bunlar etkilidirler; ancak yenilginin nedenlerini dışsal etmenlere bağlayarak açıklama çabası, devrimci bir parti için acınacak bir yaklaşımdır ve bu yaklaşım kendine işçi sınıfı partisi diyen partilerin sorumluluğunu ortadan kaldıramaz.

Devrimci bireylerin olduğu kadar devrimci partilerin de eylemlerinin gerçek nitelikleri, sınıf mücadelesinin keskinleştiği zor dönemlerde ortaya çıkar. Devrimci nitelik böylesi dönemlerde kendini sınar, niteliğine uygun olarak ya dağılıp yok olur, ya da eksikliklerini gidererek yoluna devam eder.

12 Eylül bu açıdan Türkiye devrimci hareketi için tam bir turnusol kağıdı olmuştur. Öncesinde katettikleri yol, sahip oldukları devrimci ruh ve aralarındaki ideolojik farklılıklara rağmen, devrimci hareketin hemen bütün bileşenlerinin, gerek teorik, politik, örgütsel nitelikleri, gerek sınıf mücadelesine yaklaşımları ve sınıfı harekete geçirme kapasiteleriyle sınıf partisinin sahip olması gereken niteliklere sahip olmadıkları görüldü. Mücadeleyi yükseltmek bir yana,  mevzileri koruyarak, düzenli bir geri çekilme bile gerçekleştirilemedi. Devrimci enerji, diktatörlüğün zindanlarında etkisizleşti.

Sosyalist hareketler bu durumun ideolojik, politik, örgütsel nedenlerini araştırarak, devrimci bir konumlanışı sağlayacak yerde, başlangıçta yenilgiyi kişiler ve kişiliklerle açıklamanın dışında, hiç bir şey olmamış gibi yollarına devam ettiler. Ardından yenilginin güç yetmezliğinden kaynaklandığını keşfedip, güçsüzlüğe dayalı güç arayışlarına yönelerek, kendi likidasyonlarının yolunu açtılar. Her biri yeni bir dağınıklıkla sonuçlanan birlik süreçlerinde devrimci ruh da eritildi.

Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte komünist hareketteki dağılma, ideolojik savrulma ile tamamlandı. Sovyet deneyiminin yargılanması üzerinden Marksizm – Leninizm’in en temel ilkeleri, proletarya diktatörlüğü, proletarya enternasyonalizmi, Marksist devrim ve parti teorileri örtülü bir biçimde ya da açıkça reddedildi.

Marksizm’e ve işçi sınıfına güvensizlik, sınıflar ve sınıfsal konumlanmadan kopuk, soyut bir siyasal mücadele ve sosyalizmi bilinmez bir geleceğe erteleyen, kapitalizmin yarattığı tikel sorunlar ( kadın, ekoloji, dinsel eşitsizlikler vb.) üzerine oturtulan bir demokrasi mücadelesi anlayışı, sosyalist harekete egemen oldu.

Sınıf hareketine egemen olan bu gerilikten çıkış ancak mevcut duruma, ideolojik, politik ve örgütsel, bütünlüklü bir müdahaleyle olanaklıdır. Bu doğrultuda atılacak ilk adım Marksizm’i işçi sınıfının öncü kadrolarına taşıyacak, sınıfın merkezi siyasal eylemini yürütme yeteneğine sahip devrimci sınıf partisinin yaratılmasıdır. Krizin derinleştiği, kapitalizmin altındaki patlayıcı yığınının patlamaya hazır bir volkana dönüştüğü, dünyanın yeni bir devrimci dalganın etkisine girdiği bugün, bu görev daha da yakıcıdır. Bu görevin yerine getirilmesi aynı zamanda sınıf hareketinin enternasyonalist birliği doğrultusunda atılabilecek en devrimci adımdır.

Bu program, dayandığı teorik öncüller, ileri sürdüğü politik hedefler, bu hedeflere ulaşmanın yol ve yöntemleriyle, bilimsel komünizmi proletaryaya ve proletaryayı iktidara taşıyan proleter devrimin programıdır.

 

II

Sınıf Savaşımının Tarihsel Süreci

 

1-Sınıflı toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Bu tarih içinde sınıf mücadelelerinin doruk noktaları olan toplumsal devrimler, aynı zamanda yeni tarihsel çağların da başlangıcıdır. Tarihte böyle bir dönüm noktası olan 1789 Fransız devrimi, kapitalizmin egemenlik çağının açılımıdır.

2 -Bir devrimin niteliği ve geleceği, ona damgasını vuran sınıfın çıkarları ve ufkuyla, bir sınıfın devrimciliği ise, onun sınıfsal konumuyla sınırlıdır. Yürüyüşü ona damgasını vuran sınıfın sınıfsal çıkarlarıyla sınırlanmış devrimler, başlangıçtaki radikalliğinden uzaklaşarak gericileşmek durumundadır. Bu bir seçim değil, sınıf mücadelesinin yasallığıdır. Zaferiyle insanlığın ortaçağ karanlığından kurtuluşunun habercisi olan Fransız devrimi, bugün daha net görülüyor, kapitalist karanlığın da başlangıcıdır.

3-Tarih sahnesinde, 1789 Fransız devriminde burjuvazinin “sadık” bir müttefiki rolüyle yer alan proletarya, 1848 – 1849 devrimlerinde burjuvazinin karşısına bir sınıf olarak çıktı ve gelişimini sürdürdü. Devrim onu ileri ittiği ölçüde, “silahını bir omuzdan diğerine” taşıdı.

4-1848 – 1849 devrimleri, sınıf mücadelesinde yeni bir dönüm noktası oldu. Bu devrimler sırasında sınıf mücadelesi esas olarak feodallerle burjuvazi arasında bir mücadele olmaktan çıkarak, burjuvaziyle proletarya arasındaki mücadeleye dönüştü. Artık burjuvazi yıkmaya değil, yıkılmaya mahkûm bir sınıftır. Onun sınıf mücadelesindeki konumunu ve eyleminin içeriğini belirleyen, proleter devrim korkusudur. Bu korku, proletarya ne kadar gelişmişse, ne kadar bilinçli ve örgütlü ise, o kadar büyüktür. Burjuvazi o ölçüde saldırgan ve gericidir. Bu, aynı zamanda burjuva demokratik devrimler çağının da kapanmasıdır. Artık en geri ülkede bile feodalizmin tasfiyesi bir devrim sorunu değil, süreç içinde bir dönüşüm sorunudur. Bu dönüşümün biçimi ve hızını belirleyen, üretici güçlerdeki gelişme ile birlikte proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıfı mücadelesidir.

5-1848 – 1849 devrimleri proleter devrimin gelişim doğrultusuna da açıklık getirdi. Fransa’da başlayan devrim, kısa sürede bütün kıta Avrupa’sına yayıldı. Sömürü ve yoksulluğu paylaşan sınıf, devrimi de paylaştı.

6-Devrimler Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da ortaya koydukları teorik ve politik çerçeveyi doğrulamakla kalmadı, onu kendi eylemiyle geliştirmenin yolunu da açtı. Teorinin devindirici gücünün eleştiride değil, devrimde olduğunu gösterdi. Sınıf mücadelesinin en önemli sorunlarını, iktidar, ittifak, devlet, parti vb. çözümlenmesi zorunlu görevler olarak proleter mücadelenin önüne koydu. Proletarya, yenilgisine yol açan bu sorunlarla boğuşarak mücadelesini sürdürdü ve 1871’de Paris’te burjuvaziyi alaşağı ederek iktidara uzandı.

7-Paris Komünü zaferiyle, kapitalizmden komünizme geçişin siyasal biçimi olan proletarya diktatörlüğünün pratik cevabı oldu. Yenilgisiyle devrimci partinin niteliği ve rolü sorununu sınıf mücadelesinin merkezine taşıdı. Devrimin zaferi ve sürekliliğiyle, devrimci parti arasındaki ilişkiyi aydınlattı.

8-Komün hem bileşimi, hem de mücadelesiyle, uluslararası proletaryayı uluslararası burjuvazinin karşısında birleştirerek proletarya enternasyonalizminin canlı bir örneği oldu.

9-Komün’ün yenilgisi, paradoksal bir biçimde Marksizm’in işçi hareketi üzerindeki zaferiyle kesişti. Bu zaferle birlikte sınıf mücadelesinde küçük burjuva teori ve pratiğin etkin olduğu dönem de kapandı. Sınıf mücadelesi, Marksist teori ve pratiğin yön verdiği bir döneme girdi.

10-Bu yeni dönemin, kapitalizmin gelişmesi açısından ayırt edici özelliği, “barışçıl” ve hızlı bir büyüme dönemi olmasıdır. Kapitalizm kendi tarihi evrimini tamamlayarak tekelci – emperyalist aşamaya ulaştı. Buna proletaryanın nicel ve nitel gelişmesi eşlik etti. Kapitalizmle birlikte sınıf mücadelesi de evrensel bir nitelik kazandı. Sosyalizmin maddi koşulları dünya çapında belirli bir olgunluğa erişti.

11-Paris Komünü, birleşik burjuva terör altında ezilirken, Almanya devrimin yeni merkezi, Alman proletaryası dünya proletaryasının öncü müfrezesi, Alman Sosyal Demokrat Partisi (ASDP)’de dünya komünist hareketinin teorik, politik otoriter gücü konumuna yükseldi. Sınıf mücadelesi tarihinde ilk kez, ASDP nezdinde bilimsel komünizmle proletarya hareketinin birliği sağlandı.

12-Alman proletaryasının öne çıkmasını sağlayan aynı koşullar, kapitalizmin hızlı ve “barışçıl” gelişmesi altında proleter hareketin yeni mücadele silahlarıyla silahlanarak güçlenmesi, proleter hareket içinde revizyonist görüşlerin yeşermesinin de maddi zemini oldu.

13-Kapitalizmin emperyalist aşamasıyla rekabet ve krizlerden arınarak kendini aştığı tezi, sınıf mücadelesinde ortaya çıkan bu yeni revizyonist akımın temel dayanağını oluşturdu. Sermaye tabanında genişlemeyle birlikte proletaryanın da değiştiği, dolayısıyla “bir dogma olmayan” Marksizm’in de değişmek zorunda olduğu bu tezin devamını oluşturdu. Bu tezler üzerinden sınıf mücadelesinin en temel kavramları, devrim, proletarya diktatörlüğü ve parti, sorgulama altına alındı. Sorgulama sınıf mücadelesinden, sınıf uzlaşmacılığına geçişle tamamlandı.

14-1900’lerin başında patlak veren ekonomik kriz ve emperyalist güçler arasında keskinleşerek savaşa doğru yol alan tekelci rekabet, sadece kapitalizmin değiştiğine ilişkin tezleri ve bu tezlere dayalı parlamenter yol ve barışçıl geçiş hayallerini yerle bir etmekle kalmadı, bu hayaller üzerine kurulu revizyonist teoriyi de mantıki sonucuna, ihanete taşıdı.

15-Devrimin güncelliği koşullarında, proletaryanın burjuvazi karşısında silahsızlandırılması anlamına gelen ve kısa sürede bütün partileri etkisi altına alarak uluslararası bir karakter kazanan revizyonizme karşı, sosyal demokrat hareket içinde hüküm süren sessizliği Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Partisi bozdu. Bolşevik Parti, Çarlığa ve burjuvaziye karşı mücadeleyi, devrimde proletaryayı silahsızlandıran revizyonizme karşı mücadeleyle birleştirerek devrimi zafere taşıdı.

16-Proleter devrimler çağını fiilen açan Ekim Devrimi, Avrupa devrimini tetikledi. Kıta Avrupa’sına yayılarak Almanya, Macaristan ve İtalya’da etkili olan devrim, önce sosyal demokrasinin ihanetine, ardından güç yetmezliğine yenildi. Kızılordu’nun devrimi yayma çabaları, Polonya yenilgisiyle sonuçsuz kalınca, devrim doğduğu topraklara geri çekilmek zorunda kaldı. Dünya devrimi, tek ülkede sosyalizm kuruculuğuyla yoluna devam etti.

17-Proletaryanın amacı dünya komünizmidir. Proletarya bu amaç için mücadelesini kapitalist toplum koşullarında yürütür. “İktisadi ve siyasal gelişmenin eşitsizliği kapitalizmin mutlak yasasıdır.” Devrimin başlangıçta bir ya da birkaç ülkede zafer kazanması, bu yasanın sonuçlarından biridir. Bu dünya devriminden bir sapma değil, kapitalizmin mevcut ulus-devlet örgütlenmesi altında devrimin muhtemel gelişim yoludur. 1848 – 1871 ve 1917 devrimleri, farklı koşullar altında bu yasanın doğrulanmasıdır.

18-Sovyet devrimi, emperyalist abluka altında, iç savaştan zaferle ancak güçleri zayıflayarak, yıpranarak çıktı. Kızılordu iç savaş boyunca gösterdiği kahramanlığa rağmen, savaşı sürdürebilecek maddi ve teknik donanıma sahip değildi. Aynı durum, proleter ayaklanmaları ezmesine rağmen, giderek ağırlaşan iç sorunlar, sömürgelerde ortaya çıkan karışıklıklar, paylaşımın yol açtığı iç çelişkilerle emperyalist devletler için de geçerliydi. Bu koşullarda “uzlaşma” her iki taraf için de, de facto bir durumdu. Ne emperyalizm Sovyet devrimini boğmaktan vazgeçiyordu, ne de Sovyet devrimi emperyalizme boyun eğiyordu. Sadece o an için, her iki taraf için de uygun olmayan hesaplaşma, ileri bir tarihe erteleniyordu.

19-Son derece kırılgan olan bu denge, Komünist Enternasyonal partileri için “Bolşevikleşme” sürecini tamamlama, yenilginin izlerini silerek proletarya ile kopan bağları yeniden güçlendirme, proletarya diktatörlüğü içinse, iç savaşın yol açtığı sarsıntıları onarma, “öteki ülkelerin ezilen sınıflarını kendine çekerek, onları kapitalistlere karşı ayaklanmaya özendirerek, hatta zorunluluk durumunda sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı askeri güç de kullanarak dünyanın geri kalanı karşısında” bir devrim üssü olarak örgütlenme olanağı idi.

20-Sovyetler Birliği bu olanağı kullanarak proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesi işine koyuldu. Zaten geri bir ülkede zafer kazanan devrim, iç savaştan güçleri daha da zayıflayarak çıkmıştı. Burjuvazi yenilmiş, iktidarını kaybetmişti ama ekonomik ve ideolojik olarak hâlâ güçlüydü. Ekonomi, iç savaş ve burjuvazinin sabotajlarıyla tahrip edilmişti. Gerilikle birlikte “açlık, ülkenin bir numaralı sorunuydu”. Devrimin başlangıcında proletaryanın küçük ve yoksul köylülükle ( küçük burjuvazi) kurduğu ittifak bozulmuş, ülkenin birçok yerinde köylü isyanları baş göstermişti. Zengin köylülük ( kulaklar) tarımsal üretimin denetimini ellerine geçirmişti. Bu koşullarda devrimin sosyalizm yolunda ilerleyebilmesi ancak sayısal olarak toplumun çoğunluğunu oluşturan küçük burjuvaziyle bozulan ittifakın yeniden kurulmasına ve zengin köylülükle bir uzlaşmaya varılabilmesine bağlıydı. Yeni Ekonomi Politikası (NEP) bu zorunluluğun bir sonucu olarak uygulamaya sokuldu. Devrim iki adım ilerleyebilmek için, bir adım geri çekiliyordu. NEP, sadece proletarya diktatörlüğü altında kapitalizme verilmiş ekonomik bir taviz değil, aynı zamanda eski bürokratların devlet mekanizması içerisindeki konumunun güçlenmesine yol açan pratik-politik bir tavizdi.

21-Geri bir ülkede zafer kazanan devrimin, ileri ülke ya da ülkelerdeki devrimlerle tamamlanamamış olması, insanlığın önceki tarihinden köklü bir kopuş olan Ekim Devrimi’nin ileriye doğru yürüyüşünü büyük ölçüde etkiledi. Devrimin eski düzenle hem içte, hem de dışta yan yana var olma zorunluluğu, tarihin daha önceki hiçbir dönemde tanık olmadığı ölçüde eski ile yeni arasındaki savaşımı dünya ölçüsünde yaygınlaştırarak keskinleştirdi.

22-Güçler dengesinin proletaryanın aleyhinde olduğu koşullarda devrim, uzlaşmalar ve ileri atılımlarla belirlenen uzun ve dolambaçlı yollara başvurmak zorunda kaldı. Bu süreç, sınıf ve partide büyük fedakârlıkların yanında çatışma ve saflaşmalara yol açtı. Devrimin, dışarıda emperyalist kuşatma, içeride geniş bir küçük burjuva kesimle çevrili olması ve partinin iç savaştan zayıflayarak çıkması, partide gittikçe derinleşen görüş ayrılıkları ve saflaşmaların maddi zeminini oluşturdu. Devrim öncesinde parti içinde, kısmi de olsa, ortaya çıkan kararsızlık ve devrime inançsızlık,  kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin  her kritik evresinde ( Brest –Litovsk, proletarya diktatörlüğünde partinin rolü ve sınıflar ilişkisi, NEP, NEP’in ortadan kaldırılması vb) farklı biçimler altında varlığını büyüyerek sürdürdü.

1920’li yılların sonunda NEP’le başlayan geri çekilmenin, kulakların tasfiyesiyle sosyalizm lehine çözülmesi, parti içinde derinleşen ve saflaşmaya yol açan görüş ayrılıklarını ortadan kaldırmadığı gibi, daha büyük tahribatların da yolunu açtı. Bütün bu süreçte devrimin gerilik ve güçsüzlükten kaynaklanan zorlukları aşmak için başvurduğu pratik çözümler, teori ile pratik arasındaki diyalektik ilişkinin tersyüz edilmesine, Marksist teorinin en temel kavramlarının, sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğü, parti vb.’nin, mevcut pratiği onaylayacak biçimde yeniden tarif edilerek teorileştirilmesine yol açtı. “Sosyalizmin tam ve kesin zaferi”ni kanıtlamak için ileri sürülen, “Sovyet toplumunun dost sınıflardan oluştuğu”, “sınıf tekelinin ortadan kalktığı”, “proletarya diktatörlüğünün tabanının genişlediği ve biçiminin değiştiği” tezleri, savaş sonrasında Marksist literatüre yeniden sokulan “Tüm halkın partisi”, “Tüm halkın devleti” gibi Lasalle’cı tezlerin öncülleri oldu.

23-Bolşevikler ve Sovyet proletaryası bir yandan iç savaştan zaferle çıkmak için varını yoğunu ortaya koyarken, öte yandan II. Enternasyonal’in dünya işçi hareketinde yol açtığı tahribatı gidermek ve Komünist hareketi yeniden Marksist – Leninist temeller üzerinde örgütlemek için Komünist Enternasyonal’in kuruculuğuna önderlik etti. İdeolojik, politik ve örgütsel temellerini Lenin’in attığı Komünist Enternasyonal ilk kongresini Mart 1919’da Moskova’da topladı. Bolşevik Parti hariç, kongreye katılan parti ve grupların hemen hiç biri sınıf mücadelesinin o günkü gereklerine cevap verecek bir ideolojik, politik ve örgütsel niteliğe sahip değildi. II. Enternasyonal’den kopan devrimci kadrolarla kurulan bu partiler, ideolojik olarak homojen değillerdi. II. Enternasyonal’den örgütsel kopuşu gerçekleştirmiş olsalar da, ideolojik ve politik olarak hâlâ onun etkisi altındaydılar. Ayrıca yeni kurulan bu partilerin hemen hiç biri proletarya ile sağlam ve devrimci bağlar kuramamıştı. Bütün bunları dikkate alan Komünist Enternasyonal, üye partilerin önüne “Bolşevikleşme” ve proletaryanın aktif çoğunluğunu kazanmayı ivedi bir görev olarak koydu. İkinci ve üçüncü kongrede alınan kararların, üye partilerin “Bolşevikleşmesini” sağlayamadığı dördüncü kongrede açıklık kazandı. Dördüncü kongre, proletaryaya ihanet etmekle suçladığı II. Enternasyonal partileriyle “birleşik cephe” ve ortak “işçi hükümeti” kurma kararı alarak, sadece ikinci ve üçüncü kongrelerde alınan kararları geçersiz kılmakla kalmadı, bu kararlarla koptuğu II. Enternasyonale doğru evrilmenin ilk adımlarını da atmış oldu.

