Emperyalist Savaş ve İç Savaş

Söz ve Eylem’in, Haziran seçimlerinin ardından yayınlanan Temmuz 2011 sayısında üçüncü dönem AKP hükümetinin bir “savaş hükümeti” olduğu tesbiti yer aldı. Gündemi “Kürt açılımı” ve yeni anayasa tartışmalarının belirlediği bir dönemde kaleme alınan yazı, şöyle başlıyordu: “ Yazının başlığının çok iddialı olduğu kuşku götürmez. Halkın büyük çoğunluğunun AKP’nin 3. dönem iktidarından “ Kürt sorununun çözümü”, “sivil” bir anayasa ve “ileri demokrasi” beklerken, bunun tam tersini ileri sürmek, elbette ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir, tereddütle karşılanabilir. Hatta buna yeni bir komplo teorisi gözüyle bakılarak, bir kenara itilebilir. Ancak bir süreden beri bölgede ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler dikkate alındığında şaşkınlığa ve tereddütte mahal kalmadığı görülecektir.” ( Söz ve Eylem, sayı.2, s.40) Yazının devamında bu tespitin dayanakları ele alınarak devletin baskı ve ideolojik aygıtlarının emperyalist savaş ve iç savaşa uygun olarak yeniden dizayn edildiği vurgulanıyordu.

Aradan geçen iki yılı aşkın sürede, Türkiye’de ve bölgede yaşananlar bugün bu tespiti hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde doğrulamaktadır.

Devletin emperyalist savaş ve iç savaşa uygun olarak dizaynı, ne kapitalist sistemin bugün içinde bulunduğu durumdan, ne de Türkiye’nin bu sistem içindeki konumundan bağımsız olarak ele alınmakla anlaşılabilir. Kapitalizmin bugün içinde bulunduğu durumu belirleyen temel olgular, krizin ve paylaşım savaşının aynı tarihsel kesitte üst üste düşmeleri, birbirini besleyip büyütmeleridir.

Uzun süren bir dönemden beri emperyalist güç odakları arasında, ABD’nin askeri üstünlüğü altında ve esas olarak uzlaşmayla yürütülen paylaşım; krizin güç dengelerini sarsıcı ve değiştirici etkisiyle yeni bir döneme giriyor. Emperyalist devletlerin hayati çıkarları söz konusu oldukça, savaşın biçimi kadar seyri de değişiyor. Hedef devletlerin iç çelişkilerine (etnik, dinsel vb.) dayalı olarak “taşeron” ya da “vekalet” savaşları yoluyla yürütülmesi zorlaşıyor. Bunun yerini doğrudan emperyalist güç odakları arasındaki kamplaşma alıyor.

2008’de Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesiyle belirginleşen kamplaşma, bugün Suriye müdahalesi çerçevesinde ABD ve Rus savaş filolarının Akdeniz’de konumlanmasıyla daha da netleşmiştir.

Uzak Doğu’daki gelişmeler ise kamplaşmanın sadece Ortadoğu’yla sınırlı olmadığını, olamayacağını gösteriyor. Geçtiğimiz Temmuz ayında Rusya ve Çin’in Pasifik’te düzenlediği ortak deniz tatbikatına, ABD ve Japonya’nın aynı tarihte ortak hava tatbikatıyla cevap vermeleri, kamplaşmanın ulaştığı yeni düzeyi belirliyor.

Emperyalist güç odakları arasındaki kamplaşma paylaşım savaşının bugünkü aşamasının temel karakteristiği olsa da bu durum, bu odaklar arasındaki muhtemel uzlaşmaları dıştalamıyor. Tersine, paylaşım; bu güçler arasındaki ilişkilerin dinamik karakterine bağlı olarak stratejik ittifaklar ve taktik uzlaşmalarla sürüyor.

