Emperyalizmin Yüzyılı – F. Demirci

GİRİŞ

Üç bölümden oluşan bu uzun makalenin ilk bölümünü, Söz ve Eylem’in bu sayısında okurlarımıza sunuyoruz.

* Bu bölümde, emperyalizmin – tarihsel köklerini de ihmal etmeden- ortaya çıkışıyla başlayan yüzyıllık tarihinin 1945’lere kadar olan bölümünü -ekonomik, toplumsal, siyasi ve askeri planda yarattığı tüm etkileri- sınıflar mücadelesini de göz önünde tutarak ele almaktayız.

* Yazının ikinci bölümünde yine aynı bakış açısıyla “1945-1980 : Emperyalist Egemenliğin 2. Evresi”,

* Üçüncü bölümde ise emperyalizmin “1980’lerden Günümüze”kadar olan tarihi; yine ekonomik, toplumsal, siyasi, askeri plandaki belirleyici etkileri ve sınıflar savaşıyla olan bağlantıları ele alınacaktır; ve elbette sonuç bölümünde gelecekle, devrimci görevlerimizle ilgili saptamalar ve öngörülerde bulunulacaktır.

Çalışmada bir dizi istatistik veriye yer verildi. Bu verilerin kaynağı çalışmanın sonuna, kaynakça bölümüne eklendi. İstatistik veriler, hesaplanmalarındaki yöntem farklılıkları ve devletlerin kendi istatistikleri üzerinde oynamaları nedeniyle hep tartışmalı olmuşlardır. Burada önemli olan bu verilerin ne ölçüde doğru olup olmadıklarından çok, bir eğilimi yansıtmalarıdır. Okuyucu bu verileri bu bakış açısıyla değerlendirmelidir.

Kapitalist Gelişimin Genel Çizgileri:

Emek gücünün meta haline geldiği bir meta üretimi temelinde gelişen kapitalist süreç, evrimini, 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın kavşak noktasında tekelle tamamladı. Bu süreçte meta üretimindeki her değişim, her olgu, üretim, büyüme, üretim tekniğinin gelişmesi, kârı arttırmanın farklı biçim ve yolları, rekabet, her şey; üretim ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesini yoluyla tekeli yarattı. Lenin; bu süreci “rekabet tekele dönüşür” özlü deyişle  ifade etti.

Eşitsiz gelişim yasası altında başlangıçta sanayi ve finans alanında oluşan tekel, giderek ekonominin tüm alanlarına yayılarak eski ilişkilerinin (serbest rekabet ve pre-kapitalist ilişkiler) “yanında ve üstünde” egemen ilişki oldu.

Tekel her ne kadar kapitalist gelişim sürecinin bir ürünü ise de, kapitalizm gerçek kimliğine onunla birlikte kavuştu. Tekelle birlikte kapitalizm, bir eğilim olmaktan çıkarak bir olgu haline dönüştü. Tekeli yaratan süreç, bizzat tekel tarafından yeniden örgütlenerek tamamlandı. Başka bir deyişle alt yapıdaki bu değişim, üst yapıda (devlet, hukuk sistemi, ideoloji v.b.) bir değişimle tamamlandı. Artık söz konusu olan, kapitalistleşme süreci değil, kapitalizmin egemenlik sürecidir.

Bu süreci belirleyen temel olguları şöyle sıralayabiliriz:

1- Başlangıçta kapitalist gelişmenin bir “araz”ı olarak görülen tekeller, sanayinin tümüne yayılarak ekonominin ana unsuru haline geldiler. Bu süreç sadece sanayide gerçekleşmedi; mali sektörü (bankalar, finans kurumları vb.) de içine aldı. Süreç, sanayi sermayesi ile mali sermayenin iç içe geçtiği mali oligarşinin oluşumuyla tamamlandı. Burada mali sermaye, oluşan bu tekelci yapının sadece bir unsuru değil, pratikte binlerce örnekte görüldüğü gibi ( ki mali sermaye sanayideki tekelci işletmeleri bile iflasa sürüklemeye muktedirdir) sistemin devindirici (aynı zamanda en zayıf halkası) gücü, baş aktörüdür. Kapitalizmde egemenliğin, zorun, bağımsızlığın ve özgürlüğün alanını belirleyen, mali sermayenin bu üstünlüğüdür.

2- Kapitalizm meta üretiminde bir büyüme ve pazarda bir genişleme olmadan var olamaz. Gitgide büyüyen ve ekonominin tümünü kapsayan meta üretimi için “her gün daha fazla sürüm alanları ve tüketim pazarları bulma zarureti, burjuvaziyi yer kürenin her yanına seferber etmektedir. Burjuvazi her yerde yuvalanmak, çöreklenmek, ilişkiler kurmak ve her yeri kâr getirir duruma sokmak zorundadır.”

Tekel, olağanüstü bir büyüklük ve genişliğe kavuşan meta üretim ve dağıtımını birbirinden kopuk, dağınık ve yalıtık bir süreç olmaktan çıkararak başlangıçta ulusal, giderek uluslararası bir pazarda birleştirir. Bu “ulusal pazar” sadece ekonomik faaliyetin gerçekleştiği bir alan değil, tekelci egemenliğin de ilk biçimidir.

3- Ulusal pazarın oluşum süreci, aynı zamanda kapitalist devletin örgütleniş sürecidir. “Burjuvazi kendisini bundan böyle, yerel çapta değil, ulusal çapta örgütlenme ve ortalama çıkarlarına genel bir biçim verme zorunluluğunda görür. Bu genel biçim devlettir.” Ve “ burjuvazinin hem iç, hem de dış amaçla mülkiyetlerinin ve çıkarlarının karşılıklı güvencesi için zorunlu olarak benimsediği biçimden başka bir şey değildir.”

4- Toplumun ekonomik-politik yaşamındaki bu değişime, toplumun sınıfsal yapıdaki bir değişim eşlik eder. Tekelleşme sürecine koşut olarak işçi sınıfı serpilip gelişir. Burjuvaziyi tekeller hegemonyasında birleştirip örgütleyen süreç, her ne kadar üretimdeki yoğunlaşma- tekelleşme-, işçi yoğunlaşmasından daha hızlı olsa da, toplumun diğer kesimlerinin işçi sınıfı etrafında toplanmaya zorlandığı bir toplumsal kutuplaşmada ifadesini bulur. Emek-sermaye çelişkisi, toplumsal ilerlemenin merkezine oturur. Sınıf savaşımı ekonomik- demokratik (İngiltere’de Chartist hareketi, 8 saatlik iş günü mücadelesi vb.) biçimlerden açık siyasi (1830 Lyon ayaklanması, 1848 Fransız devrimi, 1872 Paris komünü vb.) biçimlere doğru yol alır. Bu, aynı zamanda kapitalist egemenlik altında yeni bir sürecin de başlangıcıdır. Kapitalizm kendini örgütlerken, kendi “mezar kazıcıları”nın da birleşmesi ve örgütlenmesi olanaklarını da çoğaltır.

5- Kapitalizm, içinde hareket ettiği dağınık ve yalıtık süreçleri genel gelişimin bir parçası olarak çoğaltır ve birleştirir. Bu durum, üretim tekniğinin gelişmesi için de böyledir. Rekabet ve aşırı kâr dürtüsünün hızlandırdığı teknik gelişme meta üretiminin büyük işletmelerde –bir çok üretim kolunun bir işletmede toplanması- entegre işletmeler- toplanması ve büyümesine olanak sağlayarak tekelci süreçte bir kaldıraç işlevi görür. İşletmelere aşırı kâr olanağı sağlayarak rekabetin bu işletmeler lehine sonuçlanmasına ve tekelleşme sürecinin hızlanmasına olanak sağlar.

Tekelleşmeyi hızlandıran koşullardan biri olarak süreçte yer alan “teknik gelişme”

tekelleşmeyle birlikte tekelci rekabetin ve tekel kârının ana unsuru haline gelir. “Tekeli yaratan rekabet” eski “masumiyetini” yitirerek, tekeli yok eden rekabete dönüşür. Rekabet, tek tek işletmeleri etkileyen bir sorun olmaktan çıkarak ulusal ekonomiyi etkileyen bir sorun halini alır. Aynı, ya da birbirini tamamlayan iş kollarındaki tekelci birleşmelerin olanaklılığı, rekabetin bu tekelci yıkıcı karakterinde aranmalıdır. Bu birleşmeler, çoğu zaman iki savaş arasındaki barış girişimleri gibidir ve başka rakipleri yok etmek için bir hazırlık ve güç birikimi sağlarlar. Kapitalizmde üretim tekniğinin gelişimi ve rekabetteki kesintiler geçici, teknik gelişmenin sürekliliği ve rekabetin artan yıkıcılığı mutlaktır.

Teknik gelişim ve rekabetin kapitalist ekonomideki rolü, sadece bunlarla sınırlı değildir. Tekniğin artan hızla ilerlemesi ve kâr hırsının koşullandırdığı büyüyen rekabet, kesintili kapitalist gelişimin de ana unsurlarıdır. Temelinde teknik gelişmenin bulunduğu kâr oranlarının düşme eğilimiyle birlikte aşırı meta üretimi, kapitalist ekonominin farklı alanları arasındaki uyumsuzluğu, kargaşayı çoğaltarak bunalımlara, krizlere yol açar. Krizler kapitalist gelişimin eşitsiz karakterlerini büyüttüğü gibi, onun kesintili gelişiminin de maddi temelini oluşturur. Başlangıçta, ekonominin bir ya da birkaç alanını etkileyen bu krizler, meta ekonomisinin sadece ulusal ölçüde değil, uluslararası ölçüde büyümesi ve yaygınlaşması, başka bir deyişle, tekelci yapının ve mali oligarşinin etkinliğinin artmasına paralel olarak o ölçüde sarsıcı ve yıkıcı olurlar. Bu döngüsel krizler aynı zamanda kapitalist çürüme ve çöküşün gerçekleşmesine işaret ederken, bu çöküş esas olarak başka faktörlerin de ( sınıf mücadelesi- öznel etken) devreye girmesine bağlı olduğundan,döngüsel krizler çoğu zaman kendini onararak bir büyümeye de  yol açarlar.

Sermaye İhracı ve Emperyalist Örgütlenme

Buraya kadar kapitalist gelişim sürecinin ana özelliklerini ele alarak meta üretiminde olağanüstü büyüme ve yoğunlaşmayla birlikte ulusal pazarın oluşumunu, rekabetin tekele dönüşümünü, ulusal pazarın tekeller tarafından bölüşüm sürecini ve bu sürecin nasıl tekelci egemenlikle tamamlandığı gerçeğini ele aldık.

Bu süreç hiçbir yerde ve hiçbir zaman yalıtık bir şekilde salt ulusal pazarlarla sınırlı olarak süremezdi ve sürmedi.

Kapitalist ekonomide “İç Pazar” zorunlu olarak dış pazara bağlıdır. Bunun doğal sonucu olarak da iç pazarın tekelci bölüşümü, zorunlu olarak dış pazarın -uluslararası pazar- tekelci bölüşümüyle tamamlanır. Kapitalist süreçte iç-ulusal pazarın, dış-uluslararası pazara bu bağlılığı sadece büyüyen ve merkezileşen sanayi üretiminin gereksinimlerinin tamamen ya da büyük ölçüde iç pazardan karşılanamaması ya da olağanüstü ölçülere doğru yol alan meta üretiminin dış pazara gereksinim duyması nedeniyle değil (bu iki nedene bağlı bir uluslararası pazar, kapitalizm öncesi sömürge biçimlerinde az çok oluşmuş durumdadır.), esas olarak gittikçe büyümek zorunda olan yeniden üretim sürecini güvence altına alan egemenlik sisteminin oluşturulması nedeniyle zorunludur. Emperyalizm, bu zorunluluğun örgütlenmesidir.

Eşitsiz gelişim ve rekabet yasaları altında bu zorunluluk iki temel unsur üzerine yükselir: Bunlardan birincisi, tekelleşmenin giderek artan bir sermaye fazlası yaratacak düzeye yükselmesi – ki bu mali sermaye öncülüğünde bir tekelci yapının oluşması demektir- ikincisi ise, aynı sürecin bir devamı olarak ülkeler arasında gelişim farklılıklarının oluşması ve bunun birkaç ülkeyi öne çıkaracak biçimde aşırı ölçülere varmasıdır. Başka bir deyişle, tekelin emperyalizme dönüşümüdür. Bu da gösteriyor ki emperyalizmi ve tekeli yaratan süreç bir ve aynıdır. Lenin’in “Emperyalizm, kapitalizmin tekelci evresidir.” özlü tanımı tam da bunu anlatıyor. Lenin’in de belirttiği gibi bu tanım özlü, ama eksiltir. Çünkü bize emperyalizmin tam olarak ne olduğundan çok, onun nasıl oluştuğunu anlatır.

Emperyalizmin ne olduğu ise, ancak onu tekel öncesi biçimlerinden ayıran  temel ayırt edici özelliğinin, yani sermaye ihracının ne olduğu irdelenerek belirlenebilir.

Emperyalizm tarihi, sömürgecilik tarihi kadar eskidir. Ortaçağ imparatorluklarına kadar uzanır. Buradaki emperyalizm, güçlü imparatorluklar tarafından silah zoruyla fethedilen ülkelerin zenginliklerinin yağmalanması ve düzenli haraç toplamaya dayalı bir emperyalizmdi. Feodal toplumun çözülüş, kapitalist ekonominin oluşum sürecinde ise, emperyalizm sömürgelerin hammadde kaynaklarının yağmalanması ve gittikçe artan sanayi metası ihracına dayanıyordu. Kapitalist emperyalizm ise, bütün bu daha önceki yağma ve sömürü biçimlerinin yanında ve onların üstünde sermaye ihracını koyarak köklü bir dönüşümü gerçekleştirir. Artık sömürge fetihleri sadece eli silahlı ordularla değil, bunun yanında ve esas olarak “eli paralı” ordular vasıtasıyla ve sermaye ihracı yoluyla gerçekleşir. Bu, aynı zamanda dünya çapında meta ihracına dayalı eski kapitalist iş bölümünün üzerinde sermaye ihracına dayalı yeni bir iş bölümünün oluşmasıdır.

Dünyanın tekelci gruplar ve tekelci devletler arasında hem “pazar” ve hem de toprak bakımından bölüşümüne dayanan bu yeni iş bölümü, sermaye ihracının iki temel biçimi üzerinden gerçekleşir:

Bu biçimlerden birisi “doğrudan yatırım” diye adlandırılan, tekelci grupların diğer ülkelere yaptıkları yatırımlardır. Ucuz işgücüne erişmeyi sağlayan bu yatırımlar en başta aşırı kâr ve sermaye birikimiyle birlikte rekabet savaşında önemli bir avantaj sağlayan enerji ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesine yöneliktir.

1880’lerde başlayıp büyük bir hızla süren dünya pazarının bu tarzda bir paylaşımı 1. savaş öncesinde büyük ölçüde tamamlanmıştı. Gizli ve açık anlaşmalarla oluşan konsorsiyumlar temel sanayi dallarını -elektrik, petrol, demir-çelik, çinko, kurşun vb.- kendi aralarında bölüşmüşlerdi.  Bu anlaşmalar sadece bilinen kaynakları değil, tekelci konumu korumak ve gelecek rekabet savaşında üstünlüğü elde tutmak amacıyla muhtemel kaynakları da içeriyordu.

Dünya pazarının bu bölüşümünden en büyük payı elektronik sanayinin 19.yy. sonu, 20.yy. başında ortaya çıkan devrim niteliğindeki gelişmeye dayanan Alman ve Amerikan konsorsiyumları elde ettiler. Böylece rekabet savaşında önemli bir avantaja dönüşerek tekeli büyüten ve sağlamlaştıran teknik gelişme, kendi gelişim koşullarını da yaratı.

Dünya pazarının paylaşımı, bu paylaşımda yer alan tekelci gruplar arasındaki rekabete en azından bir süre için ara verirken bir bütün olarak ekonomik faaliyet içinde rekabet, etkisini büyüterek sürdürdü.

Dünya pazarının bu bölüşümü, aynı zamanda tekelci gruplar arasında oluşan bir güç dengesinin de ifadesidir. Daha büyük bir sermayeye hükmeden daha mükemmel işletmeler, rekabet ve bölüşümde her zaman daha avantajlı konumda yer aldılar. Örneğin 1907’de Alman AEG ile Amerikan General Electric arasında elektrik sanayi pazarının bölüşümünü düzenleyen anlaşmada aslan payı Alman AEG alırken, (ABD ve Kanada General Electric’e bırakıldı; Avusturya, Rusya, Hollanda, Danimarka, Türkiye ve Balkan Ülkeleri Alman AEG’nin oldu). Petrol alanında Amerikan Standart Oil ile Alman Deutsche Bank’ın önderliğindeki konsorsiyum arasındaki paylaşım ezici bir biçimde Standart Oil lehine sonuçlandı.

Dünyanın tekelci gruplar arasındaki bu bölüşümü; aynı zamanda sermaye yoğunlaşmasının, teknik donanım ve rekabetin yeni bir düzeyini ifade eder ki bu, tekelleşmenin yeni bir düzeyidir. Tekelleşmenin bu yeni düzeyini belirleyen, tekelci grupların ulusal pazar üzerindeki konumları değil, uluslararası pazar üzerindeki konumlarıdır. Bu yeni konum aynı zamanda dünya çapında kapitalist gelişim düzeyinin göstergesidir.

Uluslararası pazarın oluşumu ve bölüşümü her ne kadar ulusal pazarın oluşumu ve bölümü tarafından öncelemiş görünse de, süreç bir bütündür. Başka bir deyişle ulusal pazarın oluşumunu ve bölüşümünü belirleyen etmenler (üretim ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, teknik donanım rekabet vb.), uluslararası pazarın oluşum ve bölüşümünü de belirler. Yeniden paylaşım, hangi nedene dayanırsa dayansın, bu etmenlerin bir veya bir kaçında meydana gelebilecek bir değişimin sermaye ve güç dengelerinde yaratacağı farklılaşmanın kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkar. Bu da bize, kapitalizmi sarsan ve devindiren sürecin bir ve aynı süreç olduğu sonucuna vardırır.

Dünyanın ekonomik ve toprak bölgelerine ayrılarak bölünmesi, başka etkenler (sınıf mücadelesi, bağımsızlıkçı girişimler) dikkate alınmasa, salt ekonomik bakış açısından da dünyanın siyasi bölüşümünü zorunlu kılar. Çünkü sermayenin geleceği, kârın bir kez elde edilmesinde değil, onun sürekliliğinin güven altında alınmasındadır. Sermayenin ele geçirdiği alanların, imtiyazların güven altına alınması, rakiplerle girişilecek rekabetin etkilerinin ve her şeyden önemlisi sınıf mücadelesinin yıkıcı etkisinin bertaraf edilmesi, ancak uluslararası alana yayılan bir örgütlenmeyle sağlanabilir.

Doğrudan sermaye ihracı yoluyla oluşan tekelci yapılar ve kurulan ilişkiler, kapitalist sistemin dünya çapındaki emperyalist örgütlenmesinde önemli bir rol oynasa da, bu örgütlenmenin gerçekleşmesi sermaye ihracının en etkili ve sonuç alıcı biçimi olan mali sermaye ihracı (devletten devlete ya da devlet güvencesinde verilen borçlar, krediler, sendikasyon kredileri vb.) yoluyla gerçekleşir.

Askerî işgale dayalı sömürgecilik, bilinen en eski sömürge yöntemidir. Mali sermaye marifetiyle sermaye ihracı yoluyla dünyanın emperyalist devletler arasında bölüşümü, bu eski yöntemi dışlamamakla birlikte, yeni ilişki ve bağımlılık biçimleri yaratarak eski sömürgecilik sistemini, esas olarak sermaye hareketi üzerinden, yeni bir bağımlılık ilişkisi yaratarak  yeniden düzenler.

