Fatsa insanı, yalçın dağlar ve hırçın dalgaların etkisiyle olsa gerek, çabuk parlayıp, tez sakinleşen bir yapıya sahiptir. Fatsa tarihi, bilinen ve bilinmeyen birçok başkaldırıların yaşandığı güzelleme öyküleriyle bezenmiştir. Askerde sevgilisine göz koyanlardan hesap sormak için dağa çıkanlardan; yoksula zulmedenlerin zalimliklerine son vermek için isyan ateşi yakan insan öyküleriyle bilinir Fatsa…. Kem gözle bakılmaz kimsenin kadınına kızına.. Bakan cezalandırılır on yıllar yatma pahasına. Ama zalimlerin zalimliklerine son vermek için genellikle dağa çıkılır, zalimlerin sonu gelince teslim olmak yerine vuruşarak ölünür de. Öldürenlerin bile ağıt yaktığı bir efsane olur başkaldıranlar. Karadeniz dağları kolay kolay vermez kaçağı. Yemyeşil bir örtüyle kucaklar isyancıları.. Ama kalleş muhbirler de vardır, hiç bir zaman jurnal verdiklerine bile yaranamayan.. İşte böyle bir yöredir bu sıralar suskun ve mağrur bekleyiş içinde bekleyen olan Fatsa….
1968 uyanışından önce Fatsa’da hesaplaşmalar, meydandaki kavlan ağacının dibinde olurdu. Pusuya düşene ağlanır, mertçe vuruşana methiyeler düzülürdü. Alevi’si, Sünni’si yaşayan ilçede birde, Türkü, Türk’ten daha çok milliyetçi olan Gürcü’sü vardı Fatsa’nın. Önemli bir çatışma olmamasına rağmen, bu gruplar kendi mevzilerinde yaşıyor gibi konumlanmışlardı. Aleviler Yavuz katliamlarının etkisiyle olsa gerek, ilçeye hakim, 2 km’den geleni görebilecekleri, kartal yuvası Çullu’da yoğunlaşmış; Gürcüler ise Kabakdağı ve çevresiyle anılır olmuştu. Her hangi bir vesileyle bir Türk ile Gürcü’nün uyuşmazlığı, nedeni ne olursa olsun, tüm Türk ve Gürcüleri ilgilendiriyordu. Alevi inançlarına kabaca saldırılar dışında fazlaca karışan yoktu, çünkü inançlarını evlerinin dışına taşıyamıyorlardı. Kadın erkek ilişkileri bildik Karadeniz insanında olduğu gibi erkekler bir iş tutar, kadınlar her işi yapar geleneğiydi.
İşte bu ortamda Başta Fikri Sönmez olmak üzere, arkadaşları Fatsa’da önce TİP, sonrada Dev- Genç saflarında yer almış birer halk kahramanlarıdır. Efsane bu sefer bireysel ilişkilerden kopup, toplumsallaşmıştır. Mahir Çayan ve yoldaşlarının Karadeniz’e açılmasına vesile olan Fikri Sönmez, onların katledilişlerinden sonra, işkencelerden geçip 1974 affıyla dışarı çıkmıştır. Fikri Sönmez ilkokuldan sonra terzi çıraklığından ustalığa terfi eden bir emekçidir. Bu da o yıllarda az olsalar da toplumun her kesimine hitap eden bir devrimci insanlar figürü olduğunun göstergesidir aslında.. Ve bu tür insanlar işkence tezgahlarından sonra kenara çekilip nadim olma yerine, savaşıma bıraktığı yerden devam eder… Bu tüm örgütler için böyledir. Özellikle işçi sınıfı ve emekçi yığınlara dayanan üye profiline sahip örgütlenmeler yaşama devam ederken, günlük işlerle uğraşan cengaverler yetiştiren örgütler ya yok olmuşlar, ya da oldukları yerde saymaya devam etmişlerdir… Fikri Sönmez bu yapısından dolayı, bildik militan devrimcilerden değildir. Daha çok içinden çıktığı halka benzeyen ve dolayısıyla onun istemlerini iyi algılayan bir kişiliktir. Elbette başarılarında bağlı bulunduğu DEV-YOL’un önemi az değildir.
