Dünya Kapitalizminin “Altın Çocuğu” İsrail

Bugün dünya bir paylaşım savaşının içinden geçiyor.  Savaş bir kısım ülkede aktif olarak sürüyor. Birçok ülke ise savaşın öngününde. Savaş ocakları yeni ocakların eklenmesiyle  büyüyor.  Bütün ülkeler genel bir savaşın ayak seslerini duyuyor, savaşa hazırlanıyor. Bunu ülkelerin iç politikada aldıkları önlemler ve savaş harcamalarındaki astronomik artışlarda görebiliyoruz. Savaşa hazırlanan her ülkede savaş hali yasaları yürürlüğü sokuluyor. Devletlerin baskı ve ideolojik aygıtları ordular, polis örgütlenmesi, gizli servisler, yeniden organize ediliyor. Savaşta en çok ihtiyaç duyulan şöven milliyetçilik her fırsat kullanılarak köpürtülüyor. Kendi halkını savaşa hazırlamak için her devlet kendi düşmanını yaratıyor. Bu düşman üzerinden halklar savaş psikolojisi içine çekiliyor. Enformasyon yerini Dezenformasyona bırakıyor. Bütün bu çabalar analiz etme ve tepki verme yeteneğini yitirmiş güdümlü bir insan tipinin yaratılması içindir. Bugüne kadar alınan yol burjuvazinin bu alanda önemli bir başarı  sağladığını gösteriyor.

İşbası Gazetesi önceki sayılarında ABD hegemonyasının güç kaybettiği Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve Afrika’nın, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşının keskin alanlarından biri olduğu sıklıkla dile getirildi. ABD bu alanda güç kaybeden hegemonyasını İsrail’i güçlendirerek korumaya çalışıyor. 2011’den bu yana bu alanda önemli bir mesafe de kaydetti.  Ortadoğu’da İsrail’in karşısında yer alan Arap devletleri, Irak, Suriye ve Libya ABD, İngiltere ve Fransa’nın saldırılarıyla yerle bir edilerek birer güç olmaktan çıkartıldı. Mısır’dan sonra S. Arabistan, BAE, Bahreyn, Ürdün vb. Abraham anlaşmalarıyla İsrail’le normalleşme sürecine sokuldu. Ama bunlar bölgede ABD hegemonyasındaki gerilemeyi durdurmaya yetmedi. Çin’in bölge ülkeleriyle (S. Arabistan, Mısır, BAE, Suriye)  ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerinin gelişmesini önleyemedi. Afrika’da ise Çin’in etkisi giderek artıyor. Ukrayna’da NATO +Pasifik NATO ile savaş içinde olmasına rağmen Rusya’nın Afrika’daki etkinliğinde ciddi bir gerileme olmadı. Bu da paylaşım savaşının giderek büyüyeceğini gösteriyor.

7 Ekimde Hamas’ın saldırısıyla başlayan ve genel bir emperyalist savaşa dönüşme potansiyeli taşıyan Filistin İsrail savaşı ABD’nin hegemonya savaşının yeni bir evresidir.

Kapitalizmin tarihi sadece vahşi sömürü, baskı, zulüm ve savaşların tarihi değil, aynı zamanda halkların kıyımı, zorla asimilasyonu, ve soykırımı tarihidir. Bu tarih içinde pek çok halk, ulus devlet yaratma projelerine kurban edildi; soykırıma, asimilasyona uğratıldı. Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı bağımsızlık için mücadele eden pek çok halkın başına bombalar yağdırıldı. Siyasal bağımsızlığını kazanan pek çok devlet önce ekonomik, ardından politik baskılarla kapitalist bağımlılık zincirine vuruldu. Bu tablonun dışında kalan bir tek İsrail oldu. 1900’lerin başında önce ona devlet kuracakları bir yer tahsis edildi. Sonra cömert yardımlarla bir devlet kurmaları sağlandı. Peki neden? Bu 2745 yıl önce yurtlarından sürülen Yahudilerin,    gittikleri her yerde baskı ve ayrımcılığa uğramalarından duyulan bir vicdan azabı mıydı? Hiç sanmıyoruz. Çünkü kapitalizmin tarihi bunun tam tersini doğruluyor.  Bunun nedenini anlayabilmek için 1. Paylaşım savaşına bakmak yeterlidir. İlk kez bu savaşla birlikte petrolün kapitalizmin gelişmesinde belirleyici bir rol oynayacağı keşfedildi. Bu keşifle birlikte Ortadoğu’nun önemi de arttı. O tarihte dünya kapitalizminin hegemon gücü olan İngiltere Ortadoğu’yu denetlemek üzere güvenilir bir güce ihtiyaç duyuyordu. Bu görevi hala kapitalizmin öncesinde yaşayan geri Arapların göremeyeceği açıktı.  Bu gücün zaten bir devlet kurmak için yola çıkan fanatik Yahudiler olduğu keşfedildi. İngiltere bu keşfi o tarihteki dışişleri bakanı olan Balfour’a borçluydu.