Emperyalizmin ayırt edici özelliğinin “sanayi sermayesinde değil , ama tümüyle mali sermayede” olduğunu vurgulayan Lenin, mali sermaye ihracının belirleyici rol üstlendiği bu süreci şöyle özetliyor: “Kapitalizmin bugünkü aşaması (emperyalizm y.) bize gösteriyor ki kapitalist gruplar arasında dünyanın ekonomik yönden bölüşülmesi esasına dayanan bazı ilişkiler doğmakta, buna paralel ve bağlı olarak da siyasi gruplar, devletler arasında dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi sömürge savaşı “ekonomik değer taşıyan topraklar için mücadele” esasına dayanan bir takım ilişkiler kurulmaktadır.” … “Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma derecesi kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığı için yapıyorlar. Ve dünyayı, mevcut “sermayeleri”, “güçleri” oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretim sisteminin mevcut olduğu bir ortamda daha başka bir paylaşım şekli söz konusu olamaz”. (Lenin- Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması- Sol yay. sh.-94)

Bu türden ilişkiler, emperyalist ülkeler ve bu ülkelerin mali gruplarının var olan sömürgelere ya da sömürge adayı ülkelere borç ve kredi adı altına giren mali sermaye yoluyla oluşturulur. Mali sermayenin her borç-kredi ilişkisi, aynı zamanda bu borç- krediyi veren emperyalist ülke ile alan ülke arasında bir antlaşmadır. Bu antlaşmalar, borcu veren ülke ile alan ülke arasında borç karşılığı elde edilecek rantı düzenleyen basit ekonomik anlaşmaların çok ötesinde, borç veren ülkeye bir takım ayrıcalıklar, imtiyazlar sağlayarak ilişkileri ekonomik alandan politik, askeri ve diplomatik alana taşırlar. Bu anlaşmalar, her borç-kredi ilişkisinde yenilenmekte; borç alanın borç verene, yani sömürgelerin emperyalist ülkelere bağımlılığını yenileyerek derinleştirmektedirler. Bu anlaşmaların önemli bir özelliği de kredinin önemli bir kısmının krediyi veren ülkeden yapılacak satın almalarda kullanılmasıdır. Bu yolla sermaye ihracı, aynı zamanda meta ihracının hızlanmasının da kaldıracı olur.

Mali sermaye ihracı, sömürgelerde yeni bir ilişki sistemi yaratırken aynı zamanda emperyalist devletlere, bu ülkelerdeki kapitalist gelişim sürecini belirleme olanağını da verir. Başlangıçta büyük ölçüde sömürgelerde kapitalist alt yapının oluşturulmasına yönelik (olan ) sermaye akışı, giderek bu alt yapı üzerinde bağımlı –ithal ikameci- bir ekonominin oluşumunu sağlayarak bu ekonomileri kapitalist zincirin bir halkası olarak örgütler. Bu örgütlemede belirleyici ilke güçtür. Ekonomik, askeri ve siyasi güçtür.

Sermaye ihracı sadece sömürgelere, gelişmemiş ülkelere yönelmez; Lenin’in de belirttiği gibi “mali sermaye, ekonomik ve uluslararası ilişkilerde o kadar önemli ve büyük bir güçtür ki, politik anlamda tam bağımsızlığa sahip devletlere bile boyun eğdirebilir; zaten eğdirmektedir de.”(age.-sh.-102)

Emperyalist devletler sömürge savaşından mümkün olan en büyük payı alabilmek için aralarındaki rekabeti sadece sömürge ülkelerle sınırlı tutamazlar; tersine bu amaçlarına en çok rekabeti birbirine karşı örgütleyerek ulaşabilirler. Gelişmiş ülkeler arasındaki sermaye ihracı, bu rekabetin örgütlenmesidir. Bu olmadan, rakipleri bizzat kendi ülkelerinde denetim altında tutacak bağımlılık ilişkileri oluşmadan, bölüşülmüş toprakların rakiplerden koparılması olanaksızdır. 1900’lerin başında, eski sömürgeci birer devlet olan İspanya’nın, Portekiz’in, Hollanda’nın, Belçika’nın başına gelen tam da budur. 2. Savaş sonrası konumlarıyla savaş mağlubu Japonya ve Almanya’nın, sermaye ihracının bu biçimi ile bağımlılık zincirine eklenmeleri bir başka örnektir.

Sermaye ihracının belirleyici etkisi altında, dünyanın sayılı tekelci gruplar ve devletler arasında hem pazar ve hem de toprak bakımından bölüşülmesi, kısa sürede (1880–1914) ve olağan üstü bir hızla -ki bu hız sermaye yoğunlaşmasının düzeyinin de bir göstergesidir- tamamlanmasıyla emperyalizm bir dünya sistemine dönüştü.

Bu dönüşüm salt ekonomik olgularla açıklanamaz. Tersine bu dönüşüm esas olarak, sınıf savaşımı tarafından belirlenir. Emperyalizmin bir “çelişki ihracı”, bir “iç savaş ihracı” olarak nitelendirilmesi bu gerçeğin farklı anlatımından başka bir şey değildir.

Emperyalist dönüşüme yön veren kârın elde edilmesi, artı-değere el konulmasıyla sağlanır. Buraya kadar süreç ekonominin basit kuralları çerçevesinde işler ve ona yön veren esas etken ekonomik zordur. Ancak, sürece yön veren artı-değerin sermayeye dönüşmesi ve bu sermayenin belirli ellerde bir yoğunlaşma noktasına varması (ki bu yoğunlaşma sermaye ihracının temel koşuludur), ekonomik zorun yanında ve üstünde politik zorun örgütlenmesiyle gerçekleşir. Emperyalizm, bu politik zorun ulusal ve uluslararası düzeyde örgütlenmesidir..

Emperyalizm, bu haliyle sadece sınıf mücadelesinin bir ürünü değil, aynı zamanda bu mücadelede yeni bir dönemin de başlangıcıdır.

Bu yeni dönemi belirleyen, sadece burjuva sınıfı egemenliğinin uluslararası bir karakter (emperyalizm) kazanmasına paralel olarak işçi sınıfı hareketinin de uluslararası bir karakter kazanması, sınıf çelişkileri ve sınıflar arası çatışmanın yatay ve dikey olarak büyümesi değildir; aynı zamanda toplumun diğer katmanlarını (emekçi kesimleri) sömürgelerdeki anti-sömürgeci halk hareketlerini kucaklayarak genişlemesi ve keskinleşmesidir. Lenin’in emperyalizmi aynı zamanda “can çekişen kapitalizm” olarak tarif etmesi, sınıf mücadelesindeki bu yeni dönemin çarpıcı bir ifadesidir.

Emperyalizm sömürüyü, işçi sınıfından emekçi kesimlere ve sömürge halklarına yayarak sınıf mücadelesinin yükselmesi ve sınıf ittifaklarının oluşması için uygun bir zemin yaratmakla kalmaz aynı zamanda işçi sınıfının birliğini bölen, emekçilerin ve sömürge halkların işçi sınıfı etrafında birleşmesini engelleyen olguları da geliştirip güçlendirir. Bu olguların en başında ücret farklılaştırılması ve imtiyazlı gruplar yaratma yoluyla sınıf hareketinin bölünmesi yer alır. Ücret farklılaştırılması, esas olarak sömürgelerin aşırı sömürülmesinden elde edilen kârın bir kısmının emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfına aktarılmasıyla sınıf içinde ayrıcalıklı bir katmanın oluşturulmasıdır. Bu oluşum, sömürgelerden toplanan göçmen işçilerin en düşük ücret ve en avantajsız, en ağır işlerde çalıştırılmasıyla sınıf içinde oluşturulan ve en altta bu göçmen işçilerinin olduğu, aşağıdan yukarıya doğru imtiyazları artan bir katmanlaşmanın oluşturulmasıyla tamamlanır. Bu yöntemlerle oluşturulan “işçi aristokrasisi” burjuva devletin politik desteğiyle işçi hareketinde sadece bir bölünme yaratmakla kalmaz, aynı zamanda burjuva ideolojisini işçi hareketi içine sokarak, burjuvazinin sınıf içinde en önemli dayanağını oluşturur.

Uluslararası işçi hareketinde ilk ciddi bölünmenin (2. Enternasyonal’in ihaneti) emperyalist döneme denk düşmesi sınıf hareketinde bu bölünmenin tesadüfî ve geçici bir olgu olmadığını, tersine emperyalist gelişim ve politikanın işçi sınıfı içine sızmasının ve örgütlenmesinin bir sonucu olduğunu göstermektedir.

Kapitalizmin Dünya Egemenliği: Emperyalizm

Emperyalist gelişim sürecini iki ana evrede incelemek olanaklı görünüyor:

Birinci evre: 1880–1945 arasındaki dönemi kapsayan, kısaca Emperyalist oluşum ve paylaşım süreci olarak niteleyebileceğimiz süreçtir. Bu dönemi karakterize eden iki olgudan biri, emperyalist yayılma; diğeri, sınıf çelişkilerinin ve sınıf mücadelelerinin keskinleşmesi ve bunun sonucunda kapitalizmden komünizme dünya çapında devrimci dönüşüm sürecinin başlamasıdır.

1880’li yıllarda başlayan ekonomik-politik ve toplumsal değişim süreci, tarihin ondan önceki hiçbir döneminde görülmeyen bir hız ve yoğunluğa sahipti. Eskiden, on yıllarda kat edilen yol şimdi, sanki bir günde kat ediliyor gibiydi. Gelişmenin hızı o ölçüde baş döndürücüydü ki, konuyla uzmanlık ölçüsünde ilgilenenler dâhil, hiç kimse olan biteni tam olarak açıklayamıyordu. Ancak 20. yy sonunda gelişme varacağı yerlere vardığında ne olup bittiği net olarak anlaşılabildi.

Ekonomide ve toplumsal yaşamdaki bu hızlı gelişmeler, yeni güçleri dünya sahnesine çıkarırken, o ana kadarki güç dengelerini de altüst ediyordu. Her şey; ekonomik üstünlük, askeri üstünlük, diplomasi, devletlerin egemenlik biçimleri, devletlerarası ilişkiler, sınıf ilişkileri, ittifaklar, güç dengelerine bağlı olarak değişiyordu.

Sınıf çatışmaları bir yana*, Emperyalist sistem içinde yükselen güçlerle, gerileyen güçlerin çatışması dünyayı yeni bir paylaşım savaşına doğru sürüklüyordu.

Aşağıdaki tablo güç ilişkilerindeki bu hızlı değişimi net olarak ortaya koymaktadır.

Demir/Çelik Üretimi        Milyon ton     Tablo -1        

                   1890     1900    1910    1913    1920    1928    1938

ABD              9,3       10,3        26,5      31,8      42,3      28,8      28,8

Britanya        8          5              6,5        7,7         9,2        7,4       10,5

Almanya      4,1        6,3         13,6       17,6        7,6       11,3       23,2

Fransa           1,9       1,5           3,4         4,6       2,7        9,4         6,1

Rusya           0,95     2,2           3,5        4,8

Japonya       0,02                   0,16      0,25      0,84       2,3          7

İtalya            0,01     0,11       0,73      0,93      0,73       1,7        2,3

 

Enerji Tüketimleri- Kömür eşdeğeri milyon metrik ton       Tablo-2

                  1890     1900    1910    1913    1920    1928    1938

ABD              147       248        483        451      694        762       697

Britanya       145        171         185       195        212        184      196

Almanya         71        112        158        187        159        177      228

Fransa            36       47,9        55        62,5        65        97,5      84

Rusya            10,9        29        40        49,4

Japonya        4,6        4,6       15,4         23         34         55,8      96,5

İtalya          4,5       5          9,6       11        14,3     24        27,8

 

Nispi Perspektifle Toplam Sanayi Potansiyeli-1900=100      Tablo-3

                  1880    1900    1913    1928    1938

ABD            46,9     127,8    298,1       533      528

Britanya     73,3     100        127,2       135      181

Almanya    27,4      71,2       137,7       158     214

Fransa        25,1     36,8        57,3         82       74

Rusya         24,5     47,5        76,6           –          –

Japonya      7,6        13          25,1         45        88

İtalya          8,1       13,6        22,5         37        46

Dünya İmalat Veriminde Nispi Paylar %        Tablo-4         

                  1880     1900    1913    1928    1938

ABD             14,7      23,6          32        39,3     31,4

Britanya      22,9      18,5        13,6       9,9       10,7

Almanya      8,5        13,2        14,8      11,6       12,7

Fransa          7,8         6,8          6,1         6          4,4

Rusya            7,6        8,8          8,2

İtalya             2,5        2,5          2,4        2,7        2,8

Kaynak; Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri- Paul Kennedy- Türkiye İş Bankası Yay.- Sayfa 250-51 tabl-15-16-17-18

 

Bu tablolar  İtalya ve Japonya’da daha az olmak üzere, Almanya ve ABD’nin hızlı bir büyüme sürecinde olduğunu, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın tersine bir gerileme içinde olduğunu gösteriyor.

Sürece daha yakından bakarsak, İngiltere 1880’lerde dünyanın en büyük sömürge imparatorluğuydu. Sömürgeleri hemen her kıtaya yayılmış durumdaydı. Bu, aynı zamanda da dünyanın en büyük askeri gücü olduğu anlamına geliyordu. Daha 1880’de dünyanın en büyük denizaşırı filosuna ve donanma gücüne sahipti. Sterlin, dünya parası olarak işlem görüyordu. Ama 1900’lü yılların sonuna gelindiğinde İngiltere’nin üstünlüğü, hızla büyüyen ABD ve Almanya karşısında sarsıntıdaydı. İngiliz sanayi ürünleri, sahip olduğu sömürgeler ve elde tuttuğu Çin pazarı hariç hemen her yerde Almanya ve ABD’nin gümrük duvarlarına çarpıyordu. İngiltere, 1880’de dünya imalat sanayi üretiminin % 22,9’unu elinde tutarken bu rakam 1913’de % 13,6’ya düşmüştü. Dünya ticaretindeki payı ise % 23,2’den, 1914’de 14,1’e düşmüştü. İngiliz sanayii belli dallarda (demir, kömür vb.) hâlâ üstünlüğü elinde tutsa da, toplam sanayi gücü açısından ABD ve Almanya’nın gerisinde kalmıştı. İngiliz sanayinin bu gerilemesinin yanında sıkıntı yaratan çok daha önemli konu, sömürge imparatorluğunun korunmasıydı. Geçmiş bütün sömürge mücadelesi boyunca Rusya ve Fransa, İngiltere’nin en ciddi rakipleriydi ve bu rakiplerle birçok ciddi sömürge savaşları vererek İmparatorluğunu kurmuştu. 1890’larda İngiltere’nin karşısında sadece bu eski rakipler yoktu. İngiltere, Fransa ve Rusya’dan daha güçlü rakiplerle karşı karşıyaydı. Sömürgeleri bu yeni rakiplerin tehdidi altındaydı. İngiltere için Rusya uzak doğuda hâlâ bir tehditti. Japonya’nın uzak doğuda bir güç olarak yükselişi İngiltere’yi Rusya’dan daha fazla kaygılandırıyordu. ABD, Kanada ve Latin Amerika’daki diğer İngiliz sömürgeleri için başka bir tehdit kaynağıydı. Özellikle Avrupa’nın bağrında yükselen Almanya hepsinden daha önemli bir tehlike habercisiydi. İngiltere hemen her cepheden hırpalanıyordu. Birleşik Devletlerle Venezuela ve  İngiliz Guyana’sı yüzünden çatışmaya girmiş, Güney Afrika’da karşı karşıya gelmişlerdi. Fransızlarla Afrika, Rusya’yla Hindistan’da çatışmalar yaşanmıştı. 1905’de Japonların Rusya’yı mağlup etmesi, uzak doğuda Rusların yerini Japonların aldığının göstergesiydi. Kısacası İngiltere savunmadaydı; ordu ve donanmayla surlarını tahkim etmek zorundaydı. Sorunları giderek artıyor, gücü ise geriliyordu. Fransa da İngiltere’den farklı değildi. 1880’lerde dünyanın 2. güçlü sömürgeci ülkesiydi ama o da tıpkı İngiltere ve Rusya gibi yeni yükselen güçler karşısında savunmadaydı. Fransa’nın yanı başında Almanya’nın yükselişi Fransa’nın işinin İngiltere’den daha zor olduğunu gösteriyordu.

Fransa kapitalist sürece İngiltere gibi erken giren ülkelerdendi. Ama aynı zamanda sınıf çatışmalarının da en keskin olduğu ülkeydi (monarşiyle süren mücadeleler, işçi sınıfının 1830 Lyon ayaklanması, 1848 devrimi ve Fransa’yı idam sehpasına taşıyan 1872 Paris Komünü) ve bütün bunlar Fransa’nın istikrarlı bir gelişme sağlamasını engelliyordu. Yine de Fransa 20. yy sırasında güçlü bir bankacılık ve demir-çelik sanayi, demir ve kömür rezervlerine sahipti. 20 yy. başında dünya otomobil sanayinin lideriydi. Mali faktörünün güçlülüğü sayesinde dış yatırımlar 1914’de 9 milyar dolara ulaşmıştı. Fransa aynı zamanda bu dönemde Avrupa’nın en çok borç veren ülkesiydi. Rusya büyük ölçüde Fransa’dan aldığı borçlarla ayakları üstüne duruyordu. Fransa bu yolla hem Rusya’yı denetim altına alma, hem de onu İngiltere’ye ve büyük bir hızla güçlenen Almanya’ya karşı kullanma olanağını elde ediyordu.

İngiltere-Fransa arasındaki sömürge savaşları bu iki ülke tarihinde önemli bir yer tutmakla birlikte özellikle 1882’de İngiltere’nin Mısır’ı işgal etmesiyle daha da keskinleşmişti. İki ülke 1884–1890 yılları arasında pek çok cephede (Kongo, Batı Afrika, Siyam (Tayland) ve Nil Vadisi) karşı karşıya geldiler. Fransızlar bu savaşların pek çoğunda geri çekilmek zorunda kalsalar da, bu savaşlardan güçlü bir kara ve deniz gücüne sahip olarak çıktılar.

1990’lü yılların sonlarında tıpkı İngiltere gibi Fransa da bir gerileme sürecindeydi. (tablo-1,2,3,4)  1913’e gelindiğinde özellikle Almanya’nın yükselişi karşısındaki bu gerilik daha da çarpıcıydı. 1913’te Almanya’nın GSMH’sı  Fransa’nın% 40’ı civarındaydı. Bir yıl sonra, 1914’de ise bu oran yüzde 50’ye çıkmıştı. Demir, çelik ve kimya sanayi alanında ise Almanya’dan oldukça geride kalmıştı.

İngiltere ve Fransa’nın konumlarındaki bu nispi gerileme ve sömürge savaşında savunma konumları, aralarındaki rekabeti bir kenara bırakarak bu yeni süreçte müttefik olarak yer almalarını koşullandırmıştı. Gelişmeler emperyalist dünyanın ekonomik olarak en geri ülkesi Rusya’yı (1914’te dahi nüfusun ancak yüzde 1.75’i sanayide istihdam ediliyordu)  – yüzyıllık bir İngiliz-Rus çatışmasının ardından- İngiltere ve Fransa’nın yanına itiyordu. Çünkü Rusya Almanya’nın Avrupa’da yükselişinin Fransa gibi doğrudan tehdidi altındaydı. Bu gelişmeler savaşın “itilaf” cephesinin (İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya-sonrada Romanya, Yunanistan, ABD itilaf cephesine katıldılar) savaştan önce oluştuğunu gösteriyordu.

Başta ABD ve Almanya olmak üzere, Japonya ve İtalya hızlı ekonomik, politik ve askeri açıdan gelişme ve güçlenme süreçleriyle mevcut statüyü zorlayan ülkelerdi. İtalya, emperyalist sürece 1871’de otuza yakın küçük devleti birleştirerek girmişti. Ancak İtalya bu süreçte yine de erken bir doğumu temsil ediyordu. Bir sanayi ülkesinden çok, bir tarım ülkesiydi. Ekonomik açıdan çok kıt olanaklara sahipti. Sanayi hammaddelerinin hemen tümünü ithalatla karşılamak zorundaydı. Dünya sanayi üretimindeki payı 1913’de bile yüzde 2,4 düzeyindeydi. Askeri açıdan da oldukça geriydi. Sömürge edinmek için girdiği ilk savaştan (1886’da Habeşistan’ı işgal etmek istedi.) yenilerek çıkmıştı. İtalya, bütün bu zayıflığıyla Avrupa ülkeleri arasında ancak Almanya’nın, Fransa üzerinde sağladığı üstünlüğe dayanarak yer bulabiliyordu. 1914’e gelindiğinde İtalya kaplanların arasında, sömürge edinmek için yanıp tutuşan bir aç kurt gibiydi.

