İç Güvenlik Paketi – Mustafa Özkan

Sınıf mücadelesi, artan risk ve olanaklarla yeni bir dönemin eşiğinden geçiyor. Kriz ve paylaşım savaşı kıskacındaki dünya kapitalizmi, geleceği için bir çıkış yolu arıyor. Alınan bütün önlemlere (parasal genişleme, faiz indirimleri, ücretler ve sosyal hakların budanması vb.) rağmen kriz derinleşme eğilimini koruyor. Bileşik kaplar misali, bir ülkede gerileyen kriz ötekinde büyüyor. 2014 yılı içinde ABD ve İngiliz ekonomilerinde kısmi bir düzelme olurken (bu iki ülkede büyüme oranları 2.9 ve 2.8 olarak gerçekleşti), diğer gelişmiş kapitalist ülkelerde, Almanya (1.9), Fransa (0.9), İtalya (0.6) ve Japonya’da (1.5) büyüme oranlarında ciddi gerilemeler yaşandı. Bir bütün olarak ele alındığında kriz ve istikrarsızlık, kapitalist dünyanın bir numaralı sorunu olmaya devam ediyor.

İşsizlikle birlikte gelir dağılımındaki uçurum büyüyor. Emperyalist devletlerle bağımlı devletler arasındaki ilişkiler gerginleşiyor. Biriken borçlar ödenemez boyutlara ulaşıyor. Başlangıçta krizi ‘geçici bir düzenleyici’ olarak gören burjuva uzmanlar şimdi ağız birliği yapmışçasına krizden çıkışın on yıllar alacağını açıklıyorlar.

Krizin de etkisiyle keskinleşen rekabet ve paylaşım, çeşitli biçimler altında ( mali, siyasi, askeri, diplomatik, istihbari vb.) büyüyerek sürüyor. Kuzey Afrika, Ortadoğu, Doğu Avrupa ve Pasifik, rekabetin ve savaşın kızışan alanları olma özelliğini koruyor.

Bu bölgelerde bugüne kadar yürütülen savaşların kapitalizmin hiçbir derdine çare olmadığı görüldü. Bu savaşlarla hiçbir emperyalist gücün lehine köklü dönüşümler sağlanamadı. Artık eski güç dengesi bozulmuştur. Savaşı salt bir olasılık olmaktan çıkaran ve büyüten de bozulan bu dengedir. ABD başkanının Kongre’den yeni savaş izni alması Irak, Suriye ve IŞİD’le sınırlı olmadığı gün gibi açıktır. Öte yandan Çin, deniz kuvvetlerine savaşa hazır ol emri veriyor, Ukrayna’da ise emperyalist güç odaklarının doğrudan karşı karşıya gelmesine yol açacak bir savaşın patlak vermesi an meselesidir. Savaşın hazırlığının en önemli göstergelerinden bir diğeri de kapitalist dünyanın bir bütün olarak silahlanma yarışı içine girmiş olmasıdır.

Derinleşen kriz ve artan savaş tehdidi altında kapitalist devletler arasındaki ilişkiler, güç – bağımlılık ekseninde yeniden kurulurken, dünya ölçüsünde ve her bir kapitalist ülke içinde sınıflar arasındaki ilişkiler de yeniden biçimleniyor. Egemen sınıfların yönetemezliğiyle, sömürülen ve ezilen sınıfların büyüyen hoşnutsuzluğu ve biriken öfkesi birlikte yol alıyor.

İşçi sınıfının geri bilinç ve örgütlülük düzeyi, sınıfların karşılıklı konumlanışı ve sınıf savaşının bugünkü durumunu belirliyor. İşçi sınıfı artan saldırılar karşısında geri bir konumdan, savunma pozisyonundan ileri geçemezken, burjuvazi bu durumdan da aldığı güçle işçi sınıfına abanıyor.

Burjuvazi elinde bulundurduğu olanaklarla, en başta da egemenlik aracı olan devletle, gelişen durumlara anında müdahale etmekle yetinmiyor. Sınıf mücadelesini bir bütün olarak ele alıp, ona ideolojik ve politik olarak kendi lehine yön vermeye çalışıyor. İşçi sınıfının bilimsel dünya görüşünün bütünlüğünü bozuyor, işçi örgütlerine el atıyor, provokasyonlar örgütlüyor, yasalar, “paketler” çıkartıyor. Bu anlamda günümüz burjuva devleti, sadece işçi sınıfının eylemine müdahale eden bir aygıt değil, aynı zamanda sınıf mücadelesi deneyimini biriktiren ve bu deneyimi kullanarak kendini yetkinleştiren, gelişmeleri önceden algılayan ve önlem alan, önleyici bir karşı devrim örgütlenmesidir.

Bu tablo dünya çapında bir emperyalist savaşla birlikte bir iç savaşı bağrında büyütüyor. Bugün kapitalist dünyanın hemen tümünde, en küçüğünden en güçlüsüne bütün ülkelerde işçi sınıfına karşı aynı tedbirlerin alınmasına yol açan bu tablodur. Bu tablonun taşıdığı devrimci dinamizmdir, barındırdığı potansiyel tehdittir.

Türkiye bu genel tablodan hem bulunduğu bölgenin bir paylaşım savaşı alanı olması ve bunun yarattığı gerilimler, hem de bir türlü denetim altına alınamayan Kürt Ulusal Mücadelesinin siyasal istikrarsızlaştırıcı etkisiyle olumsuz olarak ayrışıyor. Bölgedeki gelişmeler nedeniyle Türkiye ile emperyalist devletler, özellikle ABD arasındaki ilişkiler, diplomatik kuralları dışlayan kaba bir güç – bağımlılık ilişkisine oturmuş durumda. Kürt sorunuyla ilgili ‘önce çözüm’ söylemine rağmen bir milim yol alınmadığı da ortada.

Bunlara bir de ertelenen ekonomik sorunların istikrarsızlaştırıcı ağırlığı eklendiğinde, 2015’in Türk kapitalizmi için daha zorlu geçeceğini söylemek bir kehanet olmasa gerek.

Türkiye 2015 yılına artan dış politika sorunları,içte canlılığını koruyan, etkinliğini arttıran Kürt Ulusal Mücadelesi ve bozulan ekonomik dengeleri, düşen kalkınma hızı, büyüyen işsizlik, artan enflasyon ve devasa bir dış borç stokuyla giriyor.

— TUİK verilerine göre 2014’de % 10.7 olarak açıklanan işsizlik oranı gerçekte % 16 – 18 aralığında seyrediyor. Genç nüfusta ise oran % 20 – 25 düzeyinde.

— Yine TUİK’e göre % 9.8 olan enflasyonda da durum farklı değil; işçi ve emekçileri doğrudan ilgilendiren mutfak enflasyonu, açıklanan enflasyonun iki katı kadar (% 17 – 20)

— Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın verilerine göre 790 bin aile (yaklaşık 3.5 milyon kişi), ayda 340.-TL ve altında bir gelirle geçiniyor. Çalışanların % 70’i ise asgari ücret ve altında bir gelirle yaşamını sürdürüyor.

— Ücretlerdeki bu sefalete ağır, sağlıksız ve güvencesiz çalışma koşulları eşlik ediyor. İş cinayetlerinde dünya üçüncüsü olan Türkiye, Avrupa’da birinci sırayı işgal ediyor.

— Birleşik kaplar misali, ücretler düştükçe zenginlik de büyüyor. Nicelik olarak bunun tam tersi gerçekleşiyor. Milyonlarca işçi ve emekçi yoksullaştıkça toplumsal zenginlik bir avuç kapitalistin eline merkezileşiyor. Nüfusun % 10’u milli gelirin % 78’ini alırken geriye kalan %90’ın milli gelirden aldığı pay, % 22’de kalıyor.

— Buna karşılık devlete ödenen verginin ancak % 8.7’sini işverenler ödüyor. Bunun 2014 yılındaki toplam miktarı  31 milyar civarında; buna karşın işverenlerin aynı yıl içinde devletten vergi iadesi altında aldıkları miktar ise 29 milyarı buluyor. Bu rakamlar dikkate alındığında, devlete ödenen vergilerin hemen tümünü doğrudan, ya da dolaylı olarak işçi ve emekçilerin ödediği ortaya çıkıyor. Vergilerin bütçe adı altında yeniden burjuvaziye dağıtılması da ayrı bir durum.

— Birçok başka veriyle desteklenebilecek bu tablonun başka bir boyutu da Türk ekonomisinde gittikçe büyüyen kırılganlık ve bunun gebe olduğu yeni krizlerdir.

Yeni kriz en başta uzun yıllar Türk ekonomisinde lokomotif sektör rolünü üstlenen inşaat sektöründeki durumla ilgilidir. Dünyada en çok iş yapan 250 inşaat şirketi içinde 42 şirketle ikinci sırayı Türkiye’nin alması, bu sektörün Türk ekonomisinde üstlendiği rolün önemini ortaya koymaktadır. Ancak gelinen noktada gerek kaynak, gerekse sektörde yaşanan daralmaya bağlı olarak sektörün üstlendiği bu görevi devam ettirmede ciddi zorluklarla karşı karşıya kaldığını gösteriyor. Mali kaynak yetersizliği, yükselen konut fiyatları ve biriken konut stoku arasında sıkışan sektör, yeni bir krizin tetikleyicisi olma işaretleri veriyor.

Rantın dağılımının, rüşvet ve yolsuzluk ekonomisinin en önemli kaynaklarından da biri olan inşaat sektörünün sorunları, burjuva siyasette yeni bir çatışmanın da fitilini ateşledi. İktidar ve kişisel hesaplarını bu sektör üzerine kuran Erdoğan ve avenesi, sektörün canlandırılmasını nitelikli çoğunlukla iktidara gelmenin bir koşulu olarak görüyor. Bunun için canhıraş faizlerin düşürülmesini sağlıyor. Böylece hem zorda olan sektöre ucuz mali kaynak sağlanabilecek, ucuzlayan tüketici kredileriyle mevcut konut stoku eritilecek, hem de bu canlanma oya tahvil edilebilecek. Hesap budur. Bu hesap karşısında silikleşen Türk burjuvazisi bir köşede sinerken, hesabı uluslararası burjuvazi baltalıyor.

Erdoğan’la Merkez Bankası arasında bir düelloya dönüşen bu kavgada burjuvazi sesini kısıp bir kenarda otururken, görevi, ondan 390 milyar dolar alacaklı olan (bu miktarın % 25’ini bankaların borcu oluşturuyor) uluslararası sermaye üstleniyor. Yunanistan örneği henüz tazeliğini korurken, buna bir yenisinin eklenmemesi için harekete geçerek Merkez Bankası ve Babacan’a kol kanat geriyor.

Öyle ya da böyle, bu kavgadan ister Erdoğan galip çıksın, faizler düşürülerek sektörde, (ekonomide) oya tahvil edilebilecek geçici bir rahatlama sağlansın, ya da faizler yükseltilerek dış kaynak sorunu bu yolla çözülmeye çalışılsın, görünen 2015 ve 2016’nın Türkiye için ekonomik açıdan da çok zor geçeceğidir.

AKP’nin, iktidarını sürdürmesi için de ayrıca gereksinim duyduğu ve ‘ne olursa olsun’ çıkaracağını açıkladığı iç güvenlik paketinin arkasında bu siyasal ve ekonomik durum ve bunun barındırdığı, Kürt sorunundan kaynaklanan fiili ve işçi sınıfından kaynaklanabilecek potansiyel tehdit yatmaktadır. Yasanın çıkarılmasına verilen önem ve “çözüm” süreciyle birlikte ele alınması, tehlikenin ne ölçüde ciddiye alındığını göstermektedir.