1900’lerin başında bir kongre kararı olan İsrail devleti, 1. Paylaşım savaşından sonra İngiltere’nin girişimiyle elle tutulur bir projeye dönüştü. Bu proje 1917 – 1948 arasında Filistinlilerin yok edilmesi topraklarından sürülmesine bağlı olarak bir devlete dönüştü. O tarihten bu güne İsrail’in Araplara ve Filistinlilere yönelik baskı, savaş ve soykırımları sistematik bir biçimde sürdü. Filistinlilere yönelik katliam ve göçe dayalı yurtsuzlaştırma (etnik temizlik) her seferinde daha da yıkıcı oldu.

Dünya son iki aydır biri etnik temizlik, diğeri soykırımı da içeren etnik temizlik olmak üzere kapitalizmin iki vahşetine tanık oldu. Birincisi Dağlık Karabağ’da yaşanan etnik temizlik. Ağırlıklı olarak Ermenilerin yaşadığı Dağlık Karabağ Sovyetler birliği döneminde Azerbaycan içinde özerk bir bölgeydi. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Azerbaycan Dağlık Karabağ’ın özerkliğini iptal etti. Azerbaycan’ın bu hamlesine Ermeniler bağımsızlık ilanıyla cevap verdi Bu gelişmenin ardından Azerbaycan Dağlık Karabağ’a saldırdı. Rusya’nın araya girmesiyle ateşkes sağlandı. Savaş Azerbaycan’ın toprak kaybıyla sonuçlandı. İkinci Karabağ savaşında ise Azerbaycan İsrail ve Türkiye’nin askeri desteğiyle kaybettiği toprakların çoğunu geri aldı. Ateşkesten sonra Azerbaycan Dağlık Karabağ’a yönelik saldırılarını aralıklarla sürdürdü. Ermenistan ile Dağlık Karabağ arasında ilişkiyi sağlayan Laçin koridorunu kapattı. ( bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Söz ve Eylemin 15. sayısında bakılabilir.)

ABD ve İngiltere ve İsrail uzun bir süreden beri Rusya’nın Transkafkasya’daki etkisini kırmak, buradaki üç devletten, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’dan oluşan Rusya karşıtı bir cephe kurmak için yoğun bir çaba içindeydi.  Bu üç ülke ABD ve İngiltere tarafından adeta siyasi ve diplomatik baskı altına almıştı. Bu girişimin sonuca ulaşmasının en önemli engeli Azerbaycan’la Ermenistan arasında savaşa yol açan Dağlık Karabağ sorunuydu. Bu sorun halledilmeden Rusya’nın bölge üzerindeki nüfuzu kırılamazdı. Bunu sağlamanın tek yolu ise Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’dan vazgeçirilmesiydi. ABD ve İngiltere’nin baskısıyla yaklaşık üç ay önce Ermenistan Başbakanı Paşinyan yaptığı açıklamayla Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan toprağı olduğunu kabul etti. Bu ilk adımdı. Bunu İsrail’den aldığı askeri destekle, Azerbaycan’ın 19 Eylül’de Dağlık Karabağ’ saldırısı izledi. Karabağ 24 saat boyunca bombalandı. Ukrayna savaşına odaklanan Rusya, Azerbaycan’ı karşıya almamaya özen göstererek ateşkesin sağlanmasında arabulucu oldu.    İlk aşamada Karabağ’daki 120 bin bin Ermeni’nin 70 bini topraklarını terk ketti. Göç devam ediyor. Paşinyan’ın etnik temizliğin ardından yaptığı Rusya’yı suçlayıcı açıklamalar ABD, İngiltere ve İsrail’in en azından bu aşamada istediğini aldığını kanıtlıyor.