Çok farklı koşullar içinden geçerek dünya sahnesine çıkan Japonya, ekonomik ve askeri gelişim bakımından Almanya’nın küçük bir Uzakdoğu versiyonuydu. 19.yy ortalarına kadar Japonya kendi içine kapalı, Avrupalı sömürgecilere yem olmamak için direnen bir ülkeydi. Ancak, 1868’de başlayan Reform hareketiyle hızlı bir gelişme trendini yakalayabildi. Hem bir köylü toplumu oluşu (nüfusun 3/5’ü küçük tarımla uğraşıyordu.) ve hem de coğrafyanın elverişsizliği (hammadde kaynakları çok az olan bir ada ülkesi olması) nedeniyle diğer emperyalist ülkelerle karşılaştırıldığında önemli bir dezavantaja sahipti. Bu olumsuz koşullara rağmen Reform süreciyle birlikte başlattığı sanayi atılımıyla1914’lere gelindiğinde dünya sanayi üretimindeki payını önemli ölçüde büyüterek sanayi devrimini tamamlama yolundaki tek batılı olmayan ülkeydi. Japonya’nın bir dünya gücü haline gelmesi, yukarda belirtilen dezavantajları ortadan kaldıracak bir yayılmayla, “büyük Doğu Asya’nın yaratılmasıyla aşılabilirdi.

1905 savaşında Rusya’ya indirdiği darbeyle Japonya, ciddi bir zaferi sağlamanın ötesinde, Doğu Asya’ya hükmedecek bir güç olmanın da kapılarını açıyordu. Ancak, bunu gerçekleştirmek için Japonya’nın güçlü bir donanmaya, güçlü donanma için de zamana ihtiyacı vardı. Japonya’nın 1. Paylaşım Savaşından uzak kalması, ona bu zamanı kazandıracaktı.

1880-1914 arasında esas güç dengelerini değiştirerek dünyanın mevcut paylaşımını zorlayan iki ülke Almanya ve ABD‘ydi. ABD iç savaştan önce (iç savaşı 1861 Nisanında patlak verdi) bile ekonomik bakımdan oldukça gelişmişti. 1860 yılında sanayi verimliliği açısından İngiltere’den sonra 2. sıradaydı. Bu gelişmede İngiltere’yle olan ekonomik ilişkilerin  (İngiltere’den sermaye ve meta akışına karşılık, ABD’den hammadde, özellikle pamuk akışı) önemli bir payı vardı. ABD potansiyel olarak ciddi avantajlara (zengin tarım ve hammadde alanları, teknolojik birikim) sahipti. Bu avantajları nispeten istikrarlı bir gelişme döneminin sonunda güce çevirerek 20 yy. başında adeta bir sanayi devi haline geldi. Sanayideki dev tekeller (General Electric, International Harvester, Dupont Bell, Cold, Standart Oil) Avrupa’daki rakipleriyle her bakımdan boy ölçüşecek güçteydi. ABD’nin diğer bir üstünlüğü de, iç pazarının genişliğiydi. İç pazarın bu genişliği sanayinin hızlı gelişmesine olanak vererek, sermaye yoğunlaşmasını hızlandırarak, ABD tekellerine daha da büyümeleri için geniş imkânlar sunuyordu. Bu hızlı sanayileşme, dış ticaretin yapısını da değiştirmişti. 1890’larda sanayi malları ithal eden ABD, 1900’ların başında sanayi malları ihracatçısı ülke haline geldi. Dünya dış ticaretinde ABD’nin payı 1913’de % 8’e yükselmişti. Dozu yükseltilmiş petrol, pik demiri, çelik ve elektrik üretiminde rakiplerine önemli bir üstünlük sağlamıştı.

20. yy başında ABD sadece meta ihraç eden bir ülke değil aynı zamanda özellikle Avrupa’ya (İngiltere) sermaye ihraç eden bir ülkeydi de. ABD’nin bu ekonomik gücü, kara ordusunun küçüklüğüne rağmen güçlü bir deniz gücüyle tamamlanıyordu. ABD’nin büyüyen bu ekonomik ve askeri gücüne karşılık, sahip olduğu sömürge alanı 1914’de 0,3  kilometre kareydi. (İngiltere’nin sahip olduğu alanın yüzde 0,1’i) Bu çelişki ancak yeni bir sömürge savaşıyla çözülebilirdi. ABD daha sömürge savaşı başlamadan bu yolda ilk adımlarını atmaya başlamıştı bile, Latin Amerika’ya yayılma girişimi İngiltere’yle Venezuela sınır anlaşmazlığı, 1898’de Küba’yı sömürgeleştirmek için İspanya’yla giriştiği savaş, Asya’da Filipinlerin işgali ve Çin üzerindeki yayılmacı emelleri ABD’nin sömürgeleri genişletme savaşının da başlangıcıydı.

Emperyalist dünyanın büyük bir ekonomik ve askeri güce, buna karşılık küçük bir sömürge alanına sahip (1914’te 2,9 kilometrekare) diğer bir ülkesi de Almanya’ydı. Almanya tıpkı İtalya ve Japonya gibi dünya sahnesine geç giren ülkelerdendi. Almanya 1970 – 71 savaşlarıyla dağınık Alman devletçiklerinin (39 devlet) birleştirilmesiyle Avrupa’nın tam göbeğinde yerini aldı. Tek başına Almanya’nın bu kuruluşu bile Avrupa’daki eski dengenin bozulması için yeterliydi. Bu geç doğum büyük bir hırs ve şiddet birikimi de içeriyordu. Almanya, Prusya’dan devraldığı ekonomik ve askeri güç üzerinde baş döndürücü bir hızla yükseldi. 1880-1914 arasındaki performansıyla Almanya ekonomik ve askeri güç bakımından Fransa’yı geride bırakıyor, İngiltere’nin üstünlüğünü de tartışılır hale getiriyordu. 1914’de elektrik-elektronik (AEG), kimya (Bayern, Hoches) ve optik sanayinde Avrupa’da liderliği ele geçirmişti bile. Sanayideki bu hızlı gelişme Almanya’nın ihracatını da 1890–1913 arasında üç kat artmıştı. Alman ticaret filosu İngiltere’den sonra dünyanın 2. büyük ticaret filosuydu. Dünya imalat sanayindeki payı ile (1913’te 14,8) İngiltere ve Fransa’yı geride bırakmıştı.

Bu ekonomik büyümeye rağmen Alman ekonomisinin en büyük sorunu sanayinin temel hammadde gereksinimleri ( demir, kömür, bakır, kauçuk) bakımından dışarıya, bu kaynakları büyük ölçüde elinde tutan İngiltere ve Fransa’ya bağlı olmasıydı. Ekonominin bir diğer sorunuysa gittikçe büyüyen sermaye birikiminin dışarıya akış kanallarının tıkalı olmasıydı. Coğrafi bakımdan Avrupa’nın ortasındaki “kuşatılmışlığı” Almanya için aşılması gereken başka bir engeldi. Nereye el atsa karşısında paylaşılmış sömürge alanları ve onların sahipleri ABD, İngiltere, Fransa ve Rusya vardı. Tıpkı ABD gibi, Almanya ekonomik ve askeri büyük bir güçtü (donanma gücü açısından Avrupa da İngiltere’den sonra geliyordu). Güçlü bir kara ordusuna, hem ekonomik ve hem askerî alanda eğitimli bir insan gücüne sahipti; ama bu gücü geliştirecek ve süreklileştirecek koşullara henüz sahip değildi. Almanya’nın Avrupa’da bu hızlı yükselişi sadece güç dengelerini değiştirmekle kalmadı, yeni ittifakların oluşmasını da belirledi. Almanya 20.yy başında eski düşmanları, Fransa, Rusya, İngiltere’yi yeni bir ittifak içinde birleştiren yegâne etkendi.

Dönemin başında (1876–1900) sömürge savaşı, dünyanın eski sömürgeci güçleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya arasında sürüyordu. Hem en büyük sömürgeci güç olmaları hem de sömürgelerinin büyük ölçüde aynı coğrafyada olması -bu savaşta İngiltere ekonomik ve askeri bakımdan ne kadar avantajlı olsa da- İngiltere ile Rusya’yı karşı karşıya getiriyordu. Fransa bu savaşlarda Rusya’yı finanse ederek, Afrika’da İngiltere’yle sürmekte olan sömürge savaşında üstünlüğü ele geçirmeye çalışıyordu.

İngiliz sömürgelerinin simgesi olan Hindistan’ın Rus sömürgeciliğinden uzak tutulması, ancak Hindistan’a giden yolların Çanakkale’den Himalayalara, Cebelitarık’tan Bora’ya kadar olan alanların denetim altına almasına bağlıydı. Yalnız bu da Doğu Hindistan genel valisi George Curzon’un “Türkistan, Afganistan, Hazar ötesi, İran bu adlar benim için çok büyük uzaklıkları akla getirmektedir. Bunların, dünyaya hâkim olma oyununun piyonları olduklarını itiraf etmeliyim.” sözünde dile getirildiği gibi, zorunlu ve zor bir işti. İşte İngiltere ile Rusya’yı yüzyılı aşkın bir süre karşı karşıya getiren dünya egemenliği denklemi buydu.

Aşağıdaki tablo 1876–1914 arasındaki dönemde sömürge savaşının seyrini, bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.

Büyük devletlerin sömürgeleri

Yüzölçümü: milyon kilometrekare nüfus milyon kişi

 

Sömürgeler

1876                    1914

Km       Nüfus        Km     Nüfus

İngiltere        22,5     251,9          33,5     393,5

Rusya             17         15,9             17,4     33,2

Fransa           0,9         6                10,6     55,5

Almanya         –           –                  2,9       12,3

ABD                 –           –                  0,3        9,7

Japonya          –           –                  0,3       19,2

Diğer ülkelerin sömürgeleri: (Belçika, Hollanda v.b) 9,9  –  45.3

Yarı sömürgeler: (İran, Çin, Türkiye) ………………14,5-  361,2

Kaynak:Lenin emperyalizm sh.-100

Tablodan da anlaşılacağı gibi, kapitalizmin emperyalizme dönüşüm tarihi olarak kabul edilen 1876’da dünyanın üç büyük güç, İngiltere, Rusya, Fransa arasında paylaşılması önemli boyutlara varmıştı. Dünya sahnesine yeni giren dört emperyalist devlet (ABD, Almanya, Japonya ve İtalya) henüz sömürge sahibi değillerdi. 1914’e gelindiğinde ise, eski sömürgeci üç gücün sömürgelerini az da olsa arttırarak (büyük ölçüde Hollanda, Belçika, Portekiz sömürgelerinin bir kısmını ellerinden alarak) yine en büyük sömürgeci güç olarak yerlerini korudukları, buna karşılık arkadan büyük bir hızla gelen yeni güçlerin paylaşılmış dünyada yeni bir paylaşımı zorladığını görüyoruz.

Eşitsiz gelişme zembereği hızla dönüyordu. Rusya’nın “köhne” kapitalizminin, 1905 Japon yenilgisi, ayaklanmalar ve iç çatışmalarla güçten düşmesi, İngiltere’ye rahat bir nefes aldırırken, İngiltere’yle kıyaslandığında sürece çok geç dâhil olan Almanya hızlı ekonomik ve askeri gelişim, teknik donanım iyi örgütlenmiş gücü ile kurulmuş dengeleri altüst ediyordu. Yeni güçler yeni dengelere yol açıyordu; yeni dengeler de yeniden paylaşım savaşına.

Savaş çanlarının çalmasına yol açan, sadece Almanya başta olmak üzere ABD ve Japonya’nın mevcut güç ilişkilerini altüst eden yükselişleri değildi. Emperyalist paylaşımın yeni ilgi odağı Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Ön Asya’nın “hayali imparatorluğu”, “Hasta Adamı” Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu dağılma süreci de çan seslerinin yükselmesine yol açıyordu.

Yakın Doğu’da paylaşım süreci, savaş öncesi çoktan başlamıştı bile, 1907’de İngiltere ve Rusya Asya’daki pozisyonlarını yeni bir antlaşmayla güncelleştirdiler. Tibet tarafsızlaştırıldı; Rusya, Afganistan’daki çıkarlarından İngiltere lehine vazgeçti. İran, biri Rus biri İngiltere egemenlik alanı, diğeri tarafsız olmak üzere üç bölgeye bölündü.

Paylaşım sırası artık Osmanlı Devletindeydi. Hemen savaş öncesi Osmanlı Devleti, Afrika ve Balkanlarda önemli toprak kaybına uğrayarak oldukça küçülmüştü. İngiltere 1883’de Mısır’ı işgal etmişti. Osmanlı Mısır’ı hâlâ kendi toprağı olarak tanımlıyordu, ama Mısır gerçekte İngiliz sömürgesiydi. Kıbrıs ve Körfez kıyısındaki Şeyhlikler de İngiliz işgalindeydi. Lübnan, Hristiyan bir vali tarafından yönetiliyordu ve aynı zamanda İngiliz ve Fransızların denetimi altındaydı. Balkanlarda ise, İngiliz, Fransız ve Rusya’nın desteğiyle yeni devletler (Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Karadağ) oluşmuştu. Bosna-Hersek, Avusturya’nın işgalindeydi. 1912’de İtalya Trablusgarb, Rodos ve Ege adalarını işgal etmişti. İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti üzerinde geniş ayrıcalıklara sahipti.

Ama yine de Osmanlı Devleti sahip bulunduğu geniş topraklar ve içinde bulunduğu çözülme süreci nedeniyle paylaşım masasının ana menüsüydü. Daha savaş başlamadan İngiltere ve Rusya bu “hasta adamı” aralarında nasıl paylaşacaklarını gizli bir anlaşmayla belirlemişlerdi.(Reval anlaşması-1907)

Ancak Osmanlı Devleti aynı zamanda yükselen emperyalist güç Almanya’nın da ilgi odağındaydı. Osmanlı Almanya ilişkileri çok yeni olmasına rağmen Almanya kısa sürede Osmanlı üzerinde ekonomik, diplomatik ve askeri alanda önemli bir nüfuz elde etti. Bağdat demiryolu projesiyle Almanya, Osmanlı Devleti’nden önemli imtiyazlar koparırken, İngiliz ve Rus sömürgeciliği için ciddi bir tehdit oluşturuyordu.

İngiltere, Rusya ve Fransa tarafından paylaşım masasına yatırılan Osmanlı için Almanya ile ittifak kurmak dışında bir seçenek yok gibiydi. Osmanlı bu ittifakla süreçten mümkün olduğu kadar zararsız çıkabileceğini, hatta Rusya’nın Müslüman sömürgelerinin bir kısmını kendi topraklarına katarak, Batı’da kaybettiğini Doğuda telafi etmeyi bile hayal edebilirdi.

Savaş öncesi panorama kısaca böyleydi. Artık yeni paylaşım için savaş dışında bir seçenek yoktu. Her şey bir kıvılcıma bağlıydı. Kıvılcım Sırbistan’da parladı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand, sömürgesi olan Saraybosna’yı ziyaretinde bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldü.(28 Haziran 1914 ) Avusturya buna savaş ilanıyla karşılık verdi. Ve zaten bir süredir devam eden savaş, birbirini izleyen savaş ilanlarıyla resmileşti.

İngiltere, Rusya, Fransa savaşı kendi emperyalist planlarına, göre yürütüyordu. İngiltere ve Fransa, İngiliz işgalindeki Mısır’da karargâh kurarak Osmanlı Devletine güneyden saldırıyordu. Bu cephede çok büyük kayıp vermelerine rağmen sonuçta belirleyici bir başarı elde etmiş değillerdi. Kuzey cephesini Rusya tutuyordu ve itilaf güçleri bütün savaş sürecince tek ve kesin zaferi bu cephede elde ettiler. Osmanlı ordusu bozguna uğradı. Ruslar, Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun önemli bir kısmını ele geçirdiler. İngiliz birlikleri Çanakkale’de ağır bir yenilgi aldı. Savaşın Avrupa cephesinde ise, Alman-Avusturya ittifakı belirli bir üstünlüğü elde tutuyordu.

Savaşın başlamasından iki yıl sonra 1916’da İngiliz maliyesi iflasın eşiğindeydi ve ancak gittikçe artan ölçüde ABD finansmanıyla savaşa devam edebiliyordu. Savaşın kötü gidişatı yüzünden İngiltere, Fransa ve İtalya’da iş başındaki hükümetler istifa etmek zorunda kalmışlardı. Savaşta tek kesin zaferin sahibi Rusya ise, ittifakın ekonomik, askeri ve toplumsal bakımdan en zayıf ülkesiydi.

Savaş belirli bir güç dengesi etrafında kilitlenmiş gibiydi. Savaşan taraflardan hiçbiri (İtilaf-ittifak devletleri) kesin bir üstünlüğe sahip değildi.

İngiltere ve Fransa savaşı lehlerine çevirecek yeni ittifak arayışlarındaydı ve ABD’nin savaşa dâhil olmasını istiyorlardı. Zaten İngiliz savaş giderlerini finanse ederek savaşa bir anlamda dâhil olan ABD, savaşa fiili olarak da girmenin yollarını ararken (ABD’de halk savaşa girmeye karşıydı) imdadına, 17 Mart 1917’de “Almanya tarafından batırılan üç şilep”i yetişti. Almanya’nın üç ticaret gemisini batırması ABD’ye beklediği fırsatı sağladı. Nisan 1917’de ABD itilaf devletleri yanında resmen savaşa dahil oldu. Ardından Romanya ve Yunanistan’ın ittifaka alınmasıyla denge, ittifak devletleri lehine değişir gibi oldu. Ancak kısa bir süre sonra beklenmedik bir şekilde Ekim Devriminin zaferiyle Rusya ittifaktan düştü. Bir anlamda savaş yeniden kilitlendi.

 

Ekim Devrimi ve Emperyalist Savaş

Ocak 1918’de Sovyet Rusya, İngiltere ve Rusya arasında 1907’de Asya’daki paylaşımı düzenleyen Reval anlaşmasını fesh ettiğini açıkladı. Osmanlı Devleti’ndeki işgalci askerlerini geri çağırdı. Devrimin zaferini garanti altına almak için İngiliz ve ABD desteğindeki karşı devrimci güçlerle amansız bir hesaplaşmaya giren Sovyet Rusya, Mart 1918’de Almanya’yla koşulları çok ağır olan bir anlaşma (Brest-Litovsk anlaşması) imzalamak zorunda kaldı. Bolşeviklerin henüz iktidarı alamadıkları eski Rus sömürgelerinden birçoğu (Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan, Türkistan v. b.) bağımsızlıklarını ilan ederek Sovyetlere karşı İngiliz himayesine başvurdular.

Bütün bu yeni gelişmeler savaşın karakterini olduğu kadar, seyrini de değiştirdi. Doğu Avrupa ve Osmanlı topraklarında süren savaş eski Rus topraklarını da içine alarak genişledi. Almanya, Gürcistan üzerinde kontrolü ele geçirirken, İngiltere Azerbaycan ve Ermenistan’ı işgale koyuldu. Savaşın başında Osmanlı Devleti için hayal olan doğuya doğru büyüme artık gerçekleşebilir bir hedef gibi görünüyordu. Rus işgalinin ortadan kalkmasıyla Osmanlı devleti de Trans Kafkasya’ya taşınan savaşta yerini aldı.

1918 yılına gelindiğinde savaşın faklı cephelerindeki durum aşağı yukarı şöyle görünüyordu: Almanya, Mart 1918’de Sovyet Rusya’yla oldukça iyi bir anlaşma (Brest-Litovsk anlaşması)  imzalayarak bu cephede kesin bir üstünlük elde etmişti. Trans Kafkasya’da Gürcistan Almanya’nın denetimi altındaydı. Almanya Doğu Fransa ve Belçika hattında başarılı bir savaş yürütüyordu. Suriye ve Filistin cephesinde savaş sürüyordu. İngiltere ve Fransa bu cephede belirli bir ilerleme sağlamış olsa da zaferin henüz çok uzağındaydı. İran’daki İngiliz etkisi ise, bağımsız İran devletinin kurulmasıyla birlikte ortadan kalkmıştı. Kısaca savaşan güçler (İngiltere, Fransa-Almanya, Avusturya) açısından ortada ne kesin bir yenilgi, ne de kesin bir zafer vardı.