24-Komünist Enternasyonal, sömürge sorununda da benzer bir yolu izledi. Dünya devrimini ateşleyen Ekim Devrimi, sömürge ülke halklarını da politika sahnesine çekti. Sömürgelerdeki mücadeleyi burjuva önderliğe mahkum olmaktan çıkartarak, işçi ve köylülerin önüne yeni ufuklar açtı. İkinci kongresinde sömürgelerdeki mücadeleyi ele alan Komünist Enternasyonal, uzun tartışmaların ardından, sömürgelerdeki burjuvazinin emperyalist burjuvaziyle işbirliği içinde “milli” vasfını kaybettiğini, dolayısıyla bu burjuvaziyle her türlü ittifakın reformizm ve sınıf uzlaşmacılığı olduğunu, sömürge halklarının kurtuluşunun ancak köylü Sovyetleri aracılığıyla gerçekleşebileceğini karar altına aldı. Bu ülkelerdeki devrimci ve komünist partilerin görevi de köylülüğe önderlik ederek devrimin kesintisiz gelişiminin sağlanması olarak belirlendi. Ancak bu karara rağmen Komünist Enternasyonal, birçok durumda ( Türkiye ve Çin örneğinde olduğu gibi) “milli” burjuvaziyi destekleme politikasını sürdürdü. Komünist Enternasyonal’in bu uzlaşmacı politikası, savaş sonrasında oluşan statüko koşullarında “kapitalist olmayan yol” adı altında teorikleştirilerek Sovyet dış politikasının ana unsurlarından biri haline getirildi.

25-Emperyalist devletlerin bunalım içinde yeni bir paylaşım savaşına hazırlandığı, proletarya ile burjuvazi arasındaki savaşın yeniden keskinleştiği, burjuvazinin bütün araçlarını kullanarak işçi sınıfına karşı savaş açtığı otuzlu yıllar, Komünist Enternasyonal ve üye partilerin de sınav yılları oldu. Bu yıllarda Komünist Enternasyonal ve üye partiler, Avrupa’da yükselen devrimci dalgayı devrimle karşılayacak yerde, burjuvazinin iç çatışmaları zemininde kalarak “faşist burjuvaziye ( tekelci burjuvazi) karşı”, “faşist olmayan burjuvazi” (tekel dışı burjuvazi) ile, burjuva demokrasisini savunma adına ittifaka yönelerek, sınıf mücadelesinden sınıf uzlaşmacılığına doğru yol aldı. Bu tutumu savaş sırasında daha da ilerleterek “Hitler faşizmine karşı” kendi burjuvazisinin yanında saf tutarak sürdürdü ve II. Enternasyonal’le aynı kaderi paylaştı. Nerdeyse Komünist olmanın tek kriteri haline getirilen “tek ülkede sosyalizm” savunusu, Komünist Enternasyonal ve üye partilerin bu sınıf uzlaşmacısı politikalarını örten bir incir yaprağı oldu.

26-Elbette Sovyetler Birliği’nin güçlendirilmesi ve savunulması, sadece Sovyet proletaryasının, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin görevi değil, aynı zamanda dünya proletaryası ve komünist hareketinin de vazgeçilmez enternasyonalist görevidir. Tıpkı Sovyetler Birliği’nin de dünya devrimini desteklemesi gibi. Etrafı kapitalist devletler tarafından çevrili olan proletarya diktatörlüğü, bu devletlerle, özellikle ekonomik olmak üzere birtakım zorunlu ilişkilere girer. Bu ilişki proletaryanın devlet biçiminde örgütlenmesinin sınıf mücadelesine soktuğu yeni bir ilişkidir. Muzaffer proletarya, sınıf mücadelesi içinde hem kapitalist devletlerle bir ilişki içinde, hem de onların karşıt kutbu olarak yer alır. Bu konumlanış, her ne kadar bir tezat oluşturmasa da birbirinin yerine ikame edilemez. Proletarya diktatörlüğünün, kapitalist devletlerle ilişkisi, bu devletlerin aralarındaki en küçük çelişkiden yararlanarak sosyalizmi güçlendirmeyi amaçlar; mevcut güç dengelerine göre biçimlenir ve farklı araçlarla yürütülür. Bu yüzden sınıf mücadelesi içindeki bir sınıf partisi, mücadelesini proletarya iktidarının kapitalist ülkelerle kurduğu ilişki üzerine oturtamaz. Reformizme ve sınıf uzlaşmacılığına yol açan, kapitalist devletler karşısında proletarya diktatörlüğünün desteklenmesi değil, bu desteği komünistliğin ve enternasyonalizminin yeter koşulu olarak görmek ve sınıf mücadelesini proletarya diktatörlüğünün dış ilişkilerine endekslemek, bunu komünist faaliyetin merkezine taşıyarak sınıf uzlaşmacılığını haklı göstermenin bir aracı olarak kullanmaktır.

27-Sovyet devrimi, bütün bu bozulmalara, bunların devrimci harekette yol açtığı tahribata rağmen, kendisini yok etmeyi amaçlayan emperyalist saldırıyı geri püskürtü. Sadece kendisini korumakla kalmadı, zayıf bir temele dayansa da, süreçten Doğu Avrupa devrimleriyle güçlenerek, prestijini yükselterek çıktı. Savaş sırasında Sovyet proletaryasının gösterdiği kahramanlık ve sosyalizme bağlılık, SBKP’ye proletarya ile zayıflayan bağlarını yeniden güçlendirme, proletarya diktatörlüğünde yaşanan deformasyon ve yabancılaşmayı ortadan kaldırma olanağını verse de, Parti  bu olanağı proletarya diktatörlüğünün iyileştirilip güçlendirilmesine taşıyamadı. Partide ve devletteki deformasyon, zafer sarhoşluğunun kanatları altında büyüyerek sürdü.

Sovyet proletaryasının emperyalizm karşısında kazandığı zafer, aynı zamanda devrimin savaşla boğulamayacağının da yeni bir kanıtı oldu. Savaş sonrası emperyalist kuşatma bu temel üzerinde şekillendi.

28-Kuşatma, SBKP’de köklü bir ideolojik ve siyasal dönüşümün de başlangıcı oldu. Sovyetler Birliği kuşatmayı ideolojik ve siyasal bir geri çekilişle karşıladı. Kendi varlığını kabul etmek koşuluyla karşı tarafın varlığını kabul etme anlamına gelen “barış içinde bir arada  yaşama” politikasına geri çekildi. “Tek ülkede sosyalizmin zaferi”nin değişen koşullara uyarlanan bir versiyonu olan bu politikanın sınıf mücadelesi üzerindeki etkilerinden biri, mevcut statükonun onanması, diğeri ise bu mücadelenin emek – sermaye çatışması ekseninden, devrimden kopartılarak “iki sistem arasındaki ekonomik yarışa” indirgenmesi oldu. Bu temelde sermaye hareketinin bütün kavramları, değer, kâr, ücret, fiyat, mülkiyet, miras, pazar vb. içerikleri ve içerdikleri yabancılaşmayla birlikte sosyalist kuruculuğa taşındı. Sosyalist merkezi planlama gevşetildi, küçük mülkiyetin ve meta pazarının önü açılarak, kapitalist gelişmenin temel biçimi sosyalist ekonomiye sokuldu. Sonuç ise biliniyor.

29-Çin ve Küba devrimlerinin sosyalizme taşıdığı güç, yine aynı dönemde ortaya çıkan bölünmelerle etkisizleşti. Tarihte Çin – Sovyet çatışması olarak yer alan ve Sovyet uzlaşmacılığına bir tepki olarak ortaya çıkan bölünme, mevcut uzlaşmayı kıramadığı gibi, onun bir eklentisi olmaktan da kurtulamadı. Küba devriminin devrimci harekete taşıdığı yeni devrimci değerlerle beslenen ve 60’lı yılların sonuyla, 70’li yıllara egemen olan devrimci dalga, içinde devrimci hareketi Marksizm – Leninizm temelinde yeniden yapılandırmanın öğelerini taşısa da, bunu gerçekleştirecek devrimci bir çıkışı yaratamadı.

30-1990’da resmileşen çöküşle Sovyet proletaryası, Fransız ve Alman proletaryasından devraldığı öncü müfreze rolünü, büyük fedakârlıklarla yetmiş yıl taşıdıktan sonra, proletaryanın başka müfrezelerine bırakarak geri çekildi. Bugün proletaryanın hangi müfrezesinin bu rolü üstleneceği belirsiz ise de, her yenilgiyi daha ileri zaferlerin kaldıracı yapmayı çoktan öğrenmiş olan proletaryanın bu yenilgiden de zaferle  çıkacağına kuşku yoktur.

31-İşçi sınıfı 1848’ de çıktığı komünizm yürüyüşünde, zaferler ve yenilgiler yaşadı, büyük kahramanlıklarla birlikte ihanetlere tanık oldu. Her seferinde, yaşadığı yenilgileri yeni zaferlerin döl yatağına dönüştürmeyi bildi. Yaşanan bu tarih, sosyalizmin yenilgisinin geçici, zaferinin ise mutlak olduğunun kanıtıdır. Burjuvazi, sınıf düşmanını, işçi sınıfını, en ağır terör altında ezse de, bilinç ve örgütlülük bakımından dağıtsa da, yok edemez. Çünkü sermaye emek olmadan var olamaz, varlığını sürdüremez. O, var olmak için ne ölçüde emeğe mahkûmsa, emek de özgürleşmek için o ölçüde zafere, devrime mahkûmdur.

Yenilgisine rağmen Ekim Devrimi, dayandığı teorik temel ve harekete geçirdiği toplumsal güçle, karşılaştığı nesnel ve öznel zorluklar ve bunların yol açtığı teorik ve politik deformasyona rağmen, proletaryanın burjuvaziden iktidarı devrim yoluyla alarak, sınıfsız bir toplumu kurma görevini üstlenebileceğini, sermaye ve sömürü olmadan üretim faaliyetini örgütleyebileceğini, insanın sadece kendisi için değil, toplumun tümü için de çalışabileceğini, halkların kardeşliğinin bir ütopya olmadığını kanıtlayarak, bugün de insanlığın nihai kurtuluşuna rehberlik ediyor. Yenilgisinden bağımsız olarak bu deneyim, tarihe bir kazanım olarak girmiştir. Ve gelecekteki …devrim, kendi sosyalist yapısını bu deneyin üzerinde kuracaktır.”

II

Dünya Kapitalist Sistemi

1-Sınıflı toplumların tarihi, insanın emeğine, emeğin ürününe ve emeğin nesnesine (doğaya) yabancılaşmasının tarihidir. Bu tarihin başlangıcında işbölümü ve üretim araçlarının özel mülkiyeti vardır. Farklı üretim ve yaşam tarzları ( köleci, feodal ve kapitalist) olarak karşımıza çıkan bu tarih, özünde işbölümüne dayalı özel mülkiyetin gelişme tarihidir.

2-Ekonomik bakımdan egemen olan sınıfın siyasal egemenliğinin aygıtı olan ve tarihsel süreçte farklı biçimlere ( monarşi, mutlakıyet, cumhuriyet vb.) bürünen devlet, topluma dışarıdan dayatılan bağımsız, özerk bir siyasal örgütlenme değil, tersine toplumun karşıt sınıflara bölünmesinin ve sınıf mücadelesinin bir itirafı, yabancılaşmanın büründüğü en üst – toplumsal – siyasal biçimidir. Özel mülkiyete dayalı toplumsal yapılar boyunca devlet, yeni egemen sınıfın eski egemen sınıftan devraldığı ve kendi sınıfsal konumuna uygun olarak yeniden düzenlediği bir ideolojik ve fiziki zor örgütlenmesidir.

3-Kapitalizm emek gücünün meta, üretim araçları sahipliğinin sermaye haline büründüğü, bir kutupta üretim aracı sahibi olarak burjuvazinin, öteki kutupta emek gücü sahibi olarak proletaryanın yer aldığı, emek – sermaye ilişkisi üzerinde yükselen en gelişmiş, en yüksek özel mülkiyet toplumudur. Tümüyle yabancılaşmış emeğe el koymaya dayanan bu toplum, aynı zamanda tarih içinde yabancılaşmanın da en tepe noktasını oluşturur. Sermaye, emek gücü, meta, değer, kâr, ücret, fiyat, pazar, rekabet, kredi, rant, arz – talep, piyasa, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, girişim vb. bu yabancılaşmanın büründüğü kapitalist biçimlerdir.

4-Kapitalizmde sermayenin hareket yasası, azami kârın elde edilmesidir. Sermaye bu amaca ulaşmak için sadece artan büyüklükte emekle yan yana gelmekle yetinemez,  sermayenin sınırsız birikimi için emeğin üretkenliğini arttırmak, başka bir deyişle, üretici güçleri sınırsızca geliştirmek, ( yeni ve daha üstün üretici gücü devreye sokmak, üretimi ve ihtiyaçları çeşitlendirmek, yeni ihtiyaçlar keşfetmek / yaratmak, lüks tüketimi geliştirmek, meta üretimini büyütmek, vb.) ve üretim alanındaki bu gelişmeyi, sermayenin gerçekleşme alanı olan dolaşım alanına taşıyarak, (iç pazarı büyütmek, dış pazara yönelmek, yeni pazarlar keşfetmek, iletişim ve ulaşım sektörlerini geliştirmek, hem üretimi hem de tüketimi finanse edecek gelişmiş bir kredi sistemini devreye sokmak) toplumun bütün öznel ve nesnel güçlerini sermaye birikimi için seferber etmek zorundadır. Bilimin, insanın ve doğanın kâr amacıyla kullanılması ve tahrip edilmesine yol açan bu süreç, kapitalizmin bir kusuru değil, sermaye birikim sürecinin kaçınılmaz sonuçlarıdır.

5-Sermaye birikim süreci, sermayenin yeniden üretim sürecidir. Sermayenin yeniden üretimi; sınıf ilişkilerinin, sınıf karşıtlığı ve sınıf mücadelesinin, ordusu, polisi, bürokrasisi, hukuk, adalet sistemi, hapishaneleri, okulu, dini kurumları, sağlık sistemi, kültürü, sanatı, siyaseti vb. ile devletin baskı ve ideolojik aygıtlarının, devletler arası ilişkilerin, kısaca bütün güçleri, kurumları ve ilişkileriyle kapitalizmin, dünya-evrensel düzeyde yeniden üretimidir. Bu yüzden kapitalist yeniden üretimin her sorunu bir ekonomik sorun olmanın ötesinde, sermayenin varlık sorunudur.

6-Sermaye birikim süreci bir yanıyla üretimin toplumsallaşması, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesi, diğer yanıyla mülksüzleşme, yoksullaşma ve proleterleşme sürecidir. Bu süreçte sermayenin el koyduğu emeğin miktarı, emeğin üretkenliğindeki artışla doğru, emeğin toplumsal koşullarıyla ters orantılı olarak büyür. “İşçi ne kadar çok üretirse, o kadar az tüketecek nesnesi olur, ne kadar çok değer üretirse o kadar çok değer yoksunu olur, o kadar çok değersizleşir…Emeğin gücü ne kadar artarsa, işçi o kadar güçsüzleşir..”

7- Üretici güçlerin gelişimi her ne kadar sermayenin sınırsız gelişiminin koşulu ise de, bu ikisi arasında mutlak bir uyum yoktur. Bu ilişki birbirini koşullayan, iteleyen bir uyumu, değersizleştiren, engelleyen, tahrip eden bir çatışmayı bağrında taşır. Kapitalizmin üretim tarzının anarşik karakterinin olduğu kadar, devresel krizlerinin maddi temeli de bu çelişkidir.

8-Üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet arasındaki bu çelişkinin bir toplumsal devrime yol açıp açmayacağını belirleyen, kapitalizmin tek tek ülkelerdeki gelişmişlik düzeyi değil, kapitalist gelişmenin dünya çapındaki düzeyidir.

9-Emek gücünün sömürüsü üzerinde, ilkel sermaye birikimiyle başlayan kapitalistleşme süreci, serbest rekabet ilişkisi altında gelişimini sürdürerek 20. yüzyıl başında tekelci – emperyalist aşamayla kendi tarihsel gelişimi içinde en tepe noktaya ulaştı. Feodal ilişkilerin uzlaşma – çatışma içinde tasfiyesiyle, kapitalizm evrensel bir sistem haline geldi. Ekonomik ilişkilerin enternasyonalizasyonunu/evrenselleşmesini, siyasi ve kültürel ilişkilerin enternasyonalizasyonu izledi. Kapitalizm girdiği her yere kendi ilişkileriyle birlikte, kendi kavramlarını, değerlerini ve yaşam tarzını da taşıdı.

Kapitalist üretim tarzının evrensel bir karakter kazanmasına, dünya çapında yeni bir işbölümü eşlik etti. Dünya, kapitalizmin geliştiği ülkeler ve sömürgeler olarak bölündü. Üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak büyüyen meta üretiminin gereksinim duyduğu hammaddelerin artan önemi, dünya çapında yeni bir işbölümünün doğmasına yol açtı. Kapitalizmin geliştiği ülkeler sanayi üretiminde ilerlerken, dünyanın geri kalanı, sömürge ve geri ülkeler, tarım ve hammadde kaynaklarıyla sanayinin hizmetine girdi. Sanayinin ticarete doğrudan el atmasıyla ticaretin sanayi karşısındaki eski üstünlüğü de sonlandı. Ticari krizler sanayi krizlerine, ticari savaşlar da meta ihracının yanında sermaye ihracının önem kazanmasıyla, pazar ve egemenlik alanları savaşlarına dönüştü. Bu süreç, kapitalist ilişkinin yaygınlaşmasına paralel olarak bazı sanayi dallarının ucuz işgücüne, az gelişmiş ülkelere kaymasıyla pekişti. Tekelci dönemde, mali sermaye ve sermaye ihracının artan önemiyle birlikte doğrudan yönetime dayalı eski sömürgecilik, yerini sermaye ilişkisine dayalı, geri ülkelerin, sanayi bakımından ileri ülkelerin denetimine girdiği, yeni bir bağımlılık  ilişkisine bıraktı. Sömürgelerin yağması, bu ilişki altında biçim değiştirerek sürdü. Ekonomik üstünlüğün belirleyiciliğinde politik ve askeri güç, bu yeni bağımlık ilişkisinin belirleyici ilkesi oldu. Kapitalist sistem bu ilişki temelinde örgütlendi.

10-Bu sürecin emek cephesindeki görünümü, proletaryanın niceliksel artışı, dağınıklıktan kurtularak büyüyen fabrikalarda toplanması, yeni mücadele silahlarıyla silahlanması, kendisiyle birlikte sınıf mücadelesinin de evrenselleşmesidir.

11-Kapitalizmin 19. yüzyıl sonunda yaşadığı “barışçı” ve hızlı ilerleme ile, sermaye hareketini büyüten etmenler sermayenin ayak bağlarına dönüştü. Sermayeler arası rekabet keskinleşti, sistemde daha önce oluşan güç dengeleri değişti. Yeni pazarlar keşfetme zorunluluğu, dünyanın pazar ve egemenlik alanları olarak yeniden paylaşımının yolunu açtı. Aynı dönemde proletaryanın devrimci mücadelesi, kapitalizmin yeni koşulları altında, yeni mücadele araçlarını da kullanarak ( sendikalar, parlamenter mücadele vb.) gelişimini sürdürdü. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi Avrupa’dan Asya’ya doğru yayıldı. Krizi, emperyalist savaşı ve devrimi aynı tarihsel kesitte buluşturan bu gelişme, dünya tarihinde köklü bir değişimin başlangıcı oldu.

Kapitalizm ekonomik ve politik olarak tarihinin en sarsıcı ilk krizini bu gelişmelerin bir sonucu olarak 1907’de yaşadı. Kriz, dünyanın yeniden paylaşımı savaşını, savaş da dünya devrimini tetikledi. Dünya burjuvazisi sermaye birikiminin kesintiye uğrayan koşullarını kendi lehlerine çevirmek için kapışırken, dünya işçi hareketinde o güne kadar en etkili olan bölünme gerçekleşti. II.Enternasyonal’in hemen bütün partileri sınıf savaşının en keskin anında, kendi burjuvalarının arkasına dizilirken, Bolşevik Parti dünya halklarını birbirine kırdıran emperyalist savaşı iç savaşla karşılayarak, dünya devriminin yolunu açtı.

12-1917’de Rusya’da zafer kazanan devrim, sosyal- demokrat ihanetle etkisizleşen Avrupa devrimini yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, emperyalist paylaşım savaşının geçici bir uzlaşmayla sonlandırılmasına yol açtı. Burjuvazi bir kez daha proletaryanın devrimci başkaldırısı karşısında aralarındaki çelişki ve çatışmayı bir tarafa bırakarak, devrimi boğmak için el ele verdi.