ABD açısından, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın denetimi, hegemonyanın sürdürülmesi bakımından olduğu kadar, bölgede ABD’nin kolu olan ve ABD hegemonyası zayıfladığı oranda, bölgede ciddi sorunlarla karşılaşacak olan İsrail’in güvenliği açısından vazgeçilmezdir. İç içe geçen bu hedefler, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki emperyalist müdahalenin seyrini de belirledi. Irak müdahalesiyle Baas hareketinin önemli bir kalesi düşürüldü. Irak paramparça edilerek, İsrail için bir tehdit olmaktan çıkarıldı. İkinci adım, Libya’nın işgaliyle atıldı. Türkiye bu iki müdahalede ABD’nin kendisine biçtiği rolle yer aldı. Libya müdahalesi sırasında NATO’nun operasyonel merkezinin Türkiye’ye taşınması ve bunu izleyen ABD – Türkiye – İsrail anlaşmaları, hem sıranın Suriye ve İran’a geldiğini, hem de Türkiye’nin bu iki ülkeye yönelik emperyalist müdahalelerde daha aktif bir rol üstleneceğini gösteriyordu. ABD’nin Suriye müdahalesinde doğrudan bir rol üstlenmeyeceğinin belli olması -ki eski ABD başkanı Clinton bunu Türkiye’nin Suriye’ye saldırması biçiminde dillendirmişti- Türkiye’nin üstleneceği rolü daha da belirginleştirdi.

“Arap Baharı”- Depreşen  Emperyalist Hayaller

Kapitalist sistem içindeki konumu ne olursa olsun, bölgesinde kendi denetiminde bir “hinterland (arkabahçe)” oluşturma çabası, bunu başarıp başaramayacağından bağımsız olarak her ülke burjuvazisinin hayalidir. Hele bu ülke Türkiye gibi bir imparatorluk bakiyesi ise, bu hayal çok daha güçlüdür. Türk burjuvazisinin emperyalist hayallerini depreştiren, Tunus ve Mısır’daki gelişmeler oldu.

Tunus’ta başlayıp Mısır’a sıçrayan kitle hareketi, yerli ve emperyalist burjuvazinin ortak müdahalesiyle denetim altına alınsa da, bölgede önemli siyasal değişmelere yol açtı. Kitle hareketlerinin absorbe edilmesi sonucu Tunus ve Mısır’da Müslüman Kardeşler ideolojisinin iktidara gelmesi, bu ideolojiyle yakın bağlar içinde olan hükümet ve dolayısıyla Türk burjuvazisinin emperyalist hayallerini güçlendirdi. Türk burjuvazisi emperyal hayallere ilk kez kapılmıyor. Daha I.Paylaşım Savaşı yenilgisinin ardından İttihat Terakki partisiyle önce İslam, sonra da Türkçülük adına bu hayallerin ardından koşmuştu. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından depreşen “Adriyatik’ten Çin’e kadar Türk dünyasını birleştirme” hayalleri, Türkiye’nin kısa sürede ve hüsran içinde bölgeden atılmasıyla sonuçlandı. Mısır ve Tunus’ta Müslüman Kardeşler ideolojisinin iktidar olması, bu kez aynı hayalleri Sünni İslam üzerinden gerçekleştirme umudunu yeşertti. Suriye’ye karşı emperyalist müdahaleye, emperyal hayallerini gerçekleştirmenin bir aracı olarak, kendine bir rol biçerek sarıldı.

Türk burjuvazisinin Suriye’ye müdahaleye bu kadar heveskâr olmasının bir başka nedeni de, denediği bütün yöntemlere karşın gelişimini durduramadığı, tasfiye edemediği Kürt Özgürlük Mücadelesidir. Burjuvazi, Suriye müdahalesiyle hem Suriye’de Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesini sağlayarak, kendi arka bahçesini güçlendirecekti, hem de bu müdahaleyi Kürt halkına karşı yeni bir soykırıma dönüştürerek Kürt sorununu “çözecekti”. Türkiye’nin bu hedefleri önce emperyalist güç odakları arasındaki kamplaşmaya takıldı. Irak ve Libya müdahalelerine sessiz kalan Çin ve Rusya, paylaşımın kendi etki alanlarına yönelmesiyle sessizliklerini bozunca, Türkiye’nin bütün hesapları da altüst olmaya başladı.

