Ekim’in 100. Yılında Devrimin Güncelliği – Sinan Toprak

Komünist Manifesto 170 yıl önce yayınlandı. Aradan geçen sürede dünya, birçok değişime ve fırtınalı alt üst oluşa sahne oldu. Zikzaklı bir yol izleyen sınıf savaşımı, kimi zaman proletaryanın, kimi zaman burjuvazinin lehine sonuçlar vererek sürdü, sürüyor. Proletarya, kapitalizme karşı birçok kez başkaldırdı; zaferi ve yenilgiyi yaşadı. Bütün bu değişim ve alt üst oluş içinde “sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğu” her seferinde yeniden doğrulandı.

Marx ve Engels tarihin materyalist tahlilinden hareketle proletaryanın tarihsel rolünü (kendisiyle birlikte “toplumun tümünü sömürüden, ezilmekten ve sınıf savaşlarından” kurtarması) ortaya koyduklarında; işçi sınıfı tarihin kendisine biçtiği bu rolden habersiz, burjuvazi ile ilk çatışmalara giriyordu.

1830’lu yıllarda Avrupa proletaryanın münferit birkaç çıkışına tanık olduysa da bunlar daha çok sınıfın tarihsel rolünü nasıl oynayacağı sorusuna yanıt olmaktan uzak, kendiliğinden eylemlerdi. Manifestonun yayınlandığı tarihte -Şubat 1848- işçi sınıfı ilk ciddi eylemini ortaya koydu ve Fransız proletaryasının kişiliğinde, tarihsel rolünü teoriden pratiğe aktarmanın ilk fırsatını yakaladı.

1848 Devrimi’ni gerçekleştiren proletaryaydı ama iktidara uzanan burjuvazi oldu. Savaşı barikatta kazanan işçiler, devlette kaybettiler. Tarihin determinist mantığı içinde bu durum hiç de kural dışı değildi. Ama 1848 Devrimi tarihin determinist mantığını zorlayan bir gücü tarihin sahnesine çıkarıyordu.

Yenilgi ve yenilgiyle beraber sokakta elde edilen kazanımların kaybedilmesi proletaryayı, ilk ciddi eyleminde iktidar sorunu ile yüz yüze getirdi; proletarya tarihsel rolünü kavrama ve devrimcileşme yönünde ilk adımlarını attı. Barikatta dövüşmenin yetmediğini, iktidarı almanın ve iktidar için bağımsız devrimci örgütlenme ve eylemin zorunluluğunu kendi deneyimi ile öğrenmeye başladı.

1848 devrimleri ile proletaryanın tarihsel rolü sorunu, bu rolün nasıl ve hangi araçlarla oynanacağı sorununa dönüştü ve Marksist teori-pratiğin temel konusu haline geldi.

Manifestoda açıklanan tarihsel rolüne proletaryanın pratik yanıtı olarak 1848 devrimleri, ortaya çıkışı ve sonuçlarıyla sınıf savaşımında bir dönüm noktası oldu. Devrim en başta, proletarya ile burjuvazi arasında var olan ilişkiyi yeniden biçimlendirdi. Sınıf savaşımı burjuvazi ile feodal sınıf arasında bir savaşım olmaktan çıkarak, proletarya ile burjuvazi arasında iktidar savaşının belirleyici olduğu yeni bir döneme girdi. Emek-sermaye çatışması bütün öteki çatışmaların odağına yerleşerek tarihe yön veren ana çatışma oldu. Bu, aynı zamanda burjuvazinin önderliğinde burjuva demokratik devrimler döneminin de kapanmasıdır.

1848 yenilgisi ile 1871 Paris Komünü arasındaki “sakin” dönem, sınıfların, sınıf savaşımının bu yeni düzeyine uygun ve devlet- devrim/karşı devrim sorunu etrafında teorik, pratik hazırlıklarının sürdüğü bir dönem oldu.

Göğü fethe çıkan Paris Komünü, proletaryanın iktidara yükseldiği ilk devrim olmanın yanında, onun devlet ve devrim konusundaki teorik-pratik hazırlığının yetersizliğini de ortaya koydu. Kendi devletini kurmaya girişen proletarya eserini nasıl tamamlayacağını bilemedi ve yenildi. Komünün proletaryanın tarihsel savaşımı açısından taşıdığı en önemli ders de buradadır.

Avrupa’yı sarsan Paris Komünü proletaryanın nesnel yetersizliğinden daha çok öznel yetersizliğini ortaya koydu. Merkezi iktidarı alma yönünde öyle isteksiz davrandı ki, yanı başında, başka komünlerin oluşması bile onu harekete geçiremedi. Demokrasi tutkusu onun, sınıf düşmanına karşı egemen sınıf olarak diktatörlüğünü kuracak tarzda örgütlenmesini engelledi. Kendisine karşı hazırlanan saldırıya seyirci kaldı. Proleter devletin bazı temel özelliklerini vermekle birlikte, proletaryayı devlet biçiminde örgütleyemeyerek yenilgisine katkıda bulundu. Komün yenilirken, devlet sorununu, çözümlenmesi gereken pratik bir görev olarak dünya işçi hareketinin gündemine soktu.

Komün neden yenildi? Bu sorunun kabul gören en yaygın yanıtı “kapitalizmin ve işçi sınıfının nesnel durumunun, bir işçi iktidarı için yeterince olgun olmadığı”dır. Bu yanıtın bir kolaycılığı yansıttığı ve soruya gerçek bir yanıt olmadığı bugün, artık kabul edilmelidir. İktidarı almaya nesnel olarak hazır olmayan bir sınıfın iktidarı alması bir rastlantı olarak değerlendirilebilir mi? Rastlantı, zorunluluğun kendini açığa vuruşunun biçimi olduğuna göre, Komün’ün rastlantı olması onun yenilgisini açıklamaya yeter mi?