Ama nasıl olduysa Almanya 3–4 Ekim 1918‘de ABD başkanı Wilson’a başvurarak ateşkes talebinde bulundu. Osmanlı devleti Almanya’nın ateşkes başvurusunu önceden bildiğinden 1 Ekim’de İngiltere ve Fransa’ya ateşkes için başvurmuştu.** İngiltere genel kurmay başkanı 1918 yazında Londra’da savaş kabinesinde yaptığı konuşmada; ”Avrupa’daki savaşın 1919 ortalarından önce bitmeyeceğini ve daha olası bir tarihin 1920 yazı olacağını” bildirdi. Savaşın bu ani bitişinin beklenmediğini gösteren bir diğer olgu ise, İngiliz genel kurmayının ateşkes yürürlüğe girmeden önce 2 Ekimde Mezopotamya’daki İngiliz komutanlığına Ortadoğu’nun ele geçirilmesi gerektiğin emretmesiydi. (age 361-362) Savaşan güçlerin savaşı bitirecek kesin zaferden oldukça uzak olduğu, savaşın daha uzun bir süre devam edeceği (gerçekte savaş çeşitli cephelerde 1922 yılına kadar devam etti) beklentisine rağmen savaşın beklenmedik bir şekilde, beklenmedik bir anda bitmesini sağlayan neydi?

Bu sorunun cevabı emperyalist güçler arasındaki ilişki ve çatışmanın sınırları içinde kalınarak verilemez. Çünkü bu çerçevede kalınarak sorunu açıklama girişimi, sonuçta “Almanya’nın yenileceğini gördüğü için teslim olduğu”ndan başka sonuca varmaz. Böyle bir cevap ise sadece  savaşın bu ani bitişini değil, onun çıkışını da anlamsız kılmanın ötesinde bir işe yaramaz.

Sorunun gerçek cevabı emperyalist güçler arasındaki çatışmada değil, tersine sınıf savaşı alanında ne olup bittiğine bakılarak verilebilir.

Henüz savaş başlamadan çok önce işçi hareketi, 1871 gericilik yıllarının ardından, bir toparlanma ve büyüme sürecine girmişti. Özellikle Almanya’da Alman Sosyalist Demokrat Partisinde temsil edilen işçi sınıfı ciddi bir güç konumundaydı. SDP bu konumuyla 2. Enternasyonal’in de yönlendirici gücüydü. Savaşın ayak sesleri duyulduğunda savaşa karşı nasıl bir tavır takınılacağı işçi hareketinin, 2. Enternasyonalin başlıca günden maddesiydi. Lenin, işçi hareketini bekleyen tehlikeyi önceden gördüğünden, daha savaş başlamadan savaşa karşı işçi sınıfının tavrının 2. Enternasyonal tarafından karar altına alınmasını sağlamak için yoğun bir çaba sarf etti.

1912 Basel Kongresi’nde  işçi sınıfının savaşa karşı tavrı; “savaşın her hangi bir yerde patlak vermesi durumunda, onun hızla sona erdirilmesi için işe karışmak ve böylece kapitalist sınıfın yönetimini devirmeye hemen girişmek için savaşın yarattığı ekonomik ve politik bunalımdan yararlanmak, işçi sınıfının ve onun parlamenter temsilcilerinin görevidir.” olarak belirlenerek karar altına alındı.

Savaş başladığında Lenin’in endişelerinin boş olmadığı ortaya çıktı. Başta Alman SDP’si olmak üzere, 2. enternasyonalin bütün kalburüstü partileri kendi emperyalist burjuvalarının arkasına dizildiler. İşçilerin ve emekçilerin milliyetçilik ve yurtseverlik sarhoşluğu 2. Enternasyonal çoğunluğunun ihanetiyle birleşince, işçi hareketi henüz yükselme aşamasında yeniden dağılma sürecine girdi.

Çok sürmedi, savaş iki yıl gibi kısa bir sürede, işçi sınıfı ve emekçi halktaki bütün o milliyetçi, yurtsever yanılsamaları dağıttı. Ama onlar yine de 2. Enternasyonal partilerinden tamamen kopmuş değillerdi. 1916 yılında işçi hareketi, bütün Avrupa’yı kapsayan bir yükseliş sürecine girdi. Lenin’in, savaşın devrim olasılığını güçlendireceği öngörüsü artık sadece bir öngörü değil, bir gerçekti.

1916’da Finlandiya sosyal demokratları seçimleri kazanarak iktidara geldi. 1918’de Finlandiya’da işçiler, işçi Cumhuriyetini ilan ettiler. Finlandiya işçi sınıfının bu girişimi ancak, Alman birliklerinin Finlandiya burjuvasının yardımına koşmasıyla önlenebildi.

1916’da İrlanda halkı, İngiliz emperyalizmine karşı Dublin’de ayaklandı. Ayaklanma, İngiliz ordusu tarafından bastırılsa da İrlanda bağımsızlık hareketinin silahlı döneminin başlangıcı oldu. 1917 yazında Fransa’da askerler ayaklandı, ayaklanmayı savaş karşıtı gösteriler, Lyon’da başlayıp Paris’e yayılan kitlesel grevler izledi. 1918 Ocağında Almanya ve Avusturya daha çok kendiliğinden gelişen grevlerle sarsıldı; grevler ancak Alman SDP’nin (çoğunluk sosyal demokratları) aktif grev kırıcılarıyla önlenebildi. 1918 Kasımında Almanya’daki donanma isyanını, Münih işçilerinin zaferi izledi. İşçiler Bavyera eyaletinde Sovyet Cumhuriyetini ilan ettiler. Bunu Berlin’de askerlerin de desteklediği bir ayaklanma izledi. Alman burjuvazisi için Ekim Devrimi artık Moskova’da değil, egemenliğinin kalbinde Berlin’de, Münih’teydi. Alman burjuvazisi bu ayaklanmaları engelleyebilmek için özel birlikler (FreiKorps- Özgür Kafalar) örgütledi. Burjuva terörü bütün Almanya’yı kapsadı. Mayıs 1919’da Münih Sovyet Cumhuriyeti yıkıldı.

1918’de Avusturya- Macaristan monarşisi çöktü. 1919 yazında Macaristan Sovyet Cumhuriyeti kuruldu. Sovyet Rusya’yla birlikte hareket etme kararı alan Macar Sovyet Cumhuriyeti sosyal demokratlar ve İngiltere destekli Romanya ordusunun saldırısıyla çökertildi. 1920’de işçiler bütün kuzey İtalya’yı kapsayan fabrika işgallerini başlattılar.

(Bütün bu direniş ve ayaklanmalardan sonra işçi sınıfının elinde kalan sadece 8 saatlik iş gücü ve grev hakkıydı.)

Bütün bunlar emperyalist destekli iç savaşta boğulacağına kesin gözüyle bakılan Ekim Devrimi’nin bütün Avrupa’yı etkisi altına alan bir devrim dalgasına dönüştüğünü gösteriyordu.

Churchill, Ekim Devrimi’nin Avrupa burjuvazisinde yarattığı korkuyu şöyle dillendiriyordu.  “O kadar korkunç şeyler olmuş, kurulu düzenlerin yıkılmasına tanık olunmuş, milletler o kadar acı çekmişti ki, herhangi bir titreme bile her devletin temellerini sarsmaya yeterliydi.”(David Fromkin -Barışa Son Veren Barış Sabah Kitapları s. 384)

Henüz galibi olmayan savaşın öyle apar topar bitirilmesini sağlayan bu korkuydu. En büyük fedakârlık da bu korkuyu ensesinde hisseden Alman burjuvazisine düştü. Savaş sonrası Almanya’ya dayatılan Versaille anlaşmasında bu “fedakârlığın” izi bile yoktu. Almanya, 1918’de Sovyet Rusya’yla yaptığı anlaşmadan kat be kat ağır bir anlaşmayı imzalamak zorunda kaldı. Devrim tehlikesinin bertaraf edildiği koşullarda, Almanya’nın İngiltere ve Fransa için taşıdığı potansiyel tehlike, onun burjuva düzenin varlığını koruması için gösterdiği “fedakârlıktan” ağır bastı. Ekim Devrimi İngiltere’ye umulmadık bir anda dünya egemenliğinin kapılarını açtı. İngiltere’nin Ortadoğu ve diğer yerlerde elde ettiği topraklar, daha öncekilerle kıyaslanamaz boyutlardaydı.

Ekim Devrimi’nin Avrupa devrimiyle tamamlanmasını önlemek için Avrupa’da ara verilen savaş, Kafkaslar ve Orta Doğu’da devam ediyordu. Kafkaslarda, devrim-karşı devrim ekseninde süren savaş devrimin zaferiyle sonuçlandı ve Sovyet sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kurulmasıyla tamamlandı.

Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Asya’da ise, Ekim Devrimi’nin etkisiyle savaş, yeni bir boyut kazanarak, sömürgeciliğe karşı siyasal bağımsızlık savaşı olarak devam etti. Savaşa İngiliz sömürgesi olarak giren Mısır’da 1919 yılında bağımsızlık istemiyle ayaklanmalar başladı. Ayaklanma, yukarı Mısır’ı İngiliz etkisinden temizlediyse de, İngiltere’nin Mısır’a yeni birlikler sevk etmesiyle önlenebildi.

1919’da Afganistan’da yönetimi darbeyle ele alan Emanullah Han, 1907’de imzalanan ve Afganistan’ın kontrolünü İngiltere’ye veren Rus- İngiliz anlaşmasını tanımadığını açıklayarak bağımsızlığını ilan etti. Afgan birlikleri İngiliz sömürgesi olan Hindistan’a girdi. İngiltere, Afgan birliklerini Hindistan’dan çıkarmayı başardıysa da Afgan bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Afgan hükümeti bir adım daha atarak Sovyet Rusya’yla dostluk anlaşması imzalayıp bağımsızlığını perçinledi.

Arabistan’da ise sömürgeciliğe karşı mücadele, İngiliz sömürgelerinin en uysalı olarak, İngiliz parası peşinde koşan aşiret kavgasının ötesine geçemedi. İngiliz sömürgeciliği aşiretler arası para paylaşımıyla konumunu her seferinde biraz daha pekiştirdi.

İngiliz-Fransız ittifakının yumuşak karnı olan Suriye, 1920’de her iki emperyalist ülkeye karşı ayaklandı. Ayaklanma, ancak Suriye’ye sevk edilen yeni Fransız birliklerinin müdahalesiyle önlenebildi. Fransızlar yeni ayaklanmaların önünü alabilmek için Suriye’yi birkaç parçaya ayırarak egemenliklerini sürdürebildiler. İngiliz işgalindeki Filistin’de ise, bağımsızlık mücadelesi Arap-Yahudi çatışmasının sürekli kılınmasıyla önlenebildi. 1920’de Irak’ta (Mezopotamya) İngiliz işgaline karşı ayaklanma başladı. Kuzeyde Sünni, Güneyde (Basra) Şii Araplar İngiliz sömürgeciliğine karşı cihat ilan ederek ayaklandılar ve ayaklanma bütün Irak’a yayıldı. Ayaklanma, geçici Arap Hükümeti kurarak kısmi bir başarı elde ettiyse de 1921’de İngiliz birliklerinin saldırısına dayanamadı ve yenildi.

İran’da olanlarsa İngiltere için tam bir hezimetti. 1920’de Kuzey İran’da (Gilan) İran Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. İngiltere buradaki birliklerini çaresiz geri çekmek zorunda kaldı. Arkasından 1921’de Rıza Han, Ahmed Şah’ı devirerek Tahran’da iktidarı ele geçirdi. Rıza Han ilk iş olarak İngiliz-İran anlaşmasını tanımadığını ilan etti. Rıza Han’ı iktidarı alması için teşvik eden İngiltere daha ne olup bittiğini anlamadan, İran- Sovyetler Birliği dostluk anlaşmasının imzalanmasıyla ikinci darbeyi aldı ve İran’ı terk etmek zorunda kaldı.

1918’de Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Ateşkes anlaşması ile Osmanlı’nın paylaşımı ana hatlarıyla gerçekleşti. Bu anlaşma ile aynı zamanda Anadolu’da kurulacak yeni devletin sınırları da “Misak-i Milli” olarak belirlendi. Mondros ateşkesi imzalanmıştı ama bu anlaşmayı uygulayacak bir muhatap henüz yoktu. Çünkü “Misak-i Milli”   sınırları içinde egemenliğin hangi sınıf eliyle yürütüleceği sorunu henüz çözülmüş değildi. İşgal altındaki İstanbul’a sıkışıp kalan Padişah ve kabinesinin ülkeyi yönetebilecek ne gücü, ne de olanağı vardı. 1908 devrimini gerçekleştiren İttihat-Terakkinin savaştan sorumlu tutulan önder kadrosu yenilgiden sonra dağılmıştı. İttihat Terakki’nin yeniden toparlanmaya , bunun için de zamana ihtiyaç vardı. Üstelik Osmanlının 18 yüzyıldan başlayarak ulusal kurtuluş mücadeleleriyle başı dertteydi. Özellikle Balkanlarda birçok ulus (Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ, Arnavutluk vb.) bağımsızlıklarını elde etmişti. Şimdi bu mücadele, ortaya çıkan iktidar boşluğunda, yeni Türkiye’nin sınırları olarak kabul edilen “Misak-i Milli”de Kürt ve Pontus ayaklanmaları olarak sürüyordu. En önemlisi de Türkiye’de sınıf mücadelesinin serpilip gelişmesini güçlendiren Ekim Devrimi’nin yayılmasının yarattığı korkuydu. Mondros ateşkesinin karşı tarafının durumu da hiç iç açıcı değildi. İngiltere ve Fransa’nın hem içerde işçi hareketi, hem de sömürgelerdeki mücadelelerle başı dertteydi. Bu belirsizlikler ve kaos ortamı Mondros antlaşmasını bir an önce sonuçlandırmak üzere Fransa, İngiltere ve İtalya’yı harekete geçirdi. Bu üç devlet Mondros’ta Osmanlıya dikte ettirdikleri anlaşmanın İtilaf devletlerine, güvenlikleri tehlikeye girdiği anda “Misak-i Milli” sınırları içinde stratejik noktaları işgal hakkı veren bir maddesine dayanarak Anadolu’da yeni bir işgal hareketini başlattılar. İşgalin amacını  değiştiren atak İngiltere’den geldi. İngiltere’nin Yunan birliklerinin İzmir’e çıkartması hem kalıcı bir karakter vererek, işgalin amacını değiştirdi, hem de işgalci güçler arasında Osmanlının paylaşımına ilişkin çatışmaları su yüzüne çıkardı. Yunanistan’ın İzmir’e çıkmasıyla, İtalyanların önünü kesme girişimleri, zaten aralarındaki paylaşımda ortaya çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle sorun yaşayan İngiliz, İtalyan, Fransız ittifakının çözülme sürecini de başlattı.

Yunanistan’ın işgal hareketine bu tarzda dahil edilmesi, halkın burjuvazinin arkasında toplanarak işgale karşı bir hareketin başlamasını da kolaylaştırdı. Sovyetler Birliğinin işgale karşı Türk burjuvazisi önderliğindeki mücadeleye verdiği çok boyutlu destek, birçok cephede (iç savaş, Kafkaslar vb.) Sovyetler Birliği ile karşı karşıya olan İngiltere’nin endişelerini daha da büyüterek, uzlaşma kanallarının açılmasına olanak sağladı.

İlk olarak İtalyanlar Ankara Hükümetiyle bir anlaşma imzalayarak işgalden çekildi. Osmanlı topraklarından alacağını almış olan Fransa, İtalya’yı izledi. 1921 baharında Ankara Hükümetiyle, Ankara’yı Türkiye’nin tek yasal hükümeti olarak tanıyan bir anlaşma imzalayan Fransa da elindeki silahların bir kısmını Ankara Hükümetine bırakarak Anadolu’dan çekildi. Aynı yıl imzalanan Türk- Sovyet anlaşması ile Sovyetler Birliği Ankara Hükümetini Türkiye’nin meşru hükümeti olarak tanıdı.  Müttefikleri tarafından yalnız bırakılan İngiltere Bolşevik tehlikesini de dikkate alarak, Türkiye’yle ilişkisinin daha fazla gerilmesini göze alamadı ve Yunanistan’a verdiği desteği çekti. Yalnız kalan Yunanistan Ankara Hükümetinin önüne atılmış bir yem gibiydi. 1922’de Yunan birlikleri Misak-ı Milli sınırları dışına çıkarıldı.İmzalanan Mudanya ateşkesiyle savaş sona erdi. İngiltere de Türkiye’yi daraltılmış Misak-ı Milli sınırları içinde bağımsız bir devlet olarak tanıdı. Önemli petrol rezervlerine sahip Musul ve Kerkük İngiltere’de kaldı. Bu gelişmelerle yeni Türkiye’nin toplumsal düzeni ve politik yapısı da belirlenmiş oldu. Burjuvazi 1908’de başlattığı iktidar mücadelesini kesin olarak kazandı. Churchill 23 Kasım 1920’de İngiliz kabinesine verdiği bir muhtırada Yeni Türkiye ile ilgili görüşlerini şöyle özetledi: “Güçlü, dayanaklı ve gerekli Türk ve Müslüman güçleri yabancılaştırmamak için Mustafa Kemal’le anlaşmalı ve iyi bir barış yapmalıyız. Böylece şimdiye kadar bizim için önemli olan Rus emellerine yeniden bir Türk engeli yaratmış oluruz… biz Araplarla ve Türklerle dost, Bolşeviklerle düşman olmalıyız ve Yunanlıları önemsememeliyiz.” (age. s. 495)

Paylaşımın bu geçici tamamlanmasını sağlayarak savaşın birinci perdesini kapatan “barış” dünya arenasında yer alan güçler arasından savaşın ikinci perdesi açılıncaya kadar sadece bir nefes alma, güç toplama dönemiydi.  Bu güç toplama döneminde, hem sömürge savaşı ve hem de sömürgeciliğe karşı mücadele ile devrim ve sosyalizm savaşı, geçici yenilgiler ve anlaşmaların örtüsü altında düşük yoğunluklu olarak devam ediyordu.

Ekim Devriminin Avrupa devrimiyle tamamlanarak dünya devrimine dönüşmesinin önlenmesi, emperyalist burjuvaziyi ne kadar rahatlattıysa da, iç savaştan siyasi olarak güçlenerek çıkan SSCB’nin varlığını sürdürmesi de o kadar rahatsız ediciydi. Lord Curzon 1920’de Ekim Devriminin yarattığı korkuyu şöyle dile getiriyordu; “Doğu’daki Rus (Bolşevik) tehlikesi benim zamanımda Britanya İmparatorluğunun başına gelenlerle kıyas kabul etmeyecek kadar büyüktür.” (age sh-460 )

 

Emperyalist Savaş sonrası Gelişmeler

“Barış” sonrası dünya birçok bakımdan artık eski dünya değildi. Emperyalist ülkeler, sömürge ve yarı sömürge ülkelerden oluşan eski dünyanın yanı başında sosyalizmin boy verdiği yeni bir dünya vardı. Bu yeni durum sınıf mücadelesinin olduğu kadar, toplumsal gelişmenin de yeni bir aşamasıydı.

Savaş sonrası Avrupa da artık eski Avrupa değildi. Çarlık Rusyası ve Avusturya- Macaristan İmparatorluğunun yıkılmasıyla birlikte yeni ulusal devletler; Polonya, Çekoslovakya, Avusturya, Macaristan, Yugoslavya, Finlandiya, Estonya, Litvanya, Letonya, Avrupa sahnesinde yerlerini alıyordu. Bu ise emperyalist devletler için yeni yeni sömürge alanları demekti ve gelecekte emperyalist çatışmanın daha da keskinleşeceğinin bir göstergesiydi.

Savaşın mağlup ülkesi Almanya, süreçten çok az bir toprak kaybıyla –Alsace Lorraine’nin Fransa’ya geri verilmesi, Belçika ve Danimarka’yla yapılan sınır düzenlemeleri- ama bütün sömürgelerini kaybederek çıktı. Sömürgelerinin büyük bir kısmını İngiltere’ye, geri kalanını da Fransa’ya kaptırdı. Versailles anlaşmasıyla Almanya’nın, Fransa ve İngiltere tarafından vesayet altına alınması, toprak ve sömürge kayıplarından çok daha önemliydi. Bu anlaşmayla Almanya, genelkurmayı dağıtılarak askerden arındırıldı (Almanya’nın elinde çok küçük bir ordu bırakıldı.). Her canlanma belirtisinde devreye girebilecek yaptırımlar Almanya’nın başının üstünde tutulan keskin bir kılıçtı. Bütün bunların yanında Almanya galip devletlere çok büyük miktarda tazminat ödemeye mahkûm edilmişti. Fransa ve İngiltere açısından Almanya’nın defteri dürülmüş gibiydi.

