Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar, ekonomik ve siyasal durum da AKP hükümetinin bir savaş hükümeti olduğu yolundaki tespiti, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde doğruluyor.
Yazının başlığının çok iddialı olduğu kuşku götürmez. Türk halkının büyük bir çoğunluğu AKP’nin üçüncü dönem iktidarından; Kürt sorununun çözümünü, “sivil “bir anayasa” ve “ileri bir demokrasi” beklerken bunun tamamen tersini ileri sürmek elbette ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir, tereddütle karşılanabilir. Hatta buna yeni bir komplo teorisi gözüyle bakılarak bir kenara itilebilir. Ancak, bir süreden beri Türkiye’de ve bölgede yaşanan gelişmeler dikkate alındığında, şaşkınlığa ve tereddüde “ mahal kalmadığı görülecektir.
En başta devletin, Türkiye’nin bölgede yer alacağı bugün artık kuşku götürmeyen bir emperyalist savaş ve bir iç savaşa göre yeniden yapılandırılmasında önemli bir mesafe kat edilmiştir. AKP eliyle ve devletin bütün kurum ve kuruluşlarının katılımıyla yürütülen bu yeniden yapılanmada devletin ideolojik ve baskı aygıtları yeniden düzenlenmiş ve bu süreç büyük ölçüde tamamlanmıştır. 12 Haziran seçimleriyle de, oy veren seçmenlerin mutlak çoğunluğu – Kürt halkının dışında, bunun bilincinde olmasa da halka onaylatılmıştır. Devletin bu yeniden yapılanmasının, egemen burjuvazinin hangi gereksinmelerinden kaynaklandığı, nasıl yürütüldüğü ve hangi biçimlere bürünerek sürdürüldüğü ayrı bir yazı konusudur. Bizim burada üzerinde duracağımız asıl konu, bu yeniden yapılanmanın bir savaş hükümetiyle tamamlanmasıdır. Yeni AKP hükümetinin bir savaş hükümeti olduğu sonucuna varmak için, önceki dönemden başlayarak, hükümetin hem içte hem de bölgede izlediği politikalara bakmak yeterli olacaktır.
Önce bölgedeki gelişmelere bir göz atmak gerekiyor: Uzun bir dönemden beri ABD’nin kapitalist sistem içinde, savaş sonrasında elde ettiği hegemon konumun; üzerinde yükseldiği temellerin sarsılmasıyla yıprandığını, zayıfladığını; sistemde yeni emperyalist güç odaklarının oluştuğunu, bu güç odaklarına Rusya, Çin gibi yeni güç odaklarının eklendiğini ve bu güçler arasındaki egemenlik ve pazar savaşlarının bazen örtülü, bazen açık bir biçimde sürdüğünü biliyoruz.
Kriz, bu çatışmayı daha da keskinleştirdi. ABD hegemonyası askeri üstünlüğünü korurken, ekonomik ve siyasal etkisi adım adım aşındı. Dünya tarihinin de kanıtladığı gibi, dünya-egemen hiçbir güç, ekonomik ve siyasal olarak gerilerken askeri üstünlüğe dayalı konumunu uzun süre devam ettiremez. ABD, bugün bu durumdadır ve hegemonyasındaki aşınmayı durdurmak için bütün gücüyle dünya köprüsü olarak da adlandırılan Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya’ya yükleniyor.
ABD’nin Afganistan’ın ardından Irak’ın işgaliyle başlattığı hegemonya savaşı; bu iki ülkede bir türlü istikrarın sağlanamaması, dünyada artan tepkiler ve ABD’nin iç sorunları nedeniyle kesintiye uğradı. ABD bu dönemde bir yandan uluslararası imajını yenilerken, bir yandan da savaş hazırlıklarını sürdürdü. Özellikle Mısır ve Tunus’ta halkın başkaldırılarını fırsat bilerek, hegemonya savaşım yeniden başlattı. Önce mevcut diktatörlüklere karşıtlık temelinde ortaya çıkan hedefleri net, amaç ve araçları belirsiz halk hareketleri emperyalist güçlerin bu ülkelerdeki siyasal, ekonomik ve askeri etkisiyle -şimdilik de olsa- soğuruldu. Eski diktatörler, yerlerini yaverlerine bıraktı. Arkasından halkların bu başkaldırıları fırsat bilinerek diktatörlük avına çıkıldı. Bölgede ABD’nin denetleyemediği diktatörler hedef tahtasına konuldu. İlk sırayı Libya lideri Kaddafi aldı. Libya’nın aşiret yapısı kullanılarak aşiretlerin bir kısmı silahlandırılıp, Kaddafi’ye karşı ayaklandırıldı. İkinci hedef Suriye oldu. Suriye’de ayaklanma dinsel ve etnik ayrılıklara dayandırılmaya çalışıldı. Aslında olana bitene yüzeysel değil de, olayların ve olguların iç ve dış bağlantıları dikkate alınarak bakıldığında Irak’ın işgalinden sonra ara verilen paylaşımın yeniden start aldığı görülecektir. Bugün bölgede savaş her ne kadar aşiretler, etnik ve dinsel gruplar arasında devam ediyor gibi görünse de, aslında Libya’da hedef alınanlar; Kuzey Afrika’da etkisini arttırarak yerleşen Çin, Suriye’de ise Akdeniz’de önemli bir savaş üssüne sahip olan Rusya’dır. Bu yüzden ülkeler baz alındığında iç savaş gibi görünen uluslararası güç dengeleri açısından bakıldığında, etnik, aşiret ve dinsel motiflerin kullanıldığı bir paylaşım savaşıdır.