Bu sorular uzatılabilir. Bizim asıl vurgulamak istediğimiz Komün’ün yenilgisinin, aranılan yerde değil, proletaryanın teorik ve pratik hazırlığının yetersizliğinde, iktidara uzanan proletaryanın onu korumak ve sürdürmek için nasıl davranacağını henüz bilememesinde; buna uygun araçları henüz geliştirememesinde olduğudur. Ekim Devrimi, özünde bu soruya bir yanıttır. Proletaryanın Paris Komünü’nden çok daha olumsuz koşullarda, iktidarı koruma ve sürdürme, doğrultusunda yeni bir arayışıdır. Dünyayı iki kutba ayıran proletaryanın burjuvaziye karşı dünya ölçeğinde ilk zaferi olan Ekim Devrimi sadece Paris Komünü‘nün başladığı eseri kendi koşulları içinde tamamlamak ve aşmakla kalmadı, sosyalizm ülküsüne somut bir içerik de kazandırdı.

Ekim Devrimi Rus despotizmine, uluslararası burjuva ittifaka, burjuva, küçük burjuva sosyalizmine ve Sosyal Demokrat ihanete karşı mücadele sürecinden geçerek zafere ulaştı. Rusya’yı proleter devrimin merkez üssü, Sovyet proletaryasını dünya proletaryasının öncü müfrezesi ve Bolşevik Parti’yi dünya komünist hareketinin devrimci otoriter gücü konumuna yükselten, bu çok yönlü ve çok boyutlu ideolojik, politik ve örgütsel yöneliş ve mücadeledir.

Zaferiyle dünya devrimini başlatarak kapitalizmden komünizme geçiş çağını fiili olarak açan Ekim Devrimi, sadece proletaryaya zafer kazanmanın yolunu göstermekle kalmadı, emperyalist devletler tarafından ezilen ve sömürülen milyonlarca işçi ve köylüye sömürgecilikten ve kapitalist kölelikten kurtuluş yolunu da gösterdi.

Ekim Devrimi sınıf savaşımının bütün temel sorunlarını (devlet, devrim, parti, enternasyonalizm vb) netleştirerek komünist hareketin gelişim rotasını çizdi. Bu rotada burjuva ideolojisi ve eylemini sınıf hareketine taşıyan, kapitalizmin aldatıcı görüntülerine, burjuva demokrasisine, burjuva devlete ilişkin eski yanılsamalara, barışçı geçiş hayallerine, kapitalizmin gelişme derecesine göre belirlenen aşamalı devrim teorilerine yer yoktu. Bugün bu yanılgı ve yanılsamaların katmerleşerek geri gelmesi her ne kadar Ekim Devrimi’nin gelişim süreciyle, yenilgiyle bağlantılı olsa da doğrudan Ekim Devrimi’ne fatura edilemez.

Üstünlük, zaaf ve hatalarıyla bir bütün olan Ekim Devrimi, dünya burjuvazisi ile giriştiği savaşı kaybederken, geriye; başladığı eseri mükemmelleştirecek bir dizi ders, deneyim bıraktı. Ekim Devrimi Paris Komünü deneyimi üzerine yükseldi. Paris Komünü ve Ekim Devrimi’nin deneyimi üzerinde yükselecek olan yeni zaferler, işçi sınıfının bu iki eserini daha da mükemmelleştirecektir. Ekim Devrimi dün olduğu gibi bugün de çağ açıcı özelliği, esinlendirici gücü ve ortaya koyduğu eseriyle, insanlık için devindirici bir güç bir umut kaynağı, burjuvazi içinse büyük bir korku, ölüm habercisi olarak hep var oldu ve var olacak. O eseriyle olduğu kadar zengin deneyimiyle de proletaryaya rehberlik etmeye devam ediyor, devam edecek.

Sosyalizm Bitti mi?

Bugün dünya burjuvazisi ve yol arkadaşlarının, zafer sarhoşluğu içinde sosyalizmin bitişini ilan etmekte aceleleri vardır. Çünkü tarih karşısında güçsüz olan burjuvazi kazandığı zafere güvenebilecek durumda değildir. Burjuvazinin çok iyi kavradığı, ama ‘devrimcilerin’ aynı netlikte kavrayamadığı bu zaferin tarih karşısında kazanılmış bir Pirus zaferi niteliğine sahip olmasıdır. Bittiğini ilan ettikleri sosyalizme her gün küfrederek işçi sınıfını teslim almaya çalışmaları zaferin değil, korkunun belirtisidir.

Proletarya burjuvazinin bu tür zaferine ilk kez tanık olmuyor. Paris Komünü yenilgisinden sonra da proletaryaya karşı yürütülen kanlı terörün ardından sosyalizmin bittiği, itildiği ütopya dünyasından yeryüzüne bir daha dönmeyeceği söylenmedi mi? Ama tüm bunlar Ekim Devrimi’ni engellemeye yetmedi. Tarihin yasası, üzeri terörle, sahte zafer çığlıklarıyla örtülse de dipte, derinde işlemeye devam ediyor. Kapitalizm, bir yerde söndürdüğü devrim ateşinin başka bir yerde körüklenmesine yol açmadan edemiyor.