İngiltere görünürde savaşın en kazançlı ülkesiydi. Sadece Alman sömürgelerinin önemli bir kısmını almakla kalmadı; aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin paylaşımından da en büyük sömürgeci güç olarak çıktı.

Fransa, savaşın galip güçlerinden bir diğeriydi. Ancak, Polonya ve Sırbistan’la birlikte savaştan en çok zarar gören ülkeydi de, Kuzey Fransa neredeyse harabeye dönmüştü. Sömürge savaşından beklediğini alamadıysa da, yine de savaştan sonra dünyanın ikinci büyük sömürgeci gücüydü. Zaferi kazanmış olmasına rağmen, Almanya’nın soluğunu hâlâ ensesinde hissediyordu.

ABD, savaş galipleri arasında yer aldığı halde barış masasına oturmayı reddettiği gibi, Versailles Anlaşmasını da tanımamıştı. ABD’nin planları daha başkaydı; eski sömürgeciliğin yıkılma sürecinde olduğunu, sömürgelerin artık eski yöntemle yönetilemeyeceğini, yeni bir sömürgeci politikanın oluşması gerektiğini görüyordu. ABD başkanı Wilson, daha savaşın başlarında 14 maddelik deklarasyonla (Wilson Prensipleri) bu yeni sömürgeci anlayışın temellerini atmıştı bile. Ayrıca Wilson savaş sonrası barışın kalıcı olmayacağını da görmüştü. 1919’da barış konferansına giderken bu öngörüsünü şöyle dile getiriyordu. “Bu barışın en yüksek adalet (bunu daha adil bir sömürgecilik olarak anlamak gerekiyor-y) ilkelerine dayandırılmadığı takdirde bir kuşak geçmeden, dünya milletleri tarafından çiğneneceğine inanıyorum. Başka türlü bir barış olacaksa kaçıp saklanmak isterdim…çünkü arkasından daha fazla çatışma değil felaket gelecek” (age- sh-257)

Wilson sözünü tutuyor ve “barış” masasına oturmuyor. Ama aynı zamanda sömürge halklara “yağmurdan kaçarken doluya yakalanma” şansını da sunuyordu.

ABD, resmi olarak paylaşım masasında yer  almamasına rağmen, ganimetten pay almayı da ihmal etmedi; Osmanlı’nın paylaşılmasından, Türkiye üzerinde önemli ayrıcalıklar (Boğazlardan serbest geçiş hakkı, Amerikan misyoner koleji ve girişimlerinin korunması, arkeolojik araştırma ve ticari faaliyette imtiyazlar tanınması vb.) ve Irak petrolünden önemli bir pay da elde etti. Irak petrolünün  İngiltere ile ABD arasındaki bu bölüşümüyle, petrol de ilk kez sömürge savaşının önemli bir unsuru haline geliyordu.***

Emperyalist ülkeler ve tekeller için daha büyük kârlar, sömürge ve egemenlik alanları demek olan savaş, halklar açısından ölümler, daha büyük acı, sefalet ve işsizlik demekti. 8  milyon asker fiili savaş sırasında ölmüş, 7 milyon sakat kalmış ve 15 milyon kişi de hafif ya da ciddi olarak yaralanmıştı. Buna ek olarak 5 milyon sivil, savaş ya da savaştan kaynaklanan nedenlerle hayatını yitirmişti. Rusya’nın kayıpları ise, iç savaş sırasındaki ağır kayıplar da eklendiğinde yukarıdaki rakamlardan çok daha fazlaydı. Savaşın toplam kayıpları 60 milyon olarak hesaplanıyordu. ABD, Kanada, Avustralya hariç hemen her yerde yıkım, sefalet ve işsizlik vardı. Sömürgelerdeki durum ise daha da ağırdı.

1920’de İngiltere sömürge bakanlığına bağlı olarak kurulan Ortadoğu dairesinin üç yöneticisinden biri olan ve bütün bu sömürge savaşı boyunca Arap halkını birbirine kırdırmakla ün salan T.E. Lawrence, sömürge zulmünü 1920’de şu sözlerle itiraf ediyordu: “Bizim yönetimimiz Türk sisteminden bile kötü; onlar yerel halktan 14.000 asker alır ve barışı korumak için yılda 200 Arap öldürürlerdi. Bizim ise uçaklı, zırhlı araçlı, gambotlu ve zırhlı trenli 90.000 askerimiz var; sadece bu yaz çıkan isyanlarda 10.000 Arap öldürdük. Bu ortalamayı devam ettiremeyiz.”(age, sh.497) Sömürge vahşetini hiç bir söz, herhalde bundan daha iyi anlatamazdı.

 

Yeni Bir Paylaşıma Doğru

“Barış” sağlandığında kapitalist ekonominin durumu kısaca şöyleydi: 1920’de dünya imalat sanayi, 1913’deki düzeyinin % 7 gerisindeydi. Savaşın sanayide sekiz yıllık bir gecikmeye yol açtığı hesaplanıyordu. Tarım alanında durum, sanayi alanından daha da kötüydü. Tarımsal üretim, savaş öncesi üretimin ancak 1/3’i düzeyindeydi. Ama savaş aynı zamanda, özellikle cephe hattının dışında kalan ülkeler, (ABD, Kanada, Avustralya vb.) için büyük kârlar ve teknolojik ilerlemeler ifade ediyordu. Özellikle savaşla ilgili sanayi dalları (motorlu araç üretimi, rafine petrol ürünleri, kimyasal ürünler, elektronik, boya, ilaç ve çelik alaşımları, havacılık ve denizcilik sektörü) hızlı bir gelişme içindeydi. Sanayi malları ve tarımsal ürünler üretimi ve dış satımı olağan üstü bir hız kazanmıştı.

Aşağıdaki tablo ABD’nin savaştan büyüyerek çıktığını, buna karşın,  Avrupa’nın küçüldüğünü ve   özellikle SSCB’nin gördüğü zararın ölçüsünü de göstermektedir. Lenin’in 1915’te yazdıkları, 1. Paylaşım Savaşının sonuçlarıyla doğrulanıyordu.

Dünya imalat sanayi üretim endeksleri 1913 – 1925

                   1913     1920    1925

Dünya         100        93,6      121,6

Avrupa*      100        77,3      103,5

SSCB           100        12,8       70,1

ABD            100       122,2      148

Dünyanın

geri kalanı  100      109,5     138,1

*B.Krallık, Belçika, Hollanda, Almanya, Danimarka, Norveç, İsveç, Finlandiya, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya, Romanya, Yunanistan, İspanya: Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü, s. 340 Tablo-26

 

“Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi, sayıları gitgide artan küçük ya da zayıf ulusların zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesi – bütün bunlar, emperyalizme, onu asalak ve çürümüş bir kapitalizm haline getiren ayırıcı özellikler kazandırmıştır. Burjuvazinin, ihraç edilen sermaye ve “kesilen kuponlar”la yaşadığı, “rantiye-devlet”in, tefeci-devletin yaratılması, emperyalizmin gitgide daha belirgin olan bir eğilimi olmaktadır.  Ancak bu çürüme eğiliminin kapitalizmin hızlı gelişimini durduracağını sanmak yanlış olur.Emperyalist dönemde bazı endüstri  kolları, burjuvazinin bazı tabakaları, bazı ülkeler bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Bütünüyle kapitalizm eskiye göre daha büyük bir hızla gelişmektedir. Bu gelişme gerçekte eşitsiz ölçüdedir; özellikle en zengin ülkelerde (İngiltere gibi) görünen çürümeyle birlikte kendini gösterir.”(Lenin –Emperyalizm, sh.155) 1920 –  29 arasında olanlar Lenin’i tümüyle haklı çıkarır nitelikteydi. 1920’lerde ABD’de görülen hızlı gelişme  1929’da emperyalist tarihin en yakıcı bunalımıyla kesildi.

1914–18 arasında savaşın artan finansal ihtiyacı, dış borçlanma yoluyla karşılanıyordu. Savaşın sonunda borç o kadar büyümüştü ki (yaklaşık olarak 260 milyar dolar olarak hesaplanıyordu.) hiçbir devletin hazinesinde borçlarını ödeyecek para ya da altın rezervi yoktu. ABD de dahil bütün ülkelerin paraları, altın karşılığı ilkesinden kopmuştu. 1919 yılında ABD yeniden altın karşılığında ilkesine döndüğünde ise, hiçbir Avrupa ülkesi onu izleyecek durumda değildi (sadece Fransa çok daha sonra altın karşılığına dönebildi.). Ulusal paralar yerlerde sürünüyor, enflasyon ise üç haneli rakamlara doğru yol alıyordu. İtilaf devletleri, İngiltere ve Fransa da dahil, hepsi ABD’ye borçluydu. 1916’da John Maynard Keynes İngiliz kabinesini uyararak, yıl sonuna kadar “Amerikan yöneticisinin ve Amerikan halkının bu ülkeye emredecek duruma geleceğini” söylüyordu.(age- sh.-247)

Savaş sırasında ve sonrasında dünyanın mali merkezi artık Londra değil, New York’tu. Ancak, New York, Londra’nın gördüğü işlevi (uzun vadeli borçlarla sistemin işlemesini sağlamak) yerine getirebilecek durumda değildi. ABD,  ne borçlarını tahsil edebiliyor ne de yeni borç verebiliyordu. Kendi sanayisinin borç taleplerini dahi karşılayamayacak durumdaydı.

1928’de ABD, alacaklarını tahsil etmeye kalktığında toplu çöküş süreci başladı. Fransa ve İtalya, Almanya’dan alacakları olan savaş tazminatlarını alıncaya kadar borçlarını ödemeyi reddettiler. Almanya ise, savaş tazminatı ödemesinin mümkün olamadığını ilan etti. Bu çöküşün mali cephesiydi. Çöküşün diğer yüzünde ise, üretim ve tüketim arasındaki açılan makas, yani “aşırı meta üretimi” vardı.

Yukardaki tabloda görüleceği gibi, 1920’li yılların ortasından itibaren Avrupa hem sanayi üretimi ve hem de tarımsal üretim alanında bir toparlanma ve büyüme sürecindeydi.

Bu süreç, Avrupa’nın ABD ve Kanada gibi ülkelerden yaptığı, savaştan sonra dahi artarak süren ihracatta kaçınılmaz bir düşüşe yol açtı. Bunun anlamı ABD ve Kanada da sanayi ve tarımsal bir aşırı meta yığının oluşmasıydı. Hem borçların ödenememesinin yarattığı mali kriz ve hem de aşırı meta üretiminin yol açtığı kriz, borsanın ve fiyatların dibe vurmasına yol açtı. Emperyalizm, tarihin en ciddi kriziyle yüz yüzeydi. ABD dolarının Altın karşılığı ilkesi yeniden bozuldu. Paranın karşılığı, basıldığı kâğıt kadardı. ABD, bu krizin ardından savaş sonrası emperyalist dünyada yakaladığı hegemonya olgusunu başka bir bahara ertelemek durumunda kaldı. Kriz en çok ABD’yi etkilerken derece derece bütün emperyalist ülkeleri ve bir bütün olarak (SSCB hariç) dünyayı etkisi altına aldı. Birçok ülkede sanayi üretimi yeniden 1913’deki düzeyin altına düştü. 1928’de 58 milyar dolar olan dünya ticaret hacmi, 1935’te 20,8 milyar dolardı. Hemen her yerde artan enflasyon, işsizlik ve yoksulluğun etkileri altında sınıf mücadelesi de bir toparlanma ve yükselme dönemine girdi.

Avrupa’yı yeniden kasıp kavuran bu ekonomik ve siyasal istikrarsızlığa, hummalı bir savaş hazırlığı eşlik ediyordu. Savaşa doğru yol alan bu istikrarsızlık ortamında belli başlı emperyalist devletlerin, Fransa, İngiltere, ABD, İtalya, Japonya ve Almanya’nın konumları, güçleri  ve savaş hazırlıkları şöyle özetlenebilir:

Fransa- İngiltere

Fransa ve İngiltere paylaşım savaşından galip çıkmış olsalar da, bu iki ülke için 1900’larda başlayan nispi gerileme süreci, egemen bir eğilim olarak varlığını sürdürüyordu. Bu eğilim her iki ülkeye de zaferin meyvelerini toplama olanağını sağlamıyordu. Her iki ülkede savaştan en borçlu ülkeler olarak çıkmıştı. Bu iki ülkede de (İngiltere’de daha az olmak üzere) sınıf mücadelesi, iç çatışmalar varlığını sürdürüyordu. Her iki ülke 1914’ten sömürge alanlarını artırarak çıkmıştı; ama sömürgelerdeki durum, bağımsızlık hareketleri, ayaklanmalar, ekonomik ve politik çalkantılar hiç de iç açıcı değildi. Bu durum zaten istikrarsız olan ekonomik ve politik durumu daha da istikrarsızlaştırıyordu.

Ama yine de 1922–28 arasında iki ülkede de ekonomik ve politik durumda ibre yukarıya doğruydu ve bu belli bir rahatlama sağlıyordu. 1929 bunalımı, Fransa ve İngiliz ekonomilerinin sağladığı nispi istikrarın yeniden bozulmasına yol açtı. Gerçi 1929 bunalımı Fransa’yı İngiltere’ye oranla daha az etkilemişti. Ancak, 1933’e gelindiğinde Fransa ekonomisi İngiltere’den çok daha kötü durumdaydı. Ülkenin dış ticareti neredeyse çökmüştü (İthalat % 60, ihracat % 70 oranında azalmıştı); altın standardına bağlı tek para birimi olarak kalan Frank yerlerde sürünüyordu. 1934’te ulusal gelir, 1929’daki düzeyin % 18 altındaydı. İngiltere’nin durumu da bundan çok farklı değildi. 1929 bunalımı İngiltere’nin “hasta ekonomisini” kökünden sarstı. İngiltere’nin ihracatı önemli ölçüde düştü. Dünya ticaretinin sömürge alanlarına göre bölünmesiyle birlikte ortaya çıkan para blokları nedeniyle sterlinin değerinin düşüşü yıllara göre artarak sürdü.( Sterlin, 1913’te % 14,15, 1929’da % 10,75, 1937’de ise, % 9,8 değer kaybetti)   Sömürge yağmasından elde edilen gelirler bile bu açığı kapatamaz durumdaydı.

Fransa’nın savaş sonrası karşılaştığı en önemli sorunlardan biri de, Almanya’ya karşı Avrupa’da atmak istediği her adımın müttefikleri İngiltere ve ABD tarafından etkisizleştirilmesiydi. ABD ve İngiltere, Fransa’nın, Avrupa’nın tek egemeni durumuna gelmesinin bu kıtanın kendilerine kapanmasına yol açacağı bilinciyle, sürekli olarak Fransız girişimlerini baltalıyorlardı. Bu baltalamalarda İngiltere ve Fransa’nın öncülüğünü yaparak kurduğu Milletler Cemiyeti adeta Fransa aleyhine iş görür hale gelmişti. Milletler Cemiyeti’nin, İtalya’nın Habeşistan’ı işgaline, Hitler’in Renanya’yı ( Rheinland Pfalz) silahlandırmasında, Almanya-Avusturya birleşmesinde ve Çekoslovakya’nın işgalinde önleyici hiçbir güce sahip olmadığını, tersine  Avrupa’da Hitler lehine bir durumun ortaya çıkmasını kolaylaştırdığı ortaya çıkmıştı. Fransa’nın savaş sonrasında doğu Avrupa’da oluşturmaya çalıştığı “Anti-revizyonist” pakt (Belçika, Çekoslovakya, Romanya, Yugoslavya, Polonya), hem Fransa’nın üstlendiği ekonomik, politik yükümlülükleri yerine getirememesi, hem paktı oluşturan ülkelerin Almanya’yla gelişen ilişkilerinin etkisi ve hem de 1936’da Belçika’nın tarafsızlığını ilan etmesiyle dağılma sürecindeydi. Bütün bunlar 1930’ların başlarında Avrupa’da güçlü konumdaki Fransa’nın (bu yıllarda Fransa, SSCB’den sonra en güçlü orduya ve hava kuvvetlerine sahipti.) Avrupa’daki etkinliğinin (ekonomik, politik ve askeri) -1929 ve 1933 krizleriyle zayıfladığını gösteriyordu.

Almanya cephesinde ise, bunun tam tersi bir eğilim vardı. Almanya 1935’te, savaş sonrasında Fransa’ya kaptırdığı Saarland’ı geri aldı, arkasından askerden arındırılmış Renanya’yı işgal etti. Bu gelişmeler, Fransa için ciddi bir savaş uyarısıydı. Fransa’ya bir uyarı da 1936’da İtalya’nın Habeşistan’ı işgaliyle geldi. İtalya artık karşı cephedeydi.

Fransız ekonomisinin tersine İngiliz ekonomisi 1934’den sonra bir toparlanma sürecindeydi. ABD’nin 1937’de  borçlu ülkelere borç vermeyi durdurması en çok İngiltere ve Fransa’yı etkiledi. Ancak, uzak doğuda gelişen Japonya tehdidi ve İtalya’nın Kuzey Afrika için oluşturduğu tehdit, Almanya da hesaba katılınca ekonomideki olumsuzluklar daha önemliydi. 1938-39’larda İngiltere ve Fransa dünya üzerinde bir yalnızlığa doğru yol alıyordu. Tehlikenin yaklaştığı 1939’da İngiltere ve Fransa aralarında anlaşma imzalayarak, sürece birlikte müdahale azmini ortaya koydular. Bu anlaşma Fransa’yı ekonomik açıdan da önemli oranda rahatlattı (Fransız ekonomisinin hammadde ihtiyacı kömür, petrol, kauçuk vb. İngiliz İmparatorluğundan karşılanıyor ve İngiliz gemileriyle taşınıyordu). Böylece 1939’da İngiltere ve Fransa’da yoğun bir savaş hazırlığı süreci başlamış oluyordu. Ama yine de İngiltere ve Fransa’nın savaş potansiyeli henüz Almanya’nın çok gerisindeydi (1937 yılında Almanya’nın ürettiği 5606 uçağa karşılık, Fransa’nın üretimi 370’di). İngiltere ve Fransa 1939–40 yıllarında Almanya karşısındaki geri konumlarını, ancak müttefiklerle kapatabilirdi. Japonya ve İtalya’nın savaştaki konumları netleşmiş olduğuna göre, geriye bir tek ABD kalıyordu. Savaşın kapıda olduğu 1940 yılında ABD ile ittifak, Fransa ve İngiltere için tek çıkış yolu olarak görülüyordu.

ABD:

ABD, 1922’de ara verilen savaşın sömürge açısından olmasa da, ekonomik ve politik açıdan tek galibiydi. Savaşta hiçbir zarar görmemişti, tersine savaştan sömürge alanını az da olsa genişleterek, ama ekonomisini büyüterek çıkan tek ülkeydi. 1920’li yıllarda ABD’nin gündemi Latin Amerika ve Japonya ile sınırlı gözüküyordu. Latin Amerika’da İngiltere’yle yaşadığı sınır sorunları dışında ABD egemenliği sorunsuzdu. Japonya’yla olan sorun ise, 1922’de imzalanan Washington anlaşmasıyla ABD lehine çözülmüştü.

Ancak, 1929 krizi bütün yükseliş trendini ters yüz etmeye yetmişti. GSMH’sı 1929’da 98,4 milyar dolarken, 1932’de ancak bunun yarısı kadardı. Ekonomide toplam meta üretimi 1933’te 1929’daki düzeyin dörtte birine, dünya dış ticaretindeki payı 1929’da yüzde 13,8’den 1932’de yüzde 10’a düşmüştü. 1934’den sonra ekonomideki yeniden canlanma 1937’de yeni bir krizle ters yüz olmuştu. Ekonominin yeniden toparlanması, ancak 1938’de başarılabildi. Bu toparlanmayla birlikte ABD’nin savaş hazırlıkları da hız kazandı. 1938’de kongrenin “en büyük donanma” yasasını onaylamasıyla ABD de savaş sürecindeki yerini almış oluyordu.

