Erdoğan Kimin Özel Yaşamına Müdahale Etti ki?!.. – Süleyman Şahin

-I-

Bilmem farkında mısınız; Bay Erdoğan sık sık “Biz kimin özel yaşamına müdahale ettik ki?” demeyi pek seviyor ve bu sözü de en çok haklarımıza, özgürlüklerimize, kendi taraftarlarının yaşam tarzından farklı olan yığınların yaşam tarzlarına en hoyrat, en ağır biçimde saldırıya geçtiği anda daha sık tekrarlıyor. Ve toplum en hararetli biçimde bu saldırıyı tartışırken de, tam bir şark kurnazlığıyla hizmetinde olduğu sermaye sınıfı adına sessiz sedasız “malı götürüyor”; yani işçi ve emekçilerin canına okuyacak –örneğin işçinin kıdem tazminatlarını kuşa çevirmek gibi- kararları tereyağından kıl çeker gibi alıyor. Üstelik böylece yığınların en geri kesimlerinin -kendisinin de paylaştığı- önyargılarını okşayarak, taraftar kitlesini farklı olanlara düşmanlaştırıp kemikleştirerek bir taşla iki kuş vuruyor.

Bertrand Russel’ın ilginç bir yobaz tanımı vardır: “Yobaz; kendi düşünce ve inançlarını  kesin ve tek doğru sayan; başka türlü düşünülebileceğini, başka türlü bir inanç taşınabileceğini bir türlü aklına sığdıramayan, bunu kabullenmek bir yana, kendinden farklı olanı aşağılayan, ez-meye çalışan ve gücünün yeteceğine inandığında da onlara yaşam hakkı tanımayan kişidir.”

Bu tanım, tam da dinci gericiliğin ve/veya milliyetçi gericiliğin yarattığı, gerçekliği anlaya-bilmekten yoksun “dar kafalılığı” ortaya koymaktadır. Ve bu anlayış yalnızca kendini tek doğru saymakla kalmaz, farklı olanlara karşı en ağır baskıyı, en gaddar zalimlikleri uygulamayı, en vahşi cinayetleri işlemeyi kutsal bir görev sayar. Hele bu anlayıştaki dar kafalı bir yobaz, en büyük yetkileri elinde toplarsa ve arkasına fanatik büyük kitleleri alarak onları saldırgan bir düşmanlık ideolojisiyle kemikleştirirse, o toplumda mazlumların (tüm ezilen ve sömürülenlerin büyük baskılara uğraması, derin acılar çekmesi mukadderdir.  Bu durumda ezilenler, -eğer onursuzca bir boyun eğmeyi kabullenip köleleşmek istemiyorlarsa- temel hakları, ekmek, onur ve özgürlükleri uğruna ağır bedeller ödemeyi ve savaşmayı göze almalıdır. Çünkü kabullenmek, acılarını ve kayıplarını azaltmayacak, tersine daha çok artıracak ve zulmün ömrünü uzatacaktır.

Tam bu noktada şunu, görünenin arkasındaki asıl görülmesi gerekeni açığa çıkarıp dupduru ortaya koymak, yani siyasi gericiliğin sınıf özünü en anlaşılır biçimde deşifre etmek gerekir: Sınıflar mücadelesinin temel yasasıdır; her sömürü ve zulüm rejiminin, her siyasi gericiliğin arkasında egemen sömürücü sınıfların acımasız ve kanlı ekonomik çıkarları yatar. Sömürü sistemlerinin tehlikeye düşeceğini gördüklerinde, bir anda ‘liberal, demokrat’ makyaj ve mas-kelerini atıp zalim yüzlerini ve kanlı dişlerini gösterirler. Örneğin bir polis devleti inşa etmekle yetinmeyip devletin örtülü desteğinde bir sivil milis güç örgütlerler; ahlak-din-gelenek-millet-kutsal devlet… olgularını sömürerek nefret dolu bir kitle desteği yaratırlar. Bu anlayışın yoğunlaşmış ifadesi olan dar kafalı demagogu, ilkel bir fanatiği  – Hitler, Mussolini, Evren, Erdoğan…- iktidara taşırlar. Bunların demagojileri ne denli ilkel, ne denli saldırgan olursa yığınlar üzerinde etkisi o denli büyük olur. Bu siyasi figürlerin başvurmayacakları hiçbir çarpıtma ve yalan ve kullanmayacakları hiçbir değer ve araç yoktur. Söyledikleri arasındaki çelişkiler, yalanlarının kaba ve inandırıcılıktan uzak olmaları hiç önemli değildir; çünkü toplumun en örgütsüz ve en geri kesimlerinde –ben senin bilmem nerenin kılı olayım- dedirtecek kadar yarattıkları büyülenmişlik, farklı olanlara ve karşıtlarına karşı uyandırdıkları nefret her türlü rasyonel akıl yürütmeyi olanaksız hale getirmiştir.