Tarihsel yürüyüş komünizme doğrudur. Bu yürüyüşe ayak bağı olmak mümkündür ancak, tarihi durdurmak mümkün değildir. Burjuvazi bunu proletaryadan daha iyi gördüğü için, bittiğini ilan ettiği sosyalizme karşı saldırısını ara vermeden sürdürüyor. Paris Komünü için söylenenlerin Ekim Devrimi için söyleniyor olmasında şaşılacak yan yoktur. Burjuvazi proletaryayı, tarihsel rolünün bitmiş olduğuna, iktidarı alarak, proletarya diktatörlüğünü kurmaya çalışmanın vazgeçilmesi gereken bir sev-da olduğunu inandırmak zorundadır. Proletarya ise yenilgiden aldığı derslerle saldırısını sürdürmek, yeniden hücum etmek, her yenilgiyi zafere dönüştürmek zorundadır.

Paris Komünü yenilgisinin asıl nedeni proleter hareketin yeterince devrimci olmamasıdır. Ekim Devrimi’nin yenilgisinin asıl nedeni ise proleter partinin devrimciliğini koruyamamasıdır. Bu iki büyük deneyim üzerine yükselecek olan proletaryanın zaferlerinin güvencesi ise devrimciliğinin sürekliliğindedir.

Sınıf savaşımında her yenilgi yenilen sınıfın saflarında bir dağınıklığa, gerilemeye, moral bozukluğuna ve umutsuzluğa, toplumda ise yenilen sınıfa karşı bir güvensizliğe, yenen sınıfın gücüne tapınmaya yol açar. Yenilen sınıf yenilginin boyutuna ve şiddetine bağlı olarak etkisizleşerek bir dönem boyunca tarih sahnesinde geri plana düşer. Sınıf savaşımı geri plana düşmüş görünür. Zaferi kazanan sınıfın eylemi tarihe yön veren tek eylem olarak öne çıkar. Ancak tüm bu görüntünün altında, derinde sınıf savaşımı sürmektedir. Tarihin durgun ve karanlık dönemlerine, sınıfların yeni hareketliliği ile birlikte fırtınalı alt üst oluş dönemleri eşlik eder.

Tarihsel yürüyüşte sıçrama -bir toplumsal sistemden diğerine geçiş- bir çırpıda olmuyor. Yeni toplumsal sistemin dünya ölçeğindeki zaferi, dünya ölçeğinde yürütülen sınıf savaşımı içinde yenilgi ve zaferlerin birbirini izlediği, birbirine eklemlendiği bütün bir tarihsel dönemi kapsıyor. Dünyanın tanıdığı en radikal burjuva devrimi olan 1789 Fransız Devrimi, tarih içinde yenilgiden zafere koşan devrimlerin, aynı yolu izleyen proleter devrimlerden önceki örneğidir. Bu anlamda 1848, 1871 yenilgileri ve 1980’li yılların sonunda resmileşen yenilgi komünizmin dünya ölçeğindeki zaferinin önceden ödenmiş bedelleridir.

Dünya proleter hareketi, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle, tarihin en büyük yenilgisini yaşıyor. Sovyet proletaryası partiye ve devlete yabancılaşmasının yol açtığı yanılsama, uyuşukluk ve çaresizlik içinde yarattığı eserin uzun bir dönemden beri avucunun içinden kayışını seyrederken kendisiyle birlikte dünya işçi sınıfını da ağır bir yenilginin girdabına çekti. Tarih bir kez daha durgunluğun ve karanlığın egemen olduğu bir döneme girdi. Sovyet işçisi bir zamanlar Fransa ve Alman proletaryasının kendisine devrettiği tarihsel rolü, dünya proletaryasının, başka müfrezelerine bırakarak ağır aksak, 70 yıldır başrolü oynadığı tarih sahnesinden çekildi. Proletaryanın hangi müfrezesinin bu rolü hangi biçimde üstleneceği belirsiz olsa da her yenilgiyi yeni bir zaferin kaldıracı yapmayı çoktan öğrenmiş olan işçi sınıfının bu yenilgiyi de yeni ve ileri bir zaferin kaldıracı yapacağına kuşku yoktur. Bunu yenilgi ile birlikte tarih bilincini kaybedenlere bir güven aşısı olur umuduyla söylemiyoruz. Olmayacağını biliyoruz. Sınıf savaşımı dönene aldırmadan ayakta kalanlarla yürür. Vurgulamak istediğimiz ‘zafer’ çığlıklarının tarihin yasasının yerini alamayacağı ve alamadığıdır.

Tarihte her yenilgiye ve yenilen sınıfa karşı, toplumun her katından yükselen bir salvo atışı eşlik eder. Bugün de böyle oluyor. Dünya işçi sınıfı, dünya burjuvazisinin önderliğinde çok yönlü bir saldırı ile karşı karşıyadır. Saldırının ana yönü üretim içindeki yeri ile işçi sınıfına değil, politik süreçteki devrimci yeri ve rolü ile işçi sınıfınadır. Paris Komünü’nden bu yana gelecek endişesi ile yaşayan bir sınıftan başkası beklenemez.

Saldırı güçsüzdür. Ama etkilidir. Güçsüzdür, çünkü işçi sınıfının tarihsel rolü, onun manifestoda ortaya konulmuş olmasından bağımsız olarak kapitalizmin özünde vardır. İşçi sınıfının kapitalist mülkiyet ilişkileri karşısındaki konumunu yansıtır ve nesneldir. Yok varsayılarak, yok olmuyor.

Etkilidir, çünkü tarihsel rolün nesnelliği (kapitalizmin mezar kazıcısı olmak) işçi sınıfına kendiliğinden, devrimci bir nitelik kazandırmıyor. Tersine işçi sınıfı ancak bu rolü kavradığı ve onu uygulamaya soktuğu oranda oynayabilir, işte burjuva saldırısının da etkili olduğu alan burasıdır. Amaçları tarihsel bir güç olmaktan çıkarılamayacak olan işçi sınıfının devrimci bir güç olmasının önünü tıkamaktır. Bu saldırının etkili olabildiğinin en somut örneği ise bugünkü Avrupa işçi hareketidir. Avrupa işçi hareketi bugün devrimci özne olmaktan çok uzaktır.