Türk burjuvazisinin emperyal hevesi ilk etkili darbeyi yine bu hevesi depreştiren Mısır’da aldı. Mısır’da Müslüman Kardeşler’e iktidar yolunu açan darbeden kısa bir süre sonra iktidara karşı başgösteren kitle hareketi ve aynı sürecin Tunus’ta yaşanması, emperyalist burjuvazinin bölgede Müslüman Kardeşler üzerinden planladığı kurgunun tutmayacağını gösterdi. Tahrir’i ele geçiren başkaldırının iktidardan düşürülmesine ramak kala ordu darbesiyle hem Müslüman Kardeşler iktidardan uzaklaştırıldı, hem de halkta oluşan öfke orduya bağlanarak devrimci sürecin önü alınmış oldu.

Suriye- Suya  Düşen  Hayaller

Türkiye’nin emperyal hayalleri, ikinci etkili darbeyi emperyalist güç odakları arasındaki güç dengesine takılan Suriye müdahalesiyle aldı. Türkiye, Suriye müdahalesinde kendisine biçilen rolün ötesinde emperyal hayaller ve çıkarlar uğruna ve bir Kürt soykırımına dönüştürebilme hedefiyle dahil oldu. İslam coğrafyasından devşirilen çeteleri Türkiye üzerinden Suriye’ye sokarak, Suudi Arabistan ve Katar’ın finansörlüğünde bu çetelere üs vererek, onları eğiterek ve kendilerine lojistik destek sağlayarak Suriye’de iç savaşı başlattı. İç savaştan sonuç alma umudu zayıfladıkça, doğrudan müdahale yolunu açmak için, iç politikada başarıyla uyguladığı provokasyon taktiğini devreye soktu. Ardı ardına düzenlediği provokasyonlar (Suriye üzerinde savaş uçağının düşürülmesi, askeri havaalanına sızma girişimi, Cilvegözü ve Reyhanlı’da bombalı provokasyonlar, çetelerin sınır boyunca düzenledikleri provokasyonlar vb.) ile Suriye’ye doğrudan müdahalenin yollarını aradı. Başarısız olan her provokasyonu bir yenisi izledi. Ancak bütün bunlar, Suriye konusunda karşı karşıya gelen emperyalist güç odakları arasındaki kurulan dengeyi bozmaya yetmedi.

Türkiye’nin başarısız hamleleri, savaşı başlatmaya yetmediği gibi, ülkenin karşı karşıya olduğu sorunları da büyüttü. Suriye’ye karşı müdahaleyi Kürt halkına karşı bir soykırıma dönüştürmeyi amaçlarken, tersine, batı Kürdistan’da Kürt özerk bölgesinin oluşumuyla daha büyük bir Kürt sorunuyla yüz yüze kaldı. Türkiye’nin hiç hesaba katmadığı bu gelişme karşısında devletin geleneksel refleksi harekete geçti. Kanlı geçmişinden aldığı ilhamla, elinin altındaki El Nusra çetelerini yeniden örgütleyerek Kürt halkına karşı imha politikasına yöneldi. Böylece devletin “çözüm süreci” olarak adlandırdığı sürecin şifresi de çözüldü. “Çözümün” aslında bir imha politikası olduğu gerçeği netleşmiş oldu. Türkiye’nin son bir çare olarak İsrail’le ortaklaşa olarak başvurduğu kimyasal silah provokasyonu, savaş umutlarını arttırsa da, provokasyonun Rusya ile ABD arasında ve İsrail’in istediği biçimde, Suriye’nin kimyasal silahlardan arındırılması çerçevesinde uzlaşmayla sonuçlanması, Türkiye’nin emperyal hayallerine vurulan öldürücü son darbe oldu.

Türkiye, izlediği politikanın yol açtığı sorunlarla, içine girdiği hayal dünyasından çıkarak kendine gelirken, ona biçilen rolün sağladığı bölgesel etkiyi de kaybetti.

Suriye müdahalesinin Rusya ve ABD arasında şimdilik bir uzlaşmayla sonuçlanması, İran’la varılan uzlaşma, emperyalist savaş olasılığının zayıfladığı ya da, ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Tersine, savaşa yol açan nedenler varlığını koruduğu, çelişkiler şiddetini artırdığı müddetçe, savaş olasılığı da artarak büyüyor.

