‘‘Evladımı da, Onlarca Arkadaşını da Katleden Vahşi Kapitalizmdir.” – Sinan Taştan

16 Mayıs akşamı Boğaziçi Üniversitesinden 140 civarı öğrenci  ve çalışan ile okul önünde bir basın açıklaması yaptıktan sonra katliamın yaşandığı bölgeye hareket ettik. 3 otobüs halinde Soma, Kınık ve Savaştepe’ye dağıldık. Kınık’a giderken yol üstünde polis noktaları vardı, bölgeye giren her yol onlarca polis-jandarma tarafından tutulmuştu. AKP’nin meseleyi bir an evvel yayılmadan-duyulmadan, gerçekleri açığa çıkmadan tipik baskı yöntemleriyle hafızalardan silme girişimine tanık olduk.

Diğer bölgelere giden arkadaşların aksine Kınık merkezde oldukça iyi karşılandık (Soma’da ve bazı köylerde, polis ve yer yer bölge halkı tarafından taciz edilme ve ilçeden zorla çıkartılma gibi durumlar yaşanmış). Kınık’a vardığımızda çevremizi insanlar sardı, çay ikramları ve taziyelerin ardından dağıldık.

Dağıldığımız esnada bütün heyecanıyla bize bir şeyler anlatan bir gençle tanıştık. İsmini bilmediğimiz işçi, olayın hemen akabinde maskesiz biçimde madene giriyor. İçeride amcasının oğlu var. Onu alıp çıkıyor; kurtarıyor. Anlatırken sevinçten elleri titriyor ve gözleri parlıyordu. Bölgede duyduğumuz tek iyi haber buydu.

Kınık merkezde yanımızda bir maden işçisi ile birlikte cenaze evlerine gittik. İlk gittiğimiz ev Ergün adlı genç madencinin eviydi. Öldüğü günün ertesinde eşi doğum yapan, çocuğunu hiç göremeden ölen madenci. Annesi ‘‘Oğlum iki haftadır işe giderken benimle helalleşiyordu. Kaza olacağını sezmişti, oğlumu dinlemediler, sonunda cenazesi geldi oğlumun’’ diyor. Babası daha metin, bütün yıkılmışlığına rağmen, ‘‘Çocuklar’’ diyor, ‘‘Evladımı da onlarca arkadaşını da katleden kaza değildir. Vahşi kapitalizmdir. Patronların kâr hırsıdır. Sendikalar yozlaşmıştır. Hepsi sarı sendikadır. İşçiyi savunmazlar. Bu sömürü düzenidir. Eğer bir şey yapılmazsa, benim evladım gibi çok evlat ölür.’‘60’ında şeker hastası baba. “Şeker hastası olmasam, Gezi’de de sokağa çıkacaktım” diye de ekliyor.

Sonradan gittiğimiz evlerde de durum farklı değil. Öldüğü için evinin sıvası yarım kalan bir işçinin evine gidiyoruz. Geride yalnız karısı ve annesi kalmış. Kimseleri yok. İçerde 70’ini aşkın bir amca, ‘‘Kapitalist burjuvaların kâr hırsı evlatlarımızın sonu oldu’’ diyor. Evlerde ağıt yakan kadınlar var. “3 kuruş için cehenneme giren evlatlarımız dönemedi” diyorlar.

Başka bir cenaze evinde AKP’li belediye başkanının Alevi ailelere taziyeye gelmediğini öğreniyoruz. Madencinin babası suskun. Bir sigarası bitmeden usulca diğerini yakıyor. Tam kalkacakken madencinin yeğeni ağlıyor. 5- 6 yaşlarında bir çocuk. O ağlayınca yaşlı dedesi de ağlıyor. Oradan da çıkıyoruz.

Diğer evlerde bize soruyorlar: ‘’Ne yapalım çocuklar? Nasıl hesap soralım? Nasıl mücadele edelim?” diyorlar. ‘‘Siz yaparsınız. Siz mücadele edersiniz ama sizi de vururlar oğlum, Gezi’de sizi öldürdüler, burada bizi öldürdüler. Ama siz mücadele ederseniz biz arkanızdayız.’’ diyorlar. “Bu yaptıkları zulümdür, bu zulmü nasıl yeneceğiz?” diyip yine kendileri cevaplıyorlar, “elbet bunlar da yenilecek!”