Tarihte hiçbir olay, onu ortaya çıkaracak maddi koşullar oluşmadan gerçekleşemez. Ancak koşulların nesnel olarak varlığı olayın otomatik oluşumunu sağlamıyor. Tarih öznesiz bir nesnelliğe sahip değildir. Mezarın nasıl kazılacağım bilmeyen bir mezar kazıcısı işini ne oranda başarırsa, tarihsel rolünü kavramamış bir proletarya da o oranda devrimci olur.

Proletaryanın tarihsel rolü kapitalist üretim ilişkileri içinde vardır. Proletarya üretim ilişkileri içinde var olmakla birlikte tarihsel rolünü, ancak politik alanda, iktidar savaşımında oynayabilir. Bunun için proletaryanın, ona nesnel konumunun kendiliğinden sağlamadığı araçlara, devrimci teori ve partiye ihtiyacı vardır. Kapitalist üretim ilişkilerinin, içinden çıktığı toplumun bağrında gelişebilir olması, burjuvaziye daha iktidar almadan ekonomik ve politik bir güç olma olanağı sağlar. Sermaye ve ticaret bağı ona, modern anlamda olmasa da iktidar savaşımını koordine edecek bir örgütlülük öğesi kazandırır. Kapitalizm içinde bu tür olanaklardan yoksun olan proletarya, tarihsel rolünü ancak, politik örgütlenmesi aracılığı ile gerçekleştirebilir. Bu nedenle parti, proletaryanın elinde, tarihsel rolünü kavramada ve gerçekleştirmedeki tek silahtır. Lenin’in deyişiyle iktidar savaşında proletaryanın, örgütten başka bir silahı yoktur. Tarihte hiçbir sınıf bu silaha proletarya kadar gereksinim duymamıştır. Sınıf savaşımında modern anlamda politik örgütlenmenin (parti) proletarya ile ortaya çıkmasının altında bu tarihsel gereksinme vardır.

Tarih göstermiştir ki, proletaryanın zaferi kadar yenilgisi de başka faktörlerin yanında en başta onun bilinç ve örgütlülük derecesine bağlıdır. Proletaryayı bilinçlendirerek ve örgütleyerek onun iktidar savaşını yöneten parti, nasıl zaferin kaldıracı olursa, bunu gerçekleştiremeyen ve sürekli kılamayan parti de yenilginin aracı olmaktan kurtulamıyor. Sosyalizmin 70 yıl sonra, bugünkü çöküşünde partilerin üstlendiği rol bunun kanıtıdır.

Bugün dünya işçi hareketinin yaşadığı yenilgi kendini en başta ideolojik ve örgütsel alanda ortaya koyuyor. Marksizm’in en temel ilkelerinin (sınıf savaşımı, proletarya enternasyonalizmi, proletarya diktatörlüğü, devrim) reddi ile birlikte örgütten kaçış, yenilginin büründüğü temel biçimlerdir.

Yenilgiden çıkış ise ilk olarak bu alanda ideolojik ve örgütsel toparlanma ile olanaklıdır.

Dünya burjuvazisinin aralıksız saldırıları altında, ideolojik güvensizlik ve örgütsel dağınıklık içerisindeki işçi hareketinin uluslararası birliğe ve örgütlülüğe gereksinmesi her zamankinden daha fazladır. Ancak işçi sınıfının güçlü ve örgütlü ulusal müfrezelerine dayanmayan uluslararası örgütlülüğün dünya işçi hareketini bugünkü kaostan kurtarmada işlevsel bir rol oynayamayacağı da açıktır. Görev açık, perspektif nettir. Tarih içinde en etkili yenilgisini yaşayan işçi hareketinin önünde çok büyük sorunlar vardır. Dünya, işçi hareketinin bugün içinde bulunduğu durumdan bağımsız olarak yeni bir devrimci dalganın işaretlerini veriyor. Şimdi sorun işçi hareketinin hem ulusal hem de uluslararası alanda buna yanıt verip vermeyeceğidir.

Ekim Devrimi’nin 100. Yılında ‘Sosyalizmin Krizi’

Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği işçi sınıfının en büyük iktidar ve sosyalizm deneyimi olarak tarihte yerini aldı. Zaferi kadar yenilgisi ile de işçi sınıfını ve komünist hareketi muazzam ölçüde etkiledi. Yenilgisi ile beraber sosyalizmin kapitalizm karşısında tek alternatif oluşu kitleler nezdinde gerçekliğini yitirdi, komünist hareket bu süreçten moral olarak yenik çıktı. Ancak yenilgiyi yaratan koşullar anlaşılmadan kapitalizmin nihai zaferi safsatası da anlaşılamaz. Evet, Sovyetler Birliği, tarihin en büyük sosyalizm deneyimi olarak yenilgiye uğradı. Ancak tarihin ve toplumsal yasaların da öğrettiği gibi, hiçbir yenilginin mutlak olmadığını tarihten öğrenmemiz gerektiğini biliyoruz.

Çarlık Rusya’sı gibi geri bir ülkede zafer kazanan devrimin, ileri ülke ya da ülkelerdeki devrimlerle tamamlanamamış olması, insanlığın önceki tarihinden köklü bir kopuş olan Ekim Devrimi’nin ileriye doğru yürüyüşünü büyük ölçüde etkiledi. Devrimin eski düzenle hem içte hem de dışta yan yana var olma zorunluluğu, tarihin daha önceki hiçbir dönemde tanık olmadığı ölçüde eski ile yeni arasındaki savaşımı dünya ölçüsünde yaygınlaştırarak keskinleştirdi.