Bütün bunlarda şaşırtıcı bir yan yoktur. Çünkü burjuvazi daha iktidara geldikten hemen sonra, devrimci, özgürlükçü, laik niteliklerini hızla yitirmiş, muhafazakâr ve gerici bir niteliğe bürünmüştür. Bu evreden sonra ise bütün temel hak özgürlüklere sahip çıkan ve onları biçimsellikten çıkararak toplumsal bir öze kavuşturan çağın devrimci sınıfı proletarya olmuştur. Burjuvazi ise tekelci-emperyalist aşamaya ulaştığında da, büsbütün gerici bir sınıf olmuştur. Türkiye gibi emperyalizmin etkisinde geç kapitalistleşen ülke burjuvazileri ise hiçbir zaman ilerici olmamıştır; tersine içsel bir olgu haline gelen emperyalizmle iç içe ve ülkedeki en gerici güçlerle ittifak kurarak ve toplumun sol yanını felç ederek gerici ve zalim bir rejimi inşa etmişlerdir. Bu nedenle de burjuva liberal (özgürlükçü) iktidar araçlarına değil de esas olarak zor ve şiddet aygıtına bel bağlamışlar,  militarist kanlı darbeler dahil bunları en yoğun şekilde kullanmışlardır.  Lenin’in dediği gibi, kapitalizmin tekelci aşaması, politik planda siyasi geri-ciliğe tekabül eder. Özellikle de sol yanı sürekli kırımlara uğramış ve felç edilmiş Türkiye gibi bir ülkede.

Erdoğan’ı ele alalım; gerçekte bir muhafazakâr (tutucu, konservatif) değil, düpedüz bir mürteci (gerici)dir ve ‘ileri demokratlık’ bir yana demokratlıkla da uzaktan yakından ilgisi olmayan bir zattır. İdeolojik olarak hayali, en büyük kentlerde yaşayanlar dahil tüm insanlarımızı küçük bir Anadolu kasabasının tutucu kültürü ve yaşam tarzına hapsetmek gibi imkânsızı gerçekleştirmektir.  Ama yeri geldiğinde liberalleri, AB’yi kullanabilmek için demokrat da görünür. Fakat ihmal edemeyeceği tek güç vardır: Ona iktidar yolunu açan, kendilerine canla başla hizmet ettiği emperyalizm ve işbirlikçisi tekelci burjuvazinin çıkarları. Bu güç adına ve ona hizmet etmek üzere iktidardadır. Bunu unutur gibi olduğunda, yani kendinde özel güç vehmettiğinde burjuvazi ona ayar verecektir ve bunu anlamadığında ise iktidardan tepetaklak düşecek, burjuvazi ise iktidarını tazeleyecektir.

Bizim de göz önünde tutmamız gereken birkaç temel gerçek ve yerine getirmemiz gereken ivedi görevlerimiz vardır: Sınıfın karşısına sınıfı, burjuvazinin kafaları karıştıran bulanık bur-juva ideolojisine karşı devrimci ideolojinin aydınlatıcı gücünü koymak ve burjuva politikasına karşı devrimci politikayı hayata geçirmek. Temel hedef şu olmalıdır: Burjuvaziden ve onun bütün iktidar ve muhalif kesimlerinden ideolojik olarak, politik olarak, örgütsel olarak tam kopuş; düşman sınıfa tam cepheden yığınsal saldırı. Bütün bunlar için ise  “Nereden başlamalı?” sorusunun cevabı da; bütün  bu süreci ustaca örgütleyip yönetecek; bütün tepki, öfke, direniş ve başkaldırıları – onlara bilinçlilik, örgütlülük, derinlik ve yaygınlık kazandırarak- bir-birine bağlayacak ve biriken enerjiyi devrimci bir sel yatağında toplayacak bir öncünün, işçi sınıfının devrimci partisini bir an önce yaratmak ve işe koyulmaktır. Dünyayı değiştirebilmek için, onu doğru anlamak gerekiyor. Devrimci öncü eliyle bilimsel sosyalizm, onun sahib-i aslisi olan işçi sınıfıyla buluşturulduğunda karanlığın dağılıp şafağın sökmesi yakınlaşacaktır.