Bütün evlerde benzer şekilde karşılanıyoruz. Olayın kaza olmadığını duyuyoruz sürekli. Cenaze evine dönen koca ilçede tek kelime duyuyoruz: Katliam. Katliamın sebeplerini de, ölülerinin kanıyla kimlerin zenginliğine zenginlik kattığını da biliyorlar. Fakat o madene yeniden girmek zorunda olduklarını da biliyorlar. İlçenin gelir kaynağı maden. Hepsi madene bağlı, hepsi borç içinde. Yani bir taraftan bu düzene, ölümlere, çalışma şartlarına isyan ederken, diğer yandan da başka türlü yaşayamayacaklarını biliyorlar.

‘‘Tütün ekemeyiz, zeytin dikemeyiz. Tarımı bitirdiler, madene mahkûmuz. Orası da olmazsa aç kalırız. Hepimizin borcu var, yoksuluz.” diyor bir ana. Ayda 1000 lira alıp 750’siyle borç ödeyen aileler var. Kadınların çalışma alanı yok. Herşey madende.

Taziyelerden sonra bize rehberlik eden, başka bir madende (İmbat Madencilik) çalışan işçiyle konuşuyoruz. Uzun uzun anlatıyor:

“Suriyeli işçi çalıştırıldığını söylüyorlar da, biz öyle bir şey görmedik, olsa duyardık. Çocuk işçi de yok.” diyor İstanbul’da böyle bir söylenti olduğunu söylediğimizde.  Sonra devam ediyor:

‘’4 çocuğum var. Eşim çalışmıyor. Madene mahkûmuz. Madene girmeyip ne yapayım? Hırsızlık mı yapayım, banka mı soyayım?… Sendikalar yozlaşmış, hiçbiri işçinin çıkarına çalışmaz, hepsi patronla anlaşır. Başka biri sendikada görev almak isterse vermezler, tehdit ederler. O kadar hukuksuzluk var, sendika birine söz etmez. Vardiyadan biraz erken çıktın mı yevmiyeni keserler. AKP mitingine götürüler, zorla. Yemeğini verirler, 60 lira da yevmiye, neymiş; ‘başbakan gelecek’. Öyle götürürler işçiyi. Kızsa da, sövse de gider… Burada çok sömürü var, hem madene mahkûmuz, hem de köle gibi çalışıyoruz, bu işçilik değil, kölelik…’’

Olayın ardından madene hemen sokulmadıklarını söylüyor işçi: ‘‘Gece hiçbirimizi almadılar. Eve döndüm, gözüme uyku girmedi, sabah döndüm geri. Kurtarmaya girenlerimizi, çıkarken yaralı diye saydılar. Ölülere de oksijen tüpü taktılar. Sayıyı gizlemeye çalıştılar…’’. Girdikten sonrasını da anlatıyor: ‘‘yüzden fazla ölü vardı. Ölüleri bıraktık, yaralı varsa onu kurtaralım diye. Bütün ölülerin yüzü şişmiş, bazıları kısmen yanmış. Abdest almaya çalışırken ölen var. Dua ederken elleri açık ölenler… Eli belindeki ekmekte kalan ölüler. Garibim ölmeden iki lokma ekmek mi yemek istedi nedir. Aşağıda zeminde su olan yerler var, 2 – 3 karış. Bir arkadaşımız dumandan kurtulmak için midir, hızlı ölmek için midir, kafasını o suya sokmuş. Öyle ölmüş; boğularak. Yani hepsi çırpınmış, ama hiçbirini kurtaramadık.’’

Madende normal çalışma şartlarını anlatıyor, başbakan haklı, 1800’lerde böyle ölümler oluyordu derken. Biz de 1800’lerde gibiyiz diyor. Madeni anlatıyor sonra: ‘’Aşağıda fareler var. Yemeğini yedi mi açsın. Aşağısı cehennem; susarsın ama kardeş kardeşten suyunu kıskanır. Veremez. Madenci çok susar… Çalışırken sürekli baskı yaparlar, daha çok çalıştırırlar, izin alamazsın.’’ Bahsettiği olayı yaşayan başka bir işçi anlatıyor; gözünün altında bir yara çıkıyor, doktora gidip rapor almaya çalışıyor işten atılmamak için, doktor pek de umursamayarak ‘’bu iş kazası değil.’’ diyerek raporu vermiyor. Ardından raporu güç bela alıyor. Fakat işe gitmediği 10 gün sebep gösterilerek işten atılıyor.