Fatsa, bu örgütlülük sayesinde, Aleviliği, Sünniliği, Türklüğü, Gürcülüğü unutup, devrimciliği veya karşı devrimciliği öğrenmiştir. Fatsa’da yaşamak için devrimci olmak veya olmamak önemli değildir, önemli olan kimseye zulmetmemektir aslında. Fatsa’da özellikle faşistlerin olmamasının asıl nedeni, baskılardan ziyade, korkulardan kaynaklanmaktadır. O yıllar Fatsa’da oturup tartışılmayacak hiç bir konu yoktur aslında…Yer yer bazı heyecanlı gençlerin fevri davranışları ve provokatörlerin provokasyonları dışında Fatsa öyle anlatıldığı gibi kan gövdeyi götüren bir yer de değildi. Kavlan ağacı dibinde sıradan cinayetler de işlenmiyordu artık.. Gürcüler biraz mesafeli duruyorlardı. Çünkü gün gelir devlet hesabını sormaya kalkışır, bir de farklı bir halk oldukları anlaşılır diye…Türk milliyetçiliğine heveslenenler onlarda daha çoğunluktaydı. Ama her şeye karşın büyük bir taraftar toplamıştı DEV-YOL Fatsa’da…Halk desteğini de ardına alarak. Yalnızca karaborsacılar, katiller, faizden para kazanan tefecilerin işine gelmiyordu bu yaşam biçimi. Bu örgütlenmeler sürerken Fatsa’nın belediye başkanının ölmesi nedeniyle ara seçimler yapıldı ve14 Ekim 1979’da Fikri Sönmez belediye başkanı seçildi..
Fikri Sönmez Başkan seçildikten sonra belediyeyi tek başına yönetme yerine komitelerle yönetmeye başladı. Komiteleri mahalleler seçiyor, seçilenlerin kimliği pek de önemsenmiyordu. Nasılsa, yanlış yapan görevden geri çağrılabiliyordu. Bildiğim kadarıyla yanlış yapan da, geri çağrılan da olmadı. Bildik belediyecilik faaliyetleri, özellikle ünlü çamura son kampanyaları gönüllülük temelinde imece usulüyle yapılıyordu. Bu imeceye yalnızca Fatsalılar değil, herkes katılıyor, katılanlar da imece usulü konuk ediliyordu. Fatsa özel bir toplumsal yaşam denemesine başlamıştı artık. Belediyecilik faaliyetlerinin dışında, toplumsal ilişkiler de çözüme kavuşuyordu artık. Örneğin, Ocak – Şubat aylarında halka yüksek faizli para verip, fındık zamanı fındığına el koymalara son verilmişti. Halk ise istenmemesine karşın ihtiyaçlarda kullanılması için gönlünden koptuğunca fındık başta olmak üzere fonlara yardımlar sağlıyordu. Yokluklar ülkesi Türkiye’nin Fatsa’sında, depolar açılmış, ürünlerin değeriyle halka satılması zorunlu hale getirmişti. Küslükler büyük bir hızla halledilmeye başlanmıştı. Koca dayaklarını sonlandırmak için kadınlar ön plana çıkarılmış; öz güven aşılanmıştı. En önemlisi de Fikri Sönmez’in bir yanı Gürcü oluşu nedeniyle Gürcü halk üzerinde de etki oluşturmuştu. Aleviler zaten Fikri Sönmez’in yoldaşıydı… İşte Faşist çetelerin ülkeyi kan gölüne döndürdüğü o yıllarda, yörede olaylar olmadığı halde, sanki siyasi cinayetlerin had safhada olduğu, insanların birbirlerini boğazladığı bir yer gibi gösteriliyordu Fatsa. Onun içindir ki 12 Eylül öncesi temizlik istiyordu paşalar ve maşalar… 8 Temmuz da asker sevk edildi, askerlerin bir bölümü yöreyi bilen muhbirlerdi. Vali zaten bildik Ordu valisi.. Reşat Akkaya..11 Temmuz’da saldırı başladı. Kaçabilen kaçtı.. Fikri Sönmez dahil bir çok insan tutuklandı. Et Balık Kurumunun dili olsa da konuşsa.. Böylece 12 Eylül faşist diktatörlüğüne varıldı. Dağda güz yapraklarının bile ele vermediklerini muhbirler gösterdi… Çatışmalar.. Ölü ve yaralı ele geçirmeler.. Yaralılara insanlık dışı işkenceler.. Çözülenler.. Direnenler.. Ama hep yarattıklarının korunup korunmadığını merak edenler…Yok olduğunu duyunca, görünce bir kat daha kahrolanlar..
