“Dünya Politikasında Patlayıcı Madde”

Krizde Kısır Döngü

Söz ve Eylem’in 2020 ve 2021 değerlendirmelerinde uluslararası durumla ilgili olarak üç nokta öne çıkartılmıştı. Bunlardan birincisi dünya kapitalizminin içinde bulunduğu krizle ikincisi, emperyalist savaş, üçüncüsü de kriz ve savaşa karşı gelişen sınıf mücadelesiyle ilgiliydi.  2008’de başlayan dünya kapitalist ekonomisinin büyük krizi, 2019’da ilan edilen pandemi ile birlikte, yeni boyutlar kazanarak 2021’de en tepe noktaya ulaştı.  Bu süre içinde krize müdahalenin temel argümanları bol para ve düşük faizdi. Başta gelişmiş ülke Merkez Bankaları olmak üzere tüm kapitalist ülke Merkez Bankaları piyasadaki emisyon hacmini kat be kat artırdılar. Emisyon hacmi artarken faizler sıfır noktaya kadar düşürüldü. Düşük faiz, bol ve ucuz kredi ile ekonominin çarkları döndürüldü. Banka ve sanayi tekellerinin batıkları önlendi. Bu süreç tüketim kredileri ile desteklendi. İnsanların yaşamları tüketim kredileri yoluyla bankalara ipoteklenirken, krizin daralttığı sermayenin gerçekleşme koşulları genişletildi. Bu önlemlerle krizden çıkılabileceği ileri sürüldü. Gerçekte ise tam tersi oldu. Çıkış bir yana, kriz yeni bir boyut ve ivme kazandı. Emisyon hacmindeki aşırı artışın sonucu enflasyon patlaması oldu. Tüm kapitalist dünya ekonomisi enflasyon sarmalına girdi. Pandemi sürecinde üretim ve tedarik zincirlerinde meydana gelen kırılmaların etkisiyle enflasyon bir anda kapitalist krizin temel sorunu haline geldi. Uzun yıllardır %2,5’in üzerine çıkmayan enflasyon hızlı bir tırmanışa geçerek kısa sürede % 10- 11’lere çıktı. Sorunun bu biçimde çözülemeyeceği ortaya çıkınca Merkez Bankaları tam aksi bir uygulamayı başlattı. Emisyon hacminin (piyasaya sürülen kağıt para miktarı ) aydan aya daraltılması ve faizlerin yükseltilmesi yoluna baş vuruldu. Başta ABD Merkez Bankası FED olmak üzere bütün kapitalist ülke Merkez Bankaları (Türkiye hariç) faizleri artırdı. ABD’de 2021 sonunda  % 0,25 olan faizler 2023 başında % 5’e yükseldi. Bunu diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ülke MB’leri izledi.  Faizlerin yükseltilmesini, piyasadaki para miktarının kademeli azaltılması izleyecekti ancak bu gerçekleştirilemedi. AB parasal genişlemeye devam etti. ABD bir kez o da 500 milyar dolarlık bir kısıtlamaya gidebildi (ABD’de halen piyasadaki para miktarı 9 trilyon doların üzerinde).

2022 ortasında yüksek enflasyonla birlikte dünya kapitalist ekonomisinde durgunluk belirtileri baş gösterdi. Yüksek enflasyon ve ekonomik durgunluğun işsizliği artırması ve bunun stagflasyona (enflasyon ve işsizliğin birlikte büyümesi) yol açarak mevcut krizi daha da büyütmesi kaçınılmazdı. Stagflasyonun sadece ekonomideki krizi büyütmekle kalmayıp, toplumsal dengeleri altüst ederek ekonomik krizi siyasal bir krize, toplumsal başkaldırılara dönüştürme olasılığı, burjuva hükümetleri parasal daralmadan vazgeçmeye zorladı. Gelinen aşamada ekonomik kriz kısır bir döngüye yol açtı. Bu durum kapitalist dünya krizinin alışılmış yöntemlerle (para basma, faizler, krediler, teşvikler) aşılamayacağını gösteriyor.

Faiz artışlarına rağmen ABD’de krizde herhangi bir düzelme yaşanmadı, ABD borsaları 2022’yı ciddi kayıplarla kapattı. Tüketici fiyatlarındaki enflasyonunun azaldığı açıklansa da (% 10’dan % 6’ya ) üretici fiyatlarındaki enflasyon yükselme eğilimini koruyor, durgunluk ekonomiyi tehdit etmeye devam ediyor. Benzer durum diğer gelişmiş ülkelerde de yaşanıyor, gelişmekte olan ülkelerde ise ekonomik ve politik istikrarsızlık büyüyor. 2022’de ABD’nin bütçe açığı 2,7 trilyon doları aştı.  ABD ekonomisi yıllık GSMH’sinden daha büyük bir borç yükü altında (yaklaşık 23 trilyon dolar GSMH’ye karşı borcu 31 trilyon doları geçmiş durumda). 2023 başında ABD, yıllık borçlanma sınırını aştı. Bu durumu değerlendiren ABD Hazine Bakanı Janet Yellen, Hazirana kadar sorunun çözülememesi durumunda ABD’nin temerrüde (borçlarını ödeyemeyen ülke konumu) düşeceğini, bunun sistemde yeni bir mali krize yol açacağı ve doların rezerv para olma rolünün tehlikeye gireceğini açıkladı.  Bu durum daha önce 1971 krizinde yaşanmıştı, o zaman da ABD temerrüde düşmüştü, kriz doların altın karşılığının ortadan kalkmasıyla sonuçlanmıştı. Bugün ise kaybedeceği o günkünden çok daha fazla. ABD hegemonyasına yönelik bu tehditleri dolardaki faiz artışlarıyla azaltmaya çalışıyor.  Faiz artışları her ne kadar dış ticaretini olumsuz yönde etkilese de ABD bu açığı doların dolaşımda artan gücüyle (doların değer kazanması ve fiili rezerv para özelliğinin güçlenmesi ) dengeliyor. Rusya’ya uyguladığı enerji ambargosunun bir diğer etkisi de petrol ve doğalgazın dolarla satılması, dolayısıyla doların dünya ticaretindeki yerinin güçlenmesidir. Ama bu ABD’nin dış ticaret açığını, dolayısıyla borcunu da büyütüyor.

FED başkanı Pavell,  ABD’deki krizle ilgili olarak şunları söyledi; “Fiyat istikrarını yeniden sağlamak biraz zaman alacak ve talep ile arzı hala iyi bir dengeye getirmek için araçlarımızı güçlü bir şekilde kullanmamız gerekiyor, daha büyük faiz oranları daha yavaş büyüme daha yumuşak iş gücü piyasası koşulları enflasyonu düşürürken hane halkları ve işletmeler biraz daha acı çekecek .” İngiltere Maliye Bakanı şimdi Başbakan Rishi Sunak; orta gelir gruplarının  elektrik ve doğalgaz faturalarını ödemede zorlanacağını belirterek bu durumu “iki yıl sürecek bir olağanüstü hal” olarak nitelendirdi. Fransa Başbakanı Makron “bolluk döneminin bittiğini” “halkın krizlere, ürün kıtlığına hazırlanması gerektiğini” söyledi. Benzer bir görüş Davos’ta dile getirildi. Ocak 2023’te yapılan Davos toplantısından sonra yayınlanan raporda, 2023 yılının “geçim krizi” yılı olacağı ve bunun iki yıl süreceği belirtildi. Benzer itiraflar, Avrupa’nın sayılı ülkeleri, Almanya ve İtalya’dan da geldi. Avrupa’nın küçük devletleri ve “gelişmekte olan ülkeler” için durum daha da vahim.

Dünya kapitalist krizinin başka bir özelliği de bu krizin aynı zamanda bir hegemonya krizi olmasıdır. Kriz, II. Paylaşım Savaşı sonrasında kurulan ABD hegemonyasının ekonomik kurumlarını (İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, doların fiili egemenliği) işlevsizleştirerek ABD hegemonyasını sarsmaya devam ediyor. Krizin derinliği ve yaygınlığına bağlı olarak ABD hegemonyasının bu kurumları eski işlevlerini yerine getiremiyor. Krizin başladığı 2008’den bu yana İMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü krizin derinliğine ilişkin açıklamalar yapmakla yetinmenin ötesine geçemedi. Bu süreçte ABD Dolarının fiili egemenliği de önemli darbeler aldı. 1971 krizinde Doların altın karşılığı ortadan kalkmıştı ancak doların fiili egemenliğine dayalı para sistemi etkinliğini sürdürdü. Bu süreç içinde Sterlin,  Mark (sonradan Euro)  ve Yen bölgeleri oluşsa da ülke paralarının Dolara dayalı belirlenmesi sürdü. 2008 krizinin ardından özellikle Rusya ve Çin önderliğinde yeni bir para sistemi oluşturma yolundaki girişimler arttı. Çin ve Rusya kendi aralarında ve üçüncü ülkelerle kendi paralarına dayalı ticaret yapacaklarını açıkladılar. Bunu birçok ülkenin Rusya ve Çin ile ticaretlerinde ulusal paraları kullanacaklarını açıklamaları izledi.

2022 Ukrayna müdahalesinin ardından Rusya, ABD önderliğinde yüze yakın ülkenin katıldığı bir ambargoyla karşı karşıya kaldı ve Dolara dayalı para sisteminden çıkarıldı. Rusya bu uygulamaya karşı ulusal paralarla ticaret yapacağı ülke kapsamını genişletti; öyle ki, ABD denetimindeki birçok ülke (Türkiye, Suudi Arabistan, BAE vb.) Rusya’nın önerisine olumlu yaklaştıklarını açıkladılar. BRICS ülkeleri de benzer bir kararla aralarındaki ticarette yerel paraların kullanılmasına başladı. Arjantin ve Brezilya kendi aralarındaki ticarette yeni bir para birimi oluşturma kararı aldı. Yerel paralarla ticaret eğilimi giderek güçleniyor.   Putin yönetimi bir adım daha atarak altına dayalı bir para sistemine geçeceğini açıkladı. Rusya’nın bunu gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği, bağımsız olarak birçok ülkede olumlu karşılanan bu yönelimin önemi Doların fiili egemenliğine karşı bir eğilimi yansıtıyor olmasıdır. Moskova’nın Temmuz 2022’de BRICS’e bir rezerv para oluşturma çağrısı, Çin’in S. Arabistan ve Venezüella ile gelişen ilişkileri, Arjantin ve İran’ın BRICS’e katılım başvurusu ve Rusya’nın Kazakistan, Kırgızistan, Ermenistan ve Belarus’un BRICS’e üye olmasını istemesi, bu önerilerinin gerçekleşmesi durumunda  dünya altın rezervlerinin % 60’ina sahip olan BRICS daha da güçlenecek  ve ABD’nin  Swift sisteminin etki alanını daralacaktır.

Krizin bu iki özelliği, hem kısır bir döngüyle süreğenleşmesi hem de hegemonyaya yönelik olması, krizi dünya çapında siyasal bir krize dönüştürüyor. Ve burjuvazi için krizden emperyalist bir savaştan başka bir çıkışın olmadığını gösteriyor.

 

Avrasya’nın Kuşatılması

Hemen her emperyalist paylaşım savaşının öncesinde olduğu gibi, yerel ve bölgesel savaşlar genel bir savaşın ön hazırlığı olarak sürdü. Başlangıçta büyük güçlerin tek taraflı, ya da dolaylı olarak yer aldığı savaşlar, kapitalizmin 2008 krizi sonrasında  büyük güçlerin karşı karşıya geldiği savaşlara dönüşmeye başladı. Halen sürmekte olan bu savaşlara  bütün ülkeleri kapsayan bir silahlanma yarışı eşlik ediyor. Hemen her ülkenin silahlanmaya ayırdığı bütçelerin GSMH içindeki payları katlanarak artıyor. Silahlanma yarışında ABD başı çekiyor. ABD’yi sırasıyla Çin, Japonya, İngiltere, Almanya, Rusya vb. emperyalist devletler izliyor. Genel bir emperyalist savaşının karşıt cephelerini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde netleştiren Ukrayna savaşıyla birlikte hem silahlanma hem de büyük güçlerin karşı karşıya gelmesi geri dönülmez bir noktaya doğru evriliyor.

2022 G7 Zirvesi 26 Haziran 2022’de Almanya’nın Bavyera eyaletinde düzenlendi. Zirve NATO’nun Haziran Madrid zirvesine bir hazırlık niteliğindeydi. Zirvenin ana gündem maddeleri Rusya ve Çin’di. Zirvede Rusya’ya ek yaptırım uygulanması kararı alındı. ABD başkanı Biden’in Rusya’dan altın ithalatı yapılmasını yasaklama önerisine Alman başbakanı Olaf Scholz, konunun AB’de görüşülmesi gerekçesiyle karşı çıktı. Alışılmış olduğu üzere Zelenski’ye şov yapma olanağı tanınan Zirvede Ukrayna’nın mali, insani ve askeri olarak desteklenmesi kararı alındı. Scholz zirveden sonra yaptığı açıklamada G7 ülkelerinin Rus gazına konulan ambargodan etkilenmeyeceğini, Rus gazı ve petrolüne tavan fiyatı uygulamasına karşı olduklarını söyledi.  Bu açıklamasının ömrü birkaç hafta sürdü, ABD’nin baskısıyla Rus gazı ve petrolüne tavan fiyatı getirildi. Rusya buna uymayacağını açıkladı.

G7 Zirvesinin hemen ardından Madrid’de NATO zirvesi toplandı. Zirveye NATO üyelerinin yanı sıra Pasifik NATO’su olarak nitelenen Avusturalya, Japonya, Yeni Zelanda, Güney Kore katıldı. Bunun dışında Avrupa’dan, tarafsız olarak bilinen Avusturya, üyelikleri kabul edilen Finlandiya ve İsveç, Gürcistan ve İrlanda katıldı. NATO, bu tarzda kapsamlı bir zirveyi en son 2010 yılında yapmıştı. Zirvede NATO’nun Avrupa’da güvenlik sorunu ile ilgili eski konsepti değiştirilerek yeni bir stratejik konsept kabul edildi. 2010 yılında kabul edilen eski konseptte Avrupa’nın barış içinde olduğu ve NATO’ya karşı konvansiyonel bir saldırı olmadığı belirtilmişti. Yeni konsept bunun tam tersine, “Avrupa Atlantik Bölgesi’nin barış içinde olmadığı” tespitine dayanıyor. “Avrupa Atlantik Bölgesi’ne yönelik tehditler,  uzay, Siber ve Hibrit tehditler, iklim değişikliği ve yıkıcı teknolojiler (EDT) olduğu belirtilerek “müttefiklerin toprak bütünlüğünün tehdit eden bu duruma karşı NATO’nun hazırlıklı olması vurgulandı. Bu tespitlerden hareketle Zirvede kabul edilen yeni konseptin parametreleri, “işbirliğine dayalı güvenlik”, “krizi önleme ve yönetme” ve “caydırıcılık ve savunma” olarak belirlendi. Bu parametrelerde öne çıkan yeni özellik, krizin yönetilmesidir. Bu bir yanıyla Avrupa’da ortaya çıkabilecek toplumsal olaylara karşı bir önlemi içerirken, öte yandan da kapitalizmin bugünkü kriziyle kolay kolay başa çıkılamayacağının kabul edilmesidir.

Yeni konseptte, “Asya Avrupa ve Atlantik bölgesinde barış ve istikrara yönelik en önemli tehdidin” Rusya’dan kaynaklandığı, Çin’in ise  “hırsları ve tehdit edici politikalarıyla” NATO’nun “çıkarlarına, güvenliğine ve değerlerine” meydan okuduğu, hibrit, siber ve dezenformasyon faaliyetlerinin NATO için bir tehdit oluşturduğu vurgulandı. Rusya ile Çin arasında derinleşen stratejik ortaklığa dikkat çekildi. Böylece ilk kez bir NATO zirvesinde stratejik ortak olarak nitelenen Rusya ve Çin, düşman tanımlamasıyla yer aldı. NATO tarihinde başka bir ilk de ABD ve İngiltere’nin Pasifikteki ittifakları Japonya, Yeni Zelanda, Avusturalya ve Güney Kore’in NATO zirvesine dahil edilmesiydi. Bununla NATO’nun etki alanı fiilen Pasifik’i içine alacak biçimde genişletildi.

Haziran NATO zirvesinin hemen ardından ABD’nin Çin’e yönelik tacizleri artarak devam etti. Ağustosta ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi Çin’in kırmızı çizgisini aşarak Tayvan’ı ziyaret edeceğini açıkladı. Çin ziyareti provokasyon olarak değerlendirdi, ABD ile iklim ve askeri konulardaki görüşmeleri askıya aldığını açıkladı. ABD başkanı Biden, bu ziyarete karşı olduğunu açıklayarak Çin’in tepkisini azaltmaya çalışsa da ziyaret gerçekleşti. Pelosi bu ziyaretin ardından Singapur, Malezya ve Güney Kore’yi de ziyaret edince ziyaretin ABD’nin Çine yönelik kuşatma politikasının bir parçası olduğu ortaya çıktı. Çin buna Tayvan’ı deniz ve havadan kuşatmaya alan ve bir aydan fazla süren bir tatbikatla cevap verdi.