Dağlık Karabağ Cumhuriyeti başbakanı yaptığı açıklamada 1 Ocak 2024’e kadar cumhuriyetin tasfiye edileceğini açıkladı. Yaşanan bu etnik temizliği dünya sessizce izledi. Kapitalist devletlerden bir karşı duruş zaten beklenemezdi. Yaralayıcı olan dünya halklarındaki sessizlikti. Bu kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kendi insan tipini yarattığının son işaretlerinden biri oldu.

Filistin’de etnik temizliği de içeren ikinci soykırım girişimi 7 Ekim’de başladı. 7 Ekim’de Hamas Gazze’den İsrail’le karşı roket saldırısı düzenledi. Bu saldırıyla birlikte Hamas güçleri İsrail topraklarına girerek 28 yerleşim birimine saldırdılar. Bir askeri üssü ele geçirdiler. Girdikleri bu yerlerde biri üst düzey subay olmak üzere 100’ün üzerinde İsrailliyi rehin aldılar. Tüm bunlar uluslararası basında gizlendi, gazeteciler kendilerine oto sansür uyguladılar ya da hiçbir gazeteci bunları görüntülemeye cesaret edemedi. Basına servis edilen ise bir tek baskın sırasında 260 kişinin öldürüldüğü söylenen Supernova Festivalinde yaşananlar oldu. Festivalde yaşananlar canlı yayınla dünya basınına servis edildi. Bu görüntüler İsrail’in Filistin halkına karşı uygulamaya koyacağı soykırımı örten bir şal görevi görecekti.

Hamas’ın “beklenmeyen” baskınıyla ilgili birçok senaryo ileri sürüldü. Bunlardan biri İsrail’in tıpkı ABD’nin 2. Paylaşım savaşında Pearl Harbour’da yaptığı gibi, Hamas’ın baskın hazırlığını bildiği halde saldırı sonrası girişeceği soykırıma gerekçe olması için bu saldırıya izin verdiğiydi. Bu tezin doğruluğunu destekleyen birden çok bulgu var. Her şeyden önce İsrail abluka altında tuttuğu Gazze’nin deyim yerindeyse her bir santimetre karesini izliyor. Gazze’de Hamas üyelerinden kat kat fazla MOSSAD ajanının olduğu başka bir gerçek. Saldırı öncesinde Hamas liderlerinin Lübnan’da Hizbullah ve İran yetkilileriyle defalarca görüştüğü de biliniyordu.  Ayrıca saldırıdan hemen sonra Mısır istihbarat yetkilisi yaptığı açıklamada İsrail’i uyardıklarını söyledi. Açıklama, baskı yapılmış olmalı ki, bir gün sonra Mısır dışişleri tarafından yalanlandı. Bütün bunlar İsrail’in Gazze’deki saldırı hazırlığından haberdar olduğunu kanıtlıyor.  Ancak İsrail’in hesap edemediği saldırının zamanlamasıydı. Öyle anlaşılıyor ki, Hamas saldırısı İsrail’in beklemediği bir anda ve iyi organize olarak gerçekleşti. Saldırı sırasında ortaya çıkan güvenlik açıkları ve kara saldırısının sürekli ertelenmesi İsrail’in hazırlıksız yakalandığını gösteriyor.

İsrail’in Filistin’e saldırmak için bir gerekçeye ihtiyaç duyduğundan hareketle yapılan Pearl Harbour benzetmesi daha çok bir zorlama olarak görünüyor.  İsrail bugüne kadar Filistin’e, Batı Şeria ve Gazze’ye yüzlerce kez saldırı düzenledi. Bu saldırılara bir gerekçe bulmaya gerek duymadı.  Çünkü İsrail için Filistinlilerin varlığı zaten bir saldırı gerekçesidir. Bu durum İsrail’in Hamas saldırısını Filistin halkına yönelik yeni bir soykırım için bir fırsat olarak değerlendirdiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

Ancak bugünkü soykırım saldırısı daha öncekilerden iki noktada farklıdır, birincisi, İsrail bir soykırım planlıyordu, bunun için kapitalist dünya devletlerinin ya açık ya da timsah gözyaşları dökerek kendinden yana olacağından emindi. Ama hükümetlere rağmen dünya halklarından tepki gelebilirdi, bu tepkileri en aza indirmek gerekiyordu.  Tepkilerin büyümesi hükümetleri zorlayabilirdi.  Gerçi Kapitalist devletler, halkların uzun bir süredir terörizm umacısıyla düşünme ve tepki verme sistemlerini allak bullak ettiklerinden emindi, