Haziran’dan, Haziran’a

İşçi sınıfının mücadele tarihi, görkemli ama bir o kadar da sonuçsuz kalan, yenilgiyle sonuçlanan çıkışlarla doludur. Sınıf mücadelesinde nispeten uzun bir birikim döneminin ardından ortaya çıkan bu patlamaların ortak özelliği, kendiliğinden bir karaktere sahip olmalarıdır. Burada kendiliğindenlik nitelemesini belirleyen şey, patlak veren ayaklanma veya başkaldırıların genel olarak bilinç ve örgütlülükten yoksun oluşu değil -tersine bu tür kendiliğinden ayaklanmalar, ortaya çıktıkları koşullara uygun olarak belirli bir bilinç ve örgütlülüğe sahiptirler- devrimci bilinç ve örgüt eksikliğini ifade eder. Çoğu durumda ayaklanmaların zaferle sonuçlanamamasının başlıca nedeni de bu devrimci bilinç ve örgüt yoksunluğudur.

Türkiye işçi sınıfının bu tarzda ilk ayaklanması 15 Haziran 1970’te gerçekleşti; işçi sınıfı yok edilmek istenen sendikal haklarını savunmak için DİSK’in çağrısıyla sokağa indi. 16 Haziran’da eylem fabrika işgalleri ve yürüyüşlerle bütün işçi sınıfını kapsayarak, gençlerin ve emekçilerin katılımıyla bir ayaklanmaya dönüştü. Marks’ın Komünarlar için söylediğini tekrarlarsak, Türkiye işçi sınıfı uzun bir tarihsel susturulmuşluğun ardından “göğün fethine çıktı”. Burjuvazi, işçi sınıfının ayaklanmasına korku ve panik içinde iç savaş düzeni alarak karşılık verdi. Ağır silahlar (tanklar ve toplar) ila donatılmış ordu ve polis birliklerini işçi sınıfının üzerine sürdü. İstanbul abluka altına alındı, sokaklarda barikatlar kuruldu. Köprüler açıldı, vapur seferleri durduruldu. İşçiler, onca hazırlıksızlık içinde hemen her noktada barikatlara saldırdılar, birçok barikatı yerle bir ettiler. İstanbul halkını ve devrimci gençleri arkalarına alan işçiler, zaferin gerektirdiği kararlılığı ve cesareti her yerde ortaya koydular; ne var ki bütün bunlara rağmen daha ileri gidebilecek devrimci bir bilince, en önemlisi de devrimci bir hazırlığa sahip değillerdi. DİSK, ayaklanmaya dönüşen eylem karşısında çaresizdi. Eksik olan, her kendiliğinden eylemde olduğu gibi ,eylemi ileriye itecek, zafere taşıyacak devrimci bilinç ve siyasal örgüttü. Bu eksiklik, fırtına gibi başlayan ayaklanmanın aynı hızla geri çekilmesine yol açtı. Geri çekilmeye yol açan, ayaklanmayı başarısız kılan; burjuvazinin gücünden çok, işçi sınıfının her bakımdan içinde bulunduğu yetmezliklerdi.

2. Haziran Başkaldırısı ise birincisinden oldukça faklı koşullar altında, tam 43 yıl sonra gerçekleşti. ‘Beklenmedik’ patlama, kısa sürede bir başkaldırıya dönüştü. On binlerce kadın ve erkeğin Taksim’i işgali ile başlayan eylem, milyonları örgütleyerek tüm ülkeye yayıldı.

Bu başkaldırıyla ilgili bugüne kadar çok şey yazıldı ve daha çok şey yazılacak. Söz ve Eylem, başkaldırının bütün gücüyle sürdüğü günlerde başkaldırıyı tek cümleyle korku duvarının parçalanması, devrimin kanat çırpışı ve sınıf mücadelesinde bir eşiğin aşılması olarak değerlendirdi.