Batı bloğunun G 7 ve NATO Zirvelerinin ardından Kasım’da, Endonezya’nin Bali adasında G20 zirvesi yapıldı. Zelenski’nin davet edildiği Zirveye Putin’in katılıp katılmaması G20 üyeleri arasında sorun oldu. Bazı üyeler (Avustralya, Kanada vb.) Putin’in zirveye katılması durumunda toplantılara katılmayacaklarını açıkladılar. Sorun zirveye Putin yerine Lavrov’un katılmasıyla aşıldı. Birçok üye devletler, gündemi belirlememesi için uğraşsa da Ukrayna sorunu zirveye damgasını vurdu.

Zirve’ye damgasını vuran diğer bir gelişme Tayvan konuşunda gerginlik yaşayan ABD ve Çin başkanlarının görüşmesi oldu. Zirvenin ardından yapılan Biden, Şi Cinping görüşmesinde Biden’in ABD’nin tek Çin politikasından vazgeçmediğini açıklamasıyla sorun geçici olarak yatıştırıldı.

Çin dışişleri bakanı Nisan 2022’de Pasifik ada ülkelerine bir ziyaret yaparak Solomon adalarıyla ikili ilişkiler ve güvenlik anlaşması imzalamış, Mayıs ve Haziranda 8 adayı daha ziyaret ederek bu adalarla da Solomon adasıyla imzalanan anlaşmaya benzer anlaşmalar yapmak istediklerini açıklamıştı. Bu açıklamanın ardından ABD harekete geçerek Pasifik ada ülkeleriyle (Mikronezya, Marshall adaları, Papua Yeni Gine, Solomon adaları, Samoa, Tuvalu, Tonga, Fiji, Cook adaları, Fransız Polinezya’sı, Yeni Kaledonya, Palau, Vanuatu ve Nauru adaları) “mavi Pasifikte barış ve güvenliği koruma” adı altında 11 maddelik ABD Pasifik ortaklı Bildirgesi’ni imzaladı. Ortak bildirgede Rusya’nın Ukrayna saldırısı kınandı ve bölge adalarının toprak bütünlüğü ve egemenliğine yönelik tehditlere karşı ortak tavır alınacağı vurgulandı. Çin bu girişimi, bölgenin ABD tarafından egemenlik altına alınması olarak gördüğünü açıkladı.

ABD’nin Pasifikte büyük ve küçük ülkeleri Çin’e karşı bir cephede birleştirme girişimleri sürerken II. Paylaşım Savaşı sonrasında askeri olarak kısıtlanmış ( ordu, donanma kısıtlamaları, yabancı ülkelere asker gönderme yasağı vb.) Japonya 2012-2020 arasında ABD’nin Çin stratejisine paralel olarak tüm kısıtlılıklarından kurtuldu. Ağustos 2022’de Japonya ulusal güvenlik strateji belgesi onaylandı. Bu belgede Çin “en büyük stratejik zorluk”, Kore Halk Cumhuriyeti ise “yakın tehdit” olarak yer aldı. Tümüyle NATO’nun Güvenlik stratejisiyle uyum içinde olan belgede “savunma” harcamalarının % 1’den % 2’ye çıkartılması, “önleyici saldırı” adı altında Çin’i ve Rusya’yı hedef alan uzun menzilli (3 bin km) füze üretimine geçilmesi öngörüldü.

Japonya, Avusturalya, Yeni Zelanda ve Kanada’nın NATO Haziran Zirvesine dahil edilmeleri, Japonya’nın Çin ve Kore Halk Cumhuriyeti’ni hedef alan yeni güvenlik belgesi, ABD’nin Pasifik adalarıyla yaptığı güvenlik anlaşmaları ve Pasifikteki tahkimatları (iki  uçak gemisinin Pasifikte konuşlandırılması) ve Tayvan sorununun güncellenmesi Avrasya’nın doğudan kuşatılmasıyla Çin’e karşı oluşturulan  cephenin güçlendirildiğini ve Pasifik’in  patlamaya hazır bir volkana dönüştürüldüğünü gösteriyor.

 

ABD’nin Avrupa’ya Geri Dönüşü 

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından ABD Avrupa’daki üslerinin ve askerlerinin önemli bir kısmını adım adım geri çekti. Gerek bu geri çekilme gerekse İngiltere’nin AB’den ayrılması İngiliz – ABD bloğunun Avrupa üzerindeki etkisinin zayıflamasına yol açtı. Avrupa üzerinde Almanya ve Fransa’nın etkisinin artması ve bu iki ülkenin Rusya’yla ilişkilerinin gelişmesi İngiltere ve ABD için alarm işareti oldu. ABD, Merkel’in başbakanlığı döneminde başlatılan Rus doğalgazını Almanya üzerinden Avrupa’ya taşıyacak kuzey akım I ve II boru hatlarının iptali için Almanya üzerinde baskıyı sürekli olarak artırsa da bir sonuç alamadı. Almanya’da hükümetin değişmesi, Sosyal Demokrat Parti ile Yeşiller hükümetinin kurulmasının ardından ABD ve İngiltere Almanya üzerindeki baskıdan sonuç almaya başladı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan savaşla birlikte ABD Avrupa’ya geri dönmesinin koşullarını olgunlaştırdı.  Avrupa ülkelerini Rus saldırısıyla korkutarak istediğini fazlasıyla elde etti.

Rus gericiliği, Avrupa sosyal demokrasisinin 1800’lı yılların ortasından kalma bir fobisidir. Bu fobi Ekim devriminin zaferinden sonra Sovyet fobisine dönüştü. Dönemin sosyal demokrasisinin önemli liderleri, Kautsky, Otto Bauer, Scheuermann, Vandervelde, Mac Donald vb. Sovyetlere karşı yürütülen burjuva kampanyanın önderliğini üstlendiler. Devrimden sonra Sovyet Rusya’yı ilk tanıyan ülkelerden biri burjuva partilerin yönetimindeki Almanya oldu. Nisan 1922’de Sovyet Rusya’yla Almanya arasında Rapallo anlaşması imzalandı. Savaş sonrası Almanya’yı vesayet altına alan Versailles anlaşmasına ilk karşı çıkan ülke Sovyet Rusya olmasına rağmen, Rapallo anlaşmasının askeri işbirliğiyle ilgili gizli maddeleri ortaya çıkınca buna en sert tepkiyi gösterenler yine Alman sosyal demokratlarıydı. Rus fobisi genlerine o kadar işlemiş ki, Rusya’nın kapitalist mi, sosyalist mi olduğundan bağımsız olarak sosyal demokrasi, “çevreci ve savaş karşıtı” olarak ün yapmış Yeşiller’le birlikte ABD’ye teslim oldu.

ABD Ukrayna savaşını kullanarak Avrupa’ya geri döndü. Avrupa’da kaybettiği etkinliğini yeniden ele geçirdi. Makronun deyimiyle “beyin ölümü gerçekleşmiş NATO’yu yoğun bakımdan çıkartarak eski etkinliğine kavuşturdu. Avrupa’da eski üslerini faaliyete geçirdi, asker sayısını kat be kat artırdı. Yunanistan ve diğer Balkan ülkelerinde yeni üsler kurdu. Özellikle Yunanistan’da kurulan ABD üsleri (şimdilik 9 olan bu üslerin yirmiye çıkarılması öngörülüyor.) çoklu işleve sahiptir. Rusya’ya karşı kurulduğu ilan edilen Dedeağaç’taki tank üssü gerçekte Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki iç ve dış karışıklıkların önlenmesini,  Girit’teki üs, Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika’yı denetim altına almayı, Ege’deki uçak gemisi ve donanma güçleri ise Boğazları, Boğazlardan geçecek Rus donanmasını hedef alıyor. ABD savaş sopasını kullanarak sadece kendi güçlerini Avrupa’ya yerleştirmekle kalmadı, deyim yerindeyse “bir taşla birkaç kuş vurdu.” Avrupa’yı Rusya’ya karşı uyguladığı ambargoya dahil etti.  Avrupa’nın, özellikle Almanya’nın ekonomisini zora soktu. II. Paylaşım Savaşı sonrasında silahlanması engellenen Almanya boylu boyunca silahlanmanın içine çekildi. ABD ve Norveç ortak timiyle Alman ekonomisi için hayatı önemde olan Kuzey Akım 2 boru hattı bombaladı. Alman ekonomisini hedef alan bu saldırı NATO tarihinde üye bir ülkeye yönelik en ağır saldırıdır. Kuzey akım 2’nin bombalanması, Avrupa’nın Rusya’dan petrol ve doğalgaz alımını engellemesi, kendi gazını üç kat fiyatla Avrupa’ya satması, bütün bu hamleler ABD’nin Avrupa ekonomisini en başta da Almanya’nın ekonomik üstünlüğünü sarsarak kendi hegemonyasına yönelik tehditlerden birini daha bertaraf etmeyi ve Avrupa’yı İngiliz etkisine açmayı amaçlamaktadır.

NATO Haziran Zirvesinde alınan kararlarla ABD’nin Avrupa’daki gücü perçinlendi.  Zirvede AB – NATO ilişkileri bölümünde üzerinde önemle durulan iki konudan biri krizin yönetimi ve caydırıcılık ve savunma oldu. Kriz yönetimiyle vurgu Avrupa’da bir iç savaş hazırlığına yapılırken, caydırıcılık ve savunma başlığı altında NATO’nun doğu kanadının güçlendirilmesi için bir dizi önlem sıralandı; Polonya merkezli olmak üzere Doğu Avrupa’ya ABD silah ve birliklerinin yerleştirilmesi, NATO mukabele gücünün 300 bine çıkartılması, Romanya’da Fransız füze sisteminin kurulması, Ukrayna’nın silah ve teçhizat olarak güçlendirilmesi, bu faaliyetlerin ABD’nin başını çektiği 50 ülkeden oluşan Ukrayna Temas Grubu tarafından koordine edilmesi, “savunma” harcamalarının  artırılması vb.  Bu önlemlerle Avrasya (Rusya) batıdan tam bir kuşatma altına alındı. Zirvede alınan bir diğer karar, Finlandiya ve İsveç’le ilgiliydi. NATO’ya üye olmadıkları halde zirveye katılan bu iki ülkenin NATO’ya alınması kararı Rusya’nın kuzeyden de kuşatılmasının ilk adımıydı. Bu kararın Türk parlamentosunda onaylanması Türkiye’nin F-16 alımı Erdoğan’ın özel talepleri pazarlığıyla  uzadı. Tam Türkiye ile yapılan pazarlık sonuca bağlanmışken, Kuran yakılması provokasyonu ve Türk hükümetinin buna verdiği tepkiyle süreç bir kez daha uzadı. Türkiye’nin NATO toplantısında onayladığı bu kararı parlamentosundan geçirmemesi mümkün değil. Kuran Provokasyonu  her ne kadar Rusya’ya bağlansa da, İsveç’in buna neden izin verdiği sorusu cevapsız kaldı.

NATO’nun Avrupa’ya yönelik toplantıları Haziran zirvesinden sonra da devam etti. Ekim 2022’de Almanya’nın önderliğindeki  “Avrupa Savunma Sistemleri” toplantısı Brüksel’de yapıldı Toplantıya 14 NATO ülkesinin ( Almanya, Romanya, İngiltere, Belçika, Bulgaristan, Çekya, Norveç, Slovenya, Slovakya,  Macaristan, Hollanda, üç Baltık ülkesi)  yanı sıra henüz üyeliği kesinleşmeyen Finlandiya’da katıldı. Dikkat çekici olan Fransa ve İtalya’nın toplantıda yer almamasıydı.

Rusya ve Çin’e karşı ABD önderliğinde kurulan ittifakın çok sağlam bir temele dayanmadığını gösteren belirtiler de yok değil. Avrupa’da Almanya Fransa ilişkileri Merkel dönemindeki eşgüdümünü kaybetti. Almanya ve Fransa Avrupa’da NATO’yu “diriltirken” önderlik ettikleri Avrupa ordusu, Avrupa savunma sistemi gibi projeleri öldürdü. Ayrıca ambargoyla istenen sonuçlar elde edilemedi. Rusya’nın ekonomik olarak çökeceği beklentisi gerçekleşmedi. Tersine Rusya ABD para sistemine meydan okumayı sürdürdü. Petrol ve gazı Rubleyle satacağını açıkladı. Petrole konulan taban fiyatı kabul etmedi. Hollanda başlangıçta uyacağını açıkladığı yaptırımlara uymayacağını açıkladı. Başta Almanya, İtalya Fransa ve Hollanda özellikle enerji bağımlısı ülkeler, ABD yaptırımlarına katılmanın bedelini üç dört kat fazla fiyatla ABD’den petrol ve gaz alarak ödediler. Bunlar arasında Hollanda, Almanya ve İtalya ilk sırayı oluşturuyor. Bu anlamda Rusya’ya uygulanan yaptırımlar ABD’yi güçlendirirken, AB’yi ekonomik ve askeri olarak zayıflatıyor.

Bu süreçte Avrupa’daki başka bir gelişme ise, İngiltere’nin AB’yi dağıtmaya yönelik faaliyetlerindeki artış oldu. İngiltere, İngiliz Milletler Topluluğu’na benzer bir oluşumu Avrupa’da kurmak istiyor. Ukrayna savaşı İngiltere’nin bu amacı için uygun bir fırsat oluşturdu. Daha şimdiden Polonya, Estonya, Litvanya ve Letonya bu hedefe angaje  edilmiş durumda. Finlandiya ve İsveç’le ayrı ayrı güvenlik ve iş birliği anlaşmaları imzalaması da İngiltere’nin Avrupa’da kurmak istediği bu birliği genişletme faaliyetinin bir parçasıdır.  AB ile sorunları katmerleşen Türkiye’nin de bu birliğe katılması kuvvetle muhtemel.

ABD’nin yaptırım tehdidini kendi politikasına ters düşen devletleri yola getirmek için bir silah olarak kullanması ters bir tepkiye de yol açıyor. Yaygınlaşan yaptırım tehdidi, bir yandan boyun eğme eğilimini güçlendirirken öte yandan devletleri ABD’ye karşı önlemler almaya zorluyor.  Halklarda ise öfkenin büyümesine yol açıyor. Etkisizleştiren önlemlerin devreye girmesiyle yaptırımlar ürkütücü boyutunu kaybediyor.

Dördüncüsü, her savaş aynı zamanda bir psikolojik savaştır. Psikolojik savaş hemen her zaman bu savaş araçlarına sahip olan devletler yararına işler. Ukrayna’da da sıcak savaşa psikolojik savaş ve gri propaganda eşlik etti. Bu savaş yöntemiyle dünyada Rus karşıtlığını beslemek üzere kapitalizmin ekonomik, politik, kültürel vb. bütün kötülükleri, tıpkı bir zamanlar kapitalizmin tüm kötülüklerinin Hitler’e mal edilmesi gibi, Rusya ve Ruslara mal edildi. Rusya dünyadaki enerji ve gıda krizinin nedeni olarak gösterildi. Ukrayna savaşının ardından enerji ve gıda fiyatlarında bir yükseliş yaşanmıştı. Ama bu yükselişin ana nedeni kapitalist aşırı kar dürtüsüdür. Ne Rusya’nın dünya enerji piyasasındaki % 10 payı, ne de Ukrayna’nın tahıl üretimdeki  % 10 payı, başka ülkelerden karşılanamayacak ve tek başına bir enerji ve gıda krizi yaratacak büyüklükte değildir. Nitekim petrol fiyatları bugün savaş başlamadan önceki fiyatın altındadır. Savaş başlamadan önce 87 dolar olan petrolün varil fiyatı bugün 80-85 dolar civarındadır. Benzer bir durum tahıl fiyatları içinde geçerlidir. Üstelik Ukrayna’nın tahılı Afrika’nın yoksul ülkelerine ihraç ettiği hesaba katılınca bu ülkelerde yaşayan halklar için gıda krizi kapitalizmin tarihiyle yaşıttır.  Fiyatlarda görülen artışların nedeni ise çok açık olarak kapitalist sistemde yaşanan kriz ve bunun açık belirtilerinden biri olan enflasyondur.

Kapitalizm, sadece savaşı değil doğal afetlerimde aşırı karın bir aracı olarak kullanmıştır, kullanmaktadır. Buna rağmen yürütülen bu gri propagandanın iki temel amacı vardır. Birincisi, dünya çapında Rusya’ya karşı bir tepki yaratılması, ikincisi ise bir dünya savaşına hazırlanan emperyalist büyük devletlerin halklarının bu savaşın acılarına bugünden alıştırılmasıdır.