Sovyetler Birliği bir dizi nesnel ve öznel nedene bağlı olarak yıkıldı. Biz burada bu nedenlerin sadece ikisi üzerinde duracağız. Birincisi, kapitalizm ve sosyalizmin aynı süreçteki varlığıdır. Bu, Ekim Devrimi’nin dünya devrimine büyüyemesin sonucunda, tarihsel bir durum olarak ortaya çıkmıştır. Böylece sosyalim kapitalizm ile birlikte aynı tarihsel süreçte yan yana var olmak gibi bir durumla karşı karşıya kalmıştır. Nasıl ki bir devlette iki ayrı sınıfın iktidarı üzün bir süre aynı anda var olamazsa, aynı şekilde sosyalizm -birçok ülkede zafer kazanmış olsa da- kendi karşıtıyla, kapitalizmle uzun süre yan yana var olmaya devam edemez. Birinden biri eninde sonunda yerini diğerine bırakmak zorunda kalır.

Kapitalizmle sosyalizmin bu yan yana var oluşu, dünya dengelerinde önemli bir değişim yaratmış olsa da dengeleri köklü bir biçimde değiştirememiş ve kapitalizm dünya çapında egemen bir sistem olmaya devam etmiştir. Bunun anlamı kapitalizmin bizzat onu yıkmış olan sosyalizm için bir dış faktörden öteye bir iç faktör olmasıdır. Sosyalizm bütün varlığını bu egemen ilişki altında kapitalizmi etkileyerek, en çok da ondan etkilenerek sürdürmüştür. Kapitalizmden sosyalizme geçiş, proletarya diktatörlüğü altında sanayinin devletleştirilmesi ve tarımın kolektifleştirilmesiyle start alır. Ancak hem devlet mülkiyeti hem de kolektif mülkiyet; mülkiyetin ortadan kalkması değil proleter devlet altında mülkiyetin biçim değiştirmesidir. Bu biçim değişikliği altında mülkiyet ilişkisi özellikle kooperatif mülkiyette varlığını sürdürür. Buna bir de devrik burjuvaziden ve eski toplumdan kalma binlerce yıllık bir geçmişi olan mülkiyet kültürü ve alışkanlıkları –bu alışkanlıklar ancak uzun bir zaman diliminde ve ideolojik, politik, ekonomik mücadeleyle zayıflatılabilir ve en sonunda ortadan kaldırılabilir- eklendiğinde, bütün bular kapitalizmin sosyalizmin içindeki uzantıları olarak işlev görür. Egemen kapitalist sistem sosyalizmi içten içe kemiren bu “kurtları” besler ve canlı tutar.

Bu yan yana varoluşun diğer bir boyutu da komünist hareket üzerindeki etkileridir. Etrafı kapitalist devletler tarafından çevrili olan proletarya diktatörlüğü, bu devletlerle, özellikle ekonomik olmak üzere birtakım zorunlu ilişkilere (politik, diplomatik vb.) girmesi proletaryanın devlet biçiminde örgütlenmesinin sınıf mücadelesine soktuğu yeni bir ilişkidir. Muzaffer proletarya, sınıf mücadelesi içinde hem kapitalist devletlerle bir ilişki içinde, hem de onların karşıt kutbu olarak yer alır. Bu konumlanış, her ne kadar bir tezat oluşturmasa da birbirinin yerine ikame edilemez. Proletarya diktatörlüğünün, kapitalist devletlerle ilişkisi, bu devletlerin aralarındaki en küçük çelişkiden yararlanarak sosyalizmi güçlendirmeyi amaçlar; mevcut güç dengelerine göre biçimlenir ve farklı araçlarla yürütülür. Bu yüzden sınıf mücadelesi içindeki bir sınıf partisi, mücadelesini proletarya iktidarının kapitalist ülkelerle kurduğu ilişki üzerine oturtamaz.

Ancak bu zemine oturtulan ilişki, devrimin ve sosyalizmin savunusunun yerini sosyalist devletlerin kapitalist devletler karşısındaki pozisyonunu savunmaya dönüşmeye mahkumdur. Bunun sonucu olarak da emek sermaye çelişkisinin yerine sosyalist rejimlerle kapitalist rejimlerin kavgasının alması kaçınılmaz oldu.

İkincisi değer yasası ve onun işleyişiyle ilgilidir. “Gotha Programının Eleştirisi” adlı yapıtında Marx, yeni toplumun eski toplumundan bir dizi kalıntıyı devraldığını, bu gibi kusurların “uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle komünist toplumun birinci aşamasında kaçınılmaz” olduğunu vurguladı.

Kapitalizmden devralınan bu kalıntıların, bencillik, mülkiyet hırsı, toplumsal önyargılar, alışkanlıklar vb. dâhil en önemlisi kapitalizmin meta üretiminin dayandığı değer yasasıdır. Komünist toplumun bu ilk evresinde işgücü de dahil ürünler meta özelliklerini korurlar. Bunun nedeni, kapitalizmden devralınan kötülüklerin yanında üretici güçlerin düşük gelişme düzeyidir. Ve değer yasası ancak üretici güçlerin gelişiminin yüksek bir aşamasında işbölümü, mülkiyet ve kafa- kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasıyla işlerliğini kaybeder ve “herkesten yeteneğine, herkese ihtiyacına göre” ilkesi hayata geçirilir.