-II-

Yiyin Efendiler Yiyin*

Rönesans hareketinin büyük düşünürü Montaigne’nin Denemeler’ini ilk kez 16 yaşımdayken okumuş ve “Özgürlük Üstüne” başlıklı denemesinin ilk tümcesini okur okumaz derinden etkilenmiş, adeta çarpılmıştım: “ Özgürlüğe öyle düşkünüm ki, koca Hindistan’ın bir köşesini bana yasak etseler dünyanın tadı kaçar nerdeyse.” (1) Düşünün bir, Hindistan’ın derinliklerinde hiçbir zaman gitme ihtimaliniz olmayan bir köy size yasaklandığı için bütün huzurunuz kaçıyor. Bu ne müthiş bir özgürlük anlayışıdır; bundan etkilenmemek mümkün mü?

Aradan bunca yıl geçti, birkaç gün önce 63 yaşıma bastım. O günden bu güne  özgürlük anlayışım, yasaklara ve yasaklamalara karşı tepkim ve nefretim arttı, eksilmedi. Bir açık hava hapishanesine çevrilen bu güzel ülkenin hapishanelerinde, hücrelerinde, ondan çok daha beter zor kaçaklık yıllarında,  bu özgürlük tutkum daha da kökleşti. Bunca yıldır yasakların yasaklanması için, yani özgürlük uğruna, insan onuru ve adalet uğruna, baskı, zulüm ve sömürü düzenine karşı savaşa geldim. Örneğin, tam otuz üç yıl önce  “herkesin anadilinde eğitim hakkı”nı savunduğumuz ve yazdığımız için yargılandık.  O nedenle biri çıkıp da bana hâlâ neyi düşünüp neyi düşünmeyeceğimi, ne yazıp ne yazmayacağımı, ne konuşup ne konuşma-yacağımı, neye inanıp neye inanmamam gerektiğini, ibadet yerimin neresi olduğunu, hangi dille konuşmak ve yazmak  zorunda olduğumu,   ne içip ne içmeyeceğimi söylemeye, belirlemeye, dayatmaya kalktı mı tüm huzurum kaçıyor, insanlık onurumun ağır saldırıya uğradığını hissediyorum ve içimi derin bir acı ve sınırsız bir öfke ve isyan duyguları dolduruyor.

Başbakan Erdoğan, kendisinin ve ailesinden hiç kimsenin tek yudum içki içmediğini belirttik-ten sonra  “İsteyen istediği kadar içiyor. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içiyorlar. Sekiz yıldır neyi yasakladık?” dedi.

“Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar” sözünün aslı, “içme”yle değil,  “yeme”yle ilgilidir. “Milletim nev’-i beşerdir, vatanım rûy-i zemin! (İnsanlık milletimdir, yeryüzü vatanım)” diyen büyük bir ozana,  özgür düşünceli gerçek bir aydına, Tevfik FİKRET’e aittir.  Fikret, ünlü şiire şöyle başlar:

 HAN-I  YAĞMA                 

Bu sofracık, efendiler – ki iltikama muntazır 

Huzurunuzda titriyor – şu milletin hayatıdır;

Bu milletin ki mustarip,

bu milletin ki muhtazır!          

Fakat sakın çekinmeyin,

yiyin, yutun hapır hapır…

 

( Yağma Sofrası (2 )

Bu sofracık, efendiler, – ki yutulmaya hazır

Huzurunuzda titriyor – şu milletin hayatıdır;

Bu milletin ki acılar içinde,

bu milletin ki can çekişir!

Fakat sakın çekinmeyin,

yiyin, yutun hapır hapır…)

Yiyin efendiler yiyin: bu han-ı iştiha sizin,                

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!              