Çıkartılmaya çalışılan paketin en önemli özelliği burjuvazinin sınır tanımaz sınıf diktatörlüğü ile bunun yasal biçimi arasındaki sınırların silikleştirilmesidir. Başka bir ifadeyle, egemenliği sınırlayan yasal engellerin aşılmasıdır. Tarihsel deneyimin de doğruladığı gibi, burjuvazi ne zaman mal ve can tehdidini birlikte yaşamaya başlamışsa, o zaman hep yasanın yerine çıplak terörü ikame etmiştir. İç güvenlik adı verilen paket, MİT yasasının bir devamı ve tamamlanmasıdır. MİT yasasıyla yasal zeminde operasyonel bir örgüt haline getirilen MİT’e, aynı zamanda toplumun çeşitli katmanları içinde (palalı, bıçaklı “esnaf” timleri gibi) paramiliter örgütlenmeler kurma  olanağı sağlandı. İç güvenlik yasası, aynı yasa tanımazlığı şimdi polis ve jandarma için düzenliyor. Valilere, kaymakamlara, polise ve jandarmaya verilen yeni yetkilerle, bu güçler adeta birer pratik yasa koyucu ve uygulayıcı haline getiriliyor.

Devlet, yasayla işçinin, emekçinin, halkın düşünce ve davranış biçimini düzenliyor. Ne düşünmesi, ne giymesi, ne konuşması, hangi sloganı, hangi pankartı taşıması vb. ile başlayan terbiye etme süreci, arama ve gözaltına almayla bir üst noktaya taşınıyor.

Polise verilen ve yasada 48 saatle sınırlandırıldığı belirtilen gözaltı yetkisi, tıpkı geçmişte yaşandığı gibi, tutukluların karakol karakol dolaştırılarak haftalara, aylara uzatılabilecektir. Böylece, işkence ile birlikte faili meçhuller de yasal bir çerçeveye oturtuluyor.

Kurgusu ve öngördükleriyle doğrudan doğruya bir iç savaşın düzenlenmesi olan bu paket sadece grevci işçileri, devrimcileri, komünistleri, ulusal haklarını savunan halkları hedef almıyor. HES’lere, madenlere, nükleer ve termik santrallere vb. karşı mücadele eden, suyuna, doğasına sahip çıkan köylüleri, ranta karşı mücadele eden kentlileri, yaşadıkları bölgelerden toplu konut, kentsel dönüşüm adı altında kovulmak istenenleri, kısaca hak arayan, hakkını korumaya kalkan, itiraz eden, tepki veren herkesi hedef alıyor.

Toplumun mutlak çoğunluğunun tepkisine yol açan da paketin bu tahripkâr ve keyfi özelliğidir. Bu tepkiler anlamlıdır ve bunları örgütlemek, büyütmek, devrimcilerin, komünistlerin görevidir. Ancak bunun yeterli olmayacağını görmek gerekiyor. Çünkü AKP her ne kadar, bugüne kadar yaptığı gibi, bu paketi kendi iktidarını korumak ve sağlamlaştırmak için muhaliflerine karşı kullanacaksa da, görülmesi gereken, paketin, burjuvazinin iç savaş hazırlığının gereği olduğudur.

İşçi sınıfı, emekçiler bugün burjuvazini dayattığı iç savaşa hazır olmasa da, hatta kendi istekleriyle burjuvaziye itaat ederek kendilerini bir iç savaş gücü olmaktan çıkarsalar da, hiçbir sınıfın gücü gelmekte olan emperyalist savaş ve iç savaşı engellemeye, yok saymaya yetmeyecektir. Protesto etmek, direnmek, daha büyük ölçüde direnmek gerekiyor. Ancak, yetmiyor. Görev, gelmekte olana hazırlanmaktır. Nazım Hikmet’in söylediği gibi “daveti, kabul etmektir.”

*Söz ve Eylem’in 40. sayısında yayınlanmıştır. (sayının tamamı)