13-Ekim Devrimi, dünya proletaryasını ayağa kaldıran zaferiyle olduğu kadar, proletarya diktatörlüğü biçimindeki fiili varlığıyla da dünya burjuvazisinin kâbusu oldu. 1917 sonrasında burjuva devlet bu kâbus altında yeniden örgütlendi.

Savaş ve devrim hemen bütün kapitalist ülkelerde devlet aygıtını önemli ölçüde dumura uğrattı. İdeolojik hegemonyası zayıflayan burjuvazi, kitleleri mobilize etme olanağını kaybetti. Burjuva devletin baskı aygıtlarının durumu da bundan farklı değildi. Ordu ve donanmalarda askerler isyan halindeydi. Bu koşullarda burjuvaziyi bir kez daha devrimden kurtaran, kitleleri pasifize eden Sosyal Demokrasi oldu. Devrimlerin yenilgisinin ardından burjuvazinin ilk işi dumura uğrayan devlet aygıtını yeniden örgütlemek oldu. Devletin baskı aygıtı, paramiliter örgütlerle (Almanya’da Orgesch, İtalya’da faşist çeteler, İngiltere’de grev kırıcılar, Amerika’da Amerikan Lejyonu vb.) takviye edilerek yeniden örgütlendi. Burjuva ideolojisi, temel taşları olan milliyetçilik, şovenizm ve anti- komünizme, anti- Sovyetizm eklenerek güçlendirildi. Burjuva siyasal alan Sosyal Demokrasiyi içerecek biçimde yeniden düzenlendi. Sosyal Demokrasi işçi hareketi içinde burjuva bir fraksiyon olmaktan çıkarak, burjuva siyasal alanın proletarya üzerinde bir denetim aracına dönüştü. Aynı şekilde Sosyal Demokrasi kullanılarak sendikal hareket toplumsal uzlaşma çizgisine çekildi. Komünist Enternasyonal tarafından faşizm olarak nitelendirilen devletin baskı ve ideolojik aygıtlarının bu yeniden örgütlenmesi, burjuva demokrasisinin bir inkârı değil, onun proleter devrim koşullarında büründüğü somut biçimdir.

14-Krizler, savaşlar, devrim ve karşı-devrimlerle betimlenen 1920 -1945 yılları arasındaki dönem, belki de dünya tarihinin en kaotik, en fırtınalı dönemi oldu. Savaş, kapitalist dünyada güç dengelerini önemli ölçüde değiştirdi. Savaşı meta ve sermaye ihracı ile finanse eden ABD, elde ettiği ekonomik güçle, dünya kapitalizminin liderliğine doğru ilk adımlarını attı. Sermayenin üretim ve gerçekleşme koşullarını tehdit eden kriz, geçici rahatlamalar dışında büyüyerek sürdü. Savaş, düşük yoğunluklu olarak ( İtalya’nın Habeşistan’ı, Japonya’nın Mançurya’yı, Almanya’nın Çekoslovakya’yı işgaliyle)  devam etti. Fiili savaş 1939’da resmi savaşa dönüştü. Başlangıçta emperyalist güçler arasında, 1. Paylaşım Savaşı’nın bir uzantısı olarak başlayan savaş, Almanya’nın Avrupa’yı işgalinin ardından Sovyetler Birliği’ne, sosyalizme karşı bir savaşa dönüşerek sürdü.

15-Paylaşım savaşı bittiğinde dünya haritasında, siyasetinde ve güç dengelerinde önemli değişiklikler oldu. Dünya kapitalizmi savaştan ekonomik, politik, diplomatik ve askeri olarak güçlenerek çıkıp, ABD önderliği altında yeniden örgütlenirken,  Sovyetler Birliği bunun karşısında, zaaflarını kendi içinde taşıyan, zayıf bir temele dayanan Doğu Avrupa devletleriyle birleşerek, sosyalist bir blokla yerini aldı.

16-Kapitalist sistemde oluşan ABD hegemonyasının ekonomik temelleri BrettonWoods anlaşmalarıyla atıldı. (IMF, Dünya Bankası, GATT, doların dünya çapında tek eşdeğer olması). NATO bu hegemonyanın askeri temelini oluşturdu. İdeolojik temelini ise devrim ve sosyalizm tehdidi oluşturdu. Bu örgütlenme aynı zamanda devrim ve sosyalizmin yeni bir tarzda kuşatma altına alınmasıydı.

17-Savaş sonrası kapitalizmin gelişmesi, hegemonya altında biçimlendi ve nispeten yüksek bir büyüme oranıyla sürdü. Bu büyümeyi olanaklı kılan iki temel olgudan birincisi, savaşla birlikte sermaye birikim engellerinin ortadan kalkması, üretici güçlerin gelişmesinin önünün açılması, ikincisi, eski sömürge sisteminin çökmesi, bunun sağladığı ucuz işgücü ve genişleyen pazarlar oldu. 1980’lerin sonunda gerçekleşen yeni kapitalist uluslararası iş bölümünün temelleri, doğrudan sermaye ihracını ve uluslararası ticareti emperyalist devletler lehine güven altına alan antlaşmalarla bu dönemde atıldı.

Bu olgulara bağlı olarak gerçekleşen büyümede ilk tökezleme 1960’lı yılların başında ABD ekonomisinde ortaya çıkan durgunlukla yaşandı. Bu krizi, 70’li yıllarda yine ABD ekonomisinin krizi izledi. Öncesine oranla daha etkili olan bu krizle kapitalizm, kâr oranlarındaki düşmenin müzminleştiği bir döneme girdi. Krizle birlikte ABD güç kaybına uğrarken, Almanya ve Japonya yeni güç odakları olarak öne çıkmaya başladı. ABD ilk kez borç alan ülke haline gelirken, dolar fiili olarak dünya parası olma özelliğini korusa da, genel eşdeğer olma özelliğini kaybetti. ABD bu iki krizi de hegemonyanın ona sağladığı olanaklarla ( senyoraj hakkı) krizi başka ülkelere ihraç ederek, büyük bir sarsıntı geçirmeden aşabildi. Kriz 1980’li yılların sonunda yeniden tekrarladığında,  bu kez kapitalizmin imdadına, kontrollü bir biçimde kapitalistleşme sürecine giren Çin ve içten çürümüş bir çınar gibi ani çöküşüyle Sovyetler Birliği yetişti. Kapitalizm, sosyalizmin çöküşünün sağladığı yüksek risk güvenliği, ucuz işgücü ve genişleyen pazarlarda yeniden yüksek bir büyüme hızını yakaladı. Sermayenin daha önceki birikimi üzerine oturan bu süreç, kapitalist meta üretimi sürecinde, sermaye hareketlerinde ve uluslararası işbölümünde şu önemli değişmelere yol açtı:

a)Özellikle son otuz yılda bilimin doğrudan bir üretici güç haline gelmesiyle, üretim araçlarının boyutları küçülürken, işlevleri ve kapasiteleri büyüdü. Sanayinin otomasyon düzeyi yükseldi. Sermayenin birim zamanda gasp ettiği mutlak ve nispi artı -değer oranları büyüdü.

b)Üretici güçlerdeki gelişmenin meta üretiminde sağladığı yüksek standardizasyonla meta üretim sürecinin mekansal birliği bir kez daha parçalandı. Meta üretim süreci, dışarıdan hammadde tedarikiyle bir mekanda – fabrikada – başlayıp biten bir süreç olmaktan çıkarak, metaların farklı parçalarının, farklı mekan ve ülkelerde üretilmesi ve bir araya getirilerek birleştirilmesinden oluşan bir sürece dönüştü.

c)Meta üretiminin mekânsal parçalanmasıyla birlikte, artı-değer üretimi de esas olarak ulusal alanda olup biten bir süreç olmaktan çıkarak, uluslararası alanda gerçekleşen bir sürece dönüştü. Bununla birlikte, ortalama kâr oranları da sermayenin uluslararası değer bileşimi tarafından belirlenir oldu. Bu durum değer bileşimine bağlı olan kâr oranlarının düşme eğilimini frenlerken, uluslararası tekellere kârdan daha büyük bir pay alma olanağını sağladı.

d)İletişim ve ulaşım sektöründeki gelişmeler, meta dolaşım sürecinde de önemli değişmelere yol açtı. Meta pazarı derinlemesine ve genişlemesine büyüdü. Metaların pazara erişimi kolaylaştı. Mekanın zamanla küçülmesi sağlanarak sermayenin devir hızı yükseldi. Üretim sürecinin mekansal bölünmesinin yol açabileceği denetim zaafları en aza indirgendi.

e)Meta üretimi ve meta pazarının büyümesine, ihtiyaçların çeşitlenmesi, yeni ihtiyaçların keşfi,  lüks tüketimin büyümesi eşlik etti. Bu süreç aynı zamanda doğanın kâr amacıyla tahrip edilmesi ve kapitalist yabancılaşmanın büyümesi sürecidir.

f)Sermaye birikimi, sermayenin merkezileşmesiyle ve yoğunlaşmasıyla büyüdü. Sanayiden sonra tarım ve hizmetler sektörleri de dev tekellerin denetimine girdi. Mevcut sanayi dalları çeşitlendi, yeni sanayi dalları ortaya çıktı. Hizmet sektörü, geleneksel hizmetlerden sonra, devletin üstlendiği hizmetler de ( eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, ulaşım, altyapı, belediye hizmetleri vb) artı-değer üretimine eklemlenerek büyüdü. Çeşitlenen kredi sistemiyle denetlenemez bir büyüklüğe ulaşan mali sermayenin sanayi sermayesi karşısındaki üstünlüğü güçlendi. Gerçek sermaye varlıklarından onlarca kat büyük bir sanal varlığa hükmeden mali sermaye kontrolünde, sermayenin spekülatif alanlara kayması hızlandı. Burjuvazi, çeşitlenen hisse senedi ve tahvil piyasalarında kupon keserek sermayesini büyütürken, sermayenin asalak karakteri daha da belirginleşti. Kapitalist rekabetin belirleyici biçimi olan spekülatif rekabetle, birçok sermaye grubu ve ülke, varlıklarına el konularak iflasa ve krize sürüklendi. Mali sermaye kontrolündeki kapitalist sistemin güç – bağımlılık ilişkisi üzerinde örgütlenmesi daha da pekişti.

g)Sermaye hareketindeki bu gelişme, kapitalist sistemde eski işbölümünün üzerinde yeni bir işbölümünün oluşumunun da temeli oldu. Bu yeni işbölümünde gelişmiş ülkeler teknoloji üretimi, lüks meta üretimi ve parçaların bir araya getirilmesine dayalı bir sanayi üretiminde yoğunlaşırken, geri ülkeler eski işbölümünde üstlendikleri rolün  (tarım ve hammadde ikmali) yanında, ucuz yığınsal meta üretimi ve parça üretimiyle bu sanayinin hizmetine girdi; parça üretimine dayalı meta üretiminin olanaklı hale gelmesiyle, geleneksel sanayi dallarının önemli bir kesimiyle birlikte tekeller, üretimlerinin bazı bölümlerini daha ucuz işgücünün olduğu alanlara kaydırma olanağını elde etti. Böylece tekellerin çevresinde, bağımlı irili ufaklı firmaların özelleştirmeler, satın almalar, ortaklıklar ve tedarik anlaşmalarıyla oluşan “taşeron” bir sermaye oluştu. Bunun kaçınılmaz sonuçlarından biri de geri ülkelerdeki ithal ikameci kalkınma modellerinin, ihracata yönelik kalkınma modeliyle birleştirilmesi oldu. Bu süreçte doğanın tahribinin ardından sanayi kirliliği sorunu da esas olarak geri ülkelerin sorunu haline geldi.

h)Sermayenin birikim ve sermaye üretim koşullarındaki değişme, zorunlu olarak proletaryanın bileşimi ve üretim koşullarında da bir değişmeye yol açtı.

i)Sermaye birikiminin büyümesiyle proleterleşme süreci de hızlandı. Proleterleşme, yoksullaşma ve mülksüzleşme yoluyla çeşitli sınıflardan proletaryaya katılımın artması, kafa emekçilerinin büyük bir kesiminin bu süreçte ayrıcalıklarını kaybederek, üretimin teknik örgütlenmesinde üstlendikleri rollerle proletaryaya katılmasıyla büyüdü ve proletaryanın nüfus içindeki oranı yükseldi.

18-Üretici güçlerin gelişmesi, sermayenin emek gücüyle olan ilişkisine itme ve çekme biçiminde çift yönlü bir etkide bulunur. Bir yandan emek gücünün önemli bir miktarını sürekli olarak üretim sürecinin dışına iter. Ancak bu itme, sermaye üretim koşullarını tehdit edecek bir noktaya varamaz. Bu durum sanayide otomasyonun sınırlarını da belirler. Kapitalizm koşullarında otomasyon ancak ek kâr sağladığı ve bunu güvence altına aldığı ölçüde olanaklıdır. Öte yandan sermaye birikimindeki büyüme, sanayinin çeşitlenmesi ve yeni sanayi dallarının ortaya çıkmasıyla ( yeni alanların artı-değer üretimine eklemlenmesi) sürekli büyüyen bir emek gücünü kendine doğru çeker. Sermaye birikiminin hızlandığı koşullarda çekme, itmeden her zaman daha büyüktür.

a)Bu sürecin diğer bir özelliği de, sermaye birikiminin kaldıracı olan yedek sanayi ordusunun büyümesidir. Doğrudan sermaye hareketi tarafından yaratılan artı-nüfus, sermaye birikiminde bir regülatör görevi görür. Bir yandan yeni sermayeler için gerekli emek gücünü hazırda tutar, öte yandan ücretler üzerinde baskı kurarak, sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü perçinler.

b)Meta üretim sürecinin parçalanmasıyla işçi sınıfı içindeki bölünmeler büyüdü. Daha öncesinin tersine,  fabrika ölçüleri küçüldükçe, fabrikalarda toplulaşan emek gücü miktarı da küçüldü. Sanayideki “taşeronlaşmaya”, emek gücünün taşeronlaştırılması eşlik etti. Güvencesiz ve esnek çalışma adı altında, kapitalizmin ilk dönemlerinde yaygın olan parça başı ücret ve yarı işsizlik geri geldi. Sanayi, tarım ve hizmet sektörlerinde vasıfsız kadın ve çocuk emeğinin kullanımı arttı.

c)Bilimin doğrudan üretici bir güç olarak üretim faaliyetine girmesiyle, sermayenin hem sermaye hareketi üzerindeki, hem de üretim süreci üzerindeki denetimi güçlendi.

d)Üretici güçlerdeki gelişmeyle birlikte, sanayinin el koyduğu mutlak ve nispi artı-değer oranı büyüdü. Sermayenin meta pazarını büyütmek için çeşitlendirerek devreye soktuğu kredi sistemiyle, küçük üreticinin ardından proletarya da sermayeye ipoteklendi.

e)Proletaryanın bileşiminde, çalışma ve yaşama koşullarında önemli değişmeler oldu. Sermayenin üretim süreci üzerindeki denetimi pekişti. Proletaryanın saflarında kademeleşme ve farklılaşmalarla bölünmeler çoğaldı. Yoksulluk, cehalet ve işsizliğin artmasıyla sermaye birikiminin koşulları güçlendi. Sonuçta, kapitalist üretim sürecinde emek ve sermayenin konumları değişmeden kalırken, emeğin mücadele koşulları son derece zorlaştı.

19-Ekonominin ve toplumsal yaşamın enternasyonalizasyonu, sermaye hareketinin genel eğilimidir. Üretici güçlerdeki gelişme, bilimin doğrudan bir üretici güç haline gelmesi, sermaye birikimi, merkezileşme ve yoğunlaşma düzeyindeki yükselme, üretimin toplumsallaşmasının büyümesi, meta üretimindeki çeşitlenme, meta – sermaye pazarının büyümesi ve entegrasyonu, rekabetin keskinleşmesi, mali sermayenin kontrol edilemez boyutlardaki hareketi ve kredi sistemindeki çeşitlenme, bütün bunlar kapitalist ekonomideki enternalizasyonun bugün ulaştığı boyutları belirliyor. Ekonomide bu evrenselleşmeye, toplumsal alanda eski ilişkilerin, eski yaşam tarzlarının, ulusal, bölgesel, kültürel farklılıkların azaldığı, sermaye ilişkisine dayalı yabancılaşmanın ve rekabetin egemen olduğu kapitalist yaşam tarzının evrenselleşmesi; siyasal alanda ise, biçimi ne olursa olsun, ulus- devletler arasındaki özgün farklılıkların ortadan kalkması eşlik ediyor. Evrenselleşme eğilimi ulus-devletin varlığını sorgulayacak bir noktaya varıyor.

20-Sermaye hareketinin evrenselleşme düzeyindeki her gelişme, aynı zamanda emek – sermaye çelişkisinin, bu çelişkinin iki karşıt kutbu olan burjuvazi ve proletaryayla birlikte sınıf mücadelesinin evrenselleşme düzeyini belirliyor.

Sınıf savaşımının evrenselleşmesine yol açan ve komünizmin maddi koşullarının olgunlaşması anlamına gelen bu parametrelerin büyüyen bir eğilim olarak sermaye hareketinde verili olmaları, onların sermaye egemenliği koşullarında gerçekleşeceği anlamına gelmez. Tersine, “sermayenin durmaksızın yöneldiği evrensellik, bizzat sermayenin kendi doğası içindeki engellerle karşılaşır”. Sermaye, hareket olarak bütün bu engellerin aşıldığını varsayarken, çelişki olarak onları yeniden üretir. Kapitalist üretim tarzının çözümsüzlüğü ve kapitalizmin krizlerinin maddi temeli sermayenin bu çelişkili hareketidir.

21-Bu yeni uluslararası işbölümü altında, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün sağladığı olanaklarla kapitalizm büyümesini hızlanarak sürdürdü. Sonuçta her zaman olan oldu. Sermaye hareketi aşmaya çalıştığı sınırlara çarparak yeni bir değersizleşme dönemine girdi. Kriz kendini sanayide aşırı üretim, mali piyasalarda aşırı şişme ve aşırı spekülasyonla ortaya koydu. Sermayenin gerçekleşme olanakları daraldı. Sermayelerin sermayeler tarafından mülksüzleştirilmesi hızlandı. Üretimin gerilediği koşullarda mali ve spekülatif hareketlerin boyutları büyüdü. Daralan pazarlarda rekabet, pazarların yeniden paylaşımını gündeme getirerek keskinleşti. Paylaşım Doğu Avrupa’dan Afrika ve Ortadoğu’ya yayıldıkça sertleşti.

21-Bugün dünya, yayılma hızı ve kapsamı önceden belirlenemeyen, ilân edilmemiş bir paylaşım savaşı arenasıdır. Emperyalist haydutluğun bugünkü aşamasının belirgin özelliği, emperyalist güçlerin doğrudan karşı karşıya gelmeksizin, savaşın etnik, dinsel vb çelişkiler temelinde “taşeron” güçlere dayalı iç savaşlar aracılığıyla sürdürülüyor olmasıdır. İşçi sınıfının ideolojik ve örgütsel bir iç savaş tarafı olmaktan çıkartılmış olması, emperyalist güçlerin işlerini daha da kolaylaştırıyor. Ancak derinleşen kriz ve büyüyen rekabet, savaşın bu tarzda yürütülmesinin olanaklarını daraltıyor.

23-Kriz koşullarında ağır aksak da olsa, sınıfların karşılıklı konumlanışını, bilinç ve örgütlülük düzeyini yansıtan eski denge de bozuluyor. Bozulan dengenin altından küllenen çatışma yeniden alevleniyor. Sınıf savaşı yeni koşullar altında, yeni bir ivmeyle tarih sahnesindeki yerini alıyor.

24-Dünya, derinleşen kriz, buna eşlik eden bir paylaşım savaşı ve keskinleşen sınıf çelişkileriyle yeni bir devrimci altüst oluşun, devrimin yeni bir dalgasının eşiğindedir. Bu eşikte her şey yeniden işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi tarafından belirlenecektir. Burjuvazi ya geçmişte bir çok kez yaşandığı gibi, süreçten, devrimin bir sonraki dalgasına kadar egemenliğini pekiştirerek çıkacak, ya da devrim galip gelecek ve kapitalizmi tarihin çöplüğüne fırlatıp atacaktır.

III

Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi

ve Sınıflar

Türk burjuvazisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal ve toplumsal dağılmasına yol açan paylaşım savaşının ardından egemenliği ele geçirdi. Osmanlı Devleti’nin savaş galibi emperyalist devletler tarafından paylaşımının ilk belgesi olan Mondros ateşkes antlaşması, aynı zamanda Anadolu’da kurulacak yeni devletin sınırlarını da Misak- ı Milli olarak belirledi. Emperyalist devletler arasında, paylaşıma dair büyüyen anlaşmazlıklar, Osmanlı devletinin ardından Misak-ı Milli’de ortaya çıkan siyasal boşluk ve en önemlisi de Ekim Devrimi’nin yayılmasının yarattığı korku, paylaşımın Misak-ı Milli sınırları içine taşınmasına yol açtı. Emperyalist devletler, Mondros Ateşkesine dayanarak Anadolu’nun bazı bölgelerini işgal ettiler.