Konuyla ilgili Marx’ın söyledikleri şunlardır: “Burada kendi temelleri üzerinde gelişmiş değil, tersine kapitalist toplumdan çıkmış komünist bir toplumun söz konusudur. Dolayısıyla ekonomik, ahlaki, entelektüel olarak, her bakımdan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını taşır. Buna uygun olarak bireysel üretici topluma ne verdiyse onu -çıkarmalar yapıldıktan sonra- geri alır. Onun topluma verdiği bireysel emeğinin miktarıdır. … Toplumda olan şu kadar emek verdiğini saptayan bir sertifika verir (bunda ortak fon için harcanmış olan emek düşülür) ve bu sertifika ile, toplumun tüketim maddeleri stokundan kendi emek miktarına eşit mahiyette bir miktar alır. Topluma bir biçimde sunmuş olduğu emek miktarını başka bir biçimde ondan geri alır.

Besbelli ki burada meta değişimini –bu, eşit değerlerin değişimi olduğu ölçüde- düzenleyen ilke işlemektedir, içerik ve biçim değişmiştir, çünkü yeni koşullarda, kimseye emeğinden başka bir şey sunamadığı gibi, bireylerin mülkiyetine bireysel tüketim maddelerinden başka hiçbir şey de geçemez. Ama bu maddelerin bireysel üreticiler arasında bölüşümünü yöneten ilke, eşdeğer metaların değişimini yöneten ilkeyle aynıdır. Bir biçimdeki belirli bir miktar emek, başka bir biçimdeki aynı miktar emekle değişir.

Dolayısıyla burada, eşdeğerlerin değişimi meta değişiminde yalnızca ortalama olarak var olup, bireysel durumda var olmadığından, ilke ile pratik artık çelişmemekle birlikte, eşit hak hala –ilke olarak- burjuva bir haktır.”

Marx, ortak fon için; üretici güçlerin geliştirilmesi, kazalar, doğal afetler, yönetim giderleri, eğitim, sağlık giderleri ve çalışamayanlara gereken miktar için kesintiler yapıldıktan sonra geri kalanın üreticiler arasında herkesten katkısına göre dağıtılacağını vurgular. Değer yasasının işleyişi toplumsal fonun kapsamı dışındaki alanda varlığını sürdürür. Bu fon yukarda belirtilen kesintiler dışında, üreticinin geçim araçlarını kapsayarak biçimde ne kadar genişlerse değer yasasının işleyiş alanı o kadar daralır ve değer yasasının kapitalist ilişkileri besleme ve yeşertme alanı daralır. Değer yasasının işleyiş alanının daraltılması ve ortadan kaldırılması daha önce de belirtildiği gibi emeğin üretkenliğinin artışı, dolayısıyla üretici güçlerin gelişmesiyle bağlantılıdır. Ve proletarya diktatörlüğü bunu her adımda dikkate alan bir politika izlemek zorundadır. Başlangıçta iç savaşta tahrip olmuş bir ekonomiyle işe başlamak zorunda kalan Sovyet iktidarı gerek emeğin üretkenliğinin düşüklüğü gerekse, işçi sınıfıyla köylülüğün bozulan ittifakını yeniden sağlamak için, değer yasasının işlerlik alanını, “Yeni Ekonomik Politika”yla (NEP) genişletmek zorunda kaldı. 1930’lu yıllarda NEP yürürlükten kaldırılarak değer yasanın işlerlik alanı önemli ölçüde daraltılsa da özellikle 2. Emperyalist Savaş’ın bitiminin ardından sosyalizmin demokratikleştirilmesi adı altında, 1950 ve 60’lı yıllarda yapılan ekonomik reformlarla yasanın işlerlik alanı genişletildi. Tarımda ailelere yeni topraklar tahsis edildi, küçük işletmelerde çalıştırılmasına izin verilen işçi sayısı artırıldı. Bunun kaçınılmaz sonucu meta pazarının genişlemesi ve legal pazarın yanında kara bir meta pazarının giderek büyümesi oldu. Sonuç, kapitalist alt yapının gelişip güçlenmesi oldu.

Bu temelde sermaye hareketinin bütün kavramları, değer, kâr, ücret, fiyat, mülkiyet, miras, pazar vb. içerikleri ve içerdikleri yabancılaşmayla birlikte sosyalist kuruculuğa taşındı. Sosyalist merkezi planlama gevşetildi, küçük mülkiyetin ve meta pazarının önü açılarak, kapitalist gelişmenin temel biçimi sosyalist ekonomiye sokuldu.

Ekonomik alandaki bu geri gerileme, emperyalist kuşatma ile birlikte yol aldı. 2. Paylaşım Savaşı’nda büyük bir dirençle zafer kazanmış olsa da, yıpranmış olan Sovyetler Birliği, emperyalist kuşatmayı ideolojik ve siyasal bir geri çekilişle karşıladı. Kendi varlığını kabul etmek koşuluyla karşı tarafın varlığını kabul etme anlamına gelen “barış içinde bir arada yaşama” politikasına geri çekildi. “Tek ülkede sosyalizmin zaferi”nin değişen koşullara uyarlanan bir versiyonu olan bu politikanın sınıf mücadelesi üzerindeki etkilerinden biri, mevcut statükonun onanması, diğeri ise bu mücadelenin emek – sermaye çatışması ekseninden, devrimden kopartılarak “iki sistem arasındaki ekonomik yarışa” indirgenmesi oldu.

Bütün bu tablodan çıkarılacak esas sonuç; sosyalizmin mutlak zaferinin ancak sosyalist toplumsal ilişkilerin tüm dünyada hakim ilişki haline dönüşmesiyle gerçekleşebileceğidir: yani dünya devrimiyle. Dünya devriminden kastedilen tüm ülkelerde aynı anda bir devrim yaşanması değil, devrimin başladığı noktadan taşması, farklı ülkelerin kapitalist iktidarlarını hedeflemesidir. Aksi taktirde hem emperyalist abluka hem kapitalist ilişkilerin tasfiye edilememesi sorunu sosyalizm kuruculuğunu temelde, olumsuz etkileyecektir.