İşte böyle bir deneyimdir Fatsa.. Ama önemli bir deneyimdir…Bizler iyi niyetimiz ve tüm çabalarımıza rağmen oluşturduğumuz güzel şeyleri savunabilmemiz için onu koruyacak mekanizmayı kuramadığımız sürece, gelirler alırlar. Çamurları yok etmek için bizimle yarışan halkımız güç karşısında geri çekilmekten bile öteye geçebilir. Tüm iyi şeyleri, öyle bir karalarlar ki, karalamalara inanlar bile şaşar kalır. Sonunda Fikri Sönmez, özgürleştirmek için uğraştığı ülkesinin bir parçasında uygulamaya koyduğu özgürlüğü tam yaşayamadan, zindanlarında tutsak edilir. Ve tutsak olarak yıldızlara uğurlanırken bile ölüm törenine müdahale edildi. bir avuç korkusuz insan ve yüzlerce çok özel timin hazır olduğu bir tören yapıldı ..Tefeciden kurtardığı Dursun cesaret edememiştir onu uğurlamaya…Temel yine ne yapacağını bilmeden ağlar, başını almış ellerinin arasına.. Fatma koca dayağından kendini kurtaran adamı uğurlayamamıştır örneğin… Kezban tekrar evine kapanmıştır, kadın olduğu için.. Çocuklar yine ölecektir.. İlaçsız susuz. Belediye hizmetleri fahiş fiyatlarla yapılacaktır artık. Tefecilere Ocak ve Şubat aylarında milli şuurla paralar verecektir bankalarımız.. Eylülde iki katını almak üzere üreticiye dağıtılmak için..
Şimdilerde Fatsa, ülkenin herhangi bir yerinden farksız. Karadeniz oto yolu adı altında doğa katlediliyor ses yok. AVM’ ler açılıyor sanki övünülesi bir şey gibi. Sanki dağlarından devrimci fışkıran o topraklardan eser kalmamış ..Eskiyi bilenlere zaman tünelinden birileri gelmiş ve gitmişler gibi geliyor.. İnsanın aklı almıyor…Nereye gitti o insanlar…Nerede yarattıkları uğruna can vermeyi göze alan insanlar, hepsi öldürülmedi ya.. Yaşayanlar nerede diyesi geliyor insanın.. Sanırım umut tükenince böyle oluyor,,,
12 Eylül faşizminden sonra böyle deney ve ayaklanmalar pek yaşanmadı Kürt coğrafyası dışında. Kürtler de, ölüm dışı bir olanaklarının olmadığını bildiklerinden ölümüne savaşım içine girdiler. Ama tüm isyanları barbarlık dahil tüm iğrençlikler sergilenerek bastırıldı. Ara sıra işçi eylemleri düzenlenip, Ankara yürüyüşleri örgütlendi ama hepsi geri püskürtülüp, kazanımları da daha gerilere çekerek kazançlı çıktı burjuvazi.. Hele bir de AKP iktidarı geldi ki ölü toprağının en kalını örtüldü üzerine insanların..Ta ki Gezi ayaklanmalarına dek. O da örgütlülüğümüzün en cılız dönemine denk geldiği için, barbarca bastırıldı. Çünkü bu başkaldırının amacını ona katılanların büyük çoğunluğu bilmiyordu bile.. “Artık bıktık” iç