İşgale rağmen, uluslararası ve iç konjonktür büyük ölçüde Türk burjuvazisinin lehine idi. İşgalci devletlerin hemen hepsinin işçi sınıfı ve sömürgelerde gelişen hareketlerle başı dertteydi. Ekonomik ve askeri olarak da savaşı sürdürebilecek durumda değillerdi. Ayrıca Ekim Devrimi, emperyalist kuşatma ve iç savaştan galip çıkmış, Kafkaslarda devrim Sovyet iktidarının zaferiyle sonuçlanmıştı. Türkiye de dahil bölge ülkeleri ( Afganistan, İran), devrimin yayılma menzilinde idi. Bu koşullarda işgalci devletler için uzlaşma en makul çözümdü. İç konjonktür de aynı ölçüde burjuvaziden yanaydı. Osmanlı Devleti dağılmış, bütün güçlerini kaybetmiş, yönetemez durumdaydı. Burjuvazi, 1908’le karşılaştırıldığında daha da güçlenmişti. Arkasında İttihat Terakki gibi radikal bir parti ve onun biriktirdiği kadro ve deneyim vardı. Ordunun önemli bir kesimi kontrolündeydi ve Müdafaa-i Hukuk gibi kısa sürede gelişen yaygın bir örgütlenme ağına sahipti.

Bu uygun konjonktürde işgalci devletlerin ( İtalya, Fransa, İngiltere) uzlaşarak birbiri ardından geri çekilmesi burjuvazinin, feodal unsurları da yedeğine alarak, kolayca iktidara yükselmesini sağladı. Konjonktür aynı zamanda kapitalist gelişmenin temel çizgilerini belirledi. Kapitalizm, uzlaşmacı, gerici ve bağımlı doğdu.

Türk burjuva devriminin temel çizgileri olan uzlaşma, gericilik ve bağımlılık, burjuvazinin özel bir tercihi değil, onun ortaya çıktığı tarihsel koşullardan devraldığı özelliklerdir. Feodalizmle uzlaşma ve gericilik, Türk kapitalizminin gelişimine özgü bir özellik değil, burjuvaziyle proletarya arasındaki mücadelenin, sınıf mücadelesinin belirleyicisi olduğu 1848 devrimlerinden bu yana, burjuva devrimlerinin genel karakteristiğidir. Bu karakteristik özellik, kapitalizmin tekelci aşaması – emperyalizm – döneminde sisteme eklemlenen ülkelerin egemen tekelci ilişki altında gelişimlerinin büründüğü biçimdir. Geri ilişkilerin egemen ilişki altında biçimlenmesi ve gelişimini sürdürmesidir. Emperyalizm çağında “bağımsız” bir kapitalist gelişme tezi, ancak bir küçük burjuva hayal olarak olanaklıdır.

Burjuvazi, Ekim Devriminden etkilenen küçük burjuva karakterli dağınık anti – emperyalist mücadele odaklarını ( çete hareketleri, Kuvvayı Seyyare vb.) ve yeni yeni şekillenen, ancak burjuva ideolojisinin etkisinden henüz kurtulamayan komünist hareketleri ezerek egemenliğini pekiştirdi. Burjuvazi işçi sınıfına karşı mücadeleyi, ulusal kurtuluşculuğa karşı ırkçı şoven mücadeleyle birlikte yürüttü. Ekim Devriminden aldığı desteği, emperyalist burjuvaziyle uzlaşmayı hızlandırmanın aracı olarak kullandı. Türkiye Komünist Partisi’nin yöneticilerini Karadeniz’de boğdurttu, komünistlere karşı sürek avını aralıksız sürdürdü.  Savaş öncesi ve sonrasında Ermeni, Asuri (Süryani, Kildani, Nesturi),  Grek ve Ezidilere karşı katliamlar ve tehcirlerle uygulanan etnik temizlik, savaştan sonra da sürdürüldü. Karadeniz’de Pontus ulusal hareketi ezildi. Pontus halkı ( Müslüman olduğunu söyleyip kurtulanlar dışında) topraklarından sürüldü. “Türkçülük” sloganı altındaki uluslaşma, Kürt ulusal uyanışının ezilmesiyle sürdü. Anadolu’nun çokuluslu yapısı, kültürel dokusu parçalandı. Sınıf ve ulus inkârı üzerinde yükselen Kemalist “ideolojiyle”, burjuva iktidarın güçlenmesi ve uluslaşma süreci, giderek artan bir gericilik, şiddet ve şovenizmle birlikte yol aldı. Şoven burjuva ideolojisinin temelleri de bu dönemde atıldı; Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Türkçülükle İslam arasında gidip gelen ideolojik arayışta, Türkçülük temel belirleyici, İslam’ın Sünni yorumu laiklik maskesi altında devlet dini olarak benimsenip Türkçülüğün tamamlayıcı unsuru oldu. Türkçülükle İslam arasında kurulan bu ilişki burjuvazinin gereksinimlerine paralel olarak biçimlendi.

Ulus inkârı üzerine kurulan şoven Türk ulusçuluğu, diğer ulusal hareketlerde olduğu gibi ulusal bilincin gelişmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmadı. Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan ulusal hareketlere, özellikle Ermeni, Grek Pontus ve Kürt uluslaşmasına bir tepki olarak gelişti. Uluslaşmada olumlu bir örneği değil, tarihsel ve kültürel kaynakları eklektik, olumsuz bir örneği temsil eder. Kendini düşman tarifi üzerinden var etmiştir, bugün de bu özelliğini korumaktadır.

Belirgin özellikleri gericilik, uzlaşmacılık, bağımlılık ve şoven bir ulusçuluk olan burjuva devrimin anti-emperyalist ulusal kurtuluş hareketi olarak nitelenmesi tam bir paradokstur. Bu paradoksun hâlâ sosyalizm etiketi altında kabul ediliyor olması ise burjuva ideolojisinin, Kemalizm’in gücüdür.

Bu yanılgının temelinde işgale karşı mücadeleyle, anti-emperyalist mücadelenin birbirine karıştırılması vardır. Burjuvazi önderliğinde sömürgeciliğe, işgal ve ilhaka karşı siyasal bağımsızlıkçı hareketler – bu hareketler işgalci emperyalist devletlere karşı haklı bir mücadele yürüttüklerinde bile –  nitelikleri gereği anti-emperyalist olamazlar. Anti-emperyalist hareket, ulusal sistem içindeki konumu, ulusal kimliği ne olursa olsun burjuvazinin yerel ve uluslararası iktidarına yönelik harekettir. Burjuvazi arasında bir post kavgası değil, bir sınıf mücadelesidir ve en başta da emperyalist bağımlılığın taşıyıcısı olan sınıfa, burjuvaziye yöneliktir. Çağımızda antikapitalist olmayan, daha bilimsel bir ifadeyle, proleter sosyalist olmayan hiçbir hareket anti- emperyalist olamaz.

Türk kapitalizmi doğduğu tarihsel koşullardan devraldığı temel özelliklerle dünya kapitalist işbölümüne meta ithali, tarımsal ürün ve hammadde tedarikiyle eklemlenerek gelişimini sürdürdü. Kapitalistleşme, mevcut kapitalist ilişkilerin güçlenmesi ve kapitalizm öncesi ilişkilerin ( feodalite vb.) uzlaşma ve çatışma içinde çözülüp kapitalistleşmesi olarak yol aldı. Burjuvazi en başta devraldığı devlet mekanizmasını kendi sınıfsal konumuna uygun olarak yeniden örgütlemekle işe koyuldu.

Türkiye kapitalizminin diğer bir özelliği de oldukça zayıf bir ekonomik temele sahip olmasıdır. Emperyalist tekellerin ve devletin elindeki az sayıda sanayi kuruluşları dışarıda bırakılırsa, sanayi kapsamı içinde değerlendirilebilecek işletmeler küçük, ilkel aile işletmeleriydi. Ticaret, sanayiye göre hem daha gelişmiş, hem de sanayi karşısında bir üstünlüğe sahipti ve kapitalist sermaye birikiminin temel aracıydı.

Ticaret yoluyla sermaye birikimi Osmanlı’nın son dönemine uzanır. Özellikle ticari faaliyeti elinde tutan Grekler, Asuriler ve Ermeniler’in katliamlar ve tehcirlerle mal varlıklarına el konularak sürülmeleri, sermaye birikimini büyütürken, ticaretin de el değiştirmesini sağladı. Bu yolla sermaye birikiminin genişlemesi, Cumhuriyet döneminde listeye Yahudilerin eklenmesiyle sürdürüldü. Ama sermaye birikiminin asıl büyümesi, devletin doğrudan devreye girmesiyle gerçekleşti. Devlet tekeli haline getirilen işletmelerin ( liman, sigara, tütün vb.) işletme ve ticaret haklarını ticaret burjuvazisine devrederek, karaborsa, spekülatif faaliyetlervb.’ne göz yumarak, aşırı sömürüyü olanaklı hale getirerek ve bir dizi muafiyet ve ayrıcalıkla sermaye birikimini hızlandırdı. Burjuvazinin iç ve dış ticarette tekelci bir konum elde etmesini sağladı. Devletin sermaye birikimi sürecinde bu derece aktif  rol oynamasında en önemli neden Türkiye’nin kapitalist sisteme eklemleniş olmasına rağmen, yabancı sermayenin sürece yeterince girmemiş olmasıydı. Bunun nedenlerini, 1923 – 1945 yılları arasında, dünya kapitalizminin içinden geçtiği koşullarda aramak gerekiyor. Bu yıllar arasında kapitalist dünya süreğenleşerek büyüyen kriz ve hummalı bir savaş hazırlığı içindeydi. Bu durum, sermaye ihracının yönünü değiştirdi, hızını kesti. Sermaye daha çok savaştan yıkıma uğrayan gelişmiş ülkelere aktı. Bu koşullarda birikim sorununu çözmek için devletin araya girmesinden başka yol kalmıyordu. Bu durum aynı zamanda zaten burjuvazinin iktidarı alması sürecinde öne çıkan baskı ve bürokratik aygıtın daha da öne çıkmasına yol açtı. Kemalist ideolojinin unsurlarından biri haline getirilip yüceltilen, dün olduğu gibi bugün de farklı versiyonlarla küçük burjuva sosyalizminin temel dayanağı olan devletçilik, kapitalist gelişmeden bir sapma değil, birikim sorunu ortadan kalktığında tersine dönecek bir zorunluluktu.

Bu yıllarda daha çok tekstil ve tarıma dayalı küçük imalat belirli bir gelişme gösterse de, yapısında önemli bir değişme olmadı. Eski ilkelliğini ve yaygınlığını korudu. 1924’de kurulan İş Bankasının sanayi üretiminin gelişmesinde önemli etkileri oldu. Birçok iş kolunda ( kömür, cam, şeker, tekstil vb.) sanayi firmalarının üzerinde denetim kurdu. Bu aynı zamanda mali sermaye üstünlüğüne doğru ilk adımların da atılmasıdır. Feodal ilişkilerin egemenliği altında olsa da tarım, ekonomide hâlâ önemli bir yere sahipti. Ancak GSMH göstergelerinde, tarımın payının düşmesine karşın, sanayi ve hizmet sektörlerinin payının yükselmesi, kapitalist gelişimin yönünü net bir biçimde ortaya koyuyordu.

Emperyalist güçler arasında tırmanan savaş hazırlığı Türkiye’ye ilgiyi arttırdı. Almanya’nın ardından İngiltere de  borç musluklarını açtı. Türkiye’nin özellikle Almanya ile olan ticareti, rekor düzeylere çıktı.

Türkiye savaştan hemen önce, savaş ekonomisi uygulamasına geçti. İşçilerin bütün hakları budandı, işyerlerini izinsiz terk etmeleri yasaklandı. Bunu küçük tarım işçilerinin üretim araçlarının ( öküz ) gasp edilmesi ve öşür’ün geri getirilmesi izledi.

Geride kalan Ermeni ve Grek kökenliler ile Yahudilerin  mal varlıklarına Varlık Vergisi’yle el konuldu. Savaş yılları ticaret burjuvazisi için vurgun yılları oldu. Sermaye birikimi güçlenerek büyüdü. 1946’da burjuvazi, savaş yıllarında biriken gerilimi kontrollü bir kanal açarak denetim altına aldı.

Savaş sonrasında hem dünya, hem de kapitalist sistem içindeki güç dengeleri önemli ölçüde değişti. Sovyetler Birliği Doğu Avrupa devrimleriyle birleşerek kapitalizmin karşısına bir blok olarak çıkarken, kapitalist dünya da ABD hegemonyası altında ekonomik, politik, diplomatik ve askeri olarak örgütlendi. Türkiye, Sovyetlere yönelik emperyalist kuşatmada önemli roller üstlenerek sistemle ideolojik ve politik entegrasyonunu güçlendirdi. Bu entegrasyon, ekonomik entegrasyonla pekişti. Türkiye’ye Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde emperyalist devletler ve kuruluşlardan ( ABD, IMF, Dünya Bankası, Avrupa Ödemeler Birliği vb.) büyük bir borç ve sermaye akışı başladı.

Türkiye bir tarım ülkesi olmaktan, bir sanayi ülkesi olmaya doğru hızla ilerledi ve dünya kapitalist işbölümündeki yeri de değişmeye başladı. Tarım ve hammadde tedarikiyle hâlâ eski yerini korurken, sanayi metası ithalatının yerini montaj ve ambalaj sanayi aldı. Burjuvazi de ticaret burjuvaziliğinden “sanayi” burjuvaziliğine terfi etti.

1950’li yılların ortasından itibaren yükseliş aynı hızla bir çöküşe dönüştü. ABD’nin tahıl fiyatlarını düşürmesiyle dünya tahıl fiyatları da düştü. Türkiye aldığı borcun bir miktarıyla ABD tahılı almak zorunda kaldı. Bu, tarım için ağır bir darbe idi. 1958’de Türkiye borçlarını ödeyemez ülke oldu ve tarihinin en büyük devalüasyonunu yaşadı. Düşüş hızlı olunca, toplumdaki yansıması da yüksek oldu. Toplumun hemen her kesiminden yükselen tepkiler, 1960 askeri darbesiyle absorbe edildi. Darbe aynı zamanda devletin ve ekonominin, sanayinin gelişmesine uygun olarak reorganizasyonu oldu.

Çöküş sırasında birçok şirket ve banka batarken, sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşması da hızlandı. Sanayi kendi ticari ağını oluşturmaya başlayarak, ticaretin eski üstünlüğüne son verdi. Mali sermaye güçlendi. Banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçtiği holding modeli gelişti. Montaj sanayi, ileri teknoloji gerektirmeyen parçaların Türkiye’de üretilmesiyle dönüşüme uğradı. Know-how ve patent anlaşmalarıyla uluslararası sermaye ile ortak sermaye grupları oluştu. Bu yeni sermayenin çerçevesi yaygın bir küçük sermaye grubuyla çevrildi.

Bu hızlı gelişme trendinde Türkiye kapitalizmi, kapitalist sistem içindeki işbölümü değişmeksizin, kendi içinde nitel bir değişime uğrayarak tekelci aşamaya yükseldi.

70’li yıllar aynı zamanda, gelişim süreci içinde proletaryanın olgunlaştığı, tarihinin en büyük başkaldırısını gerçekleştirdiği, ekonomik mücadelesini geliştirdiği, politik mücadeleyle birleştirdiği, yığınsal olarak politik mücadeleye yöneldiği, sınıf mücadelesinin gençlikten, küçük burjuvaziye, bütün ezilenleri kapsadığı, burjuvazinin ideolojisi ve devletiyle yönetim zaafına düştüğü yıllardır. Burjuvazi yönetememezlik zafiyetine  12 Eylül’le, işçi sınıfına ve devrimci örgütlere karşı tarihinin en geniş kapsamlı terörünü örgütleyerek, geçici de olsa, son verdi. Devletin ve sermayenin reorganizasyonu  bu terör dalgası üzerine oturdu. Sınıf mücadelesi ve Kürt ulusal uyanışıyla işlevini yerine getiremeyen Kemalizm, İslam’la sentezlenerek “İslami Kemalizm” olarak, devletin resmi ideolojisi oldu. Ekonomi, kapitalizmin uluslararası işbölümünün gereklerine göre örgütlendi. Devletin baskı kurumları olan ordu ve polis, emperyalist savaş, iç savaş konseptine uygun olarak organize edildi.

Türkiye bu reorganizasyonla kapitalizmin yeni uluslararası işbölümüne, eski işbölümü saklı kalarak, parça ve yığınsal meta üretimiyle entegre oldu. Emperyalist tekellerin çevresinde satın alma, ortak olma, know-how, patent, tedarikçi anlaşmaları yoluyla bir “taşeron” sermaye oluştu. Bu taşeron sermaye ile tekeller üretiminin bir bölümünü daha geri ülkelere taşıma ve ucuz işgücüne doğrudan ulaşma olanağını elde ettiler.

Aynı zamanda ihracata yönelik bir ekonomik modele dayanan bu işbölümü, Türkiye’ye bölgede emperyalist tekellerin bir üretim ve dağıtım üssü olma olanağını tanıyor. Bu ekonomik rol, devletin bu role uygun örgütlenmesiyle birleşerek Türkiye’ye bir alt emperyalist ülke konumu kazandırıyor. Fakat bu alt emperyalist konum, Türkiye’nin emperyalistleşmeye doğru adım atması anlamına gelmiyor. Alt emperyalizm kendi başına bağımsız bir kavram değil, ancak bir emperyalist ülkeyle birlikte anlam kazanan bir kavramdır. Deyim yerindeyse, ekonomik taşeronluğun, siyasi ve askeri taşeronlukla birleşmesidir.

Kapitalizmin kendi gelişim süreci içinde ulaştığı tekelci aşama da, tekeller sisteminin hegemon gücüdür. Ama burjuvazi, salt tekelci burjuvaziden ibaret değildir. Kapitalizmde tekelleşme bir sonuç değil, bir eğilimdir. Sermayenin genel eğilimi, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasına doğrudur. Bu eğilim bir yandan küçük ve orta işletmeleri dışarı iterken, öte yandan ortaya çıkan yeni sanayi dalları küçük sermayeye yeni alanlar açar. Küçük ve orta sermaye mevcut alanlarından kovuldukça, sermaye yoğunluğu düşük, yeni alanlara yerleşir. Bir anlamda tekelleşme için alanı temizler. Her durumda tekelci işletmeler, çeperinde ara malı ve parça üretimiyle kendine bağlı bir küçük ve orta sermaye grubuna hükmeder. Onların üretim ve fiyatlarını belirleyerek artı-değerin bir kısmını gasp ederler. Çoğu durumda gasp edilen miktar işçiden çıkartılır. Bu küçük ve orta sermaye grubu (Kobi’ler), tekellerle aralarındaki çelişkiler ne olursa olsun, egemen sınıfın bir parçasıdırlar. Kârın eşitsiz bölüşülmesi her zaman kârın ortadan kaldırılmasının önüne geçer ve işçi sınıfı karşısında bir bütün oluştururlar.

Tarımda Kapitalizmin Gelişmesi

Tarımda kapitalistleşme, esas olarak egemen feodal ilişkilerin süreç içinde tedrici dönüşümü ve kapitalist ilişkilerin yerleşmesiyle gelişti. Sürecin bu biçimde gelişmesi, burjuva devrimin uzlaşmacı karakteriyle, burjuvazinin feodal sınıfla uzlaşmasının doğal bir gereğidir ve proletaryanın tarih sahnesine çıkışıyla birlikte kapitalist gelişmenin aldığı temel karakterdir. Bu süreç aynı zamanda köylülüğün bir sınıf olmaktan çıkarak, bir uçta tarım proletaryası, öteki uçta tarım kapitalistleri olarak ayrışmasıdır. Yani tıpkı sanayide olduğu gibi, bir tarafta toprağın ve iş araçlarının belli ellerde yoğunlaşması, öteki tarafta topraktan ve iş araçlarından kopuş, yoksullaşma ve proleterleşmedir.

Tarımda kapitalist gelişmenin temel göstergelerinden biri tarımın makineleşme düzeyi, bir diğeri de sınai bitkilerin üretiminin yaygınlığıdır. Bu iki temel gösterge açısından bakıldığında 1923 – 1945 arasında tarımsal alanda ciddi bir değişimin olduğu söylenemez. Değişim bölgelere göre farklılıklar gösterse de, yavaş ve sınırlıdır. Sanayide olduğu gibi tarımda da hızlı değişim II.  Dünya Savaşı sonrasında başlar. Tarımsal üretimin makineleşme düzeyi yükselir. Sanayi bitkisi üretim alanı genişler.