İtalya:

Daha 1922’de Mussolini’nin iktidara gelmesiyle niyetini de açıkça ortaya koymuştu. Mussolini; 1. Paylaşım Savaşında Ortadoğu’daki ganimetlerinin zor ve hileyle İtalya’nın elinden alındığını ileri sürerek, “ülkesinin büyük emperyalist bir kaderi olduğunu” ilan etmişti bile. (age, s. 535)

Daha önce de belirtildiği gibi, İtalya,  kapitalist sürece geç katılmış bir ülke olarak tekelleşmenin düzeyi, sermaye yoğunlaşması ve teknik olanaklar bakımından diğer Avrupa ülkeleriyle (Almanya-Fransa) kıyaslandığında, henüz yolun başında sayılırdı. 1. Paylaşım Savaşının sonunda bile İtalya, bu özelliğini koruyordu. Az gelişmiş ülkelere özgü kimi göstergeler, İtalya ekonomisi için de geçerliydi. Üretici verimliliği, nüfusun okuma-yazma oranı düşüktü. Nüfusun yüzde elliden fazlası hâlâ küçük ölçekli tarımda istihdam ediliyordu. Bölgeler arası eşitsizlik (Kuzey-Güney farkı), ciddi boyutlardaydı. Özel şirketlerin elindeki sermaye yetersizdi ve dışarıdan borç sermaye alabilmeleri, 1930’lu yılların koşulları hesaba katıldığında çok sınırlıydı.

Bu koşullarda Mussolini devleti devreye sokarak, “devlet şirketleri” eliyle planlı bir kalkınma hamlesi başlattı. Bu model, hem özel şirketleri (devlet siparişleri, ihaleleri yoluyla) beslerken, hem de emek-sermaye çelişkisini minimize ederek daha az sorunlu ekonomik gelişmeyi sağlıyordu. Bu program, İtalyan ekonomisine ciddi bir ivme kazandırdı. Elektrik üretimi artırılarak, demir ve kara yolları ağı genişletilerek sanayinin alt yapısı iyileştirildi. Elektrokimya sanayi genişledi; motorlu araçlar üretimi -özellikle otomobil üretimi- artırıldı. Ama yine de 1938’de İtalya’nın dünya imalat sanayindeki payı yüzde 2,8 düzeyindeydi. Dünya çelik üretiminin payı yüzde 1 kömürde ise, yüzde 0,1 kadardı. Tarım ise sürekli devlet desteğiyle ayakta duruyordu. Ekonomi, hammadde ihtiyacı bakımından (petrol, gübre kömür, ham demir, bakır, kauçuk vb.) büyük ölçüde ithalata bağımlıydı. Olanaklar ise son derece sınırlıydı (1930’lu yılların sonlarında İtalya, günlük ihtiyaçlarını gidermek için dahi döviz sıkıntısı çekiyordu.)

Ekonomideki bu zayıflığa rağmen, İtalya büyük bir askeri güç olma hedefine kilitlenmiş görünüyordu. Ekonominin bütün olanakları güçlü bir donanma ( Mussolini Akdeniz’in bir İtalyan denizi olacağını söylüyordu.) ve hava kuvvetlerinin yaratılmasına seferber edildi. 1930’ların sonuna gelindiğinde bu hedeflere büyük ölçüde ulaşılmıştı. İtalya güçlü bir deniz ve hava filosuna sahip olmuştu. (SSCB’den sonra dünyanın en geniş deniz altı gücüne sahipti.). Kara ordusu da özel eğitimli birliklerle takviye edilerek yeniden yapılandırıldı. Ancak İtalya’nın elindeki bu savaş gücü, teknolojik açıdan rakiplerle karşılaştırıldığında oldukça yetersizdi. Bu zayıflık, eğitilmiş personelin yetersizliği yüzünden kara ordusu için de geçerliydi. Bütün bu zaaflara rağmen Mussolini İtalya’yı yeniden Avrupa sahnesine bir güç olarak çıkarmıştı. 1925–38 arası Avrupa’daki bütün antlaşmalarda, İtalya bir taraf olarak yerini alıyordu.

1922–39 arasındaki dönem İtalya için sadece bir savaş hazırlığı dönemi değil, aynı zamanda bir savaş dönemidir de. Birçok Avrupa devleti açısından 1922’de ara verilen savaş, gerçekte İtalya için aralıksız devam ediyordu. 1923’de Libya’yı “susturma” saldırısı, 1936 İspanya iç savaşına 50.000 askerle müdahale ve 1935–37 Habeşistan’ın baştanbaşa istilası, Mussolini’nin erken  meydan okumalarıydı.

 

Japonya:

Japonya’nın 1914’te başlayan paylaşım savaşının dışında kalması, biri kendi dışında, diğeri kendi içindeki iki önemli faktörün üst üste gelmesiyle mümkün oldu. Savaş Japonya’nın çok uzağında başlamıştı ve Japonya’yı doğrudan etkilemiyordu; Japonya’nın savaşa dâhil olmasını zorunlu kılacak iki rakipten biri olan ABD, savaşın dışında kalmıştı. Diğeri, yani Rusya ise, savaşın başında Osmanlı cephesinde savaşıyordu. 1916’dan sonra gücünü iyice kaybetmiş ve 1917’de devrimle birlikte savaştan düşmüştü. Bu durum hızlı bir gelişme trendinde olmasına rağmen henüz ekonomik ve askeri güç olarak savaşa hazır olmayan Japonya için bulunmaz bir fırsattı. Japonya bu fırsattan yararlanarak Avrupa ülkelerine savaş malzemesi ihraç ederek, savaş nedeniyle Avrupa’nın Asya ticaretinde oluşan boşluğu kullanarak ekonomisini iyileştirdi. Savaş, aynı zamanda Japonya’ya Asya egemenliğinin ana dayanağı olacak olan güçlü bir donanma oluşturma zamanı kazandırdı. 1930’lu yıllarda Japon sanayi gelişme hızı bakımından ABD’nin önündeydi. 1938’de ise, Japon ekonomisi Fransa’yı bile geride bırakmıştı. Bununla birlikte Japon ekonomisinin yapısal güçsüzlüğü (hammaddeye olan bağımlılığı) savaş sırasında petrolün artan ekonomik ve askeri önemiyle daha da yakıcı hale gelmişti ve bunun yeni sömürgeler elde etmek dışında bir çözümü yoktu. Japonya için bu, “ekonomik güvenliğin” vazgeçilmez koşuluydu. 1931’de Mançurya’nın işgali Japonya için “ekonomik güvenliği” sağlamanın ilk adımıydı. İkinci adım 1937’de Çin’in işgal girişimiydi. Çin’i işgal girişiminin bir türlü sonuca ulaştırılamaması, Japon ekonomisini önemli ölçüde sarstı. 1930’ların borç veren ülkesi, sonuçsuz Çin işgaliyle birlikte borç alan ülkesi haline gelmişti. Ekonomideki bu istikrarsızlığa (1938’de birçok malda karne uygulaması başlatılmıştı)  rağmen Japonya bütün olanaklarını seferber ederek savaş hazırlığını sürdürüyordu. Devlet harcamalarından savaş hazırlığına ayrılan pay 1931’de % 32’den 1938’de % 70’e çıkmıştı.

Savaş sonrasında Japonya, Washington anlaşmasıyla,**** ABD ve İngiltere’nin yarısı kadar bir donanma gücüne sahip olmayı kabul etmek zorunda kaldığı halde, 1938’e gelindiğinde bunun kat kat üstünde bombardıman uçağı ve torpido taşıyan bir deniz gücüne sahip olmuştu. 1939 ve 1941’de olanlar ise Japonya için sömürge savaşının başlayacağının işaretiydi. 1939’da ABD Japonya’yla olan ticaret anlaşmasını feshettiğini açıkladı. Arkasından ABD, İngiltere ve Hollanda, Japonya’ya karşı ticari ambargo uygulamasını başlattılar.1941’de ABD, Çin Hindi’ni işgal etti. Artık ipler kopma noktasındaydı. Bu gelişmeler Japonya açısından iki olguyu netleştiriyordu. Birincisi; “ekonomik güvenlik”ti ve bu da ancak ABD ile savaşılarak kazanılabilirdi. İkincisi ise, kazanıp kaybetme hesabı ortadan kalkmıştı. Savaş kapıdaydı.

 

Almanya:

Vesayet altında olmasına ve ekonomik istikrarsızlığa rağmen Almanya, potansiyel olarak (insan gücü ve ekonomik kaynakları bakımından) Avrupa’da Fransa’dan daha büyük bir güçtü. Fransa’yla kıyaslanmayacak bir demir-çelik kapasitesine, iç ulaşım ağına, güçlü bir kimya ve elektronik sanayine (Almanya, savaşta Fransa kadar bir hasara da uğramıştı.) sahipti. Fransa’nın Doğu Avrupa’da Almanya’ya karşı bir blok kurma çabaları, savaş sonrası çizilen sınırlara bu ülkelerden bazılarının itirazı olması yüzünden sallantıdaydı. Ayrıca Almanya’nın dış ticarette zorunlu olarak takas yöntemine başvurması, zaten döviz rezervine sahip olmayan Avrupa’nın küçük ülkeleriyle Almanya arasındaki ticari faaliyetin gelişmesini sağlıyordu. Bu avantajlarıyla Almanya, en kötü durumda bile, Avrupa’da gizli bir güç merkeziydi.

1920’deki görüntüsüyle Almanya, Versailles Anlaşmasıyla eli kolu bağlanmış, onuru kırılmış durumda Avrupa’nın en zayıf ülkesiydi. Alman ekonomisinin alt yapısı, savaştan çok fazla etkilenmemişti, ama 1923’de yaşanan büyük enflasyon ve Versailles anlaşmasıyla Almanya’nın ödemek zorunda kaldığı ağır tazminat yükü, zaten oldukça zayıflamış olan ekonomiyi daha da zayıflatmıştı. Yine de Alman ekonomisi bütün güçlüklere rağmen 1923–29 arasında bir toparlanma içindeydi. Bu toparlanma ile 1928 yılında ancak savaştan önceki düzeyini yakalayabilmişti.

Almanya ayrıca,1929 bunalımından en fazla etkilenen ülkelerin başında geliyordu. 29 bunalımının etkisi o derece büyüktü ki 1932’deki sanayi üretimi, 1928’deki üretimin % 58’i kadardı. İthalat ve ihracat yarı yarıya, GSMH ise, 89 milyar Reich Mark’tan 57 milyara düşmüştü.  İşsizlik 1.4 milyondan 5.6 milyona yükselmişti. Başka nedenler yanında Hitler’in iktidara gelmesinde bu ekonomik tablonun önemli bir payı olduğu açıktır. Hitler’in iktidara gelmesiyle Almanya’nın Avrupa’daki konumu da (Versailles anlaşmasıyla vesayet altındaki konumu) değişmeye başladı. 1933–36 arasında Almanya’yı yeniden Avrupa’nın en büyükleri arasına sokan sanayi potansiyelinin harekete geçirilmesiyle, ekonomide ciddi bir büyüme sağlandı. Bu dönem aynı zamanda Almanya üzerinde Versailles anlaşmasıyla dayatılan koşulların İngiliz, Fransız anlaşmazlıklarına bağlı olarak çözülmeye başladığı bir dönemdir. Hem ekonomik gelişmenin sağladığı olanaklar, hem de Almanya üzerindeki kıskacın gevşemesi, Alman savaş potansiyelinin yeniden harekete geçmesini olanaklı kıldı. Versailles anlaşmasıyla asker sayısına getirilen sınırlama (100.000 asker sınırlaması) askerliğin zorunlu hale getirilmesiyle aşıldı. Hava kuvvetleri ve tank sayıları için getirilen sınırlamalar, 1938’de devlet harcamalarının % 52’sinin (GSMH’nın % 17) silahlanmaya ayrılmasıyla tamamen geçerliliğini yitirdi. Ekonominin bu oranda askerileşmesi elbette sıkıntı yaratıyordu. Sanayi metaları üretimi sürekli düşüyor, ihracat ithalatı karşılamıyordu. Bu zorluk savaş harcamalarından kısıntı yapılmadan ticarette “takas” yönteminin devreye sokulmasıyla aşılmaya çalışılıyordu. Çünkü savaşa kilitlenmiş Almanya için savaş harcamalarının kısıtlanması düşünülemezdi. Versailles anlaşması adım adım yırtılıp atılıyordu. 1936’da Hitler anlaşmalara göre askerden arındırılmış bölge olan Renanya’yı işgal eti. 1938’de ise, Avusturya ile birleştiğini ilan etti.

1938’de Almanya büyük bir ordu ve donanmaya sahipti. Alman hava kuvvetleri, İngiltere ve Fransa’dan hem nicelik hem de nitelik olarak çok üstündü.

1936-39’da Avrupa’nın her yerinde savaş hazırlıkları başlamıştı bile. Hitler 1936’da İtalya ve Japonya ile ayrı ayrı yaptığı anlaşmalarla ( Berlin-Roma ve Berlin-Tokyo Mihveri) yaklaşmakta olan savaşın ittifak alt yapısını oluşturmuştu. Savaşın kapıda olduğu  bu koşullarda  İngiltere ve Fransa, Almanya’nın savaş gücü bakımından bu açık üstünlüğünü, savaş harcamalarını artırarak kapatmaya çalışıyordu. Hitler “düşmanlarına” zaman kazandırmak niyetinde değildi.

 

Paylaşılmış Dünyanın Yeniden Paylaşımı

Krizin başka bir etkisi de kapitalist  sistem içinde farklı güç odaklarının oluşum sürecinin hızlanması oldu. İngiltere, kendi sömürgeleriyle birlikte bir güç merkezi olma özelliğini zaten koruyordu.(Sterlin bloğu). Fransa, doğu Avrupa’nın yeni devletlerini yanına çekerek bir güç merkezi oluşturma uğraşındaydı (Altın bloğu). Japonya uzak doğuda bir güç kurmuştu (Yen bloğu). Ve ABD, yaşadığı yıkıcı krize rağmen bir güç merkeziydi (Dolar bloğu)

“Kapitalizm koşullarında bozulan dengenin yeniden kurulmasında ekonomide kriz, siyasette savaştan başka yol yoktur.” Olaylar tam da Lenin’in bu tespiti doğrultusunda gelişti. 1918-1938- “Barış” aralığında 1918’de kurulan denge adım adım değişmişti. Bu değişim paylaşım savaşını kaldığı noktadan yeniden alevlendirdi. Savaş çanları yeniden çalmaya başladı.

Savaş Hitlerin 1938’da Çekoslovakya’yı işgali ile fiili olarak başladı. İngiltere, Fransa ve İtalya’nın Münih anlaşmasıyla***** Çekoslovakya’nın işgalini onaylaması Almanya’yı durdurmaya yetmedi. Hitler 1939’da Çekoslovakya’nın tümünü işgal etti, 1940’ta Polonya ve Arnavutluk’a girdi. İngiltere ve Fransa Almanya’yı denizden ablukaya alarak ikmal yollarını kesmeye çalıştıysa da bunun Almanya’ya ciddi bir olumsuz etkisi olmadı. Polonya işgalini Danimarka ve Hollanda’nın işgali izledi. Mayıs 1940’ta Fransa’ya saldırdı. Fransa perişan bir durumda teslim oldu. Bu arada Almanya’nın kısa bir sürede üst üste kazandığı zaferler, Alman askeri üstünlüğünü gösterdiği gibi, ekonominin ihtiyaçlarını da karşılıyordu. Hitler, girdiği her yeri yağmalıyordu.

İngiltere savaşın hem içinde hem de dışındaydı. Manş denizi Hitlerin  İngiltere’ye girmesini önlüyordu; ama İngiltere de Manş denizini geçip Avrupa’ya girmek niyetinde değildi. Kuzey Afrika’da sömürgelerini korumakla meşguldü. Kuzey Afrika, Somali ve Habeşistan’da İtalyan – İngiliz savaşı, İngiltere’nin üstünlüğüyle sonuçlandı. ABD  her türlü destekle ( bu destek daha çok ödünç verme, kiralama “üsler karşılığı destroyer” anlaşmaları vb. biçimindeydi) İngiltere’nin yanında yer aldı. Bu destek şüphesiz karşılıksız değildi. ABD daha savaşa girmeden İngiliz sömürgelerinde elde ettiği üsler karşılığında yaptığı bu yardımlarla kendine bir sömürge zemini yaratmıştı bile.

Daha 1941 yılının başlarında, yani savaşın birinci yılında Hitler ortalığı kasıp kavurarak alacağını almıştı. Avrupa’daki  işgal harekâtını büyük ölçüde tamamlayan Hitler, 1941 Haziranında Sovyetler Birliği’ne yöneldi. Savaşın ilk dört ayında Alman birlikleri Sovyetler Birliği’nin içlerine doğru ilerlemeyi sürdürüyordu. 1941 Aralığında Sovyetler Birliği’nin yaklaşık bir milyon mil karelik toprağı Alman işgalindeydi. Sovyetler Birliği bu süre içinde üç milyon kayıp vermişti ama, Hitler’in üç ay içinde Sovyetler Birliği’ni işgal planını suya düşürerek direnişini sürdürüyordu.

Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırması Japonya için “ekonomik güvence” zamanının geldiğini gösteriyordu. Japonya Aralık 1941’de ani bir baskınla Pearl Harbor’da ABD’nin Pasifik’teki donanma üssüne saldırıya geçti. ABD’nin önceden haberdar olduğu bu “ani baskın”, savaş karşıtı ABD halkını ikna etmek açısından ABD yönetimi için bulunmaz bir fırsattı. 1917’de batırılan üç ABD şilebinden sonra “kader” bir kez daha ABD’nin yanındaydı. Pasifik’teki savaşın ilk altı ayı, Japonya’nın üstünlüğünde sürdü. Japonya, Singapur ve Filipinler’i işgal etti. Ancak ABD, hem deniz ve hem de hava kuvvetleri bakımından öyle büyük bir üstünlüğe sahipti ki, Pasifik savaşı bir yıl sonra Japonya’nın yenilgisiyle sonuçlandı. Bu savaşta ABD’nin gücü sadece mevcut silahların üstünlüğüne dayanmıyordu; aynı zamanda ABD savaş sanayi, sürekli olarak bu gücü takviye ederek büyütüyordu. Bu durum, belli ölçüde İngiliz savaş sanayi için de geçerliydi (1941’de İngiltere, uçak üretimi bakımından Almanya’nın önüne geçmişti.).

1942 Aralığında İngiliz- Amerikan ordusu Kuzey Afrika’ya girdi. Mayıs 1943’te Kuzey Afrika’daki savaş, Alman ve İtalyan ordularının teslim olmasıyla bitti. 1942 baharında Almanlar, Sovyetler Birliği’ne karşı yeni bir taarruz başlattı. Stalingrad yerle bir edildi, ama aşılamadı

1943 yazı, Alman- Sovyetler Birliği savaşının kaderini belirliyordu. Stalingrad’dan sonra Kursk’a saldıran Alman ordusu, Kızıl ordu tarafından yenilgiye uğratıldı. Böylece, Kızıl ordu için artık “Berlin yolu açılmıştı”.

1943’de cephelerdeki durum kısaca şöyleydi: Japonya’nın 1942 ortalarına kadar Pasifik ve Güneydoğu Asya’daki ilerlemesi ABD,  Avusturalya ve Kanada ittifakıyla engellenmişti. Bu bölgede, ABD ancak 1943’ün sonunda deniz üstünlüğünü ele geçirdi. Akdeniz’de müttefik hava kuvvetleri ve deniz altıları hâlâ büyük kayıplar veriyordu. Kuzey Afrika’da Alman- İtalya ilerlemesi, ancak Mayıs 1943’de durdurulabilmiş, Alman – İtalyan kuvvetleri teslim alınmıştı. Avrupa’da Alman üstünlüğü hâlâ sürmekteydi. 1944 Kasımında bile Almanya’nın doğu cephesindeki asker sayısı 3,4 milyondu. Finlandiya’da 117 bin, Danimarka ve Norveç’te 483 bin, Fransa ve Belçika’da 1.370 bin, Balkanlar’da 622 bin, İtalya’da 412 bin askeri vardı. 1944 Yılının sonunda bile kendi ana vatanından daha geniş bir alan Almanya’nın işgali altındaydı. Buna rağmen Almanya’nın Kursk yenilgisi ve ABD’nin İtalya’ya girmesinin ardından savaştan çekildiğini açıklaması 1918’dekiyle benzer ilginç bir “tesadüftür.