(Yiyin efendiler yiyin: bu iştah kabartan sofra sizin,

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!)

…….

• Fikret, bu ünlü şiirini, 1908’de iktidara gelen İttihat Terakki yönetiminin yolsuzluklara iyice bulaştığı ve insanları susturmak için katı bir zorbalığa yöneldiği bir ortamda ikti-darın soygun ve  şiddetine karşı öfkesini ve nefretini gür bir sesle dile getirmek için yazdı.

• Bir söz vardır : “Güç ve iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır. “  Karanlık baskı rejimini ortadan kaldırma, özgürlüğü ve meşrutiyeti getirme iddiasındaki İttihat Terakki Fırkası, bütün burjuva partiler gibi iktidara el koyduktan sonra kısa sürede bu değerlere ihanet etti; Fikret’in deyişiyle “Kanun diye diye kanun tepelendi”, iktidar hızla çürüyüp bir zorbalık ve soygun rejimine dönüştü. Daha önce ( Abdülhamit döneminde ) mazlum olanlar, şimdi zalim olmuşlardı. Altı delik çizme ve ayakkabılarla iktidara gelenler ve iktidar sahiplerine yanaşanlar birkaç yıl içinde büyük tüccar,  büyük zengin, büyük iş adamı oldular. Fikret, bu yönelimi sezer sezmez onlardan desteğini çekti, Kendisine önerilen Maarif Nazırlığı’ nı (Milli Eğitim Bakanlığı) elinin tersiyle itti ve öfkesini büyük bir cesaretle ve en gür sesiyle şiirlerinde dile getirdi. (3)

 

Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malini        

Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini                             

Bütün ferâğ-ı hâlini, olanca şevk-i bâlini.       

Hemen yutun düşünmeyin haramını,

helalini…    

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,       ,

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!     

………………………

(Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını

Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini

Olanca rahatını, tüm yaşam  sevincini

Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini…

Yiyin efendiler yiyin:

bu iştah kabartan sofra sizin,

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!)

Özetle bu şiir, adaleti gerçekleştirmek için iktidara gelip de en büyük adaletsizliklere ve yol-suzluklara yönelmiş, hürriyeti getireceğini vaad edip acımasız zorba bir rejim kurmuş, hizme-tinde olduğu ticaret burjuvazisiyle birlikte milletin malını ve kanını en büyük aç gözlülükle sömürmüş; birkaç yıl içinde yandaşlarından büyük zenginler  türetmiş bir burjuva iktidar için yazılmıştır.

 

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak

Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak

Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak

Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı pür-neva sizin

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Tevfik Fikret ( Haziran, 1912)

Ortadoğu uzmanı ünlü burjuva tarihçisi Bernard Lewis’nin önemli bir gözlemi var: “Ortadoğu ve Batı’nın ekonomik yaklaşımlarındaki farklılık, hiçbirinin önleyemediği yolsuzluk yöntemlerinde bile açıkça görülür. Batı’da para piyasada kazanılır ve iktidar satın almakta kullanılır. Doğu’da iktidar ele geçirilir ve para kazanılır.”  (4)

İçkinin zararlarından gençleri koruyacaklarmış. Vahşi kapitalizmin bu gözü dönmüş temsilci-lerinin gençleri korumak gibi bir düşünceleri olabileceğini düşünmek saçmadır. Gençlerin parasız, bilimsel, demokratik ve nitelikli bir eğitim olanaklarını elde etmeleri, sağlıklı beslenme, barınma olanaklarına kavuşabilmek, ancak dişe diş mücadele verilerek  ve siyasal iktidar ve onun sınıf karakteri değiştiğinde kazanılabilecek olanaklardır. Yeterince yurt yaptırılmadığı için çocukların ezici çoğunluğu barınma konusunda sıkıntı ve perişanlık içihdeler. Oysa eğitimi o denli pahalı hale getirdiler ki, günümüzde İstanbul nüfusunun yaklaşık % 55’i kent yoksulu olarak gecekondularda yaşıyor ve onların çocuklarından sadece % 1,5’i üniversite öğrencisi. Gençlerin ezici çoğunluğu  işsiz. Öyle olduğu için de uyuşturucu çetelerinin, cemaatçi din baronlarının, mafyanın… etkilerine açık ve savunmasız durumdalar ve göz göre çürüyorlar.