Öte yandan tarımda kapitalist ilişkilerin bu nispeten hızlı gelişimi, Türkiye Kürdistan’ına gecikmeli olarak yansıdı. Bu gecikmenin nedeni sadece kapitalist gelişmenin eşitsiz karakteriyle açıklanamaz.

Gecikmesine yol açan ana etken, burjuvazinin Kürt ulusal uyanışını önlemek ve denetim altında tutmak için, feodal yapıyı olduğu gibi korumasıdır. Kürt coğrafyasında 60’lı yılların başında başlayan feodal ilişkilerin çözülme hızı, 70’lı yıllarda Türkiye ortalamasının üstüne çıkarak, 80’lı yıllarda başlatılan ekonominin yeniden yapılandırılmasına bağlı olarak,  büyük ölçüde tasfiye oldu. Bu tasfiyede Kürt özgürlük hareketinin devrimci eylemi önemli bir rol oynadı. Bugün Türkiye Kürdistan’ında,  feodal kültür hâlâ Kürt ulusal kültürünün bir öğesi olarak belirli ölçüde varlığını korusa da kapitalist ilişki, köylülük içinde bir ayrışmaya yol açarak egemen ilişki olmuştur.

Tarımda kapitalist ilişkilerin gelişme süreci aynı zamanda, tarımla ticaret arasındaki ilişkiyi de değiştirdi. Başlangıçta tarımsal ticareti elinde tutan tüccarın yerini, ticaret burjuvazisi, onun yerini de ticaret üzerinde denetim kuran tekelci burjuvazi aldı.

Tarımda kapitalist ilişkinin egemen ilişki olması, kapitalist gelişme ve köylülük içindeki ayrışmanın tamamlandığı anlamına gelmiyor. Tersine gelişme ve ayrışma temel özelliklerini koruyarak devam ediyor. Tıpkı sanayide olduğu gibi tarımda da toprağın ve iş aletlerinin belli ellerde yoğunlaşmasına, topraktan kopuş, yoksullaşma ve proleterleşme eşlik ediyor. Bu sürecin köylülük içinde yol açtığı ayrışma dört ana kategoride toplanabilir.

1-Tarım proletaryası: Proleterleşme –mülksüzleşme -, sanayide olduğu gibi tarımda da kapitalist gelişmenin temel özelliğidir. Proleterleşme bir yandan kırdan sanayiye yeni iş gücünün akışı ve öte yandan tarım proletaryasının oluşumu olarak gerçekleşir. Tarımdaki proleterleşmenin hızı daha çok, tarımdaki makineleşme ve sanayinin tarıma, tarımsal üretime nüfuz etme derecesine bağlıdır. Bu parametrelere bağlı olarak bugün Türkiye’de tekelci nitelikte tarım-sanayi kompleksleri oluşmuş, bu komplekslerde çalışan işçiler proletaryanın önemli bir bileşimi haline gelmiştir. Türkiye’deki tarım proletaryasının diğer bir özelliği de birinci nesil işçilerden oluşuyor olmasıdır. Dolayısıyla köyle olan bağlantısını henüz koparmış değildir. Bu durum tarım proletaryasının öznel gelişimini önemli ölçüde geciktirmektedir.

2-Yoksul ve küçük köylülük: Köylülük içindeki ayrışmanın toprak büyüklüğü açısından en küçük toprak mülkiyetini temsil eden bu grup, tarımsal nüfusun en büyük kesimini oluşturur.

Yoksul ve küçük köylülük genellikle sanayi girdisi tarımsal ürünlerin ( çay, fındık, tütün vb.) üretiminde yoğunlaşmıştır. Sahip olduğu arazi büyüklüğü ne makine kullanımına, ne de yatırım yapmaya uygundur. Proletaryadan mülkiyet sahipliğiyle ayrılan yoksul ve küçük köylülük, kırda kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle sürekli bir yoksullaşma ve proleterleşme tehdidi altında varlığını yıldan yıla daha fazla çalışarak ve daha az tüketerek devam ettirir. Çalışma ve yaşam koşulları her yıl daha da kötüleştiğinden aile bireylerinin en az bir üyesi sanayide (özellikle inşaat ve hizmet sektöründe), mevsimlik işçi olarak ya da geçici işlerde çalışmak zorundadır. Bu zorunluluk köylülükle proletaryayı aynı aile içinde birleştirir.

Proletaryadan daha sefil bu yaşam koşulları ve gelecek kaygıları, yoksul ve küçük köylülüğü sürekli olarak proletaryaya doğru iterken, sahip olduğu mülkiyet ilişkisi onu tutuculaştırarak proletaryadan uzaklaştırır. Yoksul ve küçük köylülük bu gelgitli hallerine rağmen gerek mevcut yaşam koşulları, gerekse muhtemel gelecekleriyle ( proleterleşme) proletaryanın kırdaki en güvenilir ittifaklarıdır.

3-Zengin köylülük: Yoksul ve küçük köylülüğün topraktan kopması, toprağın ve iş aletlerinin belirli ellerde yoğunlaşması, zengin köylülüğün oluşumu ve gelişiminin temelidir. Zengin köylülük aynı zamanda, tarımda küçük ve orta kapitalist işletmecilikle, sanayide küçük ve orta işletmecilik arasındaki bağdır. Sadece mülkiyet ilişkisiyle değil, artı-değer ilişkisiyle de burjuvazinin kırdaki en sadık müttefiki, militan savunucusudur. Elde ettiği kârın bir bölümünü tekelci burjuvaziye kaptırsa da bu, durumu değiştirmez.

4-Tarım burjuvazisi: Tarım burjuvazisinin oluşumunun iki kaynağından biri büyük toprak sahipliğinin kapitalist toprak sahipliğine dönüşmesi ,diğeri de proleterleşme sürecine bağlı olarak yoksul, küçük, hatta zengin köylülüğün mülksüzleşmesidir. Bu iki kaynağa bağlı gelişim  tarıma makinenin girişiyle hızlandı ve bugün toprağın, iş aletlerinin, üretimin ve bu üretime dayalı ticaretin tarım burjuvazisinin elinde yoğunlaşmasıyla tekelci bir nitelik kazandı. Bu sürecin diğer bir özelliği de, tarım kapitalistlerinin sanayiye girmesi, tarım burjuvazisiyle sanayi burjuvazisinin iç içe geçmesidir.

Şehir Yoksulları ve Küçük Burjuvazi

Küçük burjuvazi, tıpkı küçük ve yoksul köylülük gibi proletaryadan emek araçlarını elinde bulundurmasıyla ayrılan emekçilerdir. Bu halleriyle kapitalizm karşısında aşılmış bir üretim biçimini temsil ederler ve kapitalist gelişmeyle yığınsal olarak yıkıma uğrarlar. Küçük burjuvazi şehirlerde, proleterlerden sonra nüfusun en kalabalık kesimini oluşturur. Farklı iş kollarında var olsalar da, en çok yoğunlaştıkları sektör, hizmet sektörüdür. Bu sektörün hemen tüm alanlarının artı-değer üretimine eklemlenmesi, küçük burjuvaziyi yığınsal olarak proletaryanın yanına itiyor. Küçük burjuvaziyi küçük köylülükten ayıran en büyük özellik, üretim aracı sahipliğinin tutuculuğa dönüşmemesidir. Küçük burjuvazi, onu geri çeken bağları ve proletaryaya yaklaştıran özellikleriyle şehirde proletaryanın potansiyel bağlaşığıdır.

Proletarya

Kapitalistleşme süreci bir yandan sermayenin birikimi, merkezileşmesi ve yoğunlaşması, öte yandan bir yoksullaşma ve proleterleşme sürecidir.

Proleterleşme, içinden geçtiği sürecin damgasını taşır ve onunla birlikte büyür. Kapitalist gelişmeye bağlı olarak büyüyen proleterleşmenin iki önemli kaynağından birincisi yoksul ve küçük köylülüktür. Yoksul ve küçük köylülüğün proleterleşmesi her zaman bir kopuş olarak gerçekleşmez. Çoğu durumda kopuş, kapitalizmin gelişme hızına, çalışma koşullarına vb. eski ve yeni öğelerin çelişkili birliğinin uzun bir sürece yayılmasıyla gerçekleşir. Proleterleşen küçük köylünün köyle bağı sürer. Bu durum proleter bilincin oluşması üzerinde de etkide bulunur. İkinci kaynak şehir küçük burjuvazisidir. Bu kaynaktan proleterleşme süreci aynı özellikleri taşımaz. Zanaatçıların proleterleşme süreci, daha çelişkisiz yol alır. Eski alışkanlıklarını terk edip, proleter bir bilince sahip olmaları nispeten daha kısa sürede gerçekleştir. Buna karşın kafa emeğinin proleterleşme süreci, eski ayrıcalıklı konumunu yitirmenin yol açtığı yeni konumla bütünleşememe ve eskiye özlem, proleterleşme ve bilinçlenme sürecini uzatır. Yaşamlarının bir kısmını proleter, bir kısmını köylü olarak sürdüren tarım ve inşaat işçilerinde bu bölünme hep varlığını sürdürür. Üstelik proleterleşme süreci sanayinin çeşitli dallarında farklı özelliklere bürünür. Bütün bunlar, proleterleşmenin bir süreç olduğunu ve proletaryanın oluşum içinde bir sınıf olarak geliştiğini ortaya koyuyor. Bu durum proletaryanın bileşiminde olduğu kadar, bilincinde de sınıf mücadelesinin gelişimini etkileyen önemli bölünmelere yola açıyor.

Hemen her ülke proletaryası gibi Türkiye proletaryası da 19.yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı’da başlayan kapitalist gelişmeye paralel olarak oluştu. Osmanlı’da kapitalist gelişmenin kimi özellikleri damgasını proletaryanın oluşumuna da vurdu. En başta Osmanlı’nın çok uluslu yapısına bağlı olarak proletarya da ta baştan beri çok uluslu olarak doğdu.  Başta İstanbul, İzmir ve Selanik olmak üzere başlangıçta üç önemli ilde başlayan kapitalist gelişme daha çok sınırlı sayıda devlet işletmesinin yanında ticari ve nispeten küçük sanayi işletmeleriyle yol aldı. Devlet işletmeleri dışındaki ticari ve sanayi işletmelerin büyük çoğunluğu Türk ya da Müslüman olmayan burjuvalara aitti. Bu durumda  hem Türk burjuvazisi, esas olarak Ermeni, Grek ve  Yahudi burjuvazisinden sonra oluşmaya başladı, hem de Türk işçi sınıfı Ermeni, Grek ve Yahudi işçi sınıfını izledi. 1900’ların başında Ermeni, Grek ve Yahudi işçiler, işçi sınıfının büyük çoğunluğunu oluşturdu. Ermeni, Grek ve Yahudi işçilerin Türkiye işçi sınıfı içindeki bu nicel varlığını, bu işçilerin nitel varlıkları izledi. İlk sendikal ve siyasal örgütlenmeler bu temelde ortaya çıktı. Bu durum uzun sürmedi. Ermeni, Grek, Asuri ve Pontus ulusal mücadelelerinin bastırılması sırasında bu uluslardan burjuvaların zorla mülksüzleştirilmesi ile Türk burjuvazisi, sağladığı “ilkel” birikimle ekonomik üstünlüğü ele geçirdi. Bunu Ermeni, Asuri, Pontus ve Grek işçilerin katliamı, soykırımı ve tehciri izledi. İşçi sınıfının o gün için en örgütlü kesimi olan Ermeni ve Grek işçilerden katliamlardan sağ kalanlar Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı..  Ermeni Grek ve Pontus’lu işçilerin yerini zamanla  Kafkasya’dan ve Balkanlar’dan getirilen Türk –Müslüman (Arnavut, Pomak, Boşnak, Çeçen, Çerkez vb.) göçmenler aldı. Böylece işçi sınıfının çok uluslu yapısı değişerek sürdü.

Kapitalist gelişmenin 1960’lı yıllarda hızlanmasıyla birlikte proleterleşme süreci de hızlandı. Kürdistan’da feodal ilişkilerin hızla çözülmesine bağlı olarak Kürt işçi sınıfı yığınsal olarak işçi sınıfının saflarına katıldı. Kürt işçiler, Kürdistan dışında Türkiye işçi sınıfının önemli bir bileşeni oldu.

Kapitalist gelişmenin bugün ulaştığı gelişme aşamasında proleterleşme süreci nüfusun yapısını değiştirerek, proletaryayı toplumsal yaşamın en büyük sınıfı haline getirerek sürüyor.

Özetle; Proletarya kapitalizmin sürekli büyüyen, tek mülksüz sınıfıdır. Ayrıca işçi sınıfı üretimin toplumsallaşmasını sağlayan ve onunla uyum içinde olan tek sınıftır. Bu nesnel konumuyla proletarya toplumsal devrimin temel toplumsal gücü ve tarihsel gelişmenin geleceğidir.

Kürt Sorunu

Çok uluslu Osmanlı Devleti’nin çözülme sürecinde ortaya çıkan ulusal sorun, cumhuriyetle birlikte, burjuva iktidar altında, Kürt sorunu olarak devam etti. Burjuvazi, Osmanlı’dan devraldığı dinsel asimilasyonu etnik asimilasyonla, katliam politikasını inkârla birleştirerek sürdürdü. Bu anlamda cumhuriyet tarihi, Kürt halkına, halklara uygulanan asimilasyon ve katliamlar tarihidir. Bu tarih içinde önemli Kürt ayaklanmaları olan Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı ayaklanmaları katliam ve sürgünlerle ezildi. 1938’de Dersim katliamıyla Kuzey Kürdistan’ın işgali tamamlandı. Bu aynı zamanda Kürt ulusal mücadelesinde feodal ( ağa, şeyh) unsurların etkin olduğu bir dönemin de kapanması oldu. 1960’lı yıllarda Türkiye’de sınıf mücadelesinin kabuğunu kırarak gelişmeye başlaması, Kürt ulusal mücadelesinin de yeniden yükselmesine yol açtı.

1920 – 1970 yılları arasında Türkiye komünist ve sosyalist hareketi Kürt sorununda hiç de parlak bir sınav veremedi. Komünist hareket,programatik olarak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını (UKKTH) kabul etse de, sorun Kürt sorunu olduğunda, mücadele pratiğinde buna uygun devrimci bir rota izleyemedi. Ulusal Kürt ayaklanmalarına ya emperyalist kışkırtma, ya da dinsel gericilik nitelemeleriyle yaklaştı ve fiilen burjuvaziyle aynı dili kullandı.

60’lı ve 70’li yıllarda komünist ve sosyalist hareket Kürt sorununa yaklaşımda geçmişteki olumsuzlukları belirli oranda aşsa da, UKKTH söyleminin kabulünün genel çerçevesi dışına çıkamadı. Kürt sorununu kendi iç dinamiği ve siyasi hedefleri olan bir sorun olarak kavrayamadı.

Kürt sorununu demokratik devrimin zorunluluğunun bir argümanı kabul ederek, hem sosyalizm hedefinden geri düştü, hem de sorunun çözümünü demokratik devrim çerçevesinde, ulusal eşitsizlik ve baskının ortadan kaldırılması olarak gördü. Bu çerçeveyi aşan kimi çıkışlar ise geleceğe ışık tutan izler olarak kaldı.

70’li yılların sonunda Kürt devrimcilerinin devrimci hareketten ayrışarak Kürt sorununa odaklanmasıyla, Kürt ulusal mücadelesi kendi tarihi içinde yeni bir döneme girdi.

12 Eylül sonrasında Kürt ulusal hareketinin gelişimi ve Türkiye komünist ve sosyalist hareketinin gerileme içinde dağılması aynı tarihsel kesitte çakıştı. Ulusal sorun kendi örgütlenmesi, kendi hedefleri ve kendi mücadele biçimleriyle öne çıktı. Bu durum Kürt sorunuyla devrim arasında kurulan eski ilişkinin olduğu gibi, Kürt özgürlük hareketiyle sosyalist hareket arasındaki ilişkinin değişmesine ve yeniden kurulmasına yol açtı. Kürt sorunu, sosyalist hareketteki ayrışmanın belirleyici unsuru oldu.

Ayrışma, bir uçta enternasyonalizmin ve sosyalistliğin Kürt özgürlük mücadelesinin desteklenmesine indirgenmesi ve öteki uçta günümüz koşullarına cevap veremediği gerekçesiyle UKKTH’nı inkâr eden, sosyalizm adına “misak-ı milliyi” savunan milliyetçi bir yaklaşımın benimsenmesi biçiminde kendini ortaya koyuyor.

Bugün Kürt ulusal mücadelesi üç temel faktörün etkisi altında gelişimini sürdürüyor. Birincisi, Kürt sorunu uluslararası bir soruna dönüşmüştür. Emperyalist egemenlik altında bütün önemli sorunlarda olduğu gibi, Kürt sorunu da emperyalist devletlerin açık ya da örtülü müdahalesi altındadır. Bölgenin emperyalist paylaşım alanı olması bu müdahaleyi daha da güçlendiriyor. Kürdistan’daki gelişme bu müdahalenin boyutları hakkında bir fikir veriyor.

İkincisi, Kürt sorunu, toprakları dört bölge devleti tarafından paylaşılmış olması nedeniyle  bölgesel bir sorundur. Bölge devletleri zaman zaman bu sorunu birbirlerine karşı koz olarak kullanmış olsa da egemen eğilim, dört devletin Kürt halkına karşı ortak müdahale eğilimidir. Bu dört devletin ortak müdahalesine rağmen, eşitsiz bir biçimde de olsa, Kürt hareketi dört parçada somut kazanımlar elde ederek gelişimini sürdürüyor. Bölge devletleri için gittikçe büyüyen bir tehdit unsuru olmaya devam ediyor.

Üçüncüsü, Kürt ulusu, eşitsiz bir biçimde de olsa, her parçada bir sınıfsal ayrışımı yaşıyor. Kürt burjuvazisi ile Kürt işçi ve emekçileri arasındaki çelişkiler belirginleşiyor. Sınıfsal farklılaşma ulusal hareket içinde, içten içe bir çatışmanın büyüme potansiyelini barındırıyor.

Bu etkenler altında, bir yandan birleşik bir  Kürdistan’ıngerçekleşebilirlik koşulları olgunlaşırken, öte yandan, çözüme ilişkin sınıfsal ayrışma kendini burjuva ulus devlet ve devrimci ulusal kurtuluşculuk olarak ortaya koyuyor.

Ulus devlet ve bu doğrultudaki tedrici çözümler (kültürel özerklik vb.), aralarındaki çelişkilere rağmen burjuvaları, emperyalist burjuvazinin egemenliği altında birleştiriyor. Devrimci kurtuluş mücadelesi Kürt işçi ve yoksullarıyla bölge ülkeleri, özellikle Türkiye ve İran işçi sınıfı arasında devrimci bir ittifakın maddi temelini oluşturuyor. Gerçekleşmesi büyük ölçüde Türkiye ve İran işçi sınıflarının bağımsız devrimci eylemine bağlı olan bu ittifak, içinde bölge devrimi olanağını barındırıyor.

Kapitalist gelişme, Kürt işçileriyle Türk işçilerini (farklı etnik kökenlerden işçileri) sanayi metropollerinde yan yana getirmiş, mücadele içinde eğiterek birleştirmiştir. Bu sınıfsal yapı Kürt devrimci mücadelesi ile proleter mücadele arasında devrimci birliğin oluşturulmasında bir köprü işlevi oluşturuyor. Ancak bu birliğin oluşmasının ilk koşulu UKKTH’nın ayrı bir devlet kurma hakkı olarak benimsenmesi ve işçi sınıfının birliğine bir kama gibi sokulan milliyetçiliğe ve şovenizme karşı mücadeleden geçiyor. Bu yapılmadan Kürt işçilerinin güveni kazanılamaz, işçi sınıfı enternasyonalist bir ruhla eğitilemez ve proletaryanın devrimci birliği sağlanamaz.

Parti, bu çok parçalı ve uluslararası çatışmaların etkilerinden yalıtık olmayan ulusal sorunu, son tahlilde proletaryanın devrim hedefleri ve enternasyonalist perspektifle ele alır; örgütlenme, ajitasyon ve propaganda çalışmalarını bu genel amaç doğrultusunda yürütür. Bu, hem günümüz koşullarında pratik olguların dayatması,  hem de ondan daha da önemli ve önde gelen ; “…pratikte proletarya, ancak, cumhuriyet istemi dahil, tüm demokratik istemler uğruna savaşımını, burjuvaziyi devirmeyi amaçlayan devrimci savaşıma bağımlı kılarsa, kendi bağımsızlığını koruyabilir” şeklindeki Leninci ilkeden dolayı böyledir.