Savaşın enerji ve gıda fiyatlarını yükselttiğini kabul etsek bile bunun tek sorumlusu Rusya değildir. Savaşın bir cephesinde Rusya varsa karşı cephesinde de ABD ve İngiltere (NATO) vardır. Nitekim Nisan 2022’de Rusya Ukrayna arasında Türkiye ve BM arabuluculuğunda yapılan, Ukrayna tahılı ve Rus gübresinin sorunsuz ihracını öngören anlaşma ABD ve AB tarafından engellendi. Anlaşmanın uzatılması ancak anlaşma koşullarına uyulacağına dair

Rusya’ya yazılı taahhüt verilmesiyle gerçekleşti.

Haziran 2022’de Petersburg’da düzenlenen ekonomik forumda Putin Batı’nın bu konudaki suçlamalarını şöyle yanıtladı; “Batı ekonomilerinde enflasyona neden olacak kadar ekonomik gücümüz olduğunu bilmek çok güzel olurdu, ancak bu gerçek değil, Rusya’nın böyle bir gücü, niyeti de yok”

 

Ukrayna Savaşı Rusya ve NATO

2022’nın en önemli olayı şüphesiz Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıydı. Bu saldırı ABD- İngiltere – NATO ve Rusya arasında özellikle 2000’li yıllarda başlayan çelişki ve çatışmaların en tepe noktasını oluşturdu. Bu çatışmalı süreç Söz ve Eylemin önceki sayılarında ele alınmıştı. Biz bu yazıda daha çok savaşın başlangıçtan bu güne seyri, bunun dünyadaki etkileri üzerine duracağız. Rusya ileri sürdüğü gerekçelerle (Rus nüfusun katliamlardan korunması, Ukrayna’nın faşistlerden temizlenmesi, NATO yanlısı hükümetin düşürülerek Rus yanlısı bir hükümet kurulması, Ukrayna’nın tarafsızlaştırılması vb.) Ukrayna topraklarına girdiğinde savaşın bir iki hafta içinde sonlanacağı tahmin ediliyordu. Ama öyle olmadı, son dönemdeki bütün yerel savaşlarda (Afganistan, Irak, Suriye, Yemen, Libya) olduğu gibi savaşın kısa sürede sonuçlanmayacağı görüldü. Çünkü bu savaşlar kendi başına ele alınacak savaşlar değildir. Daha büyük bir savaşın, bir dünya savaşının, bir hegemonya savaşının ön hazırlıklarıdır. Çünkü emperyalist güçler arasında son 40 yıldır adım adım değişen güç ilişkileri ve kapitalizmin bugün içine bulunduğu ekonomik ve politik kriz yerel ve bölgesel savaşlarla çözülemez.

Rusya Ukrayna’daki hedeflerine kısa sürede ulaşacağını varsaymıştı. Bu yanılgı üç temel varsayıma dayanıyordu. Birincisi Ukrayna’nın 70 yıllık bir Sovyetler cumhuriyeti olmasıydı. Buna dayanarak içinde Rus etnisitesinin de yer aldığı Ukrayna halkının Rus işgaline karşı güçlü bir tepki göstermeyeceği; ikincisi Ukrayna ordusunun gücünün yanlış değerlendirilmesiydi. Halbuki Ukrayna ordusu kendi başına ele alınamazdı. Çünkü bu ordu uzun bir süreden beri NATO standartlarına göre eğitilip donatılıyordu. Üçüncüsü Batı’nın vereceği tepkinin bu derece hızlı ve güçlü olacağı konusundaki yanılgıdır. Süreç bu üç alanda farklı işledi. Rusya karşısında eğitilmiş savaş gücü yüksek bir ordu ve 55 ülkeden aktif destek (ekonomik, politik, askeri ve savaşçı desteği) gören bir cepheyle yüz yüze kaldı. Böylece Rusya’nın operasyon olarak nitelendirdiği işgal girişimi cepheli bir savaşa dönüştü.

Karşı cephenin bu ölçüde tahkim edilmesi savaşın seyri üzerinde önemli değişikliklere yol açtı. En başta kısa sürede bitmeyeceği kesinleşti. Rusya kısmi seferberlik ilan etti, bir çok cephede yenilgi ve taktik değişikliğe bağlı olarak geri çekilmek zorunda kaldı. Rusya Ukrayna’da iki bölgeden , Herson ve Harkov’dan geri çekildikten sonra savaşın seyrinde bir düşme yaşandı. Geri çekilmenin ardından Kasım’da Zelenski Rusya’nın iki füzeyle Polonya’yı vurduğunu iddia etti ve NATO’dan 4. maddenin işletilmesini talep etti. 4. Maddenin işletilmesinin NATO’nun doğrudan savaşa katılması anlamına geldiğini bilen genel sekreter Stoltenberg Polonyaya düşenin Rus değil, Ukrayna füzeleri olduğunu açıkladı. Ukrayna Aralık’ta savaşı büyütmek amacıyla yeni girişimlerde bulundu Rusya’nın Ryazan kentindeki hava üssünü vurdu. Aralık sonunda ise Ukrayna savaş güçlerinin bulunduğu alandan 800 km mesafedeki Engels üssüne bir füze isabet ettirdi. Atılan füzeler Rusya’da etkili oldu. Rusya Ukrayna’daki savaş komutasında önemli değişiklikler yaptı. Genelkurmay başkanı komutasında, hava ve uzay kuvvetleri komutanları ve kara kuvvetleri komutan yardımcısından oluşan yeni bir komuta heyeti kuruldu. Şubatta ,Ağustostaki geri çekilmeden sonra ilk ilerleme gerçekleşti. Rus birlikleri Donetsk’in tuz üretimiyle ünlü Bahmut (Tuz şehri) kasabasını ele geçirdi. Ukrayna ordusu Bahmut’un altındaki 250-300 km uzunluğundaki tünelleri askeri ekipman ve mühimmat depolama alanı olarak kullanıyordu. Hem Rusya’nın hazırlıkları hem de Ukrayna’ya  Batı’dan gelen askeri yardımlar, tanklar, füzeler ve gelmesi muhtemel hava savunma sistemleri savaşın daha uzun süreceğini gösteriyor. Rusya açısından savaştan galip çıkmak, bir beka sorunudur Çünkü kaybetmesi durumunda uluslararası bir güçten, bütünlük içinde bir Rusya’dan söz edilemez. Ukrayna kaybederse ABD ve NATO prestij kaybetse de, Ukrayna kaybedecektir. Bu yüzden de Rusya kaybetmemek için birçok şeyi göze almış durumdadır.

Savaşı mümkün oldukça uzatmaya çalışan karşı cephenin Ukrayna’ya sağladığı teknoloji, istihbarat ve silah desteği artınca Rusya buna nükleer silah kullanma tehdidiyle karşılık verdi. Bu tehditle savaş şimdilik konvansiyonel silahlarla sınırlandırılarak sürdürülüyor. Ancak başka cephelerdeki gelişmeler, Rusya’nın parçalanmasına yönelik faaliyetler, Polonya’nın Belarus’u hedef alan açıklamaları ve Tayvan’da sürdürülen provokasyonlar, karşıt cepheleriyle daha şimdiden küçük bir dünya savaşı olarak süren savaşın büyüme ve nükleer savaşa dönüşme kapasitesine sahip olduğunu gösteriyor.

Savaşın uzamasından azami çıkarı olan ABD ve İngiltere, Rusya’nın her yeni hamlesine yeni bir hamleyle karşılık veriyor. Ukrayna’nın savaş gücü adım adım yükseltiliyor. Başlangıçta Ukrayna’ya verilmeyeceği açıklanan savaş sistemleri, savaşın seyrindeki değişime göre devreye sokuluyor. Kısa menzilli füzelerden, tanklardan, Rusya’nın içlerini vuracak uzun menzilli füzelerden sonra şimdi de sırada gelişmiş savaş uçakları ve hava savunma sistemleri var. Bütün bunlar savaşın uzatılmasına yöneliktir. Çünkü ABD ve İngiltere’nin ulaşmak istediği hedeflerin gerçekleştirebilmesi için savaşın uzaması gerekiyor. Bu hedefleri kısaca söyle sıralamak mümkün. Birincisi Rusya Federasyonu’nu parçalara ayırmak;  bu mümkün değilse Rusya’yı ekonomik olarak iyice zora sokarak uluslararası bir güç olmaktan çıkarmak. ABD ve NATO bunu gerçekleştirmek için atılabilecek tüm adımları peyderpey attı. Putin’i yıpratma taktikleri tutmayınca Rus tarihine yönelik arkeolojik kazılara girişildi. Haziran 2022’de Ukrayna parlamentosunda “Özgür Kafkasya İçin” adlı bir grup kuruldu. Eylül’de Ukrayna parlamentosu Çeçenistan’ın bağımsızlığını tanıyan bir kararı onayladı. Kasım’da bir parlamento grubu Çerkezlere “özgürlüğünüz için savaşın, Ukrayna yanınızda” çağrısı yaptı.  İleride Çeçenistan’a gönderilmek üzere Ukrayna ordusuna bağlı bir tabur kurulduğu açıklandı. Polonya’da CIA’nin denetiminde bir “sivil konsey” kuruldu. Benzer örgütlenmeler Kırım, Abhazya ve Osetya için de yapıldı. Batılı istihbarat örgütleri tarafından yönlendirilen bu faaliyetler Batı medyası tarafından destekleniyor.   Bütün bu ve benzeri faaliyetlere rağmen Rusya Federasyonu’nda herhangi bir gedik açılabilmiş değil.

Yaptırımlarla Rusya’nın tüm gelirinin 1/3’inden fazlasını sağladığı petrol ve doğalgaz ihracatı hedef alındı. Bunu diğer adımlar izledi. Yaptırımlar sonucu Rusya’nın Batıya ihraç ettiği petrol ve doğalgaz miktarlarında neredeyse yarı yarıya düşüşler olmasına rağmen, Rusya bu açığı özellikle Asya ülkelerine yaptığı ihracatla karşıladı. Çin, İran, Hindistan ile yeni doğalgaz ve petrol anlaşmaları imzaladı. Savaşa ve yaptırımlara rağmen Rus ekonomisi ciddi bir sarsıntı yaşamıyor. Enflasyon % 10-12 ve işsizlik % 3,7 civarında.

Batılı devlet yetkililerinin de zaman zaman açıkladıkları gibi yaptırımlar Rusya’dan çok tedarikçi ülkeleri etkiledi. Söz konusu olan etki sadece ABD’nin uyguladığı fahiş doğalgaz fiyatlarından kaynaklanmıyor, bunun yanında yaptırımlardan Rusya’da faaliyet gösteren Avrupalı şirketler de etkileniyor.

Ayrıca Rusya’ya uygulanan yaptırımlar Rusya’nın uluslararası alandaki etkinliğine de ciddi bir zarar vermiş değil. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da onlarca devlet BM oylamalarında Rusya’ya karşı oy kullanmadı. Rusya Şanghay İşbirliği örgütü, BRICS içindeki etkinliğini koruyor, Yaptırımların devrede olduğu dönemde Şanghay’a yeni katılımlar oldu. BRICS’in genişletilmesi gündemde. Çıkarılmak istenmesine rağmen OPEC +1 ve G 20’deki üyeliği sürüyor. Başlangıçta BM’de Rusya’yı kınayan ya da çekimser kalan ülkelerin sayısı çok az iken zamanla özellikle çekimser ülke sayıları hızla artmaya başladı.  Birçok ülke Ambargo tehdidine rağmen Rusya’yla ilişkileri sürdürme yollarını arıyor. Bir yıl içinde ambargoya uymayacağını açıklayan ülke sayısı 55’çıktı.  Pek çok ülke kısmen de olsa Ruble üzerinden ticareti kabul etti. Suudi Arabistan Çin’e Yuan üzerinden petrol satabileceğini açıkladı. OPEC ABD’nin petrol üretimini artırma önerisine karşı üretimi azaltma kararı aldı.

ABD’nin daha önce ambargo uyguladığı devletlerde olduğu gibi,  Rusya’ya uygulanan ambargo da başlangıçtaki etkisini yitirmeye başladı. Rusya’nın gelirinin büyük kısmının enerjiye dayandığından hareketle Rusya’nın, Batı’nın uyguladığı yaptırımlara ancak iki üç ay dayanacağını öngören analizler savaşın üçüncü ayında çöktü. Rusya’nın doğalgaz ihracında toplamda % 8 oranında bir düşüş olsa da petrol ihracatı % 2,2 oranında bir artış gösterdi. Bu artış Rusya’nın yaptığı yeni anlaşmalarla sürekli olarak artıyor. Çin’e olan ihracatı 2022 sonunda iki katına, Hindistan’a ise 14 katına çıktı.  .

İkincisi, Rusya Çin ittifakını dinamitlemek, Rusya’yı zayıflatıp denklem dışına düşürerek Çin’i önemli bir müttefikten yoksun bırakmak. 1970 yıllarda ABD politikasının Çin ve Rusya’ya karşı izlediği temel strateji bu iki devleti karşı karşıya getirip hegemonya alanındaki toplumsal tepkilerin yarattığı tehditleri bertaraf etmekti. O dönemde birçok devrimin başarısız olmasında bu çatışmanın önemli bir payı olduğu hala belleklerdedir.  Bugün bu stratejiyi Rusya’yı güçten düşürerek asıl tehdit olarak gördüğü Çin’i yalnızlaştırma ve etkisizleştirme olarak sürdürüyor. Ama bu strateji de boşa düşmüş durumda. Bunu bizzat NATO 2022 Haziran toplantısı teyit ediyor. Daha önceki NATO toplantılarında kuralları ihlal eden ülke olan Çin son NATO toplantısında düşman ülke olarak Rusya’nın yanında yerini aldı. Ukrayna savaşının Rusya açısından olumlu sonuçlarından biri Çin’le ilişkilerin ekonomik ve politik olarak gelişmesi, stratejik bir ilişki düzeyine yükselmesidir. Rusya’nın İran ve Belarus’la ilişkileri de benzer bir seyir izledi.

Üçüncüsü, Rusya’nın arka bahçesi olarak görülen Orta Asya cumhuriyetleriyle ilişkilerini bozmaktı. ABD ve İngiltere, ilk iki hedefin aksine bu alanda önemli bir mesafe kat etti.

ABD ve İngiltere, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından bağımsızlığını ilan eden cumhuriyetlere yönelik yoğun bir çaba içine girdi. Gürcistan ve Ukrayna örneğinde olduğu gibi kısmen de olsa belirli bir başarı sağladı. Sonraki dönemde İngiltere önderliğinde yürütülen bu faaliyetler Orta Asya cumhuriyetlerinde yoğunlaştı. Türkiye bölgede İngiltere’nin koçbaşı rolünü üstlenmiş durumda.  Rusya’nın enerjisini vermek zorunda kaldığı Ukrayna savaşı İngiltere’nin faaliyetlerini daha da hızlandırdı. Ağırlık, belirlenen zayıf halkalara verildi. Başlangıçta zayıf halka Kazakistan’dı. (bu konu daha önce ele alınmıştı.) Ukrayna savaşı sonrasında zayıf halkaları Azerbaycan, Ermenistan ve kısmen de Özbekistan oluşturuyor.

Azerbaycan 1. Dağlık Karabağ savaşında sonra kaybettiği toprakları geri almak için uzun bir dönem hazırlık yaptı. Bu dönem içinde ordusunu silahlandırdı ve eğitti. Bir çok ülkeden (İngiltere, Türkiye, İsrail vb.) yeni silahlar ve cephane aldı. Ordunun eğitimini NATO standartlarına uygun olarak Türk Silahlı Kuvvetleri üstlendi. Eylül 2019’da harekete geçerek önceki savaşta kaybettiği alanların hemen tamamını ele geçirdi. Bu savaşta Azerbaycan Genel Kurmayını üç generalle fiili olarak Türkiye yönetti. Bunlardan biri olan Bahtiyar Ersay ( Ersay, NATO karargâhında görev aldı, Balyozdan tutuklandı, beraat ettikten sonra Libya’da görev yaptı, İngiltere büyük elçisi tarafından taltif edildi) şu anda TSK generali olarak, Azeri ordusu üniformasıyla Azerbaycan savunma bakanına danışmanlık ediyor. Başka bir deyimle NATO üyesi olmayan Azerbaycan Türkiye aracılığıyla fiili olarak NATO’ya bağlanıyor. Azerbaycan’da resmi olarak NATO günlerinin kutlanması da bu vargıyı teyit ediyor.

2. Dağlık Karabağ savaşı Rusya’nın arabuluculuğunda ateşkesle durdurulsa da sağlam bir barış anlaşmasına varılamadı. Azerbaycan’la Ermenistan arasında kalıcı bir barışı engelleyen temel etmeni Dağlık Karabağ’ın statüsü oluşturuyor. Azerbaycan D. Karabağ’ın kendi toprağı olduğunu ileri sürüp, orada yaşayan 150 bin Ermeni’yi yok sayarken, Ermenistan D. Karabağ’da yaşayan Ermenilerin iradesini hesaba katmak zorunda kalıyor.  2. D. Karabağ savaşından sonra Rusya’nın arabuluculuğunda yapılan ateşkes protokolünde Ermenistan’la D. Karabağ arasında Laçin koridoru oluşturuldu, bu koridorun güvenliği de Rus barış gücüne verildi.