Bölgedeki emperyalist paylaşım savaşında Türkiye, ABD ve müttefikleri (Fransa, İngiltere vb.) adına önemli bir rol üstleniyor. [*] ABD’nin doğrudan operasyon yürütme gücünün olmadığı siyasi, ekonomik ve askeri etkinliğinin zayıf olduğu ülkelerde Türkiye savaşın bir tarafı olarak devreye giriyor. Türkiye’nin bir dönemden beri bölge ülkelerine yönelik izlediği “sıfır sorun” politikası ABD adına üstlendiği bu görevle belirleniyor.
Türkiye, ABD adına ilk olarak Libya’da Kaddafi karşıtı aşiretlerin örgütlenmesi ve silahlandırılması görevini üstlendi. Türkiye’nin Libya’da üstlendiği bu görev, Libya’nın işgali ve ilhakı başladığında açığa çıktı. Kaddafi’nin oğlu, ilk Fransız hava saldırısından sonra Fransa’yı kınayacak yerde, “Trablusgarp’ı Türklere ve İtalyanlara bırakmayacaklarını” açıkladığında, Türkiye’nin Libya’daki rolünü de deşifre etmiş oldu. Bu demece karşı Türkiye Cumhurbaşkanı Gül “Türk vatandaşlarının başka bir ülkenin içişlerine karıştığını sanmadığını” söyleyerek bir bakıma bu açıklamayı doğruladı.
Türkiye’nin Libya operasyonundaki rolü, aşiretleri örgütlemek ve silahlandırmakla kalmadı, Erdoğan, “NATO’nun Libya’da işi yok” dedikten bir hafta sonra savaş gemilerini Libya’ya gönderdi. Bununla da yetinmedi, İzmir Libya’ya yönelik NATO operasyonlarının merkez üssü yapıldı.
Suriye’de ise Türkiye’nin, belki de emperyalist heveslerini kabarttığı için olacak, Libya’dakinden daha büyük bir görev üstlendiği anlaşılıyor. ”Sıfır sorun” burada da ABD yanlısı burjuva muhalefetin örgütlenmesi ve silahlandırılmasının şifresi oldu. Esad, Erdoğan’a güvenerek ABD ve İsrail ile olan sorunlarını giderebileceğini düşünürken, Türkiye’nin kendisine uzattığı elin ABD’nin eli olduğunu muhalifler sokaklara döküldüğünde anladı.
ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un i “Türkiye’nin Suriye ile savaşabileceğini” açıklaması, Türkiye’nin ABD adına Suriye’de “t j üstlendiği rolü teyit etmekle kalmıyor, Türkiye’nin savaşa hazırlandığım da ifşa ediyor. Türkiye’nin sınıra asker yığması, Türkiye’ye sığınan sığınmacıların eşleri ve çocuklarını bıraktıktan sonra eğitilerek, silahlandırılarak gen gönderilmeleri bu ifşaatı doğruluyor.
Suriye’deki muhalif hareket, Tunus ve Mısır’dakinden oldukça farklı bir yerde duruyor. Muhalefet hareketinin başını Suriye’nin kalburüstü burjuvalarından Sankar ailesi çekiyor. Sankar ailesi ile Esad ailesi arasındaki çıkar çatışması, 2004 yılına kadar uzanıyor. Çatışma, Alman Mercedes firmasının Suriye distribütörlüğü üzerinden çıkıyor ve Sankar ailesinin -Türkiye’de Uzan ailesine yapılan gibi- Suriye’yi terk etmesiyle sonuçlanıyor. Şimdi bu Sankar ailesi muhalefet hareketinin uluslararası sözcüsü konumundadır. Kendi beyanıyla “…hareketi finanse ediyor ve harekete lojistik destek sağlıyor.” Türkiye’de yapılan muhalifler toplantısını organize eden de, finanse eden de bu aile. Sankar ailesi, her ne kadar Türk hükümetiyle olan ilişkisini inkâr etse de, Türkiye’de yapılan toplantı bunun aksini söylüyor.
Suriye operasyonunun bir başka boyutu da İsrail’in güvenliğiyle olan ilişkisidir. İsrail için Suriye; Baas milliyetçiliğinin bölgedeki son temsilcisi, Hamas ve Hizbullah gibi İsrail karşıtı l örgütlerin destekçisi ve İran’la ilişkilerini sıcak tutan tek Arap ülkesidir. Ve Suriye topraklarından geçecek olan Musul Hayfa petrol boru hattının önündeki yegâne engeldir. Bütün bunlar, Suriye operasyonunda Türkiye – İsrail işbirliğini temellendiriyor. Suriye’de olayların başlamasının ardından Türkiye ile İsrail arasında artan gizli, açık görüşme trafiği bu işbirliğinin işlediğini kanıtlıyor. İsrail’in Filistin sorununda
Hamas’la yan yana gelmesini de bu işbirliğinin bir sonucu olarak görmek gerekiyor. Bu işbirliği, Erdoğan’ın İsrail’e efelenmesinin ardındaki sırrı da çözüyor. Türkiye, “sıfır sorun” politikası çerçevesinde yakaladığı her ülkeyi, İsrail ve ABD’nin kucağına atıyor.
NATO içindeki gelişmeler de hükümetin bir savaş hükümeti ve Türkiye’nin bölgedeki savaşta merkez üssü rolünü üstleneceğini doğruluyor. Hatırlanacağı üzere, Libya’daki emperyalist müdahale NATO bünyesine alındığında, bu müdahaleye NATO’nun 28 üyesinden, 18’i destek verdi. Türkiye de içinde 8 üye ise operasyona doğrudan katıldı. ABD Savunma Bakanı bir süre önce operasyona destek vermeyen ülkeleri -özellikle Almanya’yı- kelimenin gerçek anlamında, azarlarken, Türkiye’den de operasyona daha aktif katılmasını istedi. Muhtemelen bu istek, yerine getirilmiştir. Irak’ın işgalinden bu yana NATO içinde ortak bir fikir birliğinin olmadığı hep söylenegeldi. Libya operasyonunda NATO j ülkeleri arasındaki fikir ayrılıklarının daha da büyüdüğü anlaşılıyor. Son olarak NATO’nun kara harekât merkezinin İzmir’e taşınması ayrılığın fikir düzeyini aştığını gösteriyor. Öyle anlaşılıyor ki ABD, bir anlamda NATO içinde kendi NATO’sunu örgütlüyor. Bütün bu gelişmeler içinde dikkatlerden kaçan başka bir olay da, Montrö Anlaşması gereği Karadeniz’e girmesi yasak kapsamındaki ABD savaş gemisinin Karadeniz’e girmesi ve ABD’nin bu girişimini Rusya’nın ABD nezdinde protesto etmesidir. Anlaşılan, Türklerden başka herkes; Türkiye’nin, ABD’nin 51 ’inci eyaleti olduğunu bilerek hareket ediyor.
Bütün bunlar, Ortadoğu’da paylaşım / savaşının başladığını, Türkiye’nin de bu savaşın ; içinde olduğunu gösteriyor. Ancak savaşın başlamasıyla, tarafların karşılıklı olarak konumlanması ve savaş ilam aynı tarihi taşımıyor. Hatırlanacaktır; İkinci Paylaşım Savaşı’na start veren İtalya’nın Habeşistan’ı işgali ile savaş ilanı arasında dört yıllık bir süre vardı; aynı şekilde Hitler’in Çekoslovakya’yı işgali de savaş ilanından neredeyse iki sene önce gerçekleşti.
Libya ve Suriye ile birlikte, Ortadoğu’da savaş tamtamları çalmaya başlamıştır. Bu savaşın Libya ve Suriye ile de sınırlı kalmayacağı bir sır değildir. Türkiye’nin “sıfır sorun” listesinde Lübnan var, İran var, hatta Pakistan var. Savaşın seyrinin nasıl devam edeceği, uluslararası güç dengelerinde çıkarların çatışması veya birliğinin nelere yol açacağı, ittifakların nasıl biçimleneceği, bölge halklarının tepkilerinin hangi biçimlere bürüneceği vb. etkenler tarafından belirlenecektir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar, ekonomik ve siyasal durum da AKP hükümetinin bir savaş hükümeti olduğu yolundaki tespiti, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde doğruluyor.