Rojawa ve “Çözüm” Süreci

2013 Newrozunda Öcalan’ın açıklamasının okunmasıyla başlayan çözüm süreci, sorunun muhataplarında farklı sadiklerle destek buldu. Kürt Özgürlük Hareketi; süreci, gerekli gördüğü taktik değişimi gerçekleştirmek ve sorunun çözümünün koşulu olarak ilan ettikleri “Demokratik Özerklik” doğrultusunda ileri doğru bir adım daha atabilmek için desteklerken, Türk burjuvazisinin hedefi, KÖH(Kürt Özgürlük Hareketi)’nin siyasal etkisini zayıflatmak, mümkünse tasfiye etmekti. Bu hedef ulaşmak, sorunun burjuva çözümünün de anahtarıydı. “Çözüm süreci” olarak adlandırılan bu süreç, aynı zamanda “mücadelenin düşük yoğunluklu olarak sürmesi” süreci anlamına geliyordu.

Burjuvazi, bu süreçte hamle üstünlüğünü: sürecin, gerillanın geri çekilmesi önkoşuluna bağlayarak elde etti. Amaç gerillanın geri çekilmesinden yararlanarak, ordudaki moral çöküntüyü gidermek, birlikleri ve özel kuvvetleri yeniden organize etmek ve siyasal alanda daha geniş bir manevra kabiliyeti sağlamaktı. Süreç, tam da bu kurgu üzerinden yürütülmeye çalışıldı. Ordu ve özel kuvvetler yeniden konumlandırıldı, koruculuk sistemi güçlendirildi ve gerillanın boşalttığı alanlar yeni karakollarla takviye edildi.

Bu önlemleri ekonomik ve siyasal önlemler izledi: Teşvik önlemleriyle Kürt burjuvazisinin ekonomik gücü, “akıl insanlar” projesi ve yeni partiler (Hüda-Par, Hak-Par) ile siyasal etkinliği artırılmaya çalışıldı. 2001 Seçimlerinde BDP’de oluşturulan, Kürt burjuvazisinin önemli bir kısmını kapsayan, Kürt ulusal birliği, Kürt burjuvazisinin etkinliğinin artmasıyla çözülme sürecine girdi. Kürt halkında sürece ilişkin beklentiler, çeşitli manipülasyon yöntemleri kullanılarak büyütüldü, bu yolla Kürt coğrafyasındaki eylemlilik baskılandı. Öyle ki, tam da bu dönemde Taksim’de başlayıp Türkiye’ye yayılan başkaldırı, Kürt coğrafyasında neredeyse tam bir sessizlikle karşıladı. Şüphesiz “çözüm süreci”nin burjuvazi açısından en büyük kazanımlarından biri de bu oldu. BDP başkaldırı karşısında başlangıçta takındığı bu tutumu sonradan düzeltse de bu siyasal etkisi olmayan bir özeleştiriden öte bir anlam taşımadı.

“Çözüm süreci”nde ilk kırılmalar, sürecin tek taraflı tavizlere dayanan zaman kazanma ve oyalamaya yönelik bir süreç olduğunun fiili olarak ortaya çıkmasıyla başladı. Süreç, asıl darbeyi ise, Türkiye’nin doğrudan taraf olduğu Suriye’deki iç savaşın sonuçlarından biri olarak Rojawa’ da Kürt özek bölgesinin oluşmasıyla aldı. Çözüm adına KÖH ile “müzakere” sürecini başlatan devletin, kendi sınırları dışında, Rojawa’da, Kürt halkının kendi kaderini belirleme doğrultusunda attığı adımlara, elinin altındaki El-Nusra çetelerini örgütleyerek saldırıya geçmesi, “çözüm süreci”nin gerçek içeriğini de açığa çıkardı.

Rojawa; sadece çözüm sürecinin gerçekte bir ‘tasfiye süreci’ olduğunu ortaya koymakla kalmadı, ayni zamanda Kürt ulusu içinde, Kürt burjuvazisi ile Kürt halkı (Kürt işçi, emekçi ve yoksulları) arasındaki ayrışmayı siyasal plana taşıyarak Kürt ulusal mücadelesinde yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Güneydeki bölgesel Kürt Yönetimiyle,  Rojawa’daki geçici yönetim arasında, derin analizlere girmeden yapılacak bir karşılaştırma, her ikisinin de farklı siyaset ve farklı çözümleri temsil ettiği basit gerçeğini ortaya koymaya yetecektir.