Yaşananlar, sosyalizmin öznel-nesnel şartlar doğrultusunda yenilmesi her ne kadar sosyalizmi tarihin raflarına kaldırmadıysa da komünist hareket için örgütsel, politik ve ideolojik bir kriz yaratarak tarih sahnesinden çekildiği görmezden gelinemeyecek bir gerçektir.

Bugün dünya komünist hareketi Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla netleşen dağınık, örgütsüz ve yenik durumu taşımaktadır. Yenilgi üç temel noktaya dayanmaktadır. Ancak esasını ideolojik yenilgi oluşturmaktadır. Marksizm’in dünya işçi hareketi için esas kılavuz olmaktan çıkıp çok yönlü burjuva saldırı altına alınması saldırının odağını teşkil etmektedir. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte anti-Marksist tezler; 21.yüzyıl sosyalizmi, emek-sermeye çatışması yerine çokluk-imparatorluk çatışması, komünizme devrimsiz gidiş gibi safsatalarda vücut buldu.

İdeolojik saldırının dayandığı tezlerin esasını devrimin, partinin ve proletarya diktatörlüğünün reddi oluşturuyordu. Bugün dünya komünist hareketi, ideolojik alanda bu saldırıyı püskürtmek, Marksist Leninist eylem kılavuzunun en önemli unsurlarını, devrimi, partiyi ve işçi sınıfının devletini savunmak zorundadır.

Yenilginin ikinci noktası siyasal olarak kendini gösterdi. Her ne kadar Sovyetler Birliği çözülüş sürecinde, özellikle 1980lerin ikinci yarısında, sosyalizmden git gide uzaklaşmış olsa da işçi sınıfının uluslararası alandaki kazanımları, çürümeye yüz tutmuş olsa da, işçi sınıfının bir devlet iktidarına sahip oluşu, sosyalizmin tüm dünyada, sosyalist devletler eliyle propagandasının yapılması; siyasal olarak komünist harekete önemli bir güç teşkil ediyordu. Komünist hareket bu gücü Sovyetler Birliği’nin resmi iflasıyla birlikte büyük ölçüde yitirdi. Politik yenilgi ancak politik silahın, partinin yeniden ayağa kaldırılması ve onun devrimci siyaseti ile aşılacaktır. Yenilginin örgütsel boyutu da burada karşımıza çıkıyor.

Komünist hareket uzun süredir, özellikle uluslararası çapta, komünist devrimci bir önderliğin yokluğuyla boğuşuyor. Bu yokluk, devrimci parti eksikliği, salt devrimin ve devrimci siyasetin ihtiyaçlarını karşılayacak bir araç olmanın ötesinde; komünizme gidişin mutlak aracıdır. Ekim Devrimi ve Sovyet deneyiminde de gördüğümüz gibi parti, devrimin olduğu kadar, sosyalizmin de en önemli aracıdır. Bu aracın; hem SBKP içindeki yozlaşma hem dünyadaki komünist partilerin birbirleriyle rekabeti (ÇKP-SBKP gibi) sonucuyla epeydir zedelendiği ve sosyalist devletlerin yıkılışıyla fiili olarak ortadan kalktığı üstü örtülemeyecek bir gerçek.

Bugün ideolojik ve politik alandaki yenilgi dünyadaki komünistlerin tek tek ideolojik mücadelesiyle değil, ancak devrimci bir partinin müdahalesiyle aşılabilir. Bu yüzden yenilgi koşullarını ortadan kaldıracak, durumu işçi sınıfı ve sosyalizm lehine çevirecek olan esas güç; ideolojik, politik ve pratik müdahaleleriyle devrimci öncü partidir. Yenilgi ancak komünistlerin ulusal ve uluslararası çapta kendini Marksist Leninist eylem kılavuzu ile donatmış devrimci partiyi yaratması ile aşılabilir.

Sosyalizmin bugünkü krizi esasen bu yenilgi koşullarının sonucudur. Yenilgiyi tarihsel bağlamdan, nesnel/öznel şartlardan bağımsız gibi düşünmek, yenilginin aşılmaz olduğunu varsaymak devrimin ve sosyalizmin reddini doğuracaktır.

Sovyet sosyalizminin yenilgiye uğramış olması, bilimsel sosyalizmin de yenilgiye uğramış sayılmayacağını artık gözler önüne sermiştir. Ancak Sovyetler Birliği’nde yaşanan sosyo-ekonomik ve politik ilişkiler alanındaki bunalımlar tekrar tekrar değerlendirilmesi, üzerinde konuşulması gereken bir alan olarak önemini korumaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılma süreci ‘’kişi kültü’’, sosyalist kültürün yaratılamamış olması gibi kavramlar üzerinden açıklanabilir olmaktan uzaktır. Bu dağılma süreci çok daha kapsamlı, çok daha politikleşmiş sorular sormayı gerektirir.

Devrimin Güncelliği

Bütün bu yenilgi koşullarından çıkarılacak sonuç sosyalizmin iflası, kapitalizmin zaferi değildir. Bilakis, devrim ve sosyalizmin tüm dünyadaki şartları hiç olmadığı kadar olgunlaşmıştır. Üretici güçlerdeki gelişimin komünizmin maddi önkoşulu olarak muazzam gelişimine tanıklık etmekteyiz. Bu anlamıyla kapitalist ilişkilerin nüfuz etmediği tek bir alan kalmayan günümüz dünyasında, üretim ilişkilerinin sosyalizm için uygun olup olmadığını tartışma konusu yapmayacağız. Üretici güçlerin gelişim seyrinin bize sunduğu tek gerçek; komünizm için uygun şartların, maddi zeminde, tüm dünya için varlık teşkil ettiğidir.