Emperyalist egemenlik altında bütün diğer sorunlar gibi ulusal sorun da emperyalist devletlerin açık ya da örtülü ilgi ve müdahale alanındadır. Bu koşullarda her burjuva çözüm yeni bir bağımlılıktır. Ancak bu durum soruna yaklaşımda ilkesel tutum olan UKKTH’nı ortadan kaldırmaz. Hiçbir hak, ortaya çıkabilecek olası sonuçlardan kalkılarak yargılanamaz. Aynı şekilde ortaya çıkan somut sonuçlara  ilişkin proletaryanın tavır belirleme hakkını da ortadan kaldırmaz.

Parti, ulusların kendi kaderlerini, ayrı devlet kurma hakkı dahil, kendilerinin belirlemesi ilkesini ikircimsiz olarak savunur. UKKTH ilkesinin üstünü örtmeye çalışan her türlü anti-Leninci yaklaşımlara karşı mücadeleyi ertelemez. Ayrılma hakkının ne ezen ulus, ne de onun proletaryası tarafından bahşedilen bir lütuf olmadığının altını çizer. Bir taraftan zora dayalı olarak baskı altında tutulan ezilen ulusun ayrılma hakkını propaganda ederken, diğer taraftan ezen ve ezilen ulusların proletaryasının ortak mücadele perspektiflerini oluşturmak ve enternasyonalist dayanışmayı yükseltmek gibi  birbiriyle asla çelişmeyen ikili görevin önemini kavrar, bu amaca yönelik örgütlenme perspektifleri geliştirir.

Kürt ulusal hareketini bu genel prensipler ışığında değerlendiren Parti, bu hareketin Türkiye Kürdistanı için ileri sürdüğü Demokratik Özerkliği, Kürt bağımsızlığına yönelik meşru bir reform olarak görür.  Kürt ulusal hareketinin “çözüm” diye sunulan emperyalist planların bir parçası olması tehlikesi karşısında ortak mücadele politikaları oluşturup uygulamaya koyar.

Parti, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’nın, ayrılmak ve ayrı devlet kurma hakkı olarak ikircimsiz tanınmasını, Kürt halkının demokratik özerklik talebinin kabul edilmesini,  anadilde eğitimin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını, her türlü ulusal, ırksal, milliyetçi ve şoven baskılara karşı dillerin, ulusların ve halkların tam hak eşitliğinin sağlanmasını savunur.

IV

Kapitalizmden Komünizme Geçiş

Her toplumsal değişim bir altüst oluşla gelir. Kapitalizmden komünizme geçiş dünya tarihinin en köklü altüst oluşudur. Zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına geçiştir. Daha önceki sınıflı toplumların aksine komünizm, kapitalizm içinde bir ilişki biçimi olarak var olamaz.

Kapitalizm içinde komünizm ancak iki biçimde, birincisi üretimin gittikçe büyüyen toplumsallaşması, ikincisi, bizzat mülksüz bir sınıf olan ve bu nedenle de geleceği temsil eden işçi sınıfı olarak vardır. Komünizmin kapitalizm içindeki bu iki varoluş biçimi, üretici güçlerin gelişmesi ve yetkinleşmesi ile bağlantılı olarak gelişir ve olgunlaşır. Ancak kapitalizm bu iki var oluş biçiminin kendiliğinden gelişmesine bağlı olarak yıkılamaz. Tersine bu iki var oluş biçimi, ne kadar gelişmiş ve olgun olursa olsun, kapitalizmin yıkılması bir  proleter devrim  olmaksızın gerçekleşemez.

Kapitalizmden komünizme geçişi başlatan bu devrim, sınıflı toplumların bütün yerleşik düzen ve alışkanlıklarını yerle bir etmek zorundadır. En başta da bin yıllar boyu biriktirdiği deneyimle korkunç bir terör ve uyuşturma mekanizmasına dönüşmüş olan kapitalist devleti parçalamadan, yok etmeden yoluna devam edemeyeceği için, eski topluma ve onun egemen güç ve anlayışlarına karşı yıkıcı enerjiyi en üst düzeyde harekete geçirmek, amansız olmak zorundadır.   İkincisi, hem eskiyle savaşında geri dönüşün önünü tıkamak, hem de ileriye doğru ilerlemek için yüksek bir bilinç ve örgütlülüğe sahip olmak ve bunu sürekli kılmak durumundadır. “Bu devrim demek ki, yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır; ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerinde kurmaya elverişli bir hale getirmek olanağını ancak bir devrim vereceği için de” zorunludur.

Devrimin Niteliği

1-Her devrimin hedefi siyasal iktidarın ele geçirilmesidir. Devrimin niteliğini, devrimin hangi sınıf tarafından hangi sınıfa karşı yapıldığı, hangi sınıflar arasındaki çelişkiyi çözdüğü ya da çözeceği belirler.

2-Türkiye, dünya emperyalist işbölümü içinde yer alan, gelişimi bu işbölümü tarafından biçimlenen kapitalist bir ülkedir. Egemen sınıf burjuvazidir. Burjuvazi homojen bir sınıf değildir; içinde farklı gruplar ve bu gruplar arasında çelişkiler ve rekabet vardır. Sermaye, başka ve yabancı sermayeler var olmadan var olamaz. Çelişkiler ve rekabet zaman zaman bir çatışmaya dönüşse de, burjuvazi işçi sınıfı karşısında bir sınıf olarak yer alır. Finans kapital bu sınıfın hegemon gücüdür. Proletarya, kapitalist üretim ilişkileri içindeki konumu itibariyle burjuva egemenliğe son verecek tek devrimci sınıftır. Bu devrimde proletaryanın ittifakları, kapitalist üretim koşullarında gün be gün eski konumlarını kaybederek proleterleşme süreci içinde olan şehir ve kır küçük burjuvazisidir.

3-Devrimin hedefi burjuva egemenliğe son vermek, burjuva devleti zor yoluyla parçalayarak proletarya diktatörlüğünü kurmaktır. Proletarya devrimin toplumsal gücü, proletaryanın partisi- komünist parti -devrimin öncü siyasal örgütüdür.

4-Proletarya ve burjuvaziden oluşan “saf” bir kapitalizm olamayacağı gibi, “saf” bir devrim de olamaz. Proletarya, burjuvazinin karşısında tüm sömürülen ve baskı altında tutulan sınıf ve katmanların temsilcisidir. Onları kurtarmadan kendisini de kurtaramaz. Proletaryanın devrimdeki ittifakları, yoksul ve küçük köylülük ve şehir küçük burjuvazisidir. Proletarya bu ittifakın hegemon gücüdür. Devrimin kapsamını belirleyen bu ittifak, iktidarın sınıfsal paylaşımı anlamına gelmez. Sınıf iktidarı paylaşılamaz.

5-Parti, emperyalizm çağında dünya kapitalist işbölümü dışında “ulusal” burjuva ve “ulusal” kapitalizm gibi kavramları küçük burjuva yanılsama olarak görür ve reddeder.

6-Parti, kapitalizmin gelişmişlik düzeyi ve burjuvazi içindeki ayrışma ve çatışmaya dayalı “anti-tekel”, anti-faşist, kapitalist olmayan yol vb. devrim anlayışlarını da küçük burjuva uzlaşmacılığı olarak  görür ve reddeder. Sosyalist devrimi savunur.

Partinin Amacı ve Niteliği

Kapitalizmden komünizme geçişte devrim ne ölçüde bir zorunluluksa, devrimin hazırlanması ve zaferin garanti altına alınması da o ölçüde bir zorunluluktur. Devrim, komünizmin kapitalizm içindeki yegane toplumsal gücü olan işçi sınıfı değişime uğramadan, ana gövdesiyle komünist bir bilinç ve eyleme sahip olmadan gerçekleşemez. Öte yandan kapitalizm altında işçi sınıfı kendi koşulları içinde kalarak böyle bir devrimci dönüşümü kendiliğinden gerçekleştiremez. Bunun için “dışarıdan” devrimci bir müdahale gerekli ve zorunludur. Parti bu zorunluluğun teorik-ideolojik, politik ve örgütsel olarak büründüğü formdur. Görevi Bilimsel Komünizm teorisini işçi sınıfına taşımak, işçi sınıfının toplumda hegemon bir güç olarak örgütlenmesini sağlamak, sınıfın en sağlıklı, en duyarlı kesimlerini Bilimsel Komünizme kazandırmak, özetle kapitalizmi yıkacak devrimin ordusunu hazırlamak ve bu orduya rehberlik etmektir.

1-Partinin amacı işbölümü, mülkiyet, sınıflar ve devletin olmadığı, emek ile emek araçları, zihinsel emek ile bedensel emek arasındaki karşıtlığın ortadan kalktığı, toplumsal örgütlenmenin siyasal niteliğini yitirdiği, üretici güçlerdeki gelişmenin emeği toplumsal üretimin nezaretçisi konumuna getirdiği, insanlar arasında her türlü ayrımcılığın ortadan kalktığı, bireyin çok yönlü gelişmesinin olanaklı olduğu komünist toplumun kurulmasıdır.

2-Parti, sınıfsal köken, ırk, cinsiyet vb. ayrımı olmaksızın bu amaç için birleşen ve mücadele eden komünistlerin devrimci savaş örgütüdür. Üyeliğin bu niteliği, partinin sınıf partisi olması ile çelişmez. Parti, hem teorik öncülleri, hem de dayandığı toplumsal güçle bir sınıf partisidir. Proletaryanın öncü örgütüdür. Bu niteliğini, sınıfın en sağlam, en bilinçli, en savaşkan unsurlarını kendi öncüsü olarak örgütleyerek pekiştirir. Bunu parti sürekliliğinin, disiplininin ve küçük burjuva etkilere karşı mücadelenin zorunlu bir gereği olarak görür.

3-Partinin ideolojisi olan  Marksizm – Leninizm, hem partinin ideolojik birliğinin, hem de örgütsel birliğinin ve disiplinli bir parti yaşamının da temelidir. Parti Marksizm – Leninizm’i bir eylem kılavuzu olarak ele alır. Onun arılığını korumayı ve sınıf mücadelesi yoluyla zenginleştirmeyi bir görev olarak görür.

4-Partinin tarihsel görevi, son özel mülkiyet ve sömürü toplumu olan kapitalizmi yeryüzünden silmek ve sınıfsız toplumu kurmaktır. Sınıfsız toplumu kuracak toplumsal güç olan proletaryayı bu göreve hazırlamak, kendi eyleminin koşulları ve niteliğinin bilincine varmasını sağlamak, onu bilinç ve örgütle donatarak birleştirmek, amacı siyasal iktidarı ele geçirerek komünist toplumun kurulması olan sınıf mücadelesine ideolojik, politik ve örgütsel önderlik etmektir.

5-Parti, işçi hareketiyle bilimsel komünizm teorisinin birliğidir ve  bu birlik olmadan sınıfın öncü örgütü olmaya hak kazanamayacağı gibi, kendi varlığının sürekliliğini de koruyamaz.

6-Parti, merkezinde profesyonel devrimcilerin bulunduğu merkeziyetçi, sıkı disiplinli bir örgütler toplamıdır. Profesyonel devrimcilik parti içinde bir ayrıcalık değil, devrim ve komünizm davasına yüksek bir bilinç, feragat ve cesaretle bağlanmaktır.

7-Parti, önderliğini yürüttüğü sınıf mücadelesinde, kendini hiçbir mücadele biçimi ve yöntemiyle sınırlamaz. Hiçbir mücadele aracını mutlaklaştırmaz, ya da peşinen reddetmez. Barışçı mücadele biçimlerini kullanırken de devrimin barışçı gelişemeyeceği gerçeğinden hareket eder. İç savaşı, politik mücadelenin en yüksek biçimi olarak ele alır ve hazırlığını buna göre yürütür. Taktiğini, mücadelenin her evresinde, o evrenin özelliklerini dikkate alarak saptar ve uygular.

8-Proletaryanın kendisi gibi, mücadelesi de enternasyonaldir. Parti, ulus-devlet biçiminde örgütlenmiş kapitalist sistemde, bu enternasyonal davanın bir müfrezesidir. Görevi, kendi ülkesindeki devrimi gerçekleştirmek ve komünizmin dünya çapındaki zaferi için savaşmaktır.

9-Parti, kapitalizmin evrenselleşmesinde dünya komünizminin gerçekleşmesinin büyüyen olanağını görür. Bununla birlikte kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin, devrimin eşitsiz gelişmesine yol açabileceğini hesaba katar. Kapitalist ulus-devlet örgütlenmesini, ulusal ve kültürel farklılıklara dayalı her türlü “ulusal” komünizm anlayışını reddeder. Sınıf mücadelesinin her ülkede içinden geçtiği özgül koşulları dikkate alır. Proletaryanın enternasyonal birliği ve örgütlülüğünü savunur. Komünist partilerin kendi ülkelerinin işçi sınıfları üzerindeki etkinliği temelinde yeni bir enternasyonalin örgütlenmesini, dünya devriminin zaferi için zorunlu görür.

10-Parti, proletarya içinde örgütlenmiş diğer partilerden, komünizm davasına bağlılığı, teorik üstünlüğü, örgütlenmesinin ve eyleminin niteliği ve taktik üstünlüğüyle ayrılır. Bununla birlikte, bu partiler ve kapitalizme karşı mücadele eden diğer parti ve örgütlerle, bağımsızlığını koruyarak, ilke ve amaçlarına bağlı kalarak, mücadelenin değişik aşamalarında uygun işbirlikleri kurar. Devrimci dayanışmayı savunur.

Proletarya Diktatörlüğü

Proletarya diktatörlüğü, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin devrim ve partiyle birlikte üçüncü zorunlu koşuludur. Bu koşul olmadan, yenilmiş ama binlerce yıllık geçmişinden aldığı güçle varlığını sürdüren özel mülkiyet egemenliğinin direnci kırılamaz. En önemlisi de toplumun komünizme doğru ilerleyişi sağlanamaz.

1-“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır”. Geçiş dönemi, kapitalist üretim ilişkilerinin yol açtığı alışkanlık ve yabancılaşmayı ortadan kaldırmak, toplumun yeni temeller üzerinde kurulmasına elverişli bir ortam yaratmak zorunluluğundan doğar. Yeni bir toplum ancak, gelişmiş bir üretici güç ve dönüşüme uğrayarak yenilenmiş, devrimcileşmiş insanla kurulabilir. Proletarya diktatörlüğü bu dönüşümü sağlayacak siyasal biçimdir. Devrim bu sürecin başlangıcıdır.

2-Devrim, bir sınıfın iradesini öteki sınıfa zorla kabul ettirmesidir. Bu anlamda sınıf iktidarı, bir sınıfın diğer sınıf ya da sınıflar üzerindeki diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın burjuvazi üzerindeki sınıf diktatörlüğüdür. Parti, “geçiş döneminin” bu karakteristiğini kavrar ve propagandasını yapar.

3-Proletarya, diktatörlüğünü devrim yoluyla, burjuva devleti parçalayarak kurar. Kendini egemen sınıf olarak, toplumu da bu egemenlik altında yeniden örgütler. Bu aygıta dayanarak, yenilen ama gerek ekonomik, gerekse ideolojik olarak henüz yok olmamış burjuvazinin direncini kırar ve toplumun komünist dönüşümünün koşullarını hazırlar, devletten devletsizliğe geçişi sağlar.

4-Her egemen sınıfta olduğu gibi proletarya da diktatörlüğünü bir devlet aygıtı eliyle yürütür. Bu aygıtın baskı gücünü kızıl birlikler oluşturur. Ancak proletarya diktatörlüğü gücünü özel aparatlardan değil, proletarya ile kurduğu doğrudan bağla, silahlanmış proletaryadan alır. Yasama, yürütme ve yargı birliğine dayanan proleter devlet aygıtı, proletarya ile ittifaklarının ( kır, şehir yoksulları ve küçük üreticiler) her düzeyde örgütlenmesine dayanır. Proletarya bu örgütlenmenin hegemon gücüdür. Bu örgütlenme iktidarın sınıfsal olarak paylaşılması anlamına gelmez.

5-Proletarya diktatörlüğü devlet aygıtını burjuva etkilerden arındırmak için, a) devlet işlerini her yurttaşın yapabileceği ölçüde basitleştirerek, devlet görevinin ayrıcalıklı konumuna son vererek, b) görevlilerin seçimle gelme ve geri çağrılabilir olmasını sağlayarak, c) ücretleri ortalama işçi ücretiyle sınırlayarak önlemler alır. Ancak bu önlemler başlangıç için etkili olsa da yeterli değildir. Bürokratizminpanzehiri, devrimci devinim ve komünizm davasına bağlı yeni devrimci insanın yaratılmasıdır.

6-Yakın ya da uzak, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, proletarya diktatörlüğü bir amaç değil, sınıfsız topluma geçişin aracıdır. Niteliği ve gelişimi bu komünist bakış açısından belirlenir ve asıl işlevi komünizmin maddi koşullarının hazırlanmasıdır. Proletarya bu hazırlığa, devrimin hemen ertesinde üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyete el koyarak, tarımda küçük üreticinin kooperatifleşmesini özendirerek başlar. Üretici güçleri geliştirdiği oranda bunu ekonominin tümüne yayar.

7-Kapitalist özel mülkiyete el koyma temelinde oluşan devlet mülkiyeti ve küçük üreticilerin bir araya gelmesinden oluşan kooperatif mülkiyet, sosyalist ekonominin ana temelidir. Sosyalist ekonomi bu iki mülkiyet temelinde merkezi planlamayla yürütülür.

8-Proletarya diktatörlüğünün amacı “ yalnızca insanlığın küçük devletlere bölünmesine ve ulusların herhangi bir şekilde tecrit edilmesine son vermek değildir. Amaç yalnızca ulusları birbirine yaklaştırmak değildir, onları bütünleştirmektir.”

Proletarya diktatörlüğü bu amacına ulusları zorla özgürleştirerek ya da baskı altında tutarak değil , ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ( UKKTH ) savunarak, proletaryanın uluslararası birliği ve mücadelesi yoluyla ulaşır.

Ezen ve ezilen ulus proleterlerinin birliğini, ezen ve ezilen ulusların özgürlüğünün ve ulusların ortadan kalkmasının koşulu olarak görür. UKKTH ilkesini olası sonuçlarından bağımsız olarak tanır. Bu çerçevede Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını ayrı bir devlet kurma hakkı olarak ve bunu gönüllü birliğin koşulu olarak görür ve uygular. Halklar arasındaki ırk, dil, din vb. farklılıklarına dayalı her türlü ayrımcılığı reddeder. Milliyetçi ve şoven ideolojilere karşı işçi ve emekçileri proletarya enternasyonalizmi ilkesi ile eğitir. Uluslara ve dillere ayrıcalıksız tam hak eşitliği ilkesini garanti altına alır.

9-Proletarya diktatörlüğü, sosyalizm, (kapitalizm ve komünizm gibi) kendine özgü ilişkilere sahip bir toplumsal formasyon, bir üretim tarzı değildir. O, ölmekte olanla – kapitalizm, –  doğmakta olan – komünizm arasında bir mücadele dönemidir. İşbölümü, mülkiyet, sınıflar vb. proletarya diktatörlüğü altında değişime uğrayarak varlıklarını sürdürürler. Proletarya diktatörlüğü altında emek hâlâ bir değer ölçüsü olma özelliğini ve ürünler esas olarak devlet tarafından üretilip dağıtılsalar da, meta olma özelliklerini korurlar.

10-Proletarya diktatörlüğü koşullarında sınıf savaşımı, sadece sosyalizmin dönüşüme uğrayan iki temel sınıfı arasında ( proletarya – kooperatif köylülük) bir savaşım olarak sürmez. Kapitalist ilişki dünya ölçüsünde egemen bir ilişki olarak varlığını sürdürdüğü müddetçe kapitalizm, muzaffer sosyalizm için bir dış olgu olarak var olmaz. Sosyalizmin içinde, eski toplumun kalıntıları ve alışkanlıkları bu egemen kapitalist ilişki tarafından sürekli olarak beslenirler. Ayrıca kapitalist ilişkiler sadece küçük meta üretiminden değil, üretim ve devlet aygıtında burjuva ideolojik ilişkilerin ürettiği alışkanlıklardan da beslenirler. Bu durum proletarya diktatörlüğünün bir ya da birkaç ülkede gelişimini tamamlayamayacağı ve komünizme geçilemeyeceği anlamına da gelir.

11-Proletarya diktatörlüğü kapitalizmin varlığına bağlı bu etkileri ancak bir yandan üretici güçleri geliştirerek, değer yasasının işleyişini daraltarak ve değer yasasını ekonomik bir kategori olmaktan çıkartarak, yani toplumsal fonu genişleterek, öte yandan kendi amacına uygun devrimci kişiliği, alışkanlıkları değiştirecek olan devrimci kültürü yaratarak ve çoğaltarak önler.

12-Sosyalizm, kendine özgü bir üretim ilişkisine – altyapıya – sahip olmadığından, o altyapıdan beslenen kendiliğinden oluşan bir bilince de sahip değildir. Tersine, kapitalist öğeleri barındıran bu altyapı sürekli olarak kendiliğinden burjuva ideolojisini üretir. Bu durum proletarya diktatörlüğü altında partinin artan rolüne işaret eder. Tarihsel deneyim, kendi amacına uygun yeni insan ve yeni kültürü yaratamayan devrimin bozulma ve çürümeye, sonuçta da yıkılmaya mahkûm olduğunu kanıtlıyor. Parti, bu durumu dikkate alarak ideolojik mücadeleyi güçlendirir, yeni insan ve yeni kültürü egemen kılar.

13-“Proletarya eski toplumu devirme uğruna savaşım dönemi boyunca gene eski toplumun tabanı üzerinde hareket ettiğinden ve dolayısıyla, kendi hareketine bu topluma özgü siyasal biçimler verdiğinden, bu kavga dönemi boyunca henüz kendi kesin yapısına ulaşamamıştır ve kurtuluş için, bu kurtuluştan sonra kullanımdan düşecek araçlar kullanır.” Bu araçların en önemlisi devlettir.  Kapitalist sınıf var olduğu sürece ( proletarya iktidarı aldığında bu sınıf bir anda ortadan kaybolmaz- küçük meta üretimi altında varlığını uzun bir süre devam ettirir) proletarya zor önlemlerine gereksinim duyar. Proletarya diktatörlüğü bu gereksinimden kaynaklanır ve özel mülkiyet bütün biçimleriyle  ortadan kaldırıldığında, baskı altına alınacak hiçbir sınıf kalmadığında, devletin varlık nedeni, dolayısıyla kendisi de, kendiliğinden ortadan kalkar.

 

Program Ekleri

Ekonomik-Demokratik Mücadele

Sömürü ve yoksulluğun derinleşmesi sermayenin genel eğilimidir. Bu eğilim devletin şiddeti ile birleştirilerek sürdürülür. Hak ve özgürlükler mücadelesi, sermayenin ekonomik ve politik saldırıları karşısında ezilen sınıfların, mesleklerin, katmanların vb. kendi günlük çıkarlarını korumak ve genişletmek zorunluluğundan doğar ve kapitalizm var olduğu müddetçe, varlığını şu ya da bu biçimde sürdürür.

Kapitalist toplumda baskı ve sömürü altındaki geniş yığınlar devrimci bir altüst oluştan geçmeksizin içinde debelendikleri çelişkilerden, onları düzene bağlayan kör güçlerin etkisinden, gelenek ve alışkanlıklardan arınamazlar. Bu arınma ancak kitlelerin kendi öz talepleri doğrultusunda, kendi örgütleriyle yürüttükleri mücadele ile gerçekleşebilir. İşçiler, ancak hak ve çıkarlarını koruma mücadelesi içinde gerçek bir sınıf kimliğine  kavuşur. Kendini ve düşmanı bu mücadeleler sırasında tanır; birleşme ve dayanışma bilinci bu mücadele sırasında gelişir; siyasal mücadelenin zorunluluğunu bu mücadelelerden geçerek kavrar ve farklı mücadele biçimlerine yönelme gereksinimini bu alanda öğrenir.

İşçi sınıfının burjuva sınıf karşısında sınıf olarak davranma yetisini geliştiren ve onun devrimci hedefleri kavramasında yardımcı olan hak ve özgürlükler mücadelesi ne ölçüde başarılı olursa olsun, sisteme karşı yürütülen doğrudan iktidar mücadelesine bağlanamadığı durumda, başarısız olmaya mahkûmdur. Çünkü özünde reformist olan ve bu nedenle düzen sınırları içinde kalan bu mücadeleler, kitlelerin durumunda geçici rahatlama dışında somut bir düzelme sağlayamadıkları gibi, siyasal mücadeleye bağlanamadıkları durumda hem sınıfın düzene köleliğini perçinler, hem de bu mücadele araçlarını köleliğinin araçlarına dönüştürür.

Devrimci mücadelenin bütün diğer sorunlarında olduğu gibi bu alanda da devrimcilikten sapkınlığa yol açan, yürütülen mücadelenin biçimi değil, içeriğidir. Reformizme  ya da “solculuğa” yol açan, demokratik hak ve özgürlükler için mücadelenin yürütülüp yürütülmemesi değil, bu mücadelenin hangi içerikle yürütüleceğidir.

Parti demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini kendi başına bir mücadele biçimi olarak ele alan, sınıf mücadelesini bu mücadeleye ve elde edilecek başarılara bağlayan “sağ” görüşlere olduğu kadar, bu mücadeleyi küçümseyen ya da devrimci mücadele mertebesine çıkaran “sol” görüşlere karşı da mücadele eder. Bir yandan kitlelerin yürüttükleri hak ve özgürlükler mücadelesini desteklerken, öte yandan bu mücadeleyi iktidar için yürüttüğü devrimci mücadeleye bağlamak için savaşır.

Parti, kitleleri tanıma ve bağ kurmada önemli olanaklar sunan bu mücadeleleri, sınıf mücadelesinin bir alanı olarak ele alır. Bu alanda sınıfın geniş kesimlerini burjuva ideolojinin etkisinden kurtarmak için bir hegemonya savaşı yürütür. İşçi ve emekçi kitlesiyle devrimci temelde ilişki kurar; onlara bilimsel komünizmi taşır ve onların en sağlıklı öğelerini bilimsel komünizme (partiye)  kazanarak kendi örgütünü pekiştirir.  Hem kitle içindeki gücünü artırır, hem de kendini kitle ile çevreleyerek mücadele sürekliliğini garanti altına alır.

1- Parti bu mücadeleleri tekil, yalıtık mücadeleler olmaktan çıkararak, sınıf mücadelesiyle birleştirmek ve sınıfın iktidar savaşına bağlayarak merkezileştirmek için çaba sarfeder.

2- Bu mücadelelerin daha etkin bir biçimde yürütülmesinin araçları olan siyasi özgürlüklerin, parti, dernek, sendika kurma, hiçbir koşula bağlı olmaksızın toplantı ve gösteri yapmanın önündeki bütün engellerin kaldırılması mücadelesini destekler.

Sendikal  Mücadele

Ücretlerin düşmesi, çalışma koşullarının kötüleşmesi, sermaye hareketinin genel eğilimidir. Çeşitli isimler altında işçi birlikleri, sendikalar, işçilerin sermayenin bu genel eğilimine karşı kendiliğinden hareketinin doğal ve zorunlu araçları olarak ortaya çıktılar; mücadele içinde biçimlendiler ve kapitalizm var olduğu sürece de varlıklarını sürdüreceklerdir.

Proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü sınıf savaşının üç biçiminden ( teorik, politik ve pratik ekonomik) biri olan ekonomik mücadele ile işçiler kendi saflarındaki rekabeti azaltarak kapitalist sınıf karşısında bir sınıf olarak birleşirler. Bu mücadeleyi ideolojik ve politik mücadeleyle bir uyum içinde yürüttüklerinde, proletaryanın daha büyük mücadelelere hazırlanmasında bir kaldıraç görevi görür. Ancak sendikal mücadele sınıfın diğer iki mücadele biçiminden kopartıldığında, işçilerin ücret ve çalışma koşullarında geçici iyileştirmeler sağlasa da, sonuçta mevcut ücretlilik sistemine dokunmadığından, proletaryanın esaret zincirini pekiştirmekten başka sonuç vermez.

Pratikte sınıf hareketi içinde iki farklı sendikal mücadele anlayışına yol açan bu durum, özünde, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin sendikal alana yansımasıdır.

Sendikaların sınıf mücadelesindeki yeri ve rolünü belirleyen temel kriter, ücretler ve çalışma koşullarını iyileştirmede elde ettikleri başarılar değil, sınıf mücadelesinin amacıyla olan bağlantılarıdır. Sınıf mücadelesinin tarihi, sendikaların, siyasal mücadeleden uzaklaştıklarında burjuva siyaset alanında kalarak, mevcut kazanımlarını koruma yeteneğini de kaybettiklerini kanıtlamaktadır. Bugün dünya çapında sendikal hareketin mevcut durumu tam da budur.

Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında toplumsal uzlaşma ile sınıf mücadelesinden kopan sendikal hareket, elinde tuttuğu geniş finans olanaklarıyla finans kapitalle bütünleşti. Burjuva partilerin birer eklentisi oldu.

Türkiye’de bu bütünleşme 12 Eylül terörü altında, ekonominin yeniden yapılanması ve uluslararası işbölümü içindeki yerine uygun olarak gerçekleşti.

Sendikal hareketteki bu dönüşümü sadece burjuvazinin etkinliği ve bürokratlaşma ile açıklamak, soruna sonuçlardan yaklaşmaktır. Sendikal hareketin burjuva siyasetin sınıf üzerindeki bir denetim aracına dönüşmesi, her şeyden önce kapitalist gelişmenin üretim sürecinde yol açtığı değişmeler ve bunun sınıf hareketindeki etkileriyle ilgilidir.

Taşeronlaştırma, esnek ve güvencesiz çalıştırma, her türlü yöntemle emek yoğunluğunun arttırılması, sendikasızlaştırma vb., bu yeni iş bölümünün emek süreci üzerindeki etkileridir. Ama sınıf mücadelesinde bir gerilemeyi anlatan bütün bu etkiler kendiliğinden gerçekleşmedi. Bu süreç bir yandan artan burjuva terör, öte yandan siyasal mücadeleden koptuğu ölçüde ekonomik mücadeleyi yürütme yeteneğini de kaybeden bir sendikal anlayış ve siyasal mücadeleyi ekonomik – demokratik haklar mücadelesine indirgeyen bir politik anlayışın sonucu olarak gerçekleşti.

Bu aynı zamanda, siyasal mücadeleden kopuk bir sendikal mücadele ve sendikal mücadele üzerinde  kurgulanmış bir siyasi mücadelenin de iflasının tescili oldu.

Proletarya, bu cendereden ancak bu yeni koşulları dikkate alan, buna uygun mücadele araç ve yöntemlerini geliştiren, fabrika ve işyerlerinde kurulacak sağlam örgütler üzerinden ekonomik mücadeleyi siyasal mücadeleyle birleştiren bir mücadele perspektifi ile çıkabilir.

Parti, işçi sınıfının ücret ve çalışma koşullarını iyileştirmek, güçlerini birleştirerek eğittiği, ekonomik (sendikal) mücadeleyi meşru ve zorunlu bir mücadele olarak ele alır. Bununla birlikte ücretlilik sistemine dokunmayan, yalnızca ücret artışlarıyla yetinen ve işçi sınıfını kapitalist köleliğe mahkûm eden bir sendikal anlayışı sınıf uzlaşmacılığı olarak görür ve reddeder.

“İşçi sınıfının mücadele durumunda, ekonomik eylemi ile siyasal eyleminin ayrılmazcasına birbiriyle bağlı olduğunu” savunur ve bunu sınıfın sendikal birliğinin temeli olarak görür. Bu temelde sınıfın sendikal birliğini savunur.

Sermayenin artan saldırıları karşısında işçi sınıfı içinde sendikalaşma eğiliminin güçlendiğini, bunun karşısında devletin sınıf üzerinde birer denetim aracı işlevi gören mevcut sendikalara karşı bir güvensizliğin büyüdüğünü tespit eder. Bu güvensizliğin ancak işçi sınıfı içinde sistemli, sabırlı ve inatçı bir ideolojik ve politik çalışmayla aşılabileceğini öngörür.

1-İşçi – memur ayırımının kaldırılması, her işçi için zorunlu sendika ve sosyal güvenlik hakkının sağlanması, sendikaların tüzük ve programlarının işçilerin istedikleri gibi düzenlemesinin önündeki yasal engellerin kaldırılması, sendika işyeri temsilcileri ve delegelerin işçiler tarafından seçimi, sendika yöneticilerinin ücretlerinin ortalama işçi ücreti düzeyinde belirlenmesi, sendika fonlarının şeffaflaştırılması,

2-Sendikalaşmanın önündeki bütün engellerin kaldırılması, işçinin istediği sendikaya üye olması,

3-Bütün çalışanların grevli toplu sözleşme hakkına sahip olması, genel grev ve dayanışma grevi önündeki yasal engellerin kaldırılması,  lokavtın yasaklanması, işverenin iflası durumunda borçların işverene ait olması koşuluyla işyerinin işçilere devredilmesi,

 4-İşverenin keyfi uygulamalarını ortadan kaldırmak için işyerlerindeki bütün sorun ve anlaşmazlıkların işçilerin 2/3 oranında temsil edildiği işyeri komisyonlarınca çözüme kavuşturulması,

5-Asgari ücret uygulamasına son verilmesi, ücret ve sosyal hakların bütün işyerlerinde toplu sözleşmeyle belirlenmesi,

6-İşgününün haftada beş gün üzerinden yedi saatle sınırlandırılması, öğlen tatillerinin işgününe dahil edilmesi,

7-17 yaş altı çocukların çalışmasının yasaklanması, üretimin sürekliliğinin zorunlu olmadığı durumlarda vardiyalı çalışmanın ve mesainin yasaklanması,

8-İş mahkemelerinde işçilerin kendi temsilcileriyle yarı yarıya temsil edilmesi,

9-İşsizlerin zorunlu sendika ve sigorta kapsamına alınması, işsizlik ücretinin normal ücretin 2/3’ünden az olmaması, vb.

Parti işçilerin bu ve benzeri güncel istemler için yürüttükleri örgütlü mücadeleyi destekler.

Kadın

İlk toplumsal iş bölümü ve mülkiyet ilişkisinin ortaya çıkmasıyla başlayan erkeğin kadın üzerindeki egemenliği, sınıflı toplum boyunca farklı biçimlere bürünerek sürdü. Tarih boyunca egemen sınıfların egemenliklerinin bir aracı olarak kullandıkları dinsel ideoloji, kadını cehalete mahkûm ederek, ahlaki ve aşağılayıcı boyutlarla bu köleliği pekiştirdi.

Toplumun sınıfsal yapısının maddi temeli olan toplumsal işbölümü ve mülkiyet ilişkileri kadının toplumsal statüsünü belirlerken, aynı zamanda kadının sınıfsal ayrışmasına da yol açtı. Egemen sınıfın üyesi olan kadınla ezilen sınıfların üyesi kadın arasındaki sınıfsal ayrışma, toplumdaki sınıfsal ayrışmaya göre biçimlendi. Egemen sınıfın üyesi kadın sınıfsal konumunun ona sağladığı ayrıcalıklarla ev hizmetleri ve çocuk bakımında ezilen sınıflardan kadın emeğini kullanarak, erkek egemen işbölümünden belirli ölçüde kurtulma olanağını elde etti.  Sınıfsal konumunun kendisine sağladığı bu olanağı kendi hemcinslerine karşı baskıcı ve aşağılayıcı bir tarzda kullanarak, aslında mustarip olduğu erkek egemen sistemle bir anlamda bütünleşti.

Sınıflı toplumların en gelişmişi olan kapitalizmle birlikte, kadının toplumsal konumu ve sınıfsal ayrışması da yeni bir boyut kazandı. Bu toplumda erkek egemen sistem ayrıştırıcı ve aşağılayıcı etkisiyle varlığını sürdürse de, kadının sınıfsal ayrışması bizzat kadın emeğinin kapitalist üretim sürecine ucuz ve uysal işgücü olarak eklemlenmesiyle daha da belirginleşti. Kapitalist gelişmeye paralel olarak özellikle günümüzde hizmetler sektöründeki büyüme, ev hizmetleri ve çocuk bakımının artı-değer üretimine eklemlenmesiyle birlikte kadın emeğinin kullanım alanı da genişledi. Kapitalizmde emekçi kadın sadece ezilen sınıfın, erkek egemen sistemin uygulamalarına maruz kalan bir üyesi değil, aynı zamanda emek gücünü satmak zorunda kalan bir işçidir.  Kapitalizmin, kadının ekonomik hayata daha fazla katılımını sağlamış olması kadının toplumsal konumunda bir iyileştirmeyi getirmemiş, tersine kadının konumunu çifte kölelikle perçinlemiştir. Kapitalist sistemde burjuva kadın ya doğrudan bir patron olarak, ya da egemen sınıfın bir üyesi olarak işçi ve emekçi kadınla karşıt konumlara sahiptir ve erkek egemen sistemden farklı biçimde etkilenirler. Bu durum burjuva kadınla işçi ve emekçi kadını tek bir kadın hareketinde ve mücadelesinde buluşturmaz. Kadın sorunu ancak bu sınıfsal ayrışma içinde doğru kavranabilir ve doğru bir mücadele zeminine kavuşabilir.

Emekçi kadının bu çifte kölelik zincirinden kurtuluşu, köleliği olanaklı kılan koşullardan bağımsız olarak ele alınamaz. Toplumsal iş bölümü ve mülkiyet ilişkisi ortadan kaldırılmadan, özel ev ekonomisi bir toplumsal sanayi dalı haline getirilmeden, çocukların bakımı toplum tarafından üstlenilmeden, ne aile toplumun ekonomik ve siyasi birimi olmaktan çıkartılabilir, ne kadın erkek ilişkisi ahlaki ve ekonomik etkenlerden arındırılarak eşit bir ilişki temeline oturtulabilir ve ne de kadının tam ve kesin kurtuluşu sağlanabilir. Bu aynı zamanda kadının, erkek egemen sistemin bütün etkilerinden de kurtuluşudur.

Ancak kadının kurtuluşunun bir toplumsal kurtuluş sorunu olması, kadının mutlu günü beklerken uysalca çifte köleliğe boyun eğmesi anlamına gelmiyor. Tersine, emekçi kadın kendi sorununu bütün yönleriyle kavradığı, örgütlenerek  aktif bir özne haline geldiği ve gücünü toplumsal kurtuluşa kattığı ölçüde, kendini hem sömürüden kurtarabilir, hem de dinin ve erkek egemen ideolojinin kendisi üzerindeki aşağılayıcı baskılarını geriletebilir.

Parti,

-Ev işleri ve çocuk bakımını kadına yükleyen erkek egemen iş bölümüne,

-Burjuva ideolojisinin çifte ahlak anlayışına ve cinsiyet ayrımcılığına,

-Kadını aşağılayan dinsel ön yargılara  karşı çıkar,

-Eşit işe eşit ücret temelinde kadının ekonomik hayata daha etkin katılımını,

-Cinsiyetçi, ırkçı ve etnik ayrımcılığın ortadan kaldırılmasını, insanlar arasında cinsel tercihlerinden dolayı ayırımcılık yapılmasına son verilmesini savunur.

 -Toplumsal  alanda kadına pozitif ayrımcılık tanınması için, kadın örgütlerinin verdiği mücadeleyi destekler.

-Kadın mücadelesini sınıf mücadelesinden kopartarak kadın –erkek karşıtlığı temelinde, ya da tikel ve yalıtık bir mücadele olarak ele alan burjuva anlayışlara karşı mücadele eder.

Gençlik

“Tüm mücadelenin gidişini gençlik, hem öğrenci gençlik, hem – çok daha büyük ölçüde – işçi gençlik belirleyecektir.”

Bir yaş kategorisi ( 15 – 35 yaş) olan gençlik, toplumun sınıfsal ayrışmasının bir yansımasını verir. Kapitalist toplumun bütün sınıfları bu yaş kategorisi içinde kendi temsiliyetlerini bulurlar. Bu sınıfsal yansıma içerisinde nasıl ki kapitalist toplumda işçi ve emekçi sınıflar toplumun çoğunluğunu oluştururlarsa, bu sınıflardan gelme gençler de, gençliğin mutlak çoğunluğunu oluşturur. Kapitalist gelişmenin ayrılmaz sonuçlarından biri olan proleterleşme sürecine bağlı olarak, gençliğin sınıfsal bileşimi de işçi gençlik lehine sürekli bir değişime uğrar ve işçi gençlik, gençliğin çekim merkezini oluşturur.

İşçi Gençlik

İşçi sınıfının genç neslini oluşturan işçi gençlik, işçi sınıfının doğal bir parçasıdır ve ondan ayrı bir geleceğe sahip değildir. Ancak gerek içinde bulunduğu çalışma koşulları – ucuz işgücü, uzun iş süresi ve güvencesizlik v.b – gerekse gençlikten gelme kendine has özellikleri – cesaret, atılganlık, özveri vb. – ile sınıf mücadelesinde önemli bir yere sahiptir.

Kapitalizm koşullarında işçi sınıfının genç nesli olan işçiler, sadece ağır çalışma koşulları altında emeğini satmak zorunda olan gençlerden oluşmaz. Kapitalist üretim biçiminin kaldıracı olan yedek sanayi ordusunun – işsizlerin – belkemiğini gençler oluşturur. Bu genç işsizler, sınıf mücadelesinin gelişmesinde önemli bir rol üstlenebilecekleri gibi, kapitalistler tarafından hem işçi sınıfının ağır çalışma koşullarına mahkum edilmelerinde, hem de  işçilerin bölünmesinde ve karşı karşıya getirilmesinde de önemli bir araç olarak kullanılabilmektedirler.

Genç işsizliğin önemli bir diğer kesimini de çırak adı altında çalıştırılan genç işçi adayı çocuklar ve çıraklık eğitimini meslek okullarında okuyarak tamamlayan öğrenci işçiler oluşturur. Çocuk işçilik ve çıraklık burjuva eğitim sisteminin ayrılmaz bir özelliğidir Özellikle ucuz işgücünün yoğun olarak kullanıldığı ülkelerde eğitim sistemi, çocuk işçilerin çalışmasını olanaklı kılmak üzerinden düzenlenir. Meslek okulları ise kapitalist üretim için başlangıçtaki çıraklık sisteminin gelişmiş biçimleridir. Amaç, hiçbir ek masrafa girmeden sermayeye genç, ucuz ve kalifiye işgücü yetiştirmektir. Meslek okulları bu işlevleriyle kapitalist üretimin köle tacirleridir.

Sanayinin hemen her dalına hizmet üreten bu okullarda öğrenim gören öğrenci işçiler, daha okul yıllarında staj adı altında neredeyse ücretsiz işgücü olarak sömürü sistemine dahil edilmekte, ağır iş koşulları altında düşük ücret ve güvencesiz çalıştırılmakta ve bu durum okul sonrasında askerlik ve deneyimsizlik bahanesi arkasında uzun yıllar devam ettirilmektedir. Bu okullardan mezun olup bin bir zorluk içinde üniversiteye gitme hakkını kazanan küçük bir grubun geleceğindeki tek değişim, farklı bir diplomaya sahip olmakla sınırlıdır.

Sanayiden sonra kapitalizmin tarımda gelişmesiyle kırda da kapitalizmin temel sınıfsal ayrışmasına uygun bir sınıfsal ayrışma yaşanmıştır. Bu ayrışmanın sonucunda bütünsel bir köylülükten söz edilemeyeceği gibi, bir köylü gençlikten de söz edilemez. Ayrışmanın yol açtığı yoksul ve küçük köylü kökenli gençlik, bizzat ait oldukları toplumsal kesimler gibi her yıl daha fazla çalışarak daha fazla yoksullaşmaktadır. Bu kesim gençleri, içinde bulundukları proleterleşme süreci ve yaşam koşullarına yönelik tekelci saldırı nedeniyle  (üretim ve  yaşam alanları, tarlaları, dereleri, ormanları sürekli saldırı altındadır) hem işçi gençliğin yeni üyeleri haline gelmekte, hem de işçi sınıfıyla yoksul ve küçük köylülüğün mücadelelerinin buluşma noktasını oluşturmaktadırlar.

Ögrenci Gençlik

Öğrenci gençlik, gençlik içinde eğitim sistemine bağlı olarak oluşan özel bir kategoridir. Kapitalist yeniden üretim sürecinden bağımsız olarak ele alınamayacak olan eğitim sistemi, burjuva devletin ideolojik aygıtının önemli bir bileşenidir. Bu sistemin işlevi sadece belirlenmiş ideolojiye uygun bireyler yaratmak değil, aynı zamanda bu ideolojinin üretimine de katılmaktır. Yani eğitim sistemi burjuvazi için hem bir ideoloji üretim fabrikası, hem de bir uygulama laboratuarıdır.

Egemen sınıfın egemenliğini sürdürebilmek için hem üretim sürecinde, hem de toplumun yönetiminde (devlet aygıtında-bürokraside)- ihtiyaç duyduğu yetişmiş iş gücü, bu sistem tarafından karşılanır. Burjuvazi tarafından  “kamu” hizmeti olarak adlandırılan eğitim sistemi aslında tıpkı diğer “kamu” hizmetleri (sağlık, altyapı vb.) gibi tümüyle kapitalist yeniden üretimin zorunlu gereğidir.

Öğrenci gençlik toplumun farklı sınıflarından gelen gençlerin eğitim sistemi bünyesinde toplanmasıyla oluşur. Her ne kadar öğrenci kavramı bu gençleri birleştiren ortak payda olsa da, aslında öğrenci gençlik toplumun tam bir sınıfsal panoramasını oluşturur. Öğrenci kavramı, mülkiyet ilişkilerinin köken olarak ayırdığı gençleri (bütün bölüntüleriyle burjuva, küçük burjuva ve proleter) köken olarak birleştirir. Ama bu durum burjuva eşitlik, adalet ve kardeşlik kavramlarında olduğu gibi biçimseldir ve hiçbir durumda  gerçeği yansıtmaz; tersine mistifikasyona yol açarak gerçeği örter. Bu yapı hiçbir durumda gençliğin ortak bir siyasal mücadelesine izin vermez. Bu sınıfsal durumu hesaba katmadan bütünsel bir gençlikten, gençliğin yekvücut bir siyasal mücadelesinden söz etmek küçük burjuva bir ütopya olmanın ötesine geçemez.

Burjuva eğitim sistemi de bu biçimsel eşitliğe dayanır. Birbirine bağlı bir dizi kademeden oluşan eğitim sisteminin örgütlenmesi bir piramidi andırır. Piramidin en altında toplumun emekçi sınıflarından gelen gençler en büyük oranı oluşturur. Bu grubun büyük bir bölümünü etnik kökeni Kürt olanlar oluşturur. Oran, tepeye doğru çıkıldığında toplumun sömürücü sınıflarından gelen gençler lehine değişir ve en tepede en düşük düzeye ulaşır. Piramidin her kademesinde mevcut sınıfsal ayırıma dayalı eşitsizlikler, her seferinde yeniden üretilir.

Kapitalizm altında özellikle emekçi sınıflardan gelen öğrenci gençlik, düzenin manipüle ettiği sahte umutlarla geleceğe güvensizlik arasında sıkışmış durumdadır. Öğrenim süreci sonunda elde edeceği diploma onda sınıf atlama hayallerini- bu durum kapitalist gelişme ve proleterleşme sürecine bağlı olarak her geçen gün biraz daha imkânsızlaşıyor- yeşertse de, kapitalist gelişme “bağımsız” iş yapma olanağını elinden alarak, gerçek yaşamda çoğu durumda onu bekleyen işsizlik ya da en iyi durumda modern sanayinin çavuşu- ustabaşı- olmaktır.

Kapitalizmde eğitim sisteminin yapısı ve niteliği mevcut düzendeki yeniden üretim sürecinin ihtiyaçları tarafından belirlenir. Bu durum eğitim sisteminin hem yapısında, hem de niteliğinde zaman zaman yaşanan değişmeleri açıklar. Türk eğitim sisteminde sık sık ortaya çıkan değişmeler, dinin artan etkisi, eğitimin bilimsellikten uzaklaştırılması, toplumsal gelişmelere duyarsız, tepkisiz, boyun eğen, okumuş ama cahil bir nesil yetiştirilmesi vb. ile Türk kapitalizminin kendine özgü özellikleri ve ihtiyaçları arasındaki ilişki dikkate alınmadan anlaşılamaz. Sonuç fabrika sisteminin eğitime taşınması ve onunla tamamlanmasıdır.

Kapitalist gelişme sadece sınıfsal eşitsizlikleri büyütmekle kalmaz gençlerin mutlak kaderini de belirler.  Eğitim sistemi farklı sınıflardan gelen gençler için adeta doğal bir seleksiyon gibi işler. Eğitimin sonunda işçinin çocuğu işçi, burjuvanın çocuğu da burjuva olarak yoluna devam eder. İşçi ve emekçi sınıflardan gelen gençler için en iyi olasılık, babalarının yaptığı işi daha kalifiye eleman olarak sürdürmektir. Eğitim ve sağlık gibi alanların doğrudan artı-değer üretimine bağlanmasıyla süreç daha da netleşmiştir.  Bu sistemi işçi ve emekçi çocuklarının ancak aşırı yetenekli çok küçük bir kısmı aşabilmektedir. Sistemi aşanların hemen tümü ise kredi, burs, dayanışma vb. adı altında ipotek altına alınmakta, ipotek sistemi gençler üzerinden “okula hazırlık” adı altında ailelere taşınmaktadır.

Gençlik ve Mücadelesi

Toplumun sınıfsal bölünmesinin tam keskin bir yansımasını veren gençlik, bu sınıfsal bölünmeden bağımsız olarak ele alınamayacağı gibi, gençliğin mücadelesi de sınıf mücadelesinden bağımsız olarak ele alınamaz. Bu durum sadece siyasal mücadele için değil, bir dereceye kadar akademik mücadele için de geçerlidir. Çünkü gençliğin karşı karşıya olduğu eğitim sistemine bağlı sorunların önemli bir kısmı, büyük ölçüde ve esas olarak emekçi sınıfın gençlerini ilgilendirmektedir. Bu yüzden akademik mücadele siyasal mücadeleden bağımsız olarak yürütülemez.

Bu gerçeklere rağmen gençliği, onun içindeki sınıfsal ayrışmayı atlayarak bir bütün olarak ele alan ve hele gençliğe bir sınıf karakteri (küçük burjuva ) yükleyen anlayış Marksizm’e yabancıdır.  Gençlik içindeki bu sınıfsal ayrışmayı hesaba katmadan gençlik üzerine yapılabilecek her genelleme, örneğin “gençlik gelecektir” gibi- gençliğin mücadelesini akademik mücadeleye hapsetmek ve onun enerji ve aktivitesini burjuva kanallara akıtmaktır. Marksizm’in ayırt edici özelliği, sınıf savaşının komünizm hedefiyle yürütülmesidir. Bundan hareketle

Parti;

1-İşçi ve emekçi sınıfların öğrenci gençlik  içindeki yansımasını temel alan bir  gençlik örgütlenmesini savunur. Siyasal bir gençlik hareketi yaratmayı hem gençliğe yol göstermek, onun Marksçı-Leninci eğitimine yardımcı olmak, komünizm mücadelesine daha örgütlü ve bilinçli katılımını sağlama, hem de kendini yenileme, genç ve dinamik kadrolarla takviye etmenin bir koşulu olarak görür. Başka türlü gençliğin enerjisi devrimci teoriyle birleştirilemez;  genç olmaktan gelen özellikleri, coşkusu, dinamizmi, cesareti ve yüksek feragati devrim kanalına akıtılamaz. Öte yandan gençliği önemli bir devrimci güç yapan bu özellikleri, sosyalizm mücadelesiyle birleştirilmeden devrimci bir işlev göremez. İşçi ve emekçi gençleri, öğrencileri örgütleyemeyen, sınıf mücadelesinde aktif olarak yer almalarını sağlayamayan, özellikle genç işçileri kendi öncüsü olarak örgütleyemeyen parti, işçi sınıfının komünist partisi olma hakkına sahip olamayacağı gibi, böyle bir parti zafer kazanma şansına da sahip değildir.

Öğrenci hareketinin Marksist Leninist fikirler etrafında birliğini sağlamak için mücadele etmek, gençliğin net bir sınıf çizgisinde birliğini sağlamak, bunun için gençliğin inisiyatif ve sorumluluk alanını genişletmek partinin görevidir.

2-Böyle bir gençlik örgütünün parti örgütünden farklı bir örgüt olması eşyanın tabiatı gereğidir. Böyle bir örgütlenme, partinin üstlenmesi gereken siyasal görevlerin gençlik örgütüne yüklenmesi gibi sol bir yaklaşımı önleyeceği gibi, gençliğin sorumluluk bilincini geliştirerek, inisiyatif almasını özendirerek, deneyim kazanmasını, olası yanlışlardan sakınmasını ve sınıf mücadelesinde daha etkin yer almasını sağlayacaktır.  Böylesi bir örgütlenme sınıf hareketinde kuşaklar arasındaki ilişkiyi sağlıklı bir temele oturtacak, gençliğin şekilcilik ve bürokratik ilişkilerin içine düşmesini önleyecektir. Bu örgütlenme aynı zamanda partinin hantallıktan kurtularak, sağlıklı büyümesinin de koşuludur.

Ancak gençliğin farklı bir örgütsel formda  örgütlenmesi, parti ile gençlik örgütü arasında sıkı bir ilişkiyi, bu ilişkinin temeli olan ideolojik ve politik birliği ön varsayar. İdeolojik ve politik birliğe dayanmayan bir örgütsel ilişki, kaçınılmaz olarak farklı uçlara yönelmeye mahkumdur. Parti örgütüyle gençlik örgütünün “örgütsel bağımsızlığı” özerk bir örgütlenme olarak algılanamaz

3-Parti, devrimci ve sosyalist parti ve gruplar arasındaki siyasi rekabetin gençlik örgütlerine taşınmasına, “daha etkin bir akademik mücadele” adına siyasal mücadeleyi burjuvaziye havale eden görüşlere karşı durur. Siyasal mücadele olmadan etkin bir akademik mücadelenin yürütülemeyeceği gerçeğinden hareket eder. Burjuvazinin saldırılarına karşı ve akademik demokratik hakları için gençlik örgütlerinin ortak mücadelesini destekler. Bu temelde özellikle lise ve üniversitelerde gençlik gruplarının güçleri oranında temsil edildikleri federatif ve konfederatif örgütlenmeleri teşvik eder.

4-Parti, gençliğin; Ana dilde ve daha bilimsel bir eğitim için, zorunlu din dersinin kaldırılması için, işçi ve emekçi gençlerin eğitimden, yurtlardan, sağlık ve kültür hizmetlerinden parasız yararlanması için, YÖK’ün kaldırılması ve üniversitelerin, tüm bileşenlerin katıldığı seçimle gelen konseyler tarafından yönetimi için, eğitimde gerçek fırsat eşitliği için yürüttükleri mücadeleyi destekler.

Doğanın  Korunması

Zenginliğin iki kaynağı olan doğa ve emeğin yağmalanması, tahribatı, kapitalist birikimin temel eğilimidir. Sermaye birikimi çoğaldıkça, doğa bilimi sermayenin emrine yeni güçler verdikçe, tahribat daha da büyümekte, onarılmaz boyutlara ulaşmaktadır. Daha fazla kâr uğruna doğa didik didik ediliyor. Rant uğruna tarihsel araziler ve doğal örtü tahrip ediliyor. Doğal kentlerin yerlerini zenginliğin ve gücün timsali yapay kentler alıyor. Üretimi arttırmak uğruna genetik çeşitlilik yok ediliyor, toprak ve insan zehirleniyor. Doğanın gittikçe büyüyen bu tahribi, tüm insanlığı etkiliyor gibi görünse de, gerçekte burjuvazi bu etkilenmeden cebini doldurarak, kendi özel doğasını yaratarak, kazanarak çıkıyor. Tahribatın ağır sorunlarını yaşayanlar dünyanın her yerinde yine işçiler, kent ve kır yoksulları ve küçük üreticiler oluyor. Tahribata karşı en çok direnenler de en çok etkilenenler oluyor. Tahribatın en görünen ve en etkin biçimlerine ( bitki örtüsünün tahribi, HES’ler, maden ocakları, nükleer enerji, yapay kentleşme vb.) karşı verilen irili ufaklı mücadelelerle doğanın korunması sınıf mücadelesinin yükselen alanlarından biri oldu. Buna karşın yerellik, merkezileşememe, hemen her alanda olduğu gibi bu alanda da mücadelenin temel zaafı olma özelliğini koruyor.

Parti, aynı zamanda işçi sınıfıyla, kır – şehir yoksulları ve küçük köylülük arasında devrimci bir ittifakın temeli olan bu mücadelenin siyasallaşarak merkezileştirilmesi için mücadele eder.

1-Doğal dengeyi bozan her türlü kapitalist tahribata, yer altı ve yer üstü kaynakları üzerindeki kapitalist yağmaya son verilmesi,

2-Yoksul ve küçük köylülerin ipotek ve banka borçlarının silinmesi için yürütülen mücadeleyi destekler.

Din

Günümüzde burjuva ideolojisinin önemli bir bileşeni olan din, tarih boyunca ezenler için bir sömürü aracı, ezilenler içinse başlangıçta doğa, giderek sermaye karşısında çaresizliğin bir sığınağı olmuştur.

Parti, dini, devlet karşısında kişilerin özel hayatlarına ilişkin bir sorun olarak görür. İnananların, devletin ve polisin müdahalesi olmaksızın, kendi olanaklarıyla ibadethanelerini kurmalarını ve ibadetlerini istedikleri gibi tekil ya da topluca yerine getirmelerini inanç özgürlüğünün bir gereği olarak görür. Aynı özgürlük, inanmayanlar için de geçerlidir.

Parti, dinin sınıf mücadelelerini örtmek için bir araç olarak kullanılmasına olduğu gibi, dine karşı mücadeleyi, soyut bir din karşıtlığı temeline dayandırarak sınıf mücadelesinin önüne çıkaran anlayışlara karşı çıkar. Dine karşı en etkili mücadelenin dini ortaya çıkaran temellere karşı mücadele olduğundan hareket eder. Dinsel ideolojinin toplumsal yaşama müdahalesini engellemek için bilimsel eğitim ve propagandayı örgütler.

-Dinlerin birbiri karşısında üstünlüğüne dayalı her türlü dinsel ayrıcalık ve baskıya karşı savaşır.

-Okullardan dini müfredatın, resmi belgelerden din hanelerinin kaldırılmasını,

-Diyanetin lağvedilerek, her dini grubun kendi işlerini kendi içlerinde, açıklık ilkesine bağlı kalarak, halletmelerini savunur.

Savaşa Karşı Tutum

Sınıflı  toplumların tarihi aynı zamanda fetih, yağma ve sömürge savaşları tarihidir. Kapitalizmin emperyalizm aşamasıyla birlikte bu savaşlar, yerel, ulusal, bölgesel boyutları aşarak dünyanın pazar ve egemenlik alanları olarak paylaşılmasına, dünya savaşlarına dönüştü. Kapitalizm bir dünya sistemi olarak var oldukça, bu üretim tarzının çelişkilerinin dışa vuruş biçimi olan savaşların da var olacağı gerçeğinden hareket eden parti, savaşa karşı mücadeleyi kapitalizme karşı mücadelenin bir bileşeni olarak ele alır.

1- Parti, dünyanın emperyalist tekeller ve devletler arasında pazar ve egemenlik alanı olarak bölüşülmesini öngören emperyalist savaşa karşı, proletaryanın devrimci eylemini, iç savaşı savunur. İşçi ve emekçilerden silahlarını, daha büyük kârlar uğruna onlardan hayatlarını isteyen burjuvaziye karşı doğrultmaya çağırır. Her ne koşul altında olursa olsun emperyalist savaşta “anayurt” savunmasını burjuvazinin desteklenmesi olarak görür ve reddeder.

2- Proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü savaşın en yüksek biçimi olan iç savaşı, tarihin devindirici gücü ve devrimin zaferinin koşulu olarak görür. Muzaffer devrimin kapitalist saldırı karşısında kendini koruma hakkını savunur.

3- Emperyalist işgal, ilhak ve bağımlılığa karşı halkların yürüttükleri savaşı haklı savaş olarak niteler ve destekler.

4- Militarizme ve emperyalist savaşa karşı hareketleri destekler. Bu hareketleri proletaryanın devrimci mücadele bayrağı altında birleştirmek için çaba sarf eder.

5- Emperyalist tekeller ve devletlerin dünyayı yeniden paylaşmak için savaş hazırlıklarını olanca hızıyla sürdürdükleri günümüzde, savaşa karşı pasifizmi ve tarafsızlığı, emperyalist yıkım ve yağmanın desteklenmesi olarak görür.

6- Halklar ve inançlar arasında düşmanlıkların körüklenmesine, milliyetçiliğe ve şovenizme karşı mücadele etmeye, işgal ve ilhaklarla karşı karşıya bulunan halklarla aktif dayanışmaya çağırır.

Halklara Karşı Yürütülen Haksız Savaşlara, Sınıflar Arası Barışa Hayır!