Rojavada’ki gelişmenin Kürt kurtuluş mücadelesindeki önemi, onun Kürt halkının kurtuluş mücadelesinde burjuva çözümden farklı yeni bir arayışı temsil etmesindedir. Bu durum ve Kürt ulusu içinde buna yol açan ayrışma kavranmadan, ne Barzani’nin Rojava’ya karşı takındığı hasmane tavır ne de Erdoğan’la kol kola girmesi kavranabilir. Barzani’nin Rojawa’ya karşı izlediği düşmanca tutum basit bir kişisel erk kavgası değildir. Bu kavganın temelinde Kürt burjuvazisi ile Kürt halkının çelişen çıkarları vardır. Bugün bu kavganın Kürt proletaryasının nicel ve nitel geriliğine bağlı olarak açık proleter bir karakter kazanmamış olması, kavganın halkçı ve devrimci karakterini görmeyi engellememelidir.

Yaşananlar, Rojawa’daki fili Kürt yönetimiyle birlikte Kurt ulusu içinde ayrışmanın giderek hızlandığını, Kürt burjuvazisinin, Kurt halkını denetim altına almak için Bölge devletleriyle birlikte davrandığını ortaya koyuyor. Barzani Yönetimi ile Rojawa Kürtlerini karşı karşıya getiren bu ayrışmanın  Kürdistan’ın diğer parçalarına yansımaması ve bu parçalarda da benzer bir ayrışmaya yol açmaması olanaksızdır. Bu ayrışmanın en keskin biçimlere bürüneceği alan kuzey Kürdistan’dır. Kuzeyde yol alan KDP kuruluş çalışmaları, bunun en açık kanıtıdır.  Çok değil bundan bir yıl önce “Kimse beni Kürtlere karşı savaştıramaz.” diye demeçler veren Barzani’yi, Amed’de, Kürt halkının üzerine Rojawa’da El- Nusra çetelerini süren Erdoğan’la yan yana getiren yine bu sınıfsal işbirliğidir.

Amed’de gerçekleşen Erdoğan Barzani gövde gösterisini; bunca yaşanana rağmen,  tıkanan “çözüm süreci” nin açılması veya AKP’nin seçim yatırımı olarak değerlendirmek, en hafif deyimiyle saflıktır. Elbette Erdoğan bu tabloyu oy avcılığı için kullanacaktır. Ancak, gövde gösterisinin asıl hedefi KÖH’nin Kürt halkı üzerindeki etkisini zayıflatmak, burjuva (Kültürel özerklik) çözümün  önündeki engeli kaldırmaktır. AKP’nin açıkladığı demokrasi paketinin Kürt sonuyla ilgili bölümleri de tümüyle Kültürel özerkliğe ilişkindir.

Rojawa, Kürt ulusu içindeki sınıfsal ayrışmayı siyaset alanına taşımıştır. Bu durum görmezlikten gelinerek, üzerinden atlanarak ya da ayrışmayı tavizlerle örterek ileriye doğru bir adım dahi atılamaz. Bu aşamadan sonra Kürt burjuvazisi ile Kürt halkı ancak zor yoluyla ya da Kürt halkı kandırılarak bir araya getirilebilir. Barzani-Erdoğan buluşmasının verdiği mesaj budur.

Tekrarlarsak, Rojawa Kürt ulusal mücadelesinde yeni bir dönem açmıştır. Bu sürecin nasıl gelişeceği, sınıfsal ayrışmanın siyasal planda nasıl yol alacağı ve nelere yol açacağı; en başta Kürt siyasal hareketinin bu yeni durumu tam bir açıklıkla kavramasına, kendini buna uygun olarak yeniden konumlandırmasına ve uluslararası konjonktürün bölgeye yansımasına göre biçimlenecektir.