Hem ikinci D. Karabağ savaşı, hem de Azerbaycan’ın İsrail, Türkiye ve arkadaki esas güç İngiltere’yle olan ilişkileri, sorunu Azeri – Ermeni sorunu olmaktan çıkartarak, dünya ölçeğindeki Batı (ABD, NATO)- Avrasya (Rusya, İran, Çin) kutuplaşmasının bir sorununa dönüştürdü. Bu kutuplaşmada Azerbaycan ve Ermenistan hem NATO hem de Rusya ve İran için vazgeçilmez bir önceliğe sahip. Bu iki ülkenin kaybedilmesi Rusya’nın Kafkasya’dan ve İran’ın kuzeyden kuşatılması anlamına geliyor. Bu NATO’nun Avrasya’daki stratejisinin vazgeçilmez bir unsuru.

Her iki taraf bu iki ülkeyi kendi tarafına kazanmak için yoğun bir askeri, politik, diplomatik ve istihbarat faaliyeti içinde. Bakü ve Erivan bugünlerde ABD, İngiltere, Rusya ve İran dışişleri bakanları ve istihbarat şeflerinin mekânı olmuş durumda. Biri gidiyor, öteki geliyor.

Rusya ve Batı’nın amaçları farklı olsa da iki ülkeye önerdikleri formül benzer. Batı Ermenistan’a D. Karabağ’dan vazgeçip Azerbaycan’la anlaşmasını, Ermenistan’daki Rus üssü ve birliklerinin geri çekilmesini ve Türkiye ile barışmasını istiyor. Bu yüzden Azeri saldırganlığına göz yumuyorlar.

Azerbaycan’ı kaybetmeyi göze alamayan Rusya, Kolektif Güvenlik Örgütü’nde (KGÖ) birlikte olduğu Ermenistan’a D. Karabağ sorununu geleceğe erteleyip Azerbaycan’la barış anlaşması yapmasını öneriyor. Ermenistan Azerbaycan saldırılarına karşı, Rusya’dan, taraflardan birine yapılan saldırıya karşı ortak müdahaleyi öngören KGÖ anlaşmasının gereğini yerine getirmesini istiyor. Ama Rusya Azerbaycan’ı kaybetme korkusuyla buna yanaşmıyor. Eylül’de Azeri birlikleri yeniden Ermenistan toprağına girdiğinde Rusya’nın ve KGÖ’nün tavrında herhangi bir değişim olmadı. Bu da KGÖ geleceğini tehdit eden bir sorun olarak Rusya’nın karşısında duruyor. Paşinyan aslında Batının önerisine yakın, ama Ermeniler için ihanet demek olan bu öneriyi açıktan dile getiremiyor, Rusya’yı suçlayarak sorumluluğu Rusya’ya yüklemeye çalışıyor. D. Karabağ yönetimi ise Rusya barış gücünün bölgede kalmasından yana. Bunu Eylülde D. Karabağ’da yapılan büyük mitingle ortaya koydu. Rus barış gücünün Karabağ’da kalmasının savunulduğu Mitingin ana sloganı “Azerbaycan’ın parçası olmayacağız!” di.

Rusya Ermenistan ilişkilerini tehdit eden bir olay 12 Aralıkta yaşandı. Azerbaycan D. Karabağ’ı Ermenistan’a bağlayan Lâçin koridoruna karşılık, Ermenistan in güney sınırında Azerbaycan’ı Nahcivan’a bağlayacak Zengezur koridorunun açılmasını sağlamak için “çevreci aktivistler”i harekete geçirerek  Lâçin koridorunu kapattı. Ermenistan’ın güney sınırından geçen bu koridor Rusya, İran, Ermenistan, Nahcivan ve Türkiye’yi (Iğdır) birbirine bağladığı için bu koridorun açılması Batı için önemli. Ancak İran koridorun açılmasına Azerbaycan’ın İsrail’le olan işbirliği ve İran Azerilerine yönelik milliyetçi yaklaşımları nedeniyle karşı duruyor. Lâçin koridorunun güvenliğini sağlayan Rus barış gücünün olaya müdahale etmemesi Ermenistan’la Rusya arasındaki ilişkileri daha da gerginleştirdi. Bu gerginlik KGÖ’ye yansıdı ve  Ermenistan’in Ocak 2023’te Ermenistan’da yapılacak olan KGÖ tatbikatına katılmayacağını açıklamasıyla bir üst noktaya taşındı.

Rusya’yı Orta Asya’da meşgul eden diğer bir sorun da ikisi de KGÖ üyesi olan Kırgızistan ile Tacikistan arasındaki sınır çatışmaları oldu. Hem Ermenistan’la Azerbaycan arasındaki, hem de Kırgızistan’la Tacikistan arasındaki bu gerilimler KGÖ’nün geleceğini belirsizleştiriyor.

Rusya’nın arka bahçesinde büyüyen bu olumsuzluklar nedeniyle  Putin, enerji ve zamanının  büyük kısmını Orta Asya’daki cumhuriyetlere ve üyesi olduğu organizasyonlara harcamak zorunda kaldı.

Bu çerçevede Eylül 2022’de Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) Toplantısı yapıldı. Toplantıya; Rusya, Azerbaycan, Belarus, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan, Özbekistan, Ermenistan, Türkmenistan devlet ve hükümet başkanları katıldı.   Rusya KGÖ’nün BDT’ye gözlemci sıfatıyla katılmasını önerdi.

Kasım 2022’de KGÖ’nün zirvesi Erivan’da toplandı. Toplantıya Ermenistan’la yaşanan gerilimler damgasını vurdu. Ermenistan zirvede kabul edilen 18 deklarasyondan üçüne ve sonuç bildirisine imza koymadı. Ermenistan Cumhur başkanı Paşinyan, 2021’de Azerbaycan’ın Ermenistan’ın 140 km2’lık toprağını işgal ettiğini KGÖ’nün buna müdahale etmediğini, bu durumda KGÖ’dan söz edilemeyeceğini söyledi. Zirve  sonuç bildirisine Azerbaycan’ın Ermenistan’a yönelik provokasyonlarından söz edilmemesinin fiyasko olduğunu ve KGÖ’ya zarar verdiğini açıklayarak bildirgeyi imzalamadı.  Zirve sırasında Erivan Rusya aleyhine ve lehine mitinglere sahne oldu. Putin Zirve sonrası Paşinyan ile yaptığı görüşmenin ardından yaptığı açıklamada KGÖ’nün birçok sorunu olduğunu ama buna rağmen örgütün varlığını sürdüğünü söyledi.

15-16 Eylül’de Şanghay İşbirliği Örgütünün zirvesi Semerkant’ta yapıldı. Zirveye Örgüt üyelerinin yanı sıra İran, Türkiye, Azerbaycan, Belarusça, Moğolistan, Bahreyn, BAE, Maldivler, Mısır, S. Arabistan Katar, Myanmar gözlemci olarak katıldı. Zirve’de İran üyeliğinin kabulüne, Belarus için üyelik işlemlerinin başlatılmasına, Mısır, S. Arabistan, Katar’a diyalog ortağı statüsü verilmesine, Bahreyn, Maldivler, Kuveyt, BAE, Myanmar’ın diyalog ortakları olarak ŞİÖ’ne katılmaları karar altına alındı. Putin zirvenin ardından Çin başkanı Şi ile görüştü, Yapığı açıklamada Çin’in “Ukrayna kriziyle ilgili endişelerini anladığını”, dengeli pozisyonunu takdirle karşıladığını söyledi. Başka bir liderler görüşmesinde İran ve Kazakistan devlet başkanları, Kazakistan-Türkmenistan –İran koridorunun tamamlanmasının hızlandırılmasını kararlaştırdı.

Aralık 2022’de ise Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te üye ülkeler Rusya, Belarus, Kazakistan, Ermenistan ve Kırgızistan’ın katılımıyla Avrasya Ekonomik Birliği Toplantısı yapıldı. Toplantıya Küba, Moldavya ve Özbekistan gözlemci olarak katıldı. Özet olarak, Rusya, eski Sovyet cumhuriyetleriyle ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşıyor. NATO’ya üyelik yolunda Moldavya’yla ilişkisi kesilmiş durumda, Rus çoğunluğun yaşadığı Transdinyester Cumhuriyetiyle ilişkisi savaş nedeniyle kopuk, Kazakistan ve KGÖ bünyesindeki cumhuriyetlerden Kırgızistan ve Tacikistan’la ilişkileri nispeten sorunsuz, Donetsk ve Luhanski cumhuriyetlerini tanımadığını açıklayan Özbekistan’ın Batı ile olan ilişkileri Rusya’yla olandan daha güçlü, Batı’nın Orta Asya’daki operasyonlarının merkezi haline gelen Azerbaycan ve  Ermenistan’la ilişkilerde ciddi sorunlar var, her an kopma noktasında. Buna karşın, Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra bağımsız bir politika izleyen ve politik ve askeri hiçbir örgüte üye olmayan Türkmenistan’la ilişkiler olumlu bir yönde gelişiyor. Rusya Türkmenistan’la ilişkilerini daha da geliştirmeye çalışıyor, Türkmenistan’ın Şanghay ve Avrasya ekonomi Birliğine üye olmasını  istiyor. Ukrayna savaşının Rusya’nın ekonomisine önemli etkilerinden biri de, ticaretin ağırlık merkezinin değişmesi oldu Savaştan önce Rusya’nın ticaretinin ağırlık merkezi batı iken, yaptırımlarla birlikte ticaretin ağırlık merkezi doğuya kaydı. Bu kaymayla birlikte Türkmenistan Rusya ilişkisinin önemi de arttı. Türkmenistan, Rusya ile Özbekistan, İran ve Hindistan’ı birbirine bağlayan ulaşım yolları ve gaz boru hatlarının merkezinde yer alıyor. Ayrıca Rusya, Türkmenistan Kazakistan ve Özbekistan’la özel bir gaz ortaklığı kurarak , Türkmenistan Afganistan, Pakistan’dan Hindistan’a uzanacak TAPI doğalgaz boru hattını faaliyete geçirmeyi hedefliyor. Rusya’nın bu projesini engellemek Batı’nın gündemindeki konulardan bir diğeri. Bu görevi üstlenen İngiltere, Türkiye vasıtasıyla Türkmenistan üzerinde etkide bulunmaya çalışıyor. Savaş sonrası Rusya’nın ilişkilerinin en fazla geliştiği ülke Belarus oldu. Belarus’la siyasi birlik amaçlı görüşmeler sonuç alma noktasına yaklaştı.

Aynı zamanda Şanghay üyesi olan Pakistan Rusya ilişkilerinde Ukrayna savaşı sonrası keskin bir dönüş yaşandı. Savaş öncesinde Rusya Pakistan ilişkileri olumlu bir seyir izlerken Moskova’da Putin’le görüşen İmran Han’ın Pakistan’a dönüşünde bir parlamento darbesiyle düşürülmesinden sonra ilişkilerde bir belirsizlik dönemi başladı. İmran Han, yabancı devletlerden alınan hediyeleri satmaktan yargılandı, beş yıl siyaset yasağı verildi. Eylül 2022’de bir mitinge giderken suikasta uğradı, suikastten yaralı kurtuldu. Yeni Başbakan Şahbaz Şerif Pakistan politikasını NATO politikasıyla uyumlaştırdı. Pakistan Ukrayna’ya silah ve mühimmat sevkiyatını başlattı. Türkiye bu sevkiyata aracılık yapıyor. ABD, politikasındaki bu değişimden sonra Pakistan’a F-16 satışını onayladı.

Asya’nın güçlü devletlerinden biri olan Hindistan’la Rusya ilişkileri Sovyetler Birliğinden kalma köklü bir geçmişe sahip, Bu ilişkiler bugün de sürüyor. Hindistan Rusya’dan enerji ve silah ithal eden ülkelerden biri. Rusya’nın Hindistan’a yaptığı ihracat savaş sonrasında artarak sürüyor. Savaş sonrasında Hindistan’ın Rusya’dan ithal ettiği petrol ve gaz miktarında ciddi bir artış oldu. Her iki ülke Rusya’nın SWIFT sisteminden çıkarılmasının yol açtığı sorunları, Rusya’nın Hindistan’da, Hindistan’ın da Rusya’da kendi bankalarını açarak, Ruble ve Yupi ile ticaret yaparak aşmaya, başladı. Rusya diğer bir Asya ülkesi olan Afganistan’la Taliban sonrası ilişkileri Şanghay İşbirliği Örgütü üyeleriyle birlikte yürütmeye çalışıyor.

Bütün bu çerçeve, yaptırım kararlarına rağmen,  ciddi sorunları olsa da, Rusya’nın hem bölgede hem de uluslararası alanda ( Latin Amerika’dan Asya, Afrika’ya kadar  geniş bir alanda ) etkinliğini koruduğunu gösteriyor.

Çin – ABD Rekabeti

Çin, ABD ve NATO’nun sistematik tehditlerine karşı bir yandan kendi savunmasını ve askeri hazırlıklarını sürdürürken öte yandan da ekonomik ve diplomatik girişimlerle Asya’dan Afrika’ya yayılan etki alanını genişletmeye çalışıyor. 2019-2021 arasında Çin’in dünya ihracatındaki payı % 1,7 azaldı. Büyüme oranı  ise % 3’7e düştü. Bu oran 2021’deki 8,4’ lük büyümeden çok düşük olsa da yine de 2022 dünya ortalamasının 1,7 puan üstünde.  Çin bir kez daha aynı sorunlarla karşılaşmamak için  (Ekonomisini Covid benzeri saldırılardan korumak ) aşırı ekonomik ve politik tedbirlere başvuruyor. İşçi ve emekçiler üzerindeki baskıyı daha da artırırken diğer yandan kendine yönelik olası saldırılara karşı enerji (petrol, doğalgaz) ve gıda (buğday, mısır vb.) güvenliğini en üst düzeyde koruma altına alıyor.

Çin dünyada sermaye ihracı yapan ülkelerin başında yer alıyor. 2005-2022 yılları arasında Çin’in Avrupa, Kuzey Amerika ve Afrika’ya yaptığı yatırım miktarı 2,23 trilyon dolar. En çok yatırım sıralamasında Avrupa (Rusya dahil) birinci, Afrika ikinci sırada. Bu zaman kesitinde dış ticaretten elde ettiği gelir ise 6 trilyon dolar. 2022’de Çin’in Afrika kıtasındaki ilişikleri güçlenerek sürdü. Afrika Birliğine dahil ülkelere yatırımı 340 milyar dolara ulaştı. Bunun 40 milyar dolarlık kısmı karşılıksız yardımlardan oluşuyor.  Çin’in yatırımlarının büyük kısmı enerji, ulaşım ve emlak sektörlerinde yoğunlaştı. Karşılıksız yardımlar ise daha çok ekonomik alt yapının iyileştirilmesine yönelik.  Bu yatırımlardan en yüksek payı alan ülkeler Nijerya, Angola, Cezayir, Etiyopya ve Mısır. Aynı dönemde Çin bankaları Afrika’daki bir çok projeye 170 milyar dolar kredi sağladı. Çin’in Afrika ülkelerinde artan nüfuzu en açık etkisini Rusya’ya yönelik BM oylamalarında gösterdi. Onlarca Afrika ülkesi oylamalarda Çin’i izleyerek tarafsız kaldı.

ABD, Çin’in Afrika’da artan nüfuzuna karşı 13-15 Aralık 2022’de Washington’da ABD- Afrika zirvesini topladı. Zirveye 54 Afrika ülkesinden 49’ü katıldı. Eritre, ABD ile diplomatik ilişkileri olmadığı, Burkina Faso, Gine, Mali ve Sudan “darbeyle yönetildikleri” gerekçesiyle zirveye çağrılmadı. ABD’nin 8 yılın ardından topladığı Zirvede öne çıkan konular; Afrika serbest ticaret bölgesi,  Afrika birliğinin BM Güvenlik Konseyinde daimi temsili ve G20’de temsil edilmesiydi. Birçok ülkeyle ABD arasında ticaret ve işbirliği anlaşmalarının imzalandığı zirvede Biden yaptığı kapanış konuşmasında Afrika’ya 2 milyar dolar insanı yardım yapılacağını açıkladı. Çin dışişleri bakanı Wang Wenbin zirveyle ilgili soruyu “Afrika ülkeleri ve halklarının kendi menfaatlerine uygun işbirliği ortağını seçme zekâsına ve Afrika’nın yararına çalışanın kim olacağına karar vermede söz sahibi olduğunu” söyleyerek cevapladı.