Kürt halkının ulusal birliğini -bütün baskı ve engellemelere rağmen- seçim zaferiyle pekiştirmesi; Kürt sorununun artık “açılım”, “anayasal vatandaşlık”, “benim Kürt kardeşim” gibi sorunun özüne dokunmayan, inkâr ve imhayı içinde barındıran formüllerle çözülemeyeceğini göstermiştir. Kürt halkı; daha sert bir savaşı göğüsleyebilecek bilinç ve örgütlülüğe sahip olduğu gibi, siyasal haklar ve demokratik özerklik için daha büyük bedeller ödemeye de hazırdır. Devlet sürekli olarak AKP eliyle içeriği konusunda hiç kimsenin hiçbir şey bilmediği “Kürt açılımı” adı altında Kürt ve Türk halklarının çözüm özlemlerini sömürmekte; Kürt halkını oyalayarak, onun sabrını zorlamaktadır. Bu oyalama taktiği bir yanıyla Kürt halkının ulusal birliği, bilinç ve örgütlülüğü karşısında bir çaresizliği ifade etse de, diğer yanıyla Kürt halkına yönelik yeni bir planın hazırlanmakta olduğuna işaret ediyor.
Biliniyor, iç sorununu çözemeyen bir ülke dış savaşı, emperyalist bir savaşta rol üstlenmeyi göze alamaz ama en az bunun kadar doğru başka bir gerçek de, iç sorunu çözemeyen egemen gücün macera peşinde koştuğudur. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Türk burjuvazisinin bugünkü konumu bu ikinci eğilime denk düşüyor. Burjuvazi Kürt sorununu çözmüyor, çözemiyor. Çünkü Kürt halkı daha azıyla yetinemeyecek bir siyasallığa, ulusal birliğe, bilinç ve örgütlülüğe ulaşmıştır. Burjuvazi ise daha çoğunu vermeyi kendi sınıf temellerini sarsacağı korkusuyla göze almıyor, alamıyor. Demokratik özerklik çerçevesinde bir çözümün, Türkiye’de sınıf mücadelesine yeni bir ivme katacağını biliyor. Üstelik krizin büyüdüğü, Türkiye’nin en azından ekonomik bakımdan hızla Yunanistan’laştığı bir dönemde bunu göze alması olanaklı görünmüyor.
Aslında seçim sonuçları, Türk burjuvazisinin maceracı emperyalist heveslerini güçlendirirken, AKP’yi de tutamayacağı, tutmasının mümkün olmadığı “sivil bir anayasa” taahhüdünden de kurtarmıştır. Devletin seçim sonuçlarını savaş lehine kullanacağı, seçimden sonraki bu kısa süre içinde belli olmuştur. Kürt vekillerin bilerek ve isteyerek parlamento dışına itilmesi, hem devletin Kürt halkını oyalama taktiğinin ve hem de Kürt özgürlük hareketini tasfiyeye yönelik savaş planının bir parçasıdır. AKP’nin Kürt ulusal birliğinin mecliste temsil edilmesini bir pazarlık konusu, bir zaman kazanma fırsatı olarak kullanacağı hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açıktır.
ı Gelişmeler açık ve nettir. Türkiye içeride ve dışarıda bir savaş düzenine giriyor. Yapılması gereken de açık ve nettir. Kürt halkı üzerine düşeni yaptı ve yapmaya da devam ediyor. Varılan aşamada düğümün devrimci çözümünü tıkayan Kürt halkının kararlılığı ve mücadelesi değil, Türkiye sosyalist ve komünist hareketinin savrulmuşluğu ve dağınıklığı, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin geriliği ve örgütsüzlüğüdür. Türkiye sosyalist ve komünistleri sözün bittiği yerdedir. Artık dayanışma ve destekleme sözleri hiçbir şeyi halletmiyor. Çözüm kitlesel, bilinçli bir hareketin örgütlenmesini sağlayacak devrimci strateji ve taktiklerin adım adım örülmesindedir. Kitle vardır; Tekel eyleminin yarattığı etki ve 1 Mayıs 2011, kitlenin varlığının kanıtıdır. Sorun bu kitleyle birleşmenin, onlarla birlikte bilinçlenme ve örgütlenmenin yolunu bulmaktır. Bunun için ilk koşul, komünistlerin bilinçlenmesi ve örgütlenmesidir.
[*] Savaşın her somut evresinde çıkarlarla birlikte ittifakların da değişime açık olduğu unutulmamalıdır.