Kendiliğindenlik ortak paydalarına rağmen her iki ayaklanma; ortaya çıktıkları koşullar, hareket ettirici güçleri, bileşimleri, hedefleri ve sınıf mücadelesi içindeki yerleriyle önemli farklılıklar göstermektedir. Her şeyden önce 15-16 Haziran; sınıf mücadelesinin yükseldiği, işçi grevlerinin birbirini tetiklediği, birbirine eklemlendiği, fabrika ve toprak işgallerinin sürdüğü, gençlik hareketinin geliştiği bir dönemde ortaya çıkmıştır. 2013 Haziranı ise sınıf mücadelesinin henüz kendine bir çıkış noktası aradığı koşullarda patlak verdi. Bu durum, başkaldırının sınıfsal bileşimi ve niteliğini de etkiledi. Örgütsüz ve deneyimsiz milyonların cesaretleri, düzen sınırlarını aşmaya yetmedi.

İkincisi; 15-16 Haziran hem sınıfsal bileşimi, hedefleri ve mücadele biçimleriyle tipik bir proleter karaktere sahipti. Hareketi başlatan da, onu ayaklanmaya dönüştüren de, bizzat işçi sınıfının ta kendisi idi. Ayaklanma, sanayi proletaryasının damgasını taşıyordu. Temel mücadele biçimlerini ise grev, fabrika işgali ve fabrikalardan şehrin merkezine doğru yürüyüşler oluşturmaktaydı.

2013 Haziranı, bileşimi, hedefleri ve mücadele yöntemleriyle farklı bir yerde duruyor. Düzene karşı açık bir tepkiyi ifade etmekten ziyade, siyasal iktidara ve onun uygulamalarına karşı bir tepki olarak gelişti. Ve mücadele süreci boyunca bu özelliğini aşamadı. İşçiler, birey olarak başkaldıranların çoğunluğunu oluştursa da, sınıf olarak hiçbir görünürlüğe sahip değillerdi. 1970’te ayaklanmanın ana gücünü oluşturan sanayi proletaryası ise adeta kendisini ‘yok yazdırmıştı’. Başkaldıranların çoğunluğunu oluşturan işçiler ise 1980 sonrası hızlı proleterleşme sürecinin ortaya çıkardığı ve “güvencesiz” olarak nitelendirilen yeni ve deneyimsiz işçileri ve işsizler oluşturmaktaydı. Bu anlamda başkaldırı; güvencesizlerin sınıf mücadelesinde sınıfsal kimlik edinme ve bu mücadeleye katılma süreci olarak da görülebilir.

1970 ayaklanması karşısında iç savaş konumu alan burjuvazinin, 2013’de başkaldırıya doludizgin saldıran iktidara ‘itidal’ çağrısı yapması, bu iki başkaldırı arasındaki nitelik farkını başka bir açıdan doğrulamaktadır. Ancak bu durum 2013 Haziranının sınıf mücadelesi açısından taşıdığı önemi azaltmaz, onun bir cesaret devrimi olduğu gerçeğini değiştirmez. 2013 Haziranı o çok uzaklara, Kaf Dağı’nın arkasına atılan devrimin güncelliğini hatırlattı.

Kendiliğinden ayaklanmalar, isyanlar, başkaldırılar kapitalizmin değişmez gerçekleridir. Bu gerçeği devrimci bir biçimde ele almamak, kendiliğindenliğin büyüsüne kapılıp kendinden geçmemek kadar, bu eylemlerin ortaya çıkardığı devrimci enerjiyi görememek de aynı savrulmanın iki farklı yüzdür. Kimi sosyalist çevrelerin, adeta kendi güçsüzlüğünü gizlemenin bir yolu olarak başvurduğu, Haziran Başkaldırısı’nın “doğrudan demokrasi” ya da komün olarak nitelendirilmesi bu savrulmanın tipik örnekleridir. Doğrudan demokrasi söylemiyle örgütsüzlük ve örgütten kaçış kutsanırken, komün nitelemesiyle komünün bir devlet olduğu gerçeği atlanarak, bu devrimci temel kavram dayanışmayla özdeşleştirilmektedir.

Kapitalizm kendi işleyişi içinde her gün, her saat yeni patlamaları biriktirmektedir. Sürmekte olan kriz ve savaş hazırlığı, bu birikimi daha da büyütmektedir. Bu koşullarda devrimci hazırlığın önemi kat ve kat artıyor. Sınıf mücadelesi elbette fırtına beklentisi üzerine kurulamaz. Ancak fırtına gelecektir. En temel ”DEVRİMCİ GÖREV” ise fırtınalı günleri beklemek değil, fırtınaya hazırlanmaktır. Devrimin güncelliğinin gereği budur.