2022’de ABD Çin rekabetinin kızıştığı bir diğer bölge de Ortadoğu oldu. Temmuz 2022’de ABD Başkanı Biden önce İsrail’i ziyaret etti. Bu ziyarette öne çıkan konu şüphesiz ki İran’dı. Ardından Filistin devlet başkanı  Mahmud Abbas’la görüştükten sonra   Riyada geçerek “katil” olarak nitelediği S. Arabistan veliaht Prensi Muhammed bin Salman’la görüştü. Görüşmeden sonra bir soru üzerine Salman’a bir daha “Kaşıkçı cinayeti gibi bir cinayet olursa karşılığını fazlasıyla alacaklarını söylediğini” açıkladı. Biden’ in özür dilemesi etkili oldu. OPEC’in petrol üretimini artırmayacağını açıklayan Salman geri adım atarak ABD’nin petrol üretiminin artırılması talebini yerine getirdi. Biden’in bu ziyareti Cidde’de yapılan Mısır, Irak, Ürdün ve Körfez İşbirliği Konseyi üyelerinin katıldığı zirveyle sonlandı. ABD için bir zorunluluk olan bu zirvenin asıl amacı S. Arabistan ve BAE ile bozulan ilişkilerin onarılması, Çin’in bölgedeki faaliyetlerinin önünün kesilmesi ve İsrail önderliğinde bölgede kurulması öngörülen yeni cephenin örülmesi için pürüzlerin ortadan kaldırılmasıydı. Bilindiği gibi bir süre önce Çin S. Arabistan’da balistik füze sistemleri kurulmasına yardımcı olmuştu. 2021’de ise BAE’de askeri bir tesis inşa etmişti. Bunların deşifre olması, ABD ile S. Arabistan ve BAE’nin ilişkilerinin bozulmasına neden olmuştu. Öyle ki ABD, BAE’ye F-35 satışını durdurmuştu. Biden Prens Salman’la görüşmesinden sonra Kongre’de yaptığı açıklamada S. Arabistan’ın güvenlik ihtiyaçları ve bölgesel tehditleri ele aldıklarını, Yemen’de ateşkesin uzatılmasında mutabık kaldıklarını söyledi. “Ortadoğu’da Rusya ve Çin’e dolduracak boşluk bırakmayacağız.” sözleriyle ziyaretinin amacını net bir biçimde ortaya koydu.

Biden’ in bu ziyaretinden beş ay sonra Çin başkanı Şi Aralık 2022’de üç zirveye katıldı. S. Arabistan Veliaht Prensi Salman’la Çin devlet başkanı Şi arasında yapılan görüşmede iki ülke işbirliğini geliştirecek anlaşmalar imzalandı. Görüşmeden sonra S. Arabistan Çin’le Yuan üzerinden ticaret yapabileceklerini açıkladı. Şi’nin katıldığı ikinci zirve I. Arap – Çin zirvesiydi. Zirve Riyad’da toplandı. Zirveye 21 Arap Birliği üyesi; S. Arabistan, Mısır, Ürdün, Bahreyn, Kuveyt, Tunus, Cibuti, Filistin, Katar, Komor, Moritanya, Irak, Fas Cezayir ve Lübnan  katıldı. Zirve sonrası yayınlanan bildiride Stratejik ortaklık kavramı kullanıldı, Çin’in İpek Yol projesinin bölgeye kazandıracağı yararlar üzerinde duruldu. Suriye, Libya ve Yemen krizlerinin çözümünde ortak hareket etmek gereği vurgulandı. Çin bu bildiriye Tayvan’ın Çin’in ayrılmaz parçası olduğu tezinin girmesini sağladı. Üçüncü zirve, Çin Körfez İşbirliği Konseyi Zirvesi Çin, Körfez ülkeleri; BAE, Bahreyn, Kuveyt, Katar, Umman, S. Arabistan’ın katılımıyla gerçekleşti. Zirvenin ana gündemini, serbest ticaret anlaşması, petrol ödemesinde yuanın kullanılması ve BRICS üyeliğiydi. Çin’in zirvede sunduğu öneriler, finans, yatırım, inovasyon, yeni teknolojiler vb. ve BRICS üyeliği en başta S. Arabistan ve BAE tarafından olumlu karşılandı. Bu öneriler Körfez ülkelerinin petrole endeksli ekonomilerinin dönüşümünü gerçekleştirecek nitelikteydi. Çin ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerin gelişmesini eleştirenleri Umman kralı Heysem bin Tarık “ya bizdensin ya karşı taraftan” yaklaşımını yanlış bulduklarını söyleyerek cevapladı.

Bütün bunlar ABD ile Çin arasındaki rekabetin keskinleştiğini gösteriyor. Bu keskinleşmeye rekabeti çatışmaya, savaşa dönüştürecek, silahlanma, hazırlık ve provokasyonlar eşlik ediyor.

Yazının NATO Haziran stratejisinin ele alındığı bölümde belirtildiği gibi ABD hegemonyasına yönelik asıl tehdit olarak görülen Çin’le ABD arasındaki ilişkiler ABD’nin üst üste yaptığı provokasyonlarla daha da gerildi. Çin, ABD’nin Pasifikte faaliyetlerini, eski ittifakların NATO toplantılarına dahil edilmesi ve kurulan yeni ittifakları NATO’nun genişlemesi olarak gördüklerini açıkladı. Pasifikteki küçük devletlerle yapılan anlaşmaları ise, Çin’e karşı yürütülen vekâlet savaşının piyonları olarak değerlendirdi.

2022 Temsilciler Meclisi başkanı Nancy Pelosi’nin Tayvan’a yaptığı ziyaretle gerilen ABD, Çin ilişkileri, ABD heyetlerinin yeni ziyaretleri ve Eylül 2022’de ABD silah şirketlerinin ( Lochkeed Martin ve Raytheon) Tayvan’a silah satmaları ve Çin’in bu iki şirketi yaptırım listesine almasıyla yeni bir aşamaya yükseldi. ABD dışişleri bakanı Antony Blinken katıldığı her toplantıda kendisine mikrofon uzatılan her yerde Rusya’yı, Çin’i siyasal ve askeri güçle tehdit ediyor. Rusya’ya silah yardımı yaptığını ileri sürerek Çin’e yaptırım uygulanacağını açıklıyor. ABD’nin Çin’e yönelik provokasyonları bitmiyor. 2023 Şubat başında Çin’in uzaya gönderdiği meteoroloji balonunu casus uydusu olarak ilan edip medya şovuyla balonu vurarak, ardından büyük bir şölenle Çin’e karşı kazandığı “zaferi” kutladı. Bu türden provokasyonların bundan sonra da hem sayı hem de kapsam olarak artarak devam edeceği anlaşılıyor. Bunlarda en sonuncusu ABD’nin Tayvan’a roket sistemi vermeye hazırlanması oldu. Çünkü her hegemon güç gibi ABD de kendi hegemonyasından savaşmadan vazgeçmeyecektir. Başka türlüsü hegemonya mantığına terstir.

İran, ABD ve İngiltere’nin düşman devlet listesinde Rusya ve Çin’in ardından üçüncü sırada geliyor. Bölge (Ortadoğu ve Kuzey Afrika, dünya enerji kaynaklarının yarısından fazlasını barındırıyor, ayrıca deniz ticaretinde önemli bir yer tutan Doğu Ak denizin güvenliği açısından da önemli bir alan. ABD açısından bölgeyi önemli kılan bir diğer unsur da doların fiili egemenliğini sürdürmesinde ( petrolün dolar üzerinden satışı) önemli bir role sahip olmasıdır. ABD ve İngiltere için İran, bölgede bütün bu öncelikleri bozucu bir devlet olarak görülüyor. Yani Ortadoğu, ABD ve NATO stratejisinde Avrupa ve Pasifikle birlikte temel alanlardan biri konumunda, başka bir deyişle ABD güvenlik stratejisinin üçayağından birini oluşturuyor.

Bu yüzden Ortadoğu’daki gelişmeler ABD -İngiltere  (NATO) ile Çin – Rusya arasında sürmekte olan uluslararası rekabet ve çatışmadan bağımsız olarak ele alınamaz. ABD ve İngiltere’nin Ortadoğu’daki en sadık müttefikleri İsrail ve Türkiye’dir. Bu ikisi ile ABD-İngiltere arasındaki ilişki ekonomik, politik, askeri unsurları içeren stratejik bir niteliğe sahiptir. Ortadoğu’da İsrail faaliyetlerini ABD’ye, Türkiye ise esas olarak İngiltere’ye bağlı olarak sürdürmektedir.

Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesinden sonra, ABD ve İngiltere’nin öncelikleri doğrultusunda Ortadoğu’da bir dizi gelişme yaşandı. Bu dönemde Körfez Arap ülkeleri içinde BAE önder bir rol üstlenmeye başladı. Mısır ve Fas’tan sonra İsrail ile Körfez Arap ülkeleri, BAE, Bahreyn Umman, S. Arabistan arasındaki ilişkiler gelişti. Bunu Türkiye İsrail yakınlaşması izledi. İran’ın istikrarsızlaştırılması ve bölgede artan etkinliğinin sınırlandırılması temelinde gelişen bu ilişki sistemiyle bölgede İsrail önderliğinde, İsrail NATO’su olarak adlandırılan bir cephenin oluşmasının adımları atıldı. Bunun ilk somut adımı İsrail  – Arap zirvesi oldu. Zirveye ABD, İsrail, Mısır, BAE, Fas ve Bahreyn dışişleri bakanları katıldı. Beklendiği gibi zirvenin ana gündemini İran karşıtlığı ve İran’a karşı alınacak önlemler oluşturdu. Zirveden sonra İsrail dışişleri bakanı Lapid, zirvenin amacını ortaya koyan şu açıklamayı yaptı; “Burada tarih yazıyoruz, ilerleme, teknoloji, dini hoşgörü, güvenlik ve istihbarat işbirliğine dayalı yeni bir bölgesel mimari inşa ediyoruz. Bu yeni mimari ortak düşmanlarımız, her şeyden önce ve en çok da İran ve onunla birlikte hareket edenleri korkutuyor.” İsrail Başbakanı Bennett ise “İsrail’in dünya sahnesinde önemli bir oyuncu” olduğunu, “eski bağları geliştirerek yeni köprüler kurduklarını” açıkladı.

ABD başkanı Biden, Temmuz ayında bölgeye yaptığı çıkarma ile NATO’nun Ortadoğu’yu kapsayan genişlemesini onayladı. İsrail’le görüştükten sonra S. Arabistan’a geçerek körfez ülkeleri, S. Arabistan, BAE, Bahreyn ve Irak liderleriyle görüştü. Biden ’in Ortadoğu çıkarmasından sonra ABD ve İsrail’in İran’ı hedef alan saldırıları artarak sürdü. Biden ‘in başkan seçilmesinden sonra Trump’in tek taraflı olarak ayrıldığı nükleer anlaşmaya geri dönmesiyle ABD – İran ilişkilerinde bir yumuşama beklentisi yaratıldı. Ancak bu beklenti kısa sürdü. 16 Eylülde Mahsa Emini’nin öldürülmesiyle başlayan ayaklanmalar, İran’a yönelik ABD-İsrail saldırılarını daha da artırdı. Saldırılar Kasımda yapılan seçimler ardından Netanyau’nun yeniden hükümeti kurmasıyla yeni bir evreye yükseldi.  İsrail’in itirazı ve İran’ın Irak’ta artan etkisinden de rahatsız olan ABD, İran’ın nükleer anlaşmaya uymadığını açıklayarak yaptırım tehdidini yeniledi.27 Ocak’ta Doğu Akdeniz’de ABD İsrail’le birlikte ağır bombardıman uçakları, uçak gemisi ve savaş gemilerinin eşlik ettiği bir tatbikat düzenledi. Tatbikatın hedefinde İran ve ABD – İsrail politikalarına ayak direyen devletler vardı. CIA başkanının Tel Aviv’de görüşmeler yapmasından bir gün sonra, 28 Ocakta İsrail İran’ın İsfahan’daki Dron (SİHA) tesislerini bombaladı. Bu tesislerde üretilen Dronların Ukrayna’da kullanılmak üzere Rusya’ya verildiği dikkate alındığında bu bombalamayla İsrail, Rusya buna ses çıkarmasa da,  dolaylı da olsa savaşta Ukrayna’nın yanında yer almış oldu.

Aynı tarihlerde (26 Ocak) İsrail hava kuvvetleri Bati Şeria’nın Cenin kentini bombaladı, 9 kişi öldürüldü, onlarcası yaralandı.  Buna misilleme olarak Doğu Kudüs’te Bir Sinagog ’un yakınlarındaki silahlı saldırıda 7 İsrail vatandaşı öldürüldü. İsrail bu saldırıdan sonra bir yandan Batı Şeria’yı bombalarken diğer yandan da Doğu Kudüs’teki Filistinlilere yönelik tutuklamalara girişti.

Ortadoğu’da İsrail’le Körfez Arap ülkeleri arasındaki ilişkiler stratejik bir boyut kazanırken Arap Birliği’nin gücü giderek etkisizleşti. 22 Arap ülkesini kapsayan Arap Birliği 1945’de kurulurken Arap milliyetçiliği (Baascılık) ve Filistin Kurtuluş hareketini desteklemek temelinde ortak hedeflere sahip ekonomik ve politik bir güçtü. Mısır’ın İsrail’le uzlaşmasıyla başlayan, Baas hareketinin etkisizleşmesi ile devam eden süreç, Arapların Filistin sorununa sırt dönmeleriyle tamamlandı. Arap Birliği bu süreçte bugün kendi içinde bir birliği ve hedefleri olmayan bir örgüte dönüştü.

Ortak toplantı bile düzenlemekte zorlanan Birliğin son zirvesi (Türkiye birliğe daimi gözlemci sıfatıyla katılıyor) Azerbaycan’ın gözlemci olarak katılmasıyla Kasım 2022’de Cezayir’de yapıldı. Zirve yıllar içinde güç kaybeden Arap Birliğinin güçsüzlüğünün en son kanıtı oldu. Zirveye Katar hariç hiçbir Körfez ülkesi başkan düzeyinde katılmadı. Zirveye katılan ülkeler hem kendi içlerinde, hem de birbirleriyle sorunları olan ülkelerdir.  Fiilen iki iktidarın olduğu Libya ve Yemen’de şiddetini kaybetse de dış destekli iç savaş sürüyor. İç savaşın sürdüğü Suriye bölünmenin eşiğinde, Irak’ta istikrar sağlanabilmiş değil. Karşı güçlerin birbirine üstünlük kuramadığı Lübnan’da bir türlü hükümet kurulamıyor, İflasın yol açtığı kaos sürüyor. Önemli bir politik güç olan Hizbullah, Lübnan’ın İsrail’le imzaladığı Doğu Akdeniz’de münhasır bölge ve petrol arama anlaşmasını şiddetle reddediyor.  Katar 2011’de üyeliği askıya alınan Suriye’nin birliğe katılmasına karşı çıkıyor. S. Arabistan Yemende, Mısır ise Libya’da karşıt hükümetleri destekliyor. İsrail’le işbirliği içindeki Körfez ülkelerinin engellemesiyle Filistin konusunda BM kararlarına atıf yapmanın ötesinde bir karar alınamıyor. Bütün bu sorunların ortasında yapılan zirvede, Türkiye’nin ismi belirtilmeden, Arap ülkelerinin iç işlerine karışılmaması, Libya, Yemen ve Suriye toprak bütünlüğü ve barışçıl çözümün desteklenmesi gibi temennilerle yetinildi. Zirvenin önemli sayılabilecek tek eylemi, sürülüp sürdürülemeyeceği tartışmalı olan, 14 Filistinli grubun bir masa etrafında birleştirilmesi oldu.

Türkiye’ye gelince, Türkiye ile ABD arasındaki kimi gerilimler, S-400, Kuzeydoğu Suriye’de Kürt statüsü vb. yaşansa da bu sorunlar ilişkinin stratejik niteliğini ortadan kaldırmıyor. Söz ve Eylem’in 13. sayısında Türkiye ABD ilişkileri üzerinde durulmuş, S-400 sorunun ciddi bir sorunu olmadığı belirtilmişti. Nitekim S-400  hangara kilitlenince sorun da ortadan kalktı, 2022 yılı içerisinde hiçbir biçimde gündeme dahi gelmedi. Türkiye ile ABD arasındaki en ciddi sorun Kuzeydoğu Suriye’deki Kürt statüsüdür. Bu sorun üzerindeki anlaşmazlık bugün de önemini koruyor. Suriye’nin  bölünmesini öngören ABD stratejisinde Kürtlerle olan ittifak ne ölçüde bir zorunluluksa, Türkiye içinde ölçüde bir beka sorunudur. Çünkü Türkiye, Kuzey Suriye’deki bir Kürt statüsünü (federe devlet ya da Irak Kürt bölgesel yönetimiyle birleşik bir Kürt devleti) bugün ve gelecekte bir bölünme tehdidi olarak görüyor. ABD bir yandan Türk devletini,  Kuzeydoğu Suriye’deki Kürt statüsünün  Türkiye için bir beka  sorunu olmadığına ikna etmek için tavizler vermeyi göze alırken, öte yandan da Türk tehdidini  kullanarak Kürtler üzerindeki denetimini artırmaya çalışıyor. Türkiye’nin Kuzeydoğu Suriye’de Kürtlere karşı yürüttüğü işgalci faaliyet ABD ve Türkiye arasındaki bu gerilime bağlı olarak şekilleniyor; ABD bazen Türk devletine işgal için yeşil ışık yakarken bazen de tam tersine işgal faaliyetinin önünü kesiyor.