Diğer açıdan kapitalizmin sosyalizm karşısında mutlak zaferinin ilan edişinin üzerinden 20 yıl bile geçmeden yeni bir uluslararası ekonomik bir krizle karşılaşması, bu krizin siyasal krize dönüşmesi ve bugüne gelindiğinde kendini yeni bir paylaşım savaşı olarak dayatması; sosyalizmin yenilgisinin değil, tam tersine, kapitalizmin ömrünü doldurduğunun göstergesidir.

Kapitalizm, sosyalizm karşısındaki zaferini ilan ettiğinden beri ne krizleri tükendi ne de krizleri savaş ve saldırganlıkla aşma çabası. Bugün dünyadaki gelişmeler bize iki olgunun net bir biçimde ortaya çıktığını göstermektedir; kriz ve savaş. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar için esasen yoksulluk ve ölüm demek olan bu iki olgu, emperyalist kapitalizmin üzerini örtemeyeceği ölçüde tüm dünyaya yayılmaktadır.
Dünya, üzerinden 100 yıl geçmiş olmasına rağmen Ekim Devrimi’nin ortaya çıktığı koşulların bir benzerini yaşamaktadır. Siyasal krizle bütünleşen ekonomik kriz, krizin yarattığı koşullarda yeni pazar ve paylaşım arayışları, emperyalistler arasında ayyuka çıkan çatışma; bütün bunlar emperyalistler arasında yeni bir paylaşım savaşının öngününde olduğumuzu gösteriyor. Emperyalist kapitalizm halen 2008 Krizi’ni aşabilmiş değil, bütün yaptığı ise krizin etkilerini yok etmek değil, ötelemek. Ancak bu kriz, bugünkü tablonun da bize sunduğu üzre ancak yeni bir savaş ile çözülebilir. Çünkü kriz salt iktisadi boyutta değildir, buna emperyalizmin hegemonya krizi de eşlik etmektedir.

Savaş olgusu beraberinde şovenizmi getirir. Şoven duyguların yükselmesi savaş koşullarında kitle mobilizasyonunu, kapitalist devletlerin bir bütün olarak savaşa güçlü vaziyette girmesini sağlar. Ancak bu geçici bir olgudur. Savaşın yarattığı yıkım ve tahribat kitlelerde yükselen şoven duyguları yerle bir edecektir. Bunu bize en iyi 1917’de Rusya proletaryası göstermiştir. Bu yüzden, bugün dünyada yükselen sağcı, gerici dalganın Türkiye’ye has olmadığını ve geçici olduğunu iyi görmek gerekiyor. Aynı şekilde burjuva siyasetin tüm dünyada tekleşerek yeniden dizayn edilmesi bu sürecin getirdiği bir durumdur. Burjuva demokrasisinin kurumlarını askıya alarak devletlerini yeniden şekillendiren burjuvazinin bu çabası içinden geçtiği krizle doğrudan ilişkilidir. OHAL rejimleri, ırkçı, sağcı hükümetlerin yükselişi, yasaların devrimci kalkışmalar karşısında yeniden şekillenmesi; bunlar esasen kapitalizmin bugünkü bunalımının devlet örgütlenmesi düzeyinde aşılma çabasının bir parçasıdır.

Yeni bir genel savaş yeni bir devrimci kriz demektir. Sermayenin kendi iç çelişkilerinin, rekabetin ve kapitalist krizin yarattığı bunalım aynı zamanda toplumsal bir bunalım, toplumsal bir arayıştır. Yönetenlerin yönetememesi, yönetilenlerin durumlarından memnun olmayışı; işte kapitalist krizin yaratacağı mutlak sonuç bu. Bugün dünyadaki işçi ve emekçi yığınlar hem krizin yükünü üstlenmekte hem de kapitalist devletlerce savaşa sürüklenmektedir.

Bütün bunların yanında siyasal arenada işçi sınıfını göremeyenleri, devrimin öznesinin bu süreçte ortada olmadığını iddia edenleri son döneme kısaca bakmaya davet ediyoruz. Türkiye, Brezilya gibi kritik ülkelerde meydana gelen ayaklanmalar; emperyalizm tarafından boğulmuş olsa da 2010’lu yılların başında Arap coğrafyasında meydana gelen kalkışma; düzen içine sıkışıp kalsa da emperyalist devletlere karşı kitlesel tepkiler, eylemler; her gün dünyanın dört bir yanında ardı arkası kesilmeyen -ama merkezileştirilemeyen, devrimcileşemeyen- işçi eylemleri ve grevler; bize tarihin devrimci öznesini gösteriyor.
Bugün, devrimin güncelliği ışığında esas sorun işçi ve emekçi kitlelerin siyaset sahnesinden çekilmiş olması değil; onların siyaset sahnesinde devrimci bir özne olarak var edecek önderliğin yaratılmasındadır. Devrimin nesnel olarak güncelliğini gösterdiği günümüzde komünistlerin temel görevi, var olan kendiliğinden eylemlilikleri tek bir hedefe yoğunlaştıracak devrimci öncü müfrezeyi örgütlemektir.

Yeni bir devrimci bunalımın öngününde olan kapitalizm kendiliğinden yıkılmayacaksa, bugünkü iş; komünist öncü gücün devrimci perspektifle yeniden örgütlenmesidir.