Başkaldırı ve İç Savaş Hazırlığı

Devrimlerin en tartışma götürmez özelliği, sınıfların ve peşinden sürükledikleri kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahaleleridir. Oysa devrimin öncesinde süregiden görece hareketsiz dönemde, sanki tüm olup bitenler, bütün bir toplumsal dönüşüm, bir toplumsal mühendisliğin ürünüymüş gibi görünür. Devlet, egemenler, burjuva uzmanlar, sınıf hareketini denetim altına aldıklarını düşünerek ona tepeden bakarlar. Hatta bugünkü gibi dönemlerde, çoğu devrimciler bile dipten gelen dalganın gücünden bihaberdir. Oysa devrimci bunalım galebe çaldığında, eski düzen artık katlanılmaz hale geldiğinde, dipteki kaynayıp çoğalan su yüzeye çıkar;  işçilerin, emekçilerin kendilerini zavallılaştıran kısıtlılıklarla birlikte klasik teslimiyet ilişkileri de altüst olur.

Haziran başkaldırısı tam da yukarıda anlatıldığı şekilde gerçekleşti. Kapitalizmin günlük işleyişiyle biriktirdiği patlayıcı yığını bir anda, kendiliğinden bir kabarışla başkaldırıya dönüştü. “Beklenmedik” bir anda ortaya çıkan başkaldırı sessizliği yırtarak, korku duvarını delerek, özgürlük rüzgârını sokaklardan, alanlardan, Türkiye’nin dört bir yanına taşıdı. Hâlbuki burjuvazi, büyük bir toplumsal mühendislik harikası yaratarak sağladığına inandığı “Batıdaki” sessizliği, çözüm süreci adı altında “Doğudaki” eylemsizlikle birleştirmiş, duruma hâkim olarak Ortadoğu’nun fethine çıkmıştı. Oysa hiç beklemediği bir durumla karşı karşıya kaldı. Burjuvaziyi korkutan da işte bu “beklenmedik” durum oldu. Burjuvazinin başkaldırıya tepkisinin dozunu belirleyen de bu korkuydu. Burjuvazi kısa bir bocalamanın ardından başkaldırıya karşı çok yönlü ve çok boyutlu bir saldırıyı başlattı. Yalan makinesi ve terör aygıtı birlikte çalıştı.  AKP’nin yüreğinin ta içine çöreklenen iktidarı yitirme kaygısı saldırının dozunu bir kat daha şiddetlendirdi.

Başkaldırı her ne kadar kendiliğinden, dolaysıyla düzen sınırlarını zorlamayan bir patlama olarak kalsa da burjuvazi, başkaldırının barındırdığı devrimci enerjide geleceğin iç savaşını gördü ve önlemlerini buna göre aldı. Uzun bir dönemden beri bir iç savaş örgütü olarak organize ettiği resmi polis örgütünü paramiliter gruplarla takviye ederek halkın üzerine sürdü. Çeşitli illerde başkaldıranların karşısına çıkartılan “eli sopalı”, “eli palalı” bu paramiliter örgütlenme, bugün, devrimci hareketin nispeten güçlü olduğu bölgelerde faklı kılıklar altında devrimci güçlerin üzerine sürülüyor.

Başkaldırı sırasında ve sonrasında farklı burjuva partiler ve çevreler farklı tepkiler ortaya koydular. Bu farklı tepkilerle burjuvazi, bir eliyle kırdığını öteki eliyle soğurmaya çalıştı. Bu tepkilerden hareketle uygulanan terörü “AKP terörü” olarak nitelendirmek, burjuvazinin tuzağına düşmek; AKP nezdinde burjuva demokrasisini, burjuva devleti aklamaktır.

Devletin kural tanımaz bu saldırısının ardındaki diğer bir gerçek de, burjuvazinin başkaldırıdan duyduğu korkuyu, işçi ve emekçilerin korkusu haline getirmektir. Bunun için saldırılarını ara vermeksizin sürdürüyor.

Haziran başkaldırısı, Söz ve Eylem’in önceki sayılarında ayrıntılı olarak ele alındı. Burada kısaca birkaç nokta üzerinde duracağız. Korku duvarını parçalayarak milyonlarca işçi, emekçi, öğrenci ve kadını alanlarda buluşturan başkaldırı; sosyalist hareketi toplumsal yalıtılmışlıktan çıkartarak milyonlarla buluşturdu, sosyalistler arasında dayanışmayı ve devrim inancını pekiştirdi.