güdüsünün dışa vurumuydu başkaldırının asıl teması.. Öyle bir mecraya sokuldu ki başkaldırı, sığ bir AKP karşıtlığına kadar indirgendi. Böyle olunca da itibarsızlaştırmak kolay oldu. Öyle bir seçeneksizlik üretildi ki, böylece onun yerine konulacakların itibarı tartışılmaya başlandı. Oysa öncekilerde olduğu gibi bu, kahrolası burjuva sisteminin nefes borularına kadar tıkadığı bir tıkanıklığın patlamasıydı. O patlamayı doğru yere evirmek örgütlülüğün üst düzeyde olmasından geçiyordu.
Yine son yıllarda, batıda az da olsa Kürt bölgesinde belli bir yoğunluğa ulaşan, seçimle iş başına gelen, belediye örnekleri var. Ama bir kısım şekli farklılıklar dışında bir farklılığın olmadığı gibi, olmasına da izin verilmediği aşikar. Örneğin, Yılmaz Topaloğlu’nun Hopa’sında başkanın kapılarını açık bırakıp, herkesin sorunlarını yüz yüze almak dışında yapabildikleri tartışılır. Çamlıhemşin’de, kadınları “özgürleştirmek” için ev pansiyonculuğu kampanyası bile, ikinci dönem seçilmeye yetmez. İki ilçede de 30 Martta belediyeyi AKP kazandı. Yeni seçilen belde ve ilçe belediyeleri var yine çeşitli sol partilere ait. Ama sonunda onların da yapacakları belli. Çünkü nihai hedef olan iktidarı ele geçirmeden, bu tür kazanımları yaşayamayacakları aşikar…
Bunların bize öğrettikleri, güzellikleri üretmek yetmiyor onu korumak gerek. Korumak için de taraf olup, ona göre yaşamak gerek. Bu taraf olma ilişkisi sınıf ilişkisinin ta kendisidir. Öyleyse şunu iyi bilmeliyiz ki burjuvazi kendi mevzilerini korumak için yasalar, engeller oluşturuyorsa, bu engelleri günün koşulları doğrultusunda acımasızlıklara vardırabiliyorsa, işçi sınıfı da mücadelesini bu bilinçle yapıp, mevzilerini koşullara göre korumasını bilmelidir. Bizim bu konuda bir yığın deneyimlerimiz var. Paris Komünü, Şili, Sovyetler…v.b. Bu örnekler de bize gösteriyor ki kazanımlar ideolojik ve askersel yöntemlerle korunmadığı sürece, yok oluyor. Durum buysa burjuva diktatörlüğünün karşıtı, proletarya diktatörlüğüdür. Başkaca bir yol yok gözüküyor. Sınıfsız sömürüsüz bir dünyayı oluşturmak için, öncelikli ödevimiz, ilk kazanımlarımızı koruyacak sistemi oluşturmak zorundayız. Yoksa Paris Komününün, Allende iktidarının, Sovyetler Birliğinin, hatta Fatsa’nın tadı damağımızda kalır. Dolayısıyla da Gezi’leri bir yere evirme güçlüğü çekeriz.
Öyleyse Tek yol Sosyalist Devrim’dir. Başka yollar işçi sınıfının özgürleşmesini sağlayamayacaktır. Dolayısıyla da kazanımları yok etmek burjuvazi için çok kolay olacaktır.