Tarih “tesadüflerle doludur.” ABD’yi savaşa sokmak için sürekli bahane yaratan tarih, Sovyetler Birliği’nin her zaferinden sonra da ABD’yi işin içine sokuyor. İlki 1917’deydi. 1917 Ekim Devrimi’nin hemen ardından batırılan üç şilebiyle ABD, Avrupa’nın kurtarıcısı olarak savaşa dâhil oluyordu. 1943’te ise, Berlin yolundaki Kızıl orduyu durdurmak için, 1944 Haziranı’nda Normandiya çıkarmasıyla ikinci cepheyi açtı. Bunu savaşın fiili olarak bitiminden çok sonra 6 Ağustos 1945’de Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atarak pekiştirdi. Almanya bir kez daha dünya kapitalizmini kurtarmak adına tıpkı 1918’de olduğu gibi erken bir yenilgiyi kabul ederek kendini feda etti.

Kızılordunun Kursk zaferi ve arkasından ABD’nin Normandiya çıkarması, paylaşım savaşının da sonu oldu. Artık geriye müttefik ordularına 1918’de yapamadıklarını yapmak kalıyordu. Almanya, İtalya ve Japonya teslim oldukları halde yerle bir edildiler. Öyle ki ABD bombalardan kurtulan Alman fabrikaları, yağmalanmaktan kurtulamadı. Fabrikalar sökülerek taşındı. Japonya’da ise, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasıyla tam bir insan kıyımı gerçekleşti. Sömürgeci Hitler, sömürge sahibi olmak isteyen Hitler’den öç alıyordu. Ama Hitler’in hayaleti bu vahşeti örtüyordu. Tıpkı günümüzde olduğu gibi…

Savaşın bitimiyle birlikte Avrupa’nın dünya kapitalizmi tarihi içindeki beş yüz yıllık egemenlik dönemi de kapanıyordu. Avrupa’nın emperyalist devletleri ya Almanya ve İtalya örneğinde olduğu gibi tümüyle çökertilmişti, ya da, Fransa ve İngiltere örneğindeki gibi yeniden ayağa kalkabilmek için ABD mali sermayesine bağımlı hala gelmişlerdi. Almanya, İtalya ve Japonya, emperyalist savaşın galipleri İngiltere, Fransa ve ABD için sadece bu devletlerin sömürgelerine göz diken savaşın “baş sorumluları” değil, aynı zamanda savaşın mağluplarıydı da. Savaş sonrasında bu ülkelerin yeni statülerini- bir daha ekonomik, politik ve askeri bakımdan bir güç haline gelemeyecek bir statü- belirleyen de buydu. Almanya savaştan önce ve savaş sırasında elde ettiği bütün kazanımları kaybettiği gibi kendi topraklarının bir kısmını da (Silezya, Doğu Prusya) kaybetti. Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra geriye kalan Alman toprakları üzerinde dört işgal bölgesinin de (ABD, İngiltere, Fransa ve SSCB işgal bölgeleri) içinde yer aldığı Federal Almanya Cumhuriyeti oluşturuldu. Aynı şekilde İtalya ve Japonya da savaş sırasında işgal ettikleri ülkelerle birlikte eski sömürgelerini de kaybettiler. İtalya ve Japonya’ya ABD, İngiliz ve Fransız işgal güçleri yerleşti. Bütün bunlar savaşta mağlup olmanın bedelleriydi. Ancak ABD, İngiltere ve Fransa için bunlar yeterli değildi. Savaş sonrası oluşturulacak emperyalist egemenlik sisteminin statükosu en azından bu üç emperyalist ülkenin tehdidinden uzak tutulması ve bu üç devletin yeniden bir güç odağı olamayacak ölçüde küçültülerek denetim altına alınmasıyla mümkündü. Savaş 1943’de fiili olarak bittiği halde bu üç ülkenin galip devletlerin bombardımanıyla tahrip edilmesi, bu planın daha savaş sırasında uygulamaya konulduğunu gösteriyordu. Bu süreç savaş sonrasında bu üç ülkenin yeniden bir emperyalist güç olamayacak biçimde yeniden dizaynı  ve bombardımanlardan zarar görmemiş durumdaki sanayi demirbaşının sökülmesiyle sürdürüldü. Savaş sonrası bu üç ülkeyi betimleyen kelimeler, kaos ve yıkımdı.

Sınıflar Mücadelesi: Zaferler ve Savrulmalar

Lenin, sınıf hareketi içindeki 1900’ların başında ortaya çıkan yeni ideolojik politik bölünmenin ( Bernsteincılık, ekonomizm, vb.)  köklerinin emperyalizmin özelliklerinde aranması gerektiğini; emperyalizmin sadece bu bölünmenin temelini atmakla kalmadığını, aynı zamanda onu sürekli besleyerek büyüttüğünü belirtmişti. Sınıf hareketinde bu bölünmenin paylaşım savaşı öncesinde nasıl ortaya çıktığı ve sınıf hareketinin hangi sonuçlara yol açtığı üzerinde önceki bölümlerde durmuştuk. Şimdi de savaştan sonra bu bölünmenin yeni biçimler altında büyüyerek varlığını nasıl sürdürdüğünü özetlemeye çalışacağız.

Öncelikle işçi hareketi tarihinin incelenmesinin bu çalışmanın konusu olmadığını hatırlatarak, kısaca savaş sonraki dönemde işçi hareketinin genel durumuna bir göz artarak başlamalıyız.

1917 Ekim Devrimi’nin ateşlediği dünya devrimi, Avrupa’nın birçok ülkesinde grevler, ayaklanmalar ve iktidar denemelerinden sonra 1921’e gelindiğinde yenilgiye uğramıştı. Bu yenilgiyi işçi sınıfı tarihindeki diğer yenilgilerden farklı kılan yegâne olgu, Ekim Devrimi’nin ağır bir iç savaş ve emperyalist kuşatmadan ayakta kalarak çıkmayı başarmasıydı. Bu, işçi hareketinin Avrupa’da yenilgisinin ardından kısa bir sürede toparlanmasının da önemli bir  etkenidir.

1917–1920 yılları arasında hem savaşın keskinleştirdiği çelişkiler ve hem de Ekim Devrimi’nin etkisiyle tüm Avrupa,  Kuzey Amerika, Asya ve Afrika’daki sömürge ülkeler dünya devriminin etki alanı içerisindeydi. Özellikle Almanya başta olmak üzere Avrupa’da grev dalgaları ve ayaklanmalarla devrimci durum olgunlaşırken, güçlü, devrimci bir sınıf partisinin olmayışı, gelişen dünya devriminin en ciddi sorunuydu. Savaş öncesinde işçi sınıfının örgütlendiği sosyal demokrat partiler (İkinci Enternasyonal’in hemen hemen bütün partileri) daha savaş başlamadan kendi burjuvalarının yanında saf tutarak, burjuva reformist partilere dönüşmüşlerdi. Bu partilerin ana amacı, işçi sınıfının iktidarı değil, burjuva düzenin revize edilmesiydi.

Gittikçe olgunlaşan bir devrimci durum ve güçlü bir devrimci önderlikten yoksun ama eylemli bir işçi sınıfı. İşte Mart 1919’da Bolşevik Partisi’ni, Komünist Enternasyonal’i kurmaya iten bu gereklilikti. Lenin Komünist Enternasyonal’in 1. kongresi için gelen delegelerle yaptığı toplantıda delegelere şöyle sesleniyordu: “Bu salonda bulunan yoldaşlar ilk Sovyet Cumhuriyeti’nin kuruluşunu gördüler, şimdi Üçüncü Komünist Enternasyonal’in kuruluşunu görüyorlar ve “Federatif Dünya Sovyetleri Cumhuriyeti”nin kuruluşunu da görecekler.” Fernando Claudin- Komintern’den Kominform’a- cilt-I-Belge Yay. s. 68)

Ancak, devrimin Avrupa’daki zaferi için zorunlu olan bu girişim (Komünist Enternasyonal’in kurulması) zaferi kazanmak için yeterli olmadı. Her şeyden önce Komünist Enternasyonal’in apar topar kuruluşunu zorunlu kılan, devrimin siyasal öncü gücünün yaratılması görevi, amaca ulaşma açısından zorunlu ama nitelik açıdan zayıf bir hamleydi. Bolşevik Partisi hariç Komünist Enternasyonal’i oluşturan partilerin büyük çoğunluğu sosyal demokrat partilerden henüz yeni kopmuşlardı ve bu partilerin ideolojik, politik ve örgütsel etkilerinden tam olarak arınamamışlardı. Bunun yanında sınıf içinde de belirli bir örgütlülüğe sahip değillerdi. Avrupa devriminin merkezi olan Almanya’da, komünist parti henüz yeni kurulmuştu ve güçsüzdü. Kuruluş aşamasında Komünist Enternasyonal’in en güçlü partileri (Bolşevik Partisi hariç) Norveç, Finlandiya ve Bulgaristan sol sosyal demokrat partileriydi. Bu partiler dahi işçi sınıfı içinde daha güçlü mevziler tutmalarına rağmen, güçlü bir merkezi örgütlenmeye sahip değillerdi. Avrupa’da işçi sınıfının büyük çoğunluğu tükenmemiş umutlar, önyargılar ve alışkanlıklarının etkisiyle hâlâ 2. Enternasyonal burjuva-reformist partilerin etkisi altındaydılar. Devrim kapıdaydı, ama onun gerektirdiği örgütlülüğü oluşturacak strateji – taktik yeni yeni gelişiyordu. Zaman ise çok azdı. Dünya devrimi, bu etkenler altında en gelişmiş biçimlerini ortaya koyduğu Almanya ve Macaristan’da ve en sonunda Kızılordu’nun Polonya ordusuna yenilmesiyle geri çekilme sürecine girdi. Bu geri çekiliş, aynı zamanda, önceden kestirilemeyen bir dizi ideolojik, politik ve taktik sorunu komünist hareketin gündemine soktu.

Dünya devrimi yenilmişti; ama proletarya, tarihinde sahip olmadığı kadar bir güce ve etki alanına sahipti. Sovyetler Birliği onun en gelişmiş ve en direngen eseriydi. Bu gücün emperyalist kuşatma koşullarında “ne pahasına olursa olsun” korunması, gelecekte devrimin büyümesinin de güvencesiydi. Çünkü, Sovyetler Birliği’nin varlığı, dünya devriminin bir sonraki zaferlerinin maddi, manevi dayanağıydı.

Sovyetler Birliği’nin dünya işçi hareketi ve sömürge  kurtuluş hareketleri üzerinde bu rolü, etkisini kısa sürede gösterdi. 1919 yenilgilerinden iki yıl sonra 1921’de Komünist Enternasyonal, Almanya, Fransa, İtalya, Norveç, Bulgaristan, Çekoslovakya, Polonya ve Finlandiya’da legal ve yarı legal biçimlerde önemli bir güce kavuştu. Ancak, Sovyetler Birliği’nin bu esinlendirici rolü, dünya devriminin yeni bir dalgası için tek başına yeterli olamazdı. Özellikle 1924 sonrası emperyalizmin sağladığı kısmî istikrar ve bu istikrara dayanarak 2. Enternasyonal partilerinin birçoğunun hükümet olması (ya da hükümete ortak olması), sınıf hareketinin yeniden bir durgunluk dönemine girmesine yol açtı

1928’lerden sonra ise, durum tam tersini gösteriyordu. 1929 bunalımı ile birlikte sınıf mücadelesi her bakımdan sert bir döneme giriyordu. Bunalımla birlikte iki olgu dikkat çekiciydi: Birincisi, 1917’den 1930’ların ortalarına kadar emperyalizmin işçi hareketinin tehdidi altında varlığını sürdürmek zorunda kalması, Sovyetler Birliği’nin tehdit edici varlığı ve Avrupa işçi hareketinin (inişli-çıkışlı) yükselişinin yarattığı tehdit. Diğeri ise, emperyalist burjuvazinin sosyal demokrasiyi dayanak noktası yaparak ekonomik ve politik istikrarsızlığı yenemeyeceği, emperyalist yayılmacılığı sürdüremeyeceğinin ortaya çıkmasıyla yeni arayışlara yönelmesi. Komünist hareket açısından süreci zorlaştıran etkenler sadece sosyal demokrasinin işçi sınıfı ve halk yığınları (özellikle küçük burjuva yığınlar) üzerindeki etkisinin kırılması ve artan emperyalist saldırganlığın karşılanma noktasında değildi. Bunlara ek olarak sınıf hareketinin inişli çıkışlı gelişimi, komünist hareket içinde çalkantılara ve aşırı savrulmalara yol açıyordu. Bundan daha da önemlisi, Sovyetler Birliğinin sınıf hareketi üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkileriydi. Bu etkilerin kaynağı, proletaryanın 1917 sonrası devrimci süreçte işgal ettiği konuma dayanıyordu. İşçi sınıfı 1917 sonrası süreçte, hem burjuvazinin karşısında temel devrimci bir güç ve hem de bu gücün en üst düzeyde örgütlülüğünün ifadesi olan Sovyet Devleti olarak yer alıyordu. İşçi sınıfının süreçteki bu varlığı, yeni sorunları da beraberinde taşıyordu. Sovyetler Birliği’ni koruma görevi ile onu bir dünya devrimine dönüştürme görevi – her ne kadar sürecin birbirini tamamlayan ikili görev olarak görünse de – özünde bu görevlerin birincisi statükonun, ikincisi ise, devrimin taşıyıcısıdır. Özellikle emperyalist saldırganlığın sivri ucunun, işçi sınıfının en örgütlü gücü olması nedeniyle Sovyetler Birliği’ne yönelmesiyle Sovyetler Birliği’ni koruma görevinin öne çıkarak, devrimci sürecin bu ikili görevi arasındaki uyumun bozulmasına yol açmıştır.

Süreç içinde dünya devriminin bu ikili görevi arasındaki açının, Sovyetler Birliği’nin korunması lehine açılmasıyla statüko, adeta devrimin ayak bağına dönüşüyordu.

Böylece 1917 Devrimi’nin geri çekilmesine yol açan, gerçekleşemeyen dünya devrimi, bizzat 1917 Devrimi tarafından geri çekiliyordu. Bu geri çekilişin yol açtığı ideolojik ve politik eğilimlerin kökleri, savaş sonrasında emperyalist gelişmenin karakterinde aranmalıdır. 1922–1943 arasındaki dönemde işçi hareketinde yaşanan ideolojik ve politik savrulmaların nedenlerinden biri, bizzat emperyalist gelişme tarafından işçi sınıfına dayatılan ve savaş öncesinden başlayarak, savaş sonrası dönemde keskinleşerek varlığını sürdüren bölünmedir. Savaş sonrası dönemde bu bölünme, bir uçta sosyal demokrat partilerin (2. Enternasyonal), diğer uçta komünist partilerin (Komünist Enternasyonal) yer aldığı ideolojik ve politik olarak net bir bölünmeydi. 1923’e gelindiğinde artık sorun, sosyal demokrat partilerin niteliği sorunu değildi. Savaş sonrasında sosyal demokrat partilerin bütünüyle burjuva-reformist partilere dönüşmesiyle bu sorun aşılmıştı. Sorun bu partilerin bu yeni kimlikleriyle hâlâ işçi sınıfı üzerindeki etkilerinin devam etmesiydi. Komünist partilerin, sorunun çözümünü, “ihanet” ve “ittifak” ikileminde aramaları, işçi sınıfının bu partilerden kopmasını sağlamadığı gibi, bir bütün olarak sınıf hareketinde ciddi ideolojik ve politik savunmalara yol açtı.

Esasında bu savrulma, emperyalizmin savaş sonrası gelişimiyle doğrudan bağlantılıydı. Savaş sonrasında özellikle Almanya, İtalya ve Japonya’daki gelişmeler, emperyalist saldırganlığın olduğu kadar yeni bir paylaşım savaşının da habercisiydi. Bu üç ülkedeki gelişme sınıf savaşında da bugüne kadar olandan farklı bir şeylerin olduğunu gösteriyordu. Ekonomik ve siyasal istikrarsızlık ortamında büyüyen hoşnutsuzluk Almanya ve İtalya’da, birçok başka faktörlerin de etkisiyle emperyalist burjuvazinin bayrağı altında kendine yeni bir kanal açıyordu.

Fransız Devrimi’nden bu yana burjuvazi ilk kez yeniden kitlelerle buluşuyordu ve özellikle küçük burjuva kitleleri kendi emperyalist yayılmacılığı amacı etrafında toplayarak seferber edebiliyordu. Bu kitle desteği Alman, İtalyan ve Japon burjuvazisini “parlamento, demokrasi”, “özgürlük”, “hukuk” vb. ayak bağlarından da kurtarıyordu. Burjuva devlet şiddeti, kitle desteğiyle beslenerek aşırı şiddet kullanımına olanak sağlıyordu. Şiddet, işçi sınıfından toplumun tüm kesimlerine doğru yayılıyordu. Doğal olarak diğer burjuva partilerde bu aşırı güç kullanımından nasibini alacaktı. Bu aşırı şiddet, dünyanın yeniden paylaşımı hedefine kilitlenen emperyalist burjuvazinin bir “iç temizlik” hareketiydi.

Komünist Enternasyonal, gelişen bu emperyalist saldırganlığı tespit etmekle birlikte onu anlamada son derece yetersizdi. Bu saldırganlığın temellerini ve nedenlerini araştırmaktan çok, ortaya çıkan sonuçlardan hareket ederek, sürecin arkasına takılarak, sınıf mücadelesinin sonraki seyrini etkileyecek önemli sonuçlara varıyordu. Saldırının, işçi sınıfına yönelik olduğundan hareket ediliyordu. Ancak daha da ileri gidilerek, bu saldırının aynı zamanda burjuva demokrasisine (burjuva düzene) yönelik bir saldırı olduğu varsayılıyordu. Bu yanılsamanın temelinde, emperyalist saldırının, burjuva devletin demokratik biçiminden değil de onun farklı bir devlet biçimi olan “faşizm”den kaynaklandığı görüşü yatıyordu. Böylece faşizm “burjuva demokratik” devleti de aklamanın aracına dönüşüyordu.

1923’te, Mussolini’nin İtalya’da iktidarı almasıyla işçi hareketinin gündemine giren “faşizm”******Komünist Enternasyonal’in bu tarihten sonraki hemen her kongresindeki bitmez tükenmez tartışmaların da odak noktasıydı. Küçük burjuvazisinin başkaldırısı, lumpen proletaryanın başkaldırısı gibi birçok tanımlamalardan sonra Dimitrov’un Komünist Enternasyonal’in Yedinci Kongresinde yaptığı tanımlama en doğru tanımlama olarak kabul edildi. Bu kongrede “faşizm” bir dizi “en”in bir araya getirilmesiyle bir tekelci ‘en’ olarak tarif edildi. Sonuçta, Komünist Enternasyonal partilerinin üzerinde hem fikir olduğu (çok bilinmeyenli) bir tanım yapılmıştı. Ne var ki bu tanım sorunu çözmekten çok, onu daha da anlaşılmaz kılıyordu. Bu tanım temel alınarak geliştirilen “birleşik cephe” ya da “halk cephesi” formülasyonları, proletarya diktatörlüğüne ulaşmanın bir ön aşaması olarak kabul edildi.

Böylece daha önce henüz kapitalizmin ileri derecede gelişmediği ülkeler için öngörülen aşamalı devrim teorisi, “faşizme” karşı mücadele ve “birleşik cephe” ve “halk cephesi” taktikleriyle gelişmiş kapitalist ülkelere taşındı.  Dimitrov bu taktiği 7. Kongre’de şöyle ifade ediyordu: “proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesinde güç kazanabilmesi için bugün acil çıkarlarına saldıran sermayeye karşı, faşizme karşı savunurken, yarın nihai kurtuluşunu sağlayacak koşulları yaratabilecek bir konuma gelebilmesi için işçi sınıfının eylem birliğini istiyoruz. İşçi sınıfını yorulmadan, durumda bir değişiklik olduğunda, mücadele biçimlerinde ve yöntemlerinde hızlı bir değişiklik yapmaya hazırlamalıyız. Harekete girişirken, işçi sınıfının birliği güçlenirken daha ileri gitmeli ve politik bir kitle grevinin örgütlenmesi yönünde hareket ederek sermayeye karşı savunmadan saldırıya geçmeye hazırlanmalıyız.” Dimitrov daha da ileri giderek. “faşizme” karşı burjuva demokrasisini savunmayı, işçi sınıfının önüne bir görev olarak koyabiliyordu.