Ayrıca çalışmak isteyen ve bir iş için çırpınan insana iş veremezseniz veya çalışan bir insanın elinden işini alırsanız onu yalnızca açlığa ve yoksulluğa mahkûm etmiş olmuyorsunuz; aynı zamanda bu insanın kendisine olan saygısını, özgüvenini, onurunu, kişiliğini elinden almış oluyorsunuz, onu hiçleştiriyorsunuz; genç insanı yalnızlığa mahkûm ediyor ve tüm sağlıklı insani ilişkilerden soyutlamış oluyorsunuz. Ne var ki vahşi kapitalizmin gerici temsilcileri için hiçbir insani ve vicdani değer, gençliğin sağlığını korumak  önemli değildir. 12 Eylül mağdur-larını, Diyarbakır Cezaevi simgesini, Kürt ve Alevi sorununu, kutsal inançları, milliyetçiliği, yoksul halkın samimi inançlarını ve yoksulluğunu, anaların gözyaşlarını, militarizm, darbe ve vesayetçi bürokrasi karşıtlığını –elbette sınıf özünü gözlerden kaçırarak- özgürlük ve demok-rasi özlemlerini… her şeyi iktidar uğruna, oy uğruna, soygun ve rant uğruna kullanmakta ve vicdansızca sömürmektedir. Sorunları çözmek değil, onları sürüncemede bırakıp kullanmak, politikasının temel unsurudur. Asker, üniversite ve yüksek yargı bürokrasini geriletmiş; yerine ”ileri demokrasi”yi değil, cemaat kadrolarının köşe başlarını tuttuğu acımasız bir polis devletini oturtmuş ve böylece iktidarını pekiştirmiştir.

Ne zaman içmekten söz edilse aklıma hemen Hayyam gelir ve her fırsatta dostlarla paylaştığım şu iki dörtlüğü dilime takılır:

 

Felek ne cömert aşağılık insanlara

Han hamam, dolap değirmen hep onlara

Kendini satmayan insana ekmek yok

Sen gel de yuh çekme böylesi dünyaya.

Para pul, taç taht sende ama,

güzel yaşamak bizde

Senden ayığız, bu sarhoş halimizde

Sen insan kanı içersin bizse üzüm kanı

İnsaf be sultanım kötülük hangimizde?

(Çev. Sabahattin Eyüboğlu)

Elbette Bir devrimci, komünist bir aydın olarak beynimizi; yani düşünme, duyma, yaratıcı düşler kurabilme yetilerimizi bize sunulmuş  en büyük armağan olarak görüyorum. İşte bu nedenle de bu yetilerimizi körelten, dumura uğratan uyuşturucu maddeleri, alkol bağımlığını, içki içmenin alışkanlık haline dönüşmesini elbette onaylamam mümkün değil. Ne var ki güzel bir ortamda, güzel insanlarla, güzel şeyler konuşarak bir iki kadeh rakı içmenin yaşamamıza katacağı tadı inkâr edecek değilim. Hele bu sofra şiirle, sanatla, felsefeyle, yaşanası güzel bir dünya düşüyle, dostluk duygularıyla… donatılmışsa; o sofrada özgürlük, devrimci dayanışma ve adalete duyulan yakıcı özlemler dile getiriliyorsa…  Dostlar; böyle bir ortamda –şekerime rağmen-  ben sizler için de fazladan bir kadeh rakı içeceğim. Siz de lütfen bir kadeh de benim için,  için. Afiyet olsun!

 

 

 

Dipnotlar

 

*Bugün söyleyeceklerimin çoğunu, üç yıl önce kaleme aldığım aşağıdaki denemede dile getirmiştim.

(1)   Denemeler: Montaigne,Çev. Sabahattin Eyüboğlu, Türkiye İş Ban. Kültür Yay. S.102

(2)   Tevfik Fikret ve Halûk Gerçeği: Orhan Karaveli, Tevfik Fikret ve Halûk Gerçeği, S. 276

(3)   Ölümünün 64. Yılında Tevfik Fikret: Yusuf Erdem, Kayalık Dergisi

(4)       Bernard Lewis’den aktaran  Melih Aşık Açık Pencere, Milliyet, 26 Ocak 2011