Ne var ki aynı şeyi, sosyalist hareketin başkaldırı üzerindeki etkisi için söylemek oldukça zordur. Çatışmalarda gösterdiği cesaret ve kararlılık bir yana bırakılırsa, bir bütün olarak sosyalist hareket, başkaldırı üzerinde ideolojik ve siyasal bakımlardan dönüştürücü bir etkide bulunamadı. Sosyalist hareket başkaldırının omuzlarına yüklediği devrimci sorumluluğu taşıyamayınca, bu eksikliğini; kendiliğindenliğe övgüler düzmekle, başkaldırıyı, ona olduğundan farklı misyonlar yükleyerek yüceltmekle örtmeye çalıştı. Kimi sosyalist grupların başkaldırıyı “doğrudan demokrasinin doruğu”, “komün denemesi” vb. olarak nitelemeleri, başkaldırının geri yanlarını, aşırı temkinliliği ve örgütsüzlüğü bir üstünlükmüş gibi kutsamaları; sosyalist hareketin içinde bulunduğu ideolojik, siyasal ve örgütsel geriliğin bir yansımasıdır.

Yığın hareketinin kendiliğinden karakterini yüceltmek, yığınlarla birleşme adına tekil hedefleri öne çıkartarak siyasal hedefleri geri çekmek, burjuvazinin iç çatışmasını abartarak bu alandan beslenen bir ‘demokrasi’cilik oyunu oynamak -tarih boyunca örnekleri çok görülen- oportünizmin dışa vurumu ve değişmez özelliğidir. Bugün sosyalist hareketin ezici çoğunluğunun içinde bulunduğu durum tam da budur. Ve bu batak kurutulmadan, sosyalist hareketin bir milim ilerlemesi olanaksızdır.

Başkaldırının büyük ölçüde absorbe edilerek geri çekilmesi, burjuvazinin geçici olarak rahat bir nefes almasını sağlasa da Kapitalizm günlük işleyişiyle her gün, her saat yeni yeni başkaldırıların zeminini hazırlamaktadır. Hazirandan bu yana otuz bini aşkın işçinin şu ya da bu nedenle greve çıkmış olması, yeni başkaldırıların uzak olmadığını gösteriyor. Komünist hareketin önündeki görev nasıl ve ne zaman ortaya çıkacağı bugünden kestirilemez olan yeni bir başkaldırıyı beklemek değil; yeniden hazırlıksız yakalanmamak için, devrimci –teorik, ideolojik, örgütsel ve politik-  hazırlığı bugünden başlayarak tam bir karınca sabrıyla, yani günlük işlerin göze batamayan kahramanları olarak adım adım örmektir.

Apaçık ortadadır ki sınıflar mücadelesi, eskisinden farklı koşullar altında yeni bir döneme giriyor. Her bakımdan geri bir durumda olan sınıf hareketi ise dünden çok daha örgütlü ve saldırgan bir düşmanla karşı karşıyadır.  Öyle ki, burjuvazi işçi sınıfının geri konumuna bile tahammül edemiyor, saldırılarını aralıksız sürdürüyor. Bu, onun gücünün değil, güçsüzlüğünün belirtisidir. Güçsüzdür; çünkü işçi sınıfını susturmakla sınıf mücadelesi ortadan kalkmıyor.

Bu ağır koşullar; komünist hareketten bugünkü durumdan kat be kat yüksek bir bilinçlilik ve örgütlülük istiyor. Şu anda, sınıf hareketinin önünü tıkayan olgu, kitlelerin geriliği değildir. Sorun, bu geriliği aşabilmesini sağlayacak yüksek niteliklerle donanmış devrimci bir savaş örgütünün yaratılması sorunudur. Bu toprakların komünistleri, bu ada layık olduklarını göstermek için güçlerini ve çok yönlü yaratıcılıklarını tek bir merkezde yoğunlaştırmak; “Hedefimiz Komünizm, Silahımız Parti” şiarını gerçekliğe dönüştürebilmek, bilimsel komünizmle işçi hareketini buluşturmak için kolları sıvamak zorundadırlar.