Ardından bize yardımcı olan işçiyle vedalaştık. İlçe merkezindeki kahvede oturanlarla konuştuk. Görüştüğümüz insanların çoğu Alevi’ydi. Zaten öfke duydukları AKP iktidarının katliamdaki rolü ve ardından geliştirdiği tavır insanları isyan ettirmiş vaziyetteydi.

Biz ilçeden ayrılırken, saat 7’de bir eylem yapılacaktı. Orada kalmamamızın daha sağlıklı olacağına karar verdik. Zira Kınıklıların kendiliğinden yaptığı eylem başarılı bir biçimde gerçekleşti. (orada olmamızın kitlede provokasyon korkusu yaratabileceği, polisin saldırı bahanesi olabileceği ihtimalleriyle erken ayrıldık).

Gidip gördüklerimiz bir trajedinin, toplumsal bir yıkıntının izleri olsa da, olayın salt duygusal bir mesele olmadığını görmek gerek. Bunu olayın özneleri zaten görüyor. Acıları gibi, acılarıyla büyüttükleri öfkeleri de var. Ölümler olmadan önce nasıl sömürüye maruz kaldıklarını da biliyorlar. Bize ‘ücretli kölelik’ düzeninde yaşadığımızdan bahsediyorlar. Yani hiçbiri kader deyip geçmiyor. Hepsi olayın cinayet olduğunu, bu cinayetin sıradan bir cinayet değil, politik bir cinayet olduğunu ve faillerinin patronlar ve onları korumak için var olan devlet-AKP olduğunu söylüyorlar.

Soma ve bölgenin gerisinde yaşananlar, aslında her gün yaşanıyor. Tuzla’da kum torbası yerine kullanılan işçiler gemilerden düşüp ölüyor. 13 yaşındaki çocukların kafası pres makinesine sıkışıyor. Esenyurt’ta inşaat işçileri kaldıkları çadırda yanıyor. Bağcılar’da 7 kadın sele kapılan, penceresiz kamyonetin yük taşınan bölümünde ölüyor. Yani işçiler her gün bir yerlerde ölüyor. Maden katliamının bu kadar tepki çekmesinin nedeni bunca insanın bir anda ölmesi, bu topraklarda görülmemiş bir katliam olmasıdır. Oysa bir kaç yıl evvel Zonguldak’ta 30 işçiyi öldüren patlamayı bugün kimse konuşmuyor.

Başbakan ölüm bu mesleğin fıtratında var derken konuşmasını eksik bırakıyor: ‘‘işçi katletmek kapitalizmin fıtratında var!’’ Bu ölümleri durdurmak kolay, sürekli Avrupa örnekleri veriliyor. Orada kimse ölmüyor deniliyor. Evet, biz burada her gün onlarca öldüğümüz için, bizi daha vahşi sömürdükleri için, oralarda daha az işçi ölüyor.  Bu katliamlar şüphesiz engellenebilir, daha az kâr ederek yüzlerce insan kurtarılabilirdi. Ancak kapitalizm az kârla yetinemez, işçi kanı emmeden büyüyemez. Soma yaşanmasaydı bile, ölüm olmasa da, ölümü göstererek razı ettikleri sıtma sürüyor. Ücretli kölelik düzeni sürüyor.

Bu olanları, yaşanan işçi kıyımlarını, köle gibi çalışma koşullarını engellemenin tek yolu düzene karşı örgütlü mücadeleden geçiyor. Başbakanın ‘literatürde bunlar var’ sözüne karşı işçi sınıfının literatürdeki direnişlerini, mücadelelerini, kazanımlarını göstermek gerekiyor. Bunun da olmazsa olmaz aracı örgütlülüktür. Maden işçilerinin de bize anlattığı gibi; ‘’isyan da etsek, ağıt da yaksak mücadele etmezsek, birlik olmazsak yine ölürüz, yine ölürüz!”