ABD ile Türkiye arasındaki bu gerilim İngiltere’nin devreye girmesiyle aşılıyor. Türkiye’nin bölgedeki faaliyet alanı Ortadoğu’dan Orta Asya’ya ve Afrika’ya kadar geniş bir alanı kapsıyor. Türkiye bu alanda İngiltere yönetiminde bir “koçbaşı olarak görev yapıyor. Türkiye Astana görüşmeleri çerçevesinde Rusya ve İran’la birlikte hareket eder gözükürken,  öte yandan da bölgenin birçok alanında İran’la karşı saflarda ve rekabet halinde. Türkiye Rusya’ya baskı yaparak İran’ı Suriye görüşmelerinden çıkaramasa da etkisizleştirmeye çalışıyor. Bunun son örneği Rusya’nın dayatmasıyla hızlanan Türkiye Suriye doğrudan görüşmelerinde yaşandı. Türkiye’nin,  Rusya’nın gözetiminde Suriye ile yapılacak doğrudan görüşmelere İran’ın katılmamasını sağlamak için gösterdiği çaba İran’ın karşı çabasıyla önlendi. İran Ocak 2023’te Suriye ile olan stratejik işbirliği anlaşmasını yeniledi,

İran’la Türkiye’nin karşı karşıya geldiği başka alan Azerbaycan. Ortadoğu’da İran’ın güneyden kuşatılmasını öngören ABD yönetimindeki faaliyete Kuzeyde İngiltere öncülüğünde Azerbaycan, İsrail ve Türkiye’nin oluşturduğu yeni bir ittifak ve kuşatma eşlik ediyor. Azerbaycan İran ilişkileri ikinci D. Karabağ savaşından sonra iyice bozulmaya başlamıştı.  Bu bozulmada asıl etken İsrail Azerbaycan yakınlaşması ve Azerbaycan’ın İran Azerbaycan’ına yönelik kışkırtıcı faaliyetleri oldu. İsrail ikinci D. Karabağ savaşında Azerbaycan’a silah ve istihbarat yardımı yaptı. Türkiye’nin yardımları ise daha kapsamlıydı.  Ekonomik, politik ve askeri yardımları da içeriyordu. Karabağ savaşı öncesi Türkiye Azerbaycan ordusunun NATO standartlarında eğitimi ve harekât tarzını üstlendi, daha önce de belirtildiği gibi, Azerbaycan ordusunun genelkurmayını yönetti. İran Türkiye, İsrail ve Azerbaycan arasındaki askeri alanı da kapsayan bu ilişkileri kendine yönelik bir kuşatma hareketi olarak gördü. İran Azerbaycan ilişkileri, Ocak 2023’te Azerbaycan’ın Tahran başkonsolosluğuna yapılan silahlı saldırıyla daha da gerildi. Siyasal olmadığı açık olan bu saldırıda bir güvenlik görevlisi öldürüldü, ikisi yaralandı. Azerbaycan hükümeti saldırının bir terör saldırısı olduğunu ileri sürerek, İran hükümetini sorumlu tuttu. Saldırıdan sonra Azerbaycan medyasında İran rejimini hedef alan yayınlar hız kazandı.  Elçibey dönemindeki İran’ın etnik fay hatlarını tetikleyecek şoven politikaya geri dönüldü. Azerbaycan’la İran Azerbaycan’ının birleştirilmesini öngören “büyük Azerbaycan” sloganları yeniden medyanın ana gündemi oldu. Bu gündem, medya sayfalarından futbol sahalarına aktarıldı. Azerbaycan’ın önemli futbol takımlarından Traktör Futbol kulübünün maçlarında “büyük Azerbaycan” sloganı atıldı.

İran Azerbaycan’ın bu düşmanca tavrına Ermenistanla ilişkilerini geliştirerek karşılık verdi. Ermenistan İran sınırı üzerinden Azerbaycan’ı Nahcivan ve Türkiye’ye bağlayacak Zengezur koridorunun açılmaması konusunda Ermenistan’ı destekledi.  Kasımda, Ermenistan Cumhurbaşkanı Paşinyan’ın Tahran’da İran cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’yle yaptığı görüşmede ekonomik ilişkilerin yanısıra güvenlik sorunları da ele alındı. Reisi, görüşmeden sonra yaptığı açıklamada Bölgedeki sorunların çözümüne AB ve ABD’nin dahil edilmesine karşı olduklarını, bölgesel sorunların bölge ülkeleri (Ermenistan, İran, Azerbaycan) ve Bölgesel aktörlerle (İran, Türkiye, Rusya) çözülebileceğini söyledi. Görüşmede açıklanmasa da, Azerbaycan’ın Türkiye’den SİHA almasına karşı, Ermenistan’a SİHA satışı da ele alındı.

İran ile Türkiye Kırgızistan ve Tacikistan’da da karşı karşıyalar. Kırgızistan – Tacikistan arasındaki sınır anlaşmazlıklarında SİHA satışlarıyla Türkiye Kırgızistan’ı, İran Tacikistan’ı destekliyor.

İran’ın Türkiye ile karşı karşıya geldiği diğer bir ülke Irak. Türkiye uzun bir süreden beri terör gerekçesiyle Irak’ın toprak bütünlüğü ve egemenliğini tehdit ediyor. Irak içinde onlarca üsse sahip. Irak Türkiye’nin Irak’ın toprak bütünlüğünü ihlal eden bu hareketlerini karşı durabilecek bir güce sahip değil, Türkiye’nin egemenlik ihlallerini BM’ye taşısa da bir sonuç alamıyor. Irak’ta son dönemde yaşanan istikrarsızlık, Türkiye ile İran’ın Irak üzerindeki nüfuz savaşından kaynaklanıyor. Ekim 2021’de yapılan seçimde en çok milletvekili kazanan Şii Mukteda es- Sadr grubu oldu. Seçimden sonra Sadr’ın Sünni güçler ve KDP ile kurduğu ittifak Türkiye tarafından desteklenirken diğer Şii grupların KYP ile kurduğu ittifak ise İran tarafından desteklendi. ABD ve İngiltere destekli Türkiye ile İran’ın Irak üzerindeki bu güç savaşı uzun süre hükümet kurulmasını engelledi. Başarısız birçok girişimin ardından İran yanlısı Şii gruplar, Sünni gruplar, Kürtler ve Hristiyan gruplardan oluşan koalisyon seçimden bir yıl sonra hükümeti kurabildi, Sadr ve Türkmenler koalisyonun dışında kaldı. Ancak hükümet kurulduğu halde Irak’ın istikrarsızlığı devam ediyor.  Türkiye bu istikrarsızlığa dayanarak ABD ve İngiltere’nin desteğiyle Iraktaki operasyonlarını sürdürüyor. Türkiye ile İran’ın Irak üzerindeki nüfuz savaşının bir başka yönü de doğalgazla ilgili. Türkiye Süleymaniye’deki doğalgazın Türk Irak boru hattıyla batıya naklini zorlarken, İran bu gazın Ürdün üzerinden nakledilmesi için uğraşıyor.

180 Derece Tornistan

1990 – 2010 yılları arasında dünyada yaşananları bir altüst dönemi olarak değerlendirmek yanlış değildir. 1990’da Sovyet sisteminin resmi yıkılışı gerçekleşti. Doğu Avrupa’da bir dizi ülke yeni kurulanlarla birlikte kapitalist dünya sistemine bağlandı. Orta Asya’da içlerinde Türki devletlerin de olduğu bağımsız devletler kuruldu. Ardından Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da toplumsal depremler yaşandı. Türkiye Cumhuriyeti bu gelişmelerin sunduğu yeni olanaklardan hareketle 21. Yüzyılı Türk Yüzyılı olarak ilan etti. Türk yüzyılı ilk hayal kırıklığını 2000’lerin başında Rusya’nın kedisini toparlaması ve arka bahçesi üzerinde kaybettiği nüfuzu yeniden elde etmeye başlamasıyla yaşadı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşadığı hayal kırıklığı ise daha derin oldu. Ortadoğu ve Kuzey Afrika, ayaklanmalar, iç savaşlar ve emperyalist işgallerle sarsıldığında Türk burjuvazisi emperyalist hayallerle bu sürecin bir parçası oldu. ABD ve İngiltere’nin yenidünya düzeni parolasıyla bölgede başlattığı işgal hareketine “selden kütük kapma” dürtüsüyle, o güne kadar nispeten istikrarlı bir ilişki içinde olduğu devletlere karşı düşmanca bir tutum içine girdi. Bölgede emperyalist işgallerin başladığı 2011 başından beri ısrarla sürdürdüğü ve tam bir başarısızlıkla sonuçlanan bu politikayı 2021’ın ortalarında 180 derece bir dönüşle değiştirmek zorunda kaldı. Türkiye’nin izlediği politikadaki bu dönüşümü, burjuva muhalif partiler ve kimi sosyalist çevreler Erdoğan’ın tutarsızlığı, ikiyüzlülüğü, tükürdüğünü yalaması, kişisel egosu vb. kavramlarla açıkladılar. Burjuva partilerin bu tür yüzeysel açıklamalarla yetinmeleri son derece yerindedir. Çünkü onların görevi, iktidarı eleştirirken devleti aklamaktır. Aynı nitelemeleri kullanan sosyalistlerse, niyetleri ne olursa olsun, nesnel olarak burjuva partilerle aynı saftadırlar.

Aslında Türkiye’nin 2011’de emperyalist işgalcilere verdiği destek de, bugünkü 180 derece dönüşü de bir devlet politikasıdır. Erdoğan’ın bu süreçteki etkisi, özellikle dönüşü geciktiren,  kendi egosuyla sınırlıdır. Türkiye’nin 2011’de ayaklanmaları izleyen emperyalist işgallere sadece ABD ve İngiltere’nin bir taşeronu olarak değil, aynı zamanda bölgede güçlenen Müslüman Kardeşler hareketinin kendisine vadettiği emperyal olanakları hesaba katarak yer aldı. Müslüman Kardeşler, ayaklanmaların olduğu bütün ülkelerde (Tunus, Mısır, Lübnan, Ürdün, Sudan, Umman, Fas, Suriye, Cezayir, Libya ) güçlendi. Tek güç kaybettiği ülke ise Yemen oldu. Bu tablo Türkiye’ye çok şeyler vadediyordu. Konjonktürün kendisine vaad ettiği olanaklarla Türkiye, Libya ve Suriye işgallerinde daha aktif bir rol üstlendi.

Sorun Baas milliyetçiliği ve Şii grupların ezilmesi (Yemen, Suriye, Libya, Bahreyn) olduğunda S. Arabistan, BAE, Katar ve Türkiye aynı saflardaydı. Şubat 2011’de ayaklanmanın ilk patlak verdiği Tunus’ta Nahda’nın iktidara gelmesi, ardından Haziran’da Müslüman Kardeşlerin merkezi Mısır’da Muhammed Mursi’nın cumhurbaşkanı seçilmesi ve iktidarın Müslüman Kardeşlere (Özgürlük ve Adalet Partisi) geçmesi S.Arabistan, BAE, Katar ve Türkiye ittifakının bozulmasına, S. Arabistan ve BAE ile Türkiye ve Katar’ın karşı karşıya gelmesine yol açtı. Mısır’da Müslüman Kardeşlerin darbeyle iktidarı kaybetmesi, Türkiye’nin bölgedeki emperyalist hayallerinde sonun başlangıcı oldu. Nahda’nın İktidarı koruduğu Tunus’ta, güç kaybına rağmen iç savaşın sürdüğü Suriye ve Libya’da henüz hayaller tükenmemişti. Türkiye’nin emperyalist hayalleri Temmuz 2021’de Tunus cumhurbaşkanı Kays Said’in başbakanı görevden alması ve meclisi fesih etmesiyle tükendi. Bu tarih aynı zamanda Türkiye’nin bölge politikasındaki tornistanın tarihi oldu. Konjonktürdeki değişim ve bir dizi başka etkenle (ekonomik ve politik gereksinimler- bölgede İsrail eksenli bir ittifakın kurulması ) birlikte daha önce katil ve terörist damgası vurulan devletler Türkiye’ye yardım elini uzatan dost devletlere dönüştü.

Mısır’la Türkiye ilişkileri Mursi’ye yapılan darbeyle kesilmişti. 2020’de Mısır, İsrail, Kıbrıs, Yunanistan, İtalya ve Ürdün arasında, Doğu Akdeniz gazını deniz yoluyla Avrupa’ya aktaracak Doğu Akdeniz Doğalgaz Forumu kuruldu. Fransa bu girişimi desteklediğini açıkladı. Bu Forum’a Türkiye Bingazi’deki Ulusal Mutabakat hükümetiyle deniz münhasır bölge anlaşmasıyla karşılık verince Doğu Akdeniz’de tansiyon bir anda yükseldi. Türkiye ile Yunanistan her zamanki gibi savaş oyununa başvurdu. ABD’nin planlanan Doğu Akdeniz – Avrupa doğalgaz boru hattından desteğini çekmesiyle Doğu Akdeniz’de gerilim düşmeye başladı. Libya ile Türkiye arasında imzalanan deniz yetki alanları mutabakatı Libya temsilciler meclisinde onaylanmadığı için bunun yarattığı gerilim de geri plana düştü. Gerilimin düşmesiyle Türkiye – Mısır arasındaki yumuşama süreci de başladı. Ancak Mısır’la Türkiye arasında çözülmesi gereken önemli bir sorun daha vardı, Türkiye’deki Müslüman Kardeşler sorunu. Mısırdaki darbeden sonra Müslüman Kardeşler’in üst düzey sorumluları karargahlarını Türkiye’de kurdu. Mısır’ın ilişkilerin normalleşmesi için ileri sürdüğü koşullardan biri de bu karargâhın dağıtılmasıydı. Müslüman Kardeşler’in üst düzey sorumlularının bir kısmı Türkiye’den çıkartıldı, bir kısmı iklim zirvesine karşı çıktıkları gerekçe gösterilerek tutuklandı, TV yayınları sansürlendi. Bu adımlardan sonra normalleşme süreci ilerledi ve “Darbeci Sisi”,“darbe karşıtı Erdoğan” tokalaşmasıyla resmileşti. Mısır Türkiye arasındaki ilişkilerin yeniden başlayacağı beklenirken Türkiye Ekim 2022’de Libya’da desteklediği Abdülhamid Dibeybe hükümeti ile deniz münhasır bölgesinde petrol arama anlaşmasını imzaladı. Trablus’taki Temyiz mahkemesi tarafından iptal edilse de Türkiye, bu anlaşma yürürlükteymiş gibi hareket etmeye devam etti. Anlaşmanın ardından Ankara’yı ziyaret eden Dibeybe, Libya Ulusal birlik hükümeti adına Türkiye ile askeri yardım anlaşması imzaladı. Bu anlaşma sonrasında Mısır – Türkiye ilişkileri yeniden gerildi, Mısır Türkiye ile başlatılan yumuşama sürecini askıya aldığını açıkladı. İlişkilerin yeniden başlamasını Türkiye’nin Libya’dan çekilmesine bağladı.

Libya’da ise, Biri Bingazi’de (Dibeybe) ötekisi Trablus’ta (Fethi Başağa – daha önce Bingazi’de dışişleri bakanlığı yapan Başağa Türkiye yanlısıydı) ) kurulan iki hükümet arasındaki karşıtlık devam ediyor. Dibeybe hükümetini ABD, İngiltere (BP bu hükümetle petrol anlaşmaları imzaladı) ve askeri ve istihbarat faaliyetleriyle Türkiye destekliyor. Ulusal Meclisin desteklediği Trablus’taki hükümeti ise Fransa ve Rusya tarafından destekleniyor. ABD’nin Ukrayna savaşından sonra, daha önce uzaktan müdahil olduğu Libya’ya ilgisi bir anda nüksetti. Uzun bir aradan sonra CİA direktörü Libya’ya gitti. Bunun başlıca sebeplerinden biri ABD’nin OPEC + ile yaşadığı sorunlar ve Libya petrolünün artan önemi, diğeri de Rus Wagner kuvvetlerinin Libya, Mali ve Orta Afrika Cumhuriyetindeki faaliyetleridir. ABD’yi tedirgin eden bir diğer gelişme de Kaddafi’nin oğlu Seyfülislam’ın seçimlerde aday olmasıdır.  CİA Direktöründen sonra MİT başkanı Bingazi’ye giderek hükümet yetkilileriyle görüştü. Türkiye Müslüman Kardeşlerden geriye kalan bu son “kaleyi” kovulmadan önce cansiperane savunmaya çalışıyor.   Sisi, 5 Ocak 2023’de Libya ulusal ordusu lideri Halife Hafter, Temsilciler Meclisi başkanı Akile Salih ve Devlet Yüksek Konseyi başkanı Halid el-Mişri’yi Kahire’de ağırladı. Mısır’ın Libya gündemi, Haziran 2021’de imzalanan ve Wagner güçleriyle Türk kuvvetlerinin aynı anda Libya’yı terk etmesi ve ABD, İngiltere ve Türkiye’nin engellemesiyle bir türlü yapılamayan seçimlerin yapılmasıdır.