Komünist Enternasyonal’de üzerinde uzlaşılan bu tanım kuşku yok ki İtalya ve Almanya’da önlenemeyen “faşizmin” yükselişi ve kaybedilen kitle desteğinin geriye çekici (ideolojik ve politik savunma pozisyonuna çekilişin) izlerini taşıyordu. Halbuki 1929’da ortaya çıkan kriz ve sonrasındaki gelişmeler başka bir duruma işaret etmekteydi. Özellikle 1936-1944 yılları arasındaki dönem tıpkı 1914-1921 yılları arasındaki dönem gibi kriz, savaş ve devrimin aynı tabloda yer aldığı bir dönemdi. Almanya hariç, Avrupa’nın birçok ülkesinde sınıf mücadelesi yükseliş trendindeydi. Bu dönemde, farklı tarihlerde birçok ülkede –Fransa, İspanya, İtalya, Sırbistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan vb.- devrimci durumlar oluşmuştu. Bu  gelişmelere rağmen Komünist Enternasyonal’in hâlâ savunma stratejinde kalarak “faşizme” karşı burjuva demokrasi hedefinde ısrar etmesi, 2. Enternasyonalin 1914’teki durumunun başka koşullar altında bir tekrarıydı.

1936 yılında Fransa’da halk cephesinin seçimleri kazanmasıyla gelişen olaylar, proletarya diktatörlüğüne geçişin ön aşaması olarak kabul edilen “halk cephesi” taktiğinin, tam tersine  proletaryayı nasıl iktidardan uzaklaştırmanın aracına dönüştüğünü ortaya koydu. Fransa’da seçimlerin kazanılmasının ardından, daha “Halk Cephesi” hükümeti kurulmadan, işçi sınıfı -bağlı oldukları partilerden bağımsız olarak- Fransa tarihinin en büyük grevini başlattı. İşçiler fabrikaları işgal ettiler. Ancak bu kez eylem kırıcıları burjuvalar değil, “Halk Cephesi” partileriydi (Fransız Komünist Partisi ve Sosyalist Parti ). Fransız Komünist Partisi genel sekreteri Thorez işçilere şöyle sesleniyordu: “Ekonomik talepler uğruna bir hareketi başlatmak elbette önemlidir. Ama aynı zamanda buna nasıl son verileceğini bilmek de gerekir. Şu anda iktidarı ele geçirme sorunu yok. Herkes biliyor ki amacımız değişmez bir biçimde işçi, köylü ve askerlerden oluşan bir Fransız Konsey Cumhuriyeti kurmaktır. Ama bu gece ve yarın sabah olacak bir şey değil bu.” (Fernando Claudin- Komintern’den Kominforma- cilt-I-Belge Yay. Sh.263) Fransız Komünist Partisi’nin başka bir yetkilisi de grevdeki fabrika işçilerine seslenerek, Thorez’in sözlerine açıklık getiriyordu: “Hitler tehdidi karşısında, Fransız güvenliğini tehlikeye sokacak bir politikayı kabul edilmez buluyoruz.”(age sh. 267) 1936 İspanya iç savaşında yaşananlar ise, proletarya diktatörlüğünün burjuva demokrasisine feda edilişinin daha vahim bir tekrarı oldu.

Kısacası faşizme karşı demokrasiyi koruma stratejisi, uygulandığı her ülkede işçi sınıfının yenilgisi ve burjuva demokrasisinin güçlenmesiyle sonuçlandı. Bu noktada sorun yaratan,  yaşanan yenilgiler değildir. Çünkü sınıf savası da dahil her savaş yenilginin soyut olasılığını kendi bağrında taşır. Sorunu yaratan zaferi ta baştan olanaksızlaştıran izlenen rotadır.

İzlenen bu rotanın  bir sonucu olarak Komünist Enternasyonal’in iflası daha savaş başlamadan kesinleşmiş gibiydi.1942’ de  Komünist Enternasyonal’in fesih kararı zaten bitmiş olan bir şeye son noktanın konulmasıydı. Ama yine de Fesih gerekçesi, sürecin nasıl başladığı ve bitiş noktasına geldiği hakkında net bir bilgi vermektedir.15 Mayıs 1942’de Komünist Enternasyonal’in resmi fesih kararında söyle deniliyordu: “1919 yılında eski işçi partilerinin büyük çoğunluğunun politik çöküşünün bir sonucu olarak kurulan Komünist Enternasyonal’in tarihsel rolü, işçi sınıfı hareketi içinde oportünist unsurların kabalaştırma (vülgarizasyon) ve çarpıtmalarına karşı Marksizm’in ilkelerini yükseltmek, bir dizi ülkede ileri işçilerden oluşan öncülerin gerçek işçi partileri içinde toplanmasına yardımcı olmak, ekonomik ve politik çıkarlarını savunmaları, faşizme ve onun hazırladığı savaşa karşı mücadele etmeleri ve faşizmin karşısındaki başlıca siper olan Sovyetler Birliği’ni desteklemeleri için işçileri harekete geçirmede bu partilere yardım etmekten ibaretti.” …“Komünist enternasyonalin yürütme komitesi prezidyumu komünist enternasyonalin bütün taraftarlarını işçi sınıfı ve çalışanların can düşmanının – Alman faşizmi, müttefikleri ve iş birlikçileri – en hızlı biçimde yenilgiye uğratılması için, bütün enerjilerini Anti-Hitler koalisyona dâhil halkların ve ülkelerin kurtuluş savaşını candan destekleme ve bu savaşa aktif biçimde katılma üzerinde yoğunlaştırmaya çağırır.” 22 Mayıs 1943’te 3. Enternasyonal’in kapatılmasıyla ilgili Reuters Ajansına verdiği demeçte Stalin şunları söylüyordu: “Sanırım bir araya gelen bütün bu koşullar, Hitler’ci tiranlığa karşı zafer kazanmak için savaşan müttefiklerin birleşik cephesinin ve diğer birleşmiş ulusların daha da güçlenmesiyle sonuçlanacak. Komünist Enternasyonal’in kapatılmasının mükemmel biçimde zamanlandığını düşünüyorum. Çünkü tam da şimdi, faşist canavar son gücünü kullanıyorken bu canavarın işini bitirmek ve halkı faşist baskıdan kurtarmak için özgürlüğü seven ülkelerin ortak saldırısını örgütlemek gerekir.” (age-sh.46-49-51)

2. Enternasyonal’in çöküşü, paylaşım savaşında işçi sınıfının devrimci mücadelesinden vazgeçerek, kendi emperyalist burjuvalarının yanında saf tutmasıyla başladı. Bu, aynı zamanda Komünist Enternasyonal’in kuruluşuna giden sürecin başlangıcı oldu. Komünist Enternasyonal, 2. Enternasyonal’in çöküşünün işçi sınıfı üzerindeki etkisini yok etmek ve işçi sınıfını gelişen dünya devrimine hazırlamak için zorunlu ve acil bir eylem planı olarak kuruldu.1943’te yayınlanan Komünist Enternasyonal’in fesih kararı, onun kuruluş amacıyla tam bir zıtlık içindedir. Fesih kararında, işçi sınıfının devrimci öncüsü olarak kurulan Komünist Enternasyonal, işçi sınıfının mücadelesine yardımcı olan adeta bir “hayır” kurumu olarak tarif ediliyor. Aslında bu tarif, Komünist Enternasyonal’in kapatılmasını haklı göstermek için girişilen bir ön hazırlıktır. Kapatılmanın esas gerekçesi ise, hem Komünist Enternasyonal karar metninde ve hem de Stalin’in demecinde açıkça görüleceği gibi “Anti-Hitler koalisyonun” kurulmasını sağlamaktır. Bu, en hafif deyimiyle 2. Enternasyonal’in 1914’deki konumuna oturmaktadır. Yalnız şu farkla ki, 1914’de 2. Enternasyonal partilerinin çöküş süreci kendi emperyalist burjuvalarını desteklemekle başlamıştı; şimdi ise, Komünist Enternasyonal partileri çöküş sürecine; Alman, İtalyan, Japon “faşizmine” karşı İngiliz, Fransız ve ABD emperyalist burjuvazisini destekleyerek dâhil oluyordu. Böylece Komünist Enternasyonal’in kuruluşuna yol açan nedenler, onun çöküşünün de nedenleri haline geliyordu.

Bütün bu süreç kısaca şöyle özetlenebilir: Komünist Enternasyonal, 1923’te oturduğu kapitalist eğik düzlemde aşağıya doğru hızla hareket ederek 1943’te 2. Enternasyonal’den boşalan yere dolmuştur. Ama bunun işçi hareketi içinde yarattığı dağılma ve savrulma 2. Enternasyonal’in yarattığı dağılma ve savrulmayla kıyaslanamayacak ölçüdedir. Çünkü bu savrulma, işçi hareketinin sadece önemli bir bölümünü değil, hemen tümünü etkisi altına almıştır.

Daha önce de belirtildiği gibi bu savrulmanın kökleri, 1923’te ortaya çıkan ve 3. Enternasyonal tarafından “faşizm” olarak nitelenen yeni emperyalist saldırganlığın, neden Almanya, İtalya ve Japonya’da ortaya çıktığının ve nasıl kitlesel bir güce eriştiğinin ve bir şiddet yumağına dönüştüğünün anlaşılması için en başta bu üç ülkenin gelişme özelliklerini ele almak gerekiyor. “Faşizm”in ne olduğu, ancak sınıf mücadelesinin ulaşmış olduğu evre ve her şeyden önce bu üç ülkenin özelliklerinin incelenmesiyle anlaşılabilir.

Bu özelliklerin birincisi; Almanya, İtalya ve Japonya’nın emperyalist sürece geç dâhil olmalarıdır. Sürece geç dâhil olmak, aynı zamanda bağımsız var olmak ve büyümek (kısaca rekabet) açısından bir dezavantajdır. Bu dezavantajın panzehiri ise, hız ve şiddettir. Bu yüzden her geç başlangıç, büyümek için daha büyük bir hız ve daha yoğun bir şiddetle gelir. Daha önce kendi içinde kapalı küçük bir ada devleti olan Japonya, esas olarak 1868 reform hareketiyle dünyaya açıldı. Hızlı bir kapitalistleşme sürecinden geçerek 1900’lerin başında küçük emperyalist bir güç olarak dünya sahnesinde yerini aldı. Her ne kadar Almanya, daha önce ciddi bir kapitalist birikime sahip olsa da, İtalya ile birlikte 1871’de ulusal birliklerini tamamlayarak sürece dâhil oldular. Bu ülkelerin dünya arenasında yer aldıkları dönem dünyanın, büyük emperyalist güçler (İngiltere, Fransa, ABD ve bunlar arasında kapitalist gelişme bakımından en geri konumdaki Rusya ) tarafından hem pazar ve hem de toprak bakımından paylaşılmasının büyük ölçüde tamamlandığı dönemdi.

Almanya, İtalya ve Japonya  kendi ekonomilerinin gereksinim duyduğu bir hammadde zenginliğine sahip olmadıkları gibi bunları kolayca elde edebilecekleri sömürgelere de sahip değildi. Üstelik kapitalizmin gelişme hızı ne kadar büyükse, hammaddeye duyulan ihtiyaç da o kadar artar, hammaddeye ulaşmak için rekabet de o ölçüde  keskinleşir. Hızla gelişen sanayinin gereksinimi, hammaddeleri (demir, çelik, kömür, bakır, kauçuk vb.  – savaş sonrası bu listeye stratejik bir hammadde haline gelen petrol de ekleniyordu.) ancak ithalat yoluyla ve rakiplerinden karşılayabilirlerdi. Bu ise, bu devletlerin bir “ekonomik büyüme güvenliğine” sahip olmadıkları anlamına geliyordu. Paylaşılmış bir dünyada bu güvenlik ancak bir yeniden paylaşımla, yeni sömürgelere sahip olmakla sağlanabilirdi. Sürece geç girmek, zorlu bir rekabete hazır olmayı gerektiriyor; bu da aşırı hırs ve şiddet birikimi anlamına geliyordu. İkincisi; bu üç ülke de büyük imparatorlukların küllerinden doğmuştu. Arkalarında ciddi bir imparatorluk gelenek ve kültürü vardı. Bu gelenek ve kültürün beslediği aşırı tutku, hırs, güçe tapınması ve disiplin bu ülkelerin sadece yönetici sınıflarında değil, sanki “genetiklermiş” bir eğilim olarak bütün toplumsal sınıflar üzerinde etkiliydi. “Genlerdeki” bu gizil gücün açığa çıkması, bir kitle desteğine, bir şiddet yumağına dönüşerek egemen sınıfın (emperyalist burjuvazi) emrine amade haline gelmesi ise üçüncü ortak özellik tarafından sağlanıyordu:

Paylaşım savaşı başta Almanya olmak üzere, İtalya ve Japonya’nın zorlamasıyla başladı. Japonya, daha zayıf olmak üzere, her üç ülke de 1914’de başlayan paylaşım savaşından törpülenerek, aşağılanarak, ulusal onurları ayaklar altına alınarak çıktılar.

Japonya savaşa girmediği halde, savaş sonrası ABD ve İngiltere’nin çıkarlarına zarar verdiği gerekçesiyle, donanmasını bu iki ülkenin yarısı kadar bir güçle sınırlayan bir anlaşmaya imza atmak zorunda bırakıldı. Bu Japonya’nın “ekonomik güvenliğine” olduğu kadar, bağımsızlığına yöneltilmiş bir saldırıydı ve Japon İmparatorluk geleneklerine indirilmiş bir darbeydi. Bu durum, devlete bağlılığın bir gelenek olduğu Japon halkı açısından yeterince onur kırıcıydı. İtalya savaş galibi bir ülke olmasına karşın Fransa ve İngiltere tarafından işgal ettiği bütün sömürgelerden kovulmuş, adeta savaş mağlubu bir ülke muamelesine tabi tutulmuştu. Mussolini, 1923’te iktidara geldiğinde bunu bir güç biriktirme unsuru olarak kullandı. Bununla da kalmadı; Roma İmparatorluğu’na atıfta bulunarak, ülkesinin “büyük emperyalist kaderi” olduğunu ileri sürmesi, Mussolini’nin gerekli gücü nerede aradığını da gösteriyordu. Almanya’ya gelince, Almanya savaş sonrası Avrupa’nın ulusal bağımsızlığı ve onuru elinden alınmış tek büyük gücüydü. Savaş sonrası Alman burjuvazisinin aşırı büyüme hırsını denetim altına almak için Almanya’ya dayatılan Versailles Anlaşması, Alman burjuvazisi için olduğu kadar Alman halkı için de tam bir bağımlılık belgesiydi ve bu da Alman halkının Hitler’in bayrağı altında toplanmasını kolaylaştıran önemli bir faktördü.

Dördüncüsü; Ekim Devrimi’nin ve bu devrimin etkileri altında işçi hareketinin Avrupa’daki eylemliliğinin yarattığı korkudur ki, bu açığa çıkan emperyalist şiddetin iç boyutunu belirlemekteydi. Yukarıda da özetlendiği gibi, Almanya ve İtalya Ekim devriminin kahredici etkilerini enselerinde yeterince hissetmişlerdi. Özellikle Almanya bir anlamda ipten dönmüştü. Japonya’ya gelince, Rusya Japonya’nın emperyalist emellerinin önündeki en büyük engeldi. Ekim devrimi sonrasında artık Japonya’nın karşısında 1905’de yendiği güçsüz bir Rusya değil, iç savaşı kazanmış, emperyalist kuşatmayı yarmış, dünya proletaryasının destek ve güvenini kazanmış bir Sovyetler Birliği vardı. Üstelik bu Sovyetler Birliği Japonya’nın Çini sömürgeleştirme girişimlerini boşa çıkaran Çin Komünist Partisinin de en büyük destekçisiydi. Dünya devrimi ve onun eseri Sovyetler Birliği düşmanlığı bu üç devleti “Anti-Komintern Pakt”ta birleştirdi. “Anti-Komintern Pakt ”Almanya – Japonya antlaşmasıyla savaş çanlarının sesinin yükseldiği 1936’da kuruldu. İtalya 1937’de pakta dahil oldu. Savaşın başlamasıyla “Anti-Komintern Pakt” da genişlemeye başladı. 1939’da İspanya ve Macaristan pakta katıldı, 1941 de Türkiye “Anti-Komintern Pakt”ta gözlemci statüsüyle yerini aldı.

Bütün bu koşullar; sadece Alman, İtalyan ve Japon emperyalist burjuvazisinin saldırganlığının temellerini ortaya çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda bu saldırganlığın kitle gücüyle birleşerek büyümesini de olanaklı hale getiriyordu.

Aslında olanlar; Komünist Enternasyonal’in formüle ettiği gibi (zaten hareket halindeki) “n” lerin harekete geçmesi değil, kitlelerin ön yargılarının, tutkularının anti Sovyet, anti-komünist, milliyetçi şoven bir ideolojik konseptle harekete geçirilerek emperyalist yeniden paylaşımın hizmetine sokulmasıydı. Bu gelişmede yeni olan, şiddet değil; (şiddet egemen sınıfın varlığını sürdürme koşullarından biri olarak hep devredeydi ve hep devrede olacaktır) bu şiddetin, belirli bir kitle desteğiyle büyütülerek aşırı şiddete dönüşmesiydi.

“Faşizm” tanımı, bu süreci açıklayamamanın ötesinde süreci örten bir incir yaprağı gibiydi. Bu incir yaprağı Komünist Enternasyonal’in çöküşünü örtüyordu ve bütün kötülükleri kendinde toplayarak burjuva iktidarını (burjuva demokrasisi) aklıyordu. O, artık dünya burjuvazisinin elinde, 3. Enternasyonal dönemindeki kullanımıyla olumlu sonuçları elde edilmiş bir korku kılıcıydı. Tıpkı ninelerin torunlarını yola getirmek için başvurduğu masal canavarları gibi…

(Devam edecek )

 

 

 

*Sınıf  mücadelesi, 1872 Paris Komünü zaferi ve arkadan Fransız ve Alman burjuvazisinin birlikte Komün’ü  gaddarca boğmalarıyla, sadece Fransa’da değil Avrupa’nın hemen her yerinde çok ciddi bir parçalanma ve dağılma sürecine girmişti.

**Enver ve Cemal Paşa’lar, Osmanlı devletinin parçalanmaktan kurtarılması için ateşkese karşı çıkarak savaşın sürdürülmesini istediler.

*** paylaşım savaşı öncesi petrolün sanayi ve askeri alanda kullanımı son derece sınırlıydı. Bu savaş petrolün askeri önemini büyüttü. Özellikle savaşın son döneminde kullanılmaya başlayan uçak ve tanklar petrole stratejik bir hammadde unvanını kazandırdı.

**** Washington anlaşması 1922’de ABD önderliğinde İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya arasında imzalandı. Bu anlaşma ABD ve İngiltere’yi donanma gücü bakımından ayrıcalıklı konuma getirirken, diğer ülkelerin donanma gücünü önemli oranda sınırlandırdı.

*****Fransız, İngiliz ve  İtalyan başbakanları 1938’de Almanya’nın  Münih şehrinde Hitlerle yaptıkları anlaşma ile Hitlerin Çekoslovakya işgalini onayladılar. Bu onay ister Hitleri dizginlemek için verilmiş bir taviz, isterse İngiltere’nin, Fransa’nın Avrupa’daki etkinliğinin kırılmasına yönelik bir girişim olsun, sonuçta 1918’de ara verilen savaşın yeniden başlatılmasının başlangıcı olmuştur.

****** İlk kez İtalya’da Mussolini tarafından kendi politik hareketi için kullandığı Faşizm eski Roma’da otorite simgesi olarak taşınan çubuk demetine sarılı balta – fascio” sözcüğünden türetilmiştir

 

Yararlanılan Kaynaklar:

 

-Lenin – Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Sol Yay. baskı tarihi: 1969

-Paul Kennedy – Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü – İşBankası Yayınları

-Davit Fromkin – Barışa Son Veren Barış- Sabah Kitapları

-V. Vahruşev – Yöntemleriyle ve Manavralarıyla Yeni Sömürgecilik Konuk Yayınları

-Fernando Claudin – Kominternden Kominforma – Belge Yayınları

-G. Dimitrov – Düşüncelern Aforizmalar – Yeni Dünya Yayınları

-Zbigniev Brzezinski – Büyük Santranç Tahtası – Sabah Kitapları