Türkiye Rusya İlişkileri

Türkiye Rusya ekonomik ilişkileri Ukrayna savaşının ardından beklenmedik bir hızla gelişti. Ukrayna savaşından sonra ABD önderliğinde Batı bloku (NATO, AUKUS-Avusturalya, İngiltere, ABD) Rusya’ya ekonomik, politik, askeri, kültürel, sportif vb. çok yönlü ağır bir yaptırım programı dayattı. Ekonomik krizle boğuşan ve enerjide Rusya’ya bağlı olan Türkiye bu yaptırımların özellikle doğalgaz ve petrol kısmından muaf tutuldu. Ardından Ukrayna tahılının dünya pazarına çıkmasını engelleyen Rusya ile Türkiye ve BM aracılığıyla yapılan anlaşmayla Rus ihraç ürünleri, tahıl, gübre ve kimyasal maddeler bu muafiyete eklendi. Rusya’nın SWIFT sisteminden çıkarılmasının yaratacağı sorunlar yine Rusya’nın petrol ve doğalgazı ruble üzerinden satması, karşılıklı ticarette yerel paraların kullanılmasıyla aşıldı. Kuzey Akım 2 boru hattının ABD tarafından kundaklanması ve Rusya’nın Kuzey Akım 1’den gaz sevkiyatını kesmesinden sonra Güney Avrupa’ya gaz nakli azalarak Türkiye üzerinden devam etti. Türkiye, Rusya’nın üçüncü ülkelerle ulaşımının (uçak seferleri) ve ticaretinin merkezi haline geldi. Rusya doğalgaz ve petrolü Türkiye ve dost diye tabir edilen ülkelere (Çin, Hindistan vb.)  % 30 daha indirimli satmaya başladı.   Bütün bunlar Rusya – Türkiye arasındaki ekonomik faaliyette ağırlık merkezinin Rusya’dan Türkiye’ye geçmesine yol açtı. Rusya – Türkiye ticaret hacmi (2008’de 38 milyar $’dan, 2022’de 60 milyar dolara çıkarak, 190 Milyar  $’lık Rusya -Çin ticaret hacminden sonra 2. sıraya yükseldi. Ukrayna savaşından sonra Rusya’da kalmaya devam eden batılı şirketler ithalat ve ihracatlarını Türkiye üzerinden yapmaya başladı. 2022 yılı içinde Türkiye’de Rus ortaklı şirketlerin sayısı 1363 oldu. Bu sayıyla Rusya 1. sıraya yükseldi; onu 2. sırayla İran izliyor. Bu firmalar SWIFT sisteminin aşılmasında önemli bir rol oynuyor.  Bu durum hesaba katıldığında Türkiye Rusya ticaret hacminin resmi rakamların çok üstünde olduğuna şüphe yok. Batılı firmaların Rusya’da boşalttığı yeri yüksek teknoloji ürünleri alanında Çin, dayanıklı ev eşyaları alanında  ise  Türkiye doldurmaya başladı. Kısaca Türkiye  ağır yaptırımlara muhatap olan Rusya için  nefes borusu görevini görüyor.

Bunlara ek olarak 2022’de Rusya’dan Türkiye’ye gelen Turist sayısı 5 milyonu aştı, 153 bin Rus vatandaşı Türkiye’de oturum aldı. Rusya Türkiye’nin 20 Milyar dolarlık doğalgaz borcunu 2024’e erteledi. Akkuyu nükleer santralinde kullanılmak üzere 6,5 milyar dolarlık bir meblağı Türkiye’nin kullanımına sundu. Önümüzdeki dönemde bu ilişkilerin daha gelişmesi, ABD’nin Türkiye’yi yaptırımları delmekle suçlamasından kaçmanın bir yolu olarak Rusların Türkiye’de, Türklerin Rusya’da banka açma vb. girişimleri beklenebilir.

Ekonomik alandaki bu ilişkiler Rusya’nın, Türkiye’nin Ukrayna savaşında taraflı tarafsızlığını (her seferinde Rus ordusunun Ukrayna’dan çıkmasını dile getirmesi,Ukrayna’ya SİHA ve istihbarat desteği verilmesi vb.) sineye çekmesini açıklıyor.

Ekonomik ilişkilerde zorunluluğa dayalı bu gelişmelere rağmen, Türkiye – Rusya siyasal ilişkileri için aynı şey söylenemez. Türkiye – Rusya ilişkileri stratejik bir derinlik taşıyan Türkiye – ABD ve İngiltere ilişkilerinden farklı bir niteliğe sahiptir. Bu ilişkiler, çıkarların kesişmesi ve karşıtlığına göre biçimlenen konjonktürel ilişkilerdir. Çıkarların kesiştiği alan ve zamanlarda işbirliği sürerken, karşıt çıkarların gündemde olduğu zaman ve alanlarda işbirliği rekabet ve çatışmaya dönüşebilmektedir. Her durumda işbirliğinin düzeyi stratejik ilişki tarafından belirlenmektedir. Örneğin Libya’da Rusya ve Türkiye karşı saflardadır. Bu durum ABD- İngiltere stratejisiyle uyum içindedir. Suriye’deki gelişmelere gelince, bu konuda Türkiye’nin izlediği tutumu Söz ve Eylem’in önceki sayılarında ele alındığı için bu yazıda aynı konulara (ÖSO’nun kurulması, cihatçı grupların eğitimi ve donatımı, Suriye’nin zenginliklerinin yağmalanması, yasadışı petrol ticareti, Tırlar dolusu silahlar vb. ) değinmeyeceğiz. Suriye’de Rusya – Türkiye ilişkileri Libya’yla karşılaştırıldığında daha karmaşıktır. Suriye fiili olarak ABD ve Rus nüfus alanı olarak bölünmüştür. Türkiye başlangıçta Suriye’de Rusya ile karşı karşıyaydı. Hatırlanacağı üzere Kasım 2015’de Türk F- 16’ları bir Rus savaş uçağını düşürmüş, Rusya’nın tepkine karşı Türkiye NATO’yu göreve çağırmıştı. Bu olaydan sonra gerilen Türkiye – Rusya ilişkileri Rusya’nın, Türkiye’nin Suriye’de işlediği savaş suçlarını BM gündemine getirmesiyle düzelmeye başladı. Bu düzelmenin bir ucunda S-400 satışı, diğer ucunda ise Afrin’in işgaline yol verilmesi vardı. Bu gelişmelerden sonra Türkiye, Rusya ve İran arasında Suriye’nin batısını kapsayan bir masa kuruldu. Astana görüşmeleri süreci başlatıldı.Türkiye’nin denetimindeki grupları temsil ettiği Astana görüşmelerinde  Esad yönetimiyle muhalifler arasında Cenevre’de sürdürülen siyasal sürece yardımcı olacak tedbirlerin alınması, batı Suriye’deki cihatçıların bir araya toplanması, Türkiye’nin bu güçleri silahsızlandırması vb. konularda mutabakata varıldı. Bu görüşmelerin Suriye açısından en olumlu sonucu, cihatçı grupların İdlib’de toplanması oldu. Suriye bu durumdan yararlanarak iç savaşın yol açtığı yıkımlara eğilme olanağını elde etti. Cihatçı grupların silahsızlaştırılması her toplantıda gündeme gelse de, Türkiye bu konuda üzerine düşenleri yerine getirmekte ayak diredi. Çünkü ABD ve İngiltere, Rusya’yla stratejik bir savaşı sürdürüyor. Rusya’nın askeri gücü ne kadar bölünür ve harekat kabiliyeti ne kadar düşürülürse, Batı’nın bu stratejik savaşı kazanma şansı o kadar artıyor. Bu yüzden Suriye’de mevcut durumun sürüp gitmesini istiyor.

Ukrayna’nın NATO üyeliğinin gündeme gelmesinden sonra Rusya Suriye’deki sorunların iki ülke liderlerinin görüşmesiyle halledilmesi için Türkiye ve Suriye üzerinde baskısını artırdı. Bu baskı sonucunda uzun bir süreden beri Türkiye ile Suriye istihbarat örgütleri arasındaki görüşmeler resmiyet kazanmaya başladı. Önce Suriye ve Türkiye savunma bakanları Moskova’da bir araya geldi. Ardından dışişleri bakanlarının görüşeceği duyuruldu.  Erdoğan bir soru üzerine Esad’la görüşebileceğini açıkladı.

Bu açıklamalar Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerde bir dönüm noktasına işaret etse de bunun iki taraf için de kolay olmayacağı ve uzun bir zaman aralığına yayılacağı görülüyor. Çünkü sorun sadece Suriye ve Türkiye ile sınırlı değil, Kürtler ve cihatçılar iki devlet arasındaki anlaşmanın en kritik konularından biri. Sorunun uluslararası boyutuna gelince bir tarafta Rusya ve İran, öteki tarafta ABD ve İngiltere var. ABD için, Suriye’de bir Kürt devletinin kurulması ABD’nin bölge stratejisinin bir unsuru. Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunan Rusya ve İran, Türkiye ve ABD’nin Suriye’den çekilmesini istiyor. Rusya Kürtlere özerklik verilmesinden yana iken kendi ülkesinde Kürt sorunu yaşayan İran buna karşı.

Suriye’nin Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi için ileri sürdüğü koşullar son derece net. ABD ve Türkiye’nin Suriye’de işgal ettiği topraklarından çıkmasını, cihatçı gruplara yardımın kesilmesini, Kürtlere gelince, ABD ile ilişkilerini kesmeleri ve toprak bütünlüğü çerçevesinde yeniden Suriye’ye entegre olmalarını istiyor. Esad rejimi, Rusya ve İran’ın Kürtlere yönelik bu bakış açısı Kürt siyasal hareketi ile ABD arasındaki ilişkileri daha da güçlendiriyor.

Kürtler sorunu konusunda ABD ile anlaşmazlık içinde olan Türkiye,  Kürt güçleri ve halkının  Suriye Türkiye sınırı boyunca 30 km güneye çekilmelerini, Kürt özerk yapısının dağıtılmasını  istiyor. Her ne kadar Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor gözükse de Kuzeybatı Suriye’de kendi egemenliğinde bir bölge kuruyor. Türkiye bu hedeflerine ulaşabilmek için Kürt bölgelerini sürekli bombalıyor, her fırsatta yeni işgal alanları elde etmek için savaş hazırlıkları yapıyor. Rusya ve ABD arasındaki çelişkilerden yararlanarak savaş planlarını uygulamaya çalışıyor. Türkiye’nin Kürtlere yönelik savaş planları bazen Rus, bazen de ABD engeline çarpsa da Türkiye bundan vazgeçmiyor.

Türkiye’nin başına dert olan diğer bir sorun da Suriye’de işgal alanlarına sahip olmasını sağlayan cihatçı güçler sorunu. Türkiye bu güçleri kullanarak Suriye masasındaki yerini garanti altına alıyor ve kendinden istenen Rusya’nın Suriye’de oyalanması görevini yerine getiriyor. Ancak Suriye – Türkiye normalleşmesi gündeme geldikçe cihatçı gruplar üzerindeki etkisini kaybediyor. Türkiye’nin denetlediği güçler giderek El Nusra etrafında bütünleşiyor ve Türkiye’nin bu güçleri denetim altında tutması güçleşiyor. Bütün bu karmaşık ilişkiler Suriye sorununun kısa vadede bir çözüme ulaşamayacağını gösteriyor. Zaten ABD ve İngiltere işgal ettikleri diğer ülkelerde olduğu gibi, Suriye’de de istikrarsızlığın sürmesini istiyor.

Türkiye – Rusya ilişkilerinde sorunlu olan diğer bir bölge de Orta Asya. Ukrayna savaşından sonra Türkiye’nin Orta Asya’daki faaliyetleri daha da arttı. Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan ve Kazakistan üzerinde yoğunlaşan bu faaliyetler  İngiltere tarafından koordine edilip yürütülüyor. Türkiye’nin bölgedeki faaliyetlerinin ana araçlarından biri Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonra, 1992 yılında Türk dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi adıyla kurulan, 2009’da Nahcivan anlaşmasıyla ismini değiştiren Türk Devletleri Teşkilatı’dır (TDT). Görünüşte teşkilatın amacı ekonomik ve kültürel alanda işbirliği olsa da, gerçekte asıl konu bu ülkelerin ordularının askeri eğitim ve donanımının NATO standartlarına uygun olarak yeniden yapılandırılmasıdır. Başka bir deyişle bu ülkelerin güçlendirilerek Rusya’nın nüfuz alanından çıkartılmasıdır.  TDT’nin dokuzuncu toplantısı Kasım 2022’de Özbekistan’ ın Semerkant kentinde toplandı. Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan ve Türkiye’nin katıldığı zirveye Macaristan ve Türkmenistan gözlemci olarak katıldı. Toplantıda Türk yatırım fonunu kurulması, ortak alfabeye (Latin alfabesi) geçiş vb. konuları görüşüldü. Zirvenin asıl önemi, Ukrayna savaşıyla önem kazanan Orta Asya’dan Avrupa’ya enerji nakli sorunuydu. Ortaya konan proje ise Türkmenistan gazının Özbekistan, Kazakistan ve Azerbaycan gazıyla birleştirilerek Türkiye üzerinden Avrupa’ya aktarılmasıydı. Proje bu haliyle Rusya’nın Türkmenistan ve Özbekistan’a üçlü gaz birliği önerisine karşı kurgulanmış bir projedir. Zirvede Türkiye’nin gündeme getirdiği başka bir konu da Azerbaycan ve Kırgızistan’dan sonra Özbekistan ve Kazakistan’a SİHA satışıydı.

Zirveden sonra Türkiye, Kuzey Kıbrıs’ın zirveye gözlemci olarak katıldığını açıkladı.  Bu açıklama Özbekistan ve Kırgızistan tarafından yalanlandı. Bağımsız bir ülke olarak Kuzey Kıbrıs’ın zirveye katılımının söz konusu olmadığı belirtildi.

TDT’nin askeri bir ittifaka dönüştürülmesinin başka bir adımı da Kasım 2022’de atıldı. Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan ve Kırgızistan’ın katıldığı “Teröre Karşı “ ortak tatbikat Isparta’da yapıldı.

TDT zirvesinin hemen ardından Erdoğan Türkmenistan’a gitti. Türkmenistan’da yapılan Erdoğan Aliyev ve Serdar Berdimuhammedov zirvesinde Erdoğan, Berdimuhammedov’u, Rusya’nın Türkmenistan ve Özbekistan’a önerdiği üçlü gaz birliğine karşı Türkmen gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması projesine ikna etmeye çalıştı.

Rusya’nın Türkiye’nin Orta Asya’da artan faaliyetlerine sert bir yanıt vermemesi de Ukrayna savaşıyla bağlantılıdır. Ukrayna’da savaş sürerken Rusya Türkiye dahil diğer ülkelerle ilişkilerini belirli bir düzeyde tutmaya çalışıyor.

Sonuç olarak, dünya kapitalist sistemi, bir yandan derinleşen, süreğenleşen kriz, diğer yandan 2000’li yılların başından başlayarak emperyalist devletler arasındaki nüfuz alanları savaşının her geçen yıl biraz daha keskinleştiği ve genel bir paylaşım savaşına evrildiği bir dönemin içinden geçmektedir. Bu durum bizzat emperyalist devlet yöneticileri tarafından da açıklıkla ifade edilmektedir.

 

 Ortadoğu’da Rekabet ve Çatışma

İngiltere’nin yeni Genelkurmay Başkanı Patrick Sanders göreve gelir gelmez yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, karada savaşmaya ve savaşları kazanmaya hazır olmak üzere İngiltere’yi koruma temel amacımızın altını çiziyor. Artık müttefiklerimizle birlikte savaşabilecek ve savaşta Rusya’yı yenebilecek bir ordu oluşturmak için güçlü bir zorunluluğumuz var. Orduyu bir kez daha Avrupa’da savaşmaya hazırlaması gereken bir nesiliz. 1941’den bu yana Avrupa’da kıtanın büyük güçlerinden birine karşı kara savaşı yürütme ihtimali varken göreve gelen ilk Genelkurmay başkanıyım.”

ABD hava intikal kuvveti komutanı general Michael Miniha; ABD ile Çin arasında artan gerilimden hareketle  “iki yıl içerisinde iki taraf arasında savaş çıkmasının olası” olduğunu söyledi.

NATO genel sekreteri Stoltenberg ise yaptığı açıklamada: “savaşın yıllarca sürebileceği gerçeğine hazırlanmalıyız. Ukrayna’yı desteklemekten vazgeçmemeliyiz. Maliyetleri yüksek olsa bile sadece askeri destek için değil, ayrıca artan enerji ve gıda fiyatları nedeniyle de Ukrayna’yı desteklemeliyiz.”

Almanya dışişleri bakanı Annalena Bearbock,“Rusya’ya karşı bir savaşın içindeyiz.”açıklamasını yaptı.

“Önümüzdeki on yıl her türlü gelişmeye gebe, en sarsıntılı on yıl olacağını” belirten Putin, Stalingrad savaşının 80. Yıldönümünde Almanya’nın Ukrayna’ya Leopar tankları vermesine gönderme yaparak, “inanılmaz, ama gerçek Tekrar Alman Leopar tankları tarafından tehdit” edildiklerini söyledi.

22 Şubatta Putin, stratejik silahların azaltılması (Start-3 ) anlaşmasını askıya aldığını açıkladı.

Kremlin sözcüsü Peskov  “ABD ve AB’yi yaptıklarıyla savaşa doğrudan müdahil olarak görüyoruz”

ABD’nin Tayvan’a roket sistemi satmaya hazırlanması üzerine Çin Başkanı Şi Cinping, orduya savaşa hazır olması talimatını verdiğini, “ülkenin güvenliğinin git gide daha istikrarsız ve belirsiz hale geldiğini, bu nedenle savaşa hazırlanmaya odaklanacaklarını söyledi.

 Eksik Olan

 Kapitalizmin yeni dünya krizinin başladığı 2008’den sonra işçi ve emekçileri kapsayan kitle hareketleri dünyanın her yanında çığ gibi büyüdü. Özellikle 2011 sonrasında yükselen bir dalgaya dönüşen kitle hareketlerinden nasibini almayan tek bir ülke bile kalmadı. Büyüyen bu dalga pandemiyle birlikte gerilemeye başladı. Bu gerileme bugün de sürüyor.  2022’de bir çok ülkede işçiler emekçiler, çalışma ve yaşam koşullarının kötüleşmesine karşı grevler gösteriler düzenlediler. Şüphesiz 2022’nin en önemli eylemleri Peru ve İran’da gerçekleşti. Dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, Peru da uzun bir süreden beri ekonomik ve siyasal krizin içinde. Birçok Latin Amerika ülkesindeki ( Bolivya, Şili gibi, Peru’da2021’de yapılan seçimleri, Latin Amerika ölçülerinde eski sendikacı solcu  Pedro Castillo kazandı. Castillo seçildikten sonra muhaliflerce yolsuzlukla suçlandı ve azledilmesi için harekete geçildi. 7 Aralık 2022’de Kongre’de yapılacak azil oylamasından önce davranarak “demokrasi ve hukukun üstünlüğü adına” kongreyi dağıttığını açıkladı. Castillo’nun bu girişimi kendi partisinde de tepkilere yol açtı, birçok bakan istifa etti. Peru ordusu başta olmak üzere polis, Anayasa mahkemesi, Kongre birleşerek Castillo’yu görevden aldı ve tutukladı. Alelacele “yargılanan” Castillo devlet ve anayasal düzene komplodan  18 ay hapis cezasına çaptırıldı.  Yerine Castillo’nun yardımcısı Dina Boluarte başkanlığa atandı. Castillo’yu destekleyen yoksullar (Aztek ve İnka’lar),Castillo’nun serbest bırakılması ve hemen seçim yapılması talebiyle sokaklara çıktı.Büyüyen gösterileri engellemek için olağanüstü hal ilan edildi ve seçimlerin Nisan 2024’te yapılacağı açıklandı. Bu tedbirler göstericileri durdurmaya yetmedi. Gösteriler ülkenin bütün büyük kentlerine yayılarak ayaklanmaya dönüştü. Havaalanları bloke edildi, devlet binaları ateşe verildi. İnka kenti Machu Pichu giriş çıkışlara kapatıldı. Onlarca gösterici öldürüldü, yüzlercesi yaralandı, binlercesi tutuklandı ama gösteriler dinmedi. ABD ve müttefikleri Peru’daki darbeyi desteklerken, Küba, Nikaragua, Bolivya ve  Venezüella Castillo’nun siyasal bir komploya kurban edildiğini açıkladı.

Perdenin önündeki görüntü  buydu, ama perdenin ardındaki çok daha başkaydı.Peru dünyanın en büyük bakır, kurşun, çinko, kalay, gümüş ve altın madenleri ve LNG gaz üreticilerinden biri. Peru hükümetinin 1990’da aldığı madenlerin yabancı sermayeye satılması kararı 2000 yılında devletin elinde hiçbir maden işletmesi kalmayacak biçimde tamamlandı. Madenler başta ABD olmak üzere (Kanada, Japonya, Brezilya, İngiltere, İsviçre, Avusturalya, Çin vb.) dünya kapitalizminin devleri (Rio Tinto, BHP- İngiltere, Glencore – İsviçre Newmont Mining Co- ABD, vb.) tarafından ele geçirildi. ABD banka devi Goldman Sachs perdenin arkasında olanı şöyle açıkladı; “Bakır yeni bir petroldür, … en uygun maliyetli iletken olan bakır bu yeni enerji kaynaklarını yakalamanın, depolamanın ve taşımanın kalbidir.”

Latin Amerika’da özellikle yeraltı zenginliklerini devletleştirmek için yola çıkan bütün solcu liderlerin başına gelen Castillo’nun da başına geldi. Dokunulmaması gerekene dokundu, madenlerin devletleştirileceğinden söz etti ve kendi partisi de dahil  uluslararası tekeller tarafından bir darbeyle iktidardan uzaklaştırıldı. Bütün dünya yoksulları gibi, Castillo’nun arkasında duran Peru’nun yoksul işçi ve emekçileri kendilerini burjuvaziden bağımsız olarak var edemedikleri sürece uluslararası tekellerin karlarını artırırken, madenlerin ağır çalışma koşullarında ölmeye devam edecekler.

Aşırı baskı ve yoksulluğa rağmen İran rejimi varlığını on yıllardır ABD karşıtlığı üzerinden var ede geldi. ABD karşıtlığını kullanarak muhalif grupları susturdu. Artık kitleleri uyutmak için bu manipülasyon yetmiyor. Eylül 2022’de Mahsa Amini’nin başörtüsünü nizami  örtmediği gerekçesiyle ahlak polisi tarafından dövülüp öldürülmesi İran’da yeni bir dönemin başlamasının ilk adımı oldu. Mahsa’nın ölümü tıpkı 22020’de Tunus’ta Muhammed Buazizi’in kendini yakmasından sonra başlayan ve büyüyen eylemlerde olduğu gibi, rejime karşı yıllarca büyüyen öfkenin patlamasını sağlayan bir kıvılcımdı. Kıvılcım kısa sürede İran’ın bütün büyük kentlerini içine alan bir ayaklanmaya dönüştü. Kadınların kararlı eylemleri toplumun tüm kesimlerini etnik ve dini fay hatlarını harekete geçirdi.

Kadınlardan sonra öğrenciler, esnaflar sokaklara indi, işçiler , petrol, cam vb.birçok iş kolunda grevlerle eylemlere destek verdi. Kürtler, Beluciler,ve Araplar kendi talepleriyle eylemleri büyüttü. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı iller Mahabad, Sine, Bükan, Kirmanşah vb.deki eylemler daha da etkili oldu.  Kürt partileri KDP, KOMELE ve PJAK, barışçı ve şiddet içermeyen protestoları desteklediklerini, fakat İran rejiminin halka saldırısına bahane vermemek için çatışmalara müdahil olmayacaklarını açıkladılar. Arapların yoğun olarak yaşadığı Ahvaz’da  BAE tarafından desteklenen Sünni Ahvaz Kurtuluş Hareketi de ayaklanmalarda önemli bir rol oynadı.Ülkenin bütün büyük kentlerini (Tahran, Tebriz, İsfahan, Kirmanşah, Urumiye vb. kapsayan eylemler kısa sürede siyasi bir nitelik kazandı.Ayaklanmacılar rejimin sembolü Humeyni’nin posterlerini yaktı, bazı devlet binalarını işgal etti. Ayaklanmanın yol gösterici sloganları “Kadın, Yaşam Özgürlük”, ve “diktatörlüğe ölüm”dü. 300’den fazla ayaklanmacı öldürüldü, binlercesi tutuklandı, tutuklananların bir kısmı ayaklanmanın gücünü kırmak için yargılanmadan idam edildi.

Daha öncekiler gibi bu ayaklanmalar İran’da rejimi sarsarken, rejim işçi emekçi ve etnik gruplara yönelik  baskıyı daha da artıracaktır. Ayaklanmalar temelde yoksulluk, yolsuzluk, ulusal baskı vb. temelinde ortaya çıksa da, ABD ve İsrail, rejimi sarsan bu fırsatı değerlendirmekten geri durmayacaktır. Çünkü düşman olarak nitelenen ülkelerin yumuşak karnı olarak sayılan etnik ve dini farklılıkları kullanarak rejimleri istikrarsızlaştırmak ABD güvenlik stratejisinin önemli bir parçasıdır. Çin’de Sincan, Rusya’da Çeçen ve Çerkezler üzerinde yürütülen istikrarsızlaştırmanın, İran’da Azeriler, Kürtler, Beluciler ve Araplar üzerinden yürütülmemesi beklenemez. Nitekim, Azerbaycan ve İsrail’in İran’ı Azeriler üzerinden  istikrarsızlaştırma girişimleri hızlanarak sürmektedir.

Sonuçta hem Peru hem de İran’daki ayaklanmalar mevcut rejimleri salladıktan sonra bir kez daha ortaya çıkıncaya kadar  sönümleniyorlar. Bu durum 2011’den sonra çeşitli ülkelerde ortaya çıkan ayaklanmaların ve eylemlerin belirgin özellikleri oldu. Ayaklanma ve eylemlerin bir anda parlayıp adım adım gerilemelerinin nedeni eylemlere katılan kitlelerin kararsızlığı, istemlerinin farklılığı vb. değildir. Temel sorun farklı taleplerle ortaya çıkan eylemlerin bir nehirde birleşememeleri, başka bir deyişle bileşik bir ivme yaratamamalarıdır. Bunun nedeni ise istemlerin sınıfsal bir üst bileşende birleşememesi ve sınıfsal bir karşıtlığa yönelmemesidir, yani işçi sınıfıyla burjuvazi arasında sınıflar arası bir mücadele karakterine bürünememesidir. Bu burjuvazinin ideolojik, politik bir başarısıdır. Başka bir açıdan işçi sınıfının “devrimci” örgütlerinin ne halde olduğunun göstergesidir.

Dünya işçi hareketindeki ideolojik ve politik savrulmayı gösteren en tipik örneklerden biri de Rusya – Ukrayna savaşında, hangi adla olursa olsun kendine işçi sınıfı partisi ya da sınıf sendikası diyen örgütlerin hiç birinden işçi sınıfını düşman içerdedir sloganıyla  kendi burjuvalarına karşı savaşıma çağıran hiçbir çağrıya rastlanılmamasıdır. Tam tersine, Ukrayna Bağımsız Maden İşçileri Sendikası başkanı Yuri Samoilov’un  Nisan gazetesinin Ekim 2022 sayısında çıkan söyleşisinde şunları okuyoruz.; “Sendikanın 1000 üyesi ordu veya Bölgesel Savunma Birimleri için seferber oldu ve sendika da onları destekleme kararı aldı. … Rus ordusu onları GRAD füzeleriyle bombalıyor. Onları desteklemek ilk görev, ikincisi, hükümetin savaşın ortasında dayatmaya çalıştığı tüm işçi sınıfı düşmanı  reformlara karşı mücadele etmek.” Yuri Samoilov burjuvazinin çıkarlarını işçi sınıfının önüne koyabiliyor, bunu yaparken de kendisini işçi sınıfı temsilcisi olarak görebiliyor.

2022’de Türkiye işçi hareketi de dünya işçi hareketine benzer bir çizgide sürüyor. Toplu sözleşme dönemlerinde grev sözü öne çıkıyor, bazen birkaç gün süren grevlerden sonra toplu sözleşmeler bağıtlanıyor. Onun dışında işçi çıkarmalar ve bunlara karşı yürütülen yalıtık mücadeleler sürüyor. Diğer toplumsal mücadelelere gelince, öğrenci hareketinde geçen yıl yaşanan ‘barınamıyoruz hareketi’,2022’de geriledi. En diri hareket olan kadın hareketinde de bir ivme düşüklüğü var. Genellersek grev, eylem sayıları ve katılımlarda bir gerileme söz konusu.

Öte yandan Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve politik kriz her geçen gün daha da derinleşiyor. Ekonominin içinde bulunduğu durum hakkında çok şey söylendi, yazıldı, söylenmeye ve yazılmaya devam ediyor. İstatistikler, veriler aktarılıyor. İşsizlik, enflasyon, dış ticaret açığı, cari açık, bütçe açığı, TL’nın değer kaybetmesi vb. vb. gelinen aşamada bunların hepsi tek cümlede özetlenebilir; Türkiye bir ekonomik iflasın eşiğindedir ve oradan buradan edindiği payandalarla ayakta duramıyor.

İşçilerin, emekçilerin yaşadıkları ise  istatistiklere sığmıyor. Kiralar, zorunlu giderler, geçim metalarının fiyatları gün be gün artıyor, buna karşın reel ücretler aynı oranda düşüyor. İşçiler, emekçiler geçinememe ve  barınamama sorunu gibi iki temel sorunla yüz yüze. Bu iki sorun Türkiye tarihinde savaş dönemlerinde bile hiç bu kadar can yakıcı olmamıştır. Ve bu iki temel sorun diğerleriyle birleşerek geleceksizlik sorununa dönüşüyor. Tersinden bunalım ne ölçüde derinleşiyorsa sermayenin karları, soygunları, yolsuzluklar o ölçüde büyüyor. Kısaca emek – sermaye çelişkisi  keskinleşiyor. Bu keskinleşmeyi artarak biriken öfkede görebiliyoruz. Ama bu öfke dışa taşmıyor, eyleme dönüşmüyorsa bunu üç nedenle açıklayabiliriz. Birincisi kitlelere uygulanan ekonomik ve politik şiddet ve bu şiddetin yol açtığı korkudur. Kredi kartları ve tüketici kredileriyle bankalara ipoteklenen kitlelerde  bu korkunun en etkili biçimi işsizliktir. İkincisi değişimin seçimle olacağı ve seçimin de kapıda olduğu beklentisidir. Bu burjuvazinin başarısıdır. Üçüncüsü kitlelerde hakim olan düzenin yıkılabileceği ve daha iyi bir yaşamın kurulabileceğine dair umutsuzluktur.  Bu da komünistlerin başarısızlığıdır.

Bugüne kadar bir çok kez tekrarladık, tekrarlamaya da devam edeceğiz. Lenin bundan 103 yıl önce Komünist Enternasyonal’in II. Kongresinde Komünistlere şöyle seslenmişti; “Bir yandan kitlelerin durumu çekilmez hale geldiyse; diğer yandan, … anlaşmazlıklar azınlıkta olan güçlü ülkeler arasında başlıyor ve büyüyorsa dünya ihtilalinin iki şartının olgunlaşmasıyla karşı karşıyayız.” Bugün dünyanın içinden geçtiği koşullar, Lenin’in sözünü ettiği koşullardır.  Dünya halkları, yedi milyar işçi ve emekçi, bolluk içinde derinleşen bir yoksulluğu yaşıyor. Çünkü yaşam araçları onları üretenlerin değil sermayenin elinde. Büyük devletler  arasındaki paylaşım savaşı ise bir kıvılcıma bakıyor. Ama bu nesnel koşullar kapitalizmi yıkmak için zorunlu olsa da yeterli değildir. Bunun için kitlelerin bağımsız eyleminde, “normal” koşullarda görülmeyen bir yükselişin olması, bu da yetmez kitlelerin eylemindeki bu yükselişi kapitalizme karşı yıkıcı bir sele dönüştürecek gerçekten komünist bir partiye ihtiyaç vardır. Başka türlü ekonomik ve siyasi bir kriz içinde olsa bile burjuva iktidar “düşürülmezse, kendiliğinden düşmeyecektir.”

“Kapitalizm dün olduğu gibi bugün ve gelecekte de, kendi işleyişi gereği toplumsal ilişkileri devrimcileştireceğine ve kitlelerin kendiliğinden eylemlerine zemin hazırlayacağına kuşku yoktur. Kuşku duyulmaması gereken diğer bir olgu da, kapitalizmin krizi ne ölçüde derinleşirse derinleşsin; kendiliğinden hareketler ne denli yaygın ve radikal olursa olsun; işçi sınıfının aktif çoğunluğunu etkileyen devrimci bir siyaset, devrimci bir örgüt ve eylem olmadığı sürece, kapitalist sistemin yıkılmasının mümkün olmadığıdır. Risklerin ve olanakların kesiştiği tarihin bu belirleyici kesitinde, sorunun cevabı devrimci örgüt ve devrimci hazırlıkta düğümleniyor.” Bu hazırlığın ilk adımı Marksizm- Leninizm ideolojik temelleri üzerinde, Leninci örgütsel ilkelere ve devrimci bir strateji ve taktiği dayalı sınıf partisinin, Komünist İşçi Partisi’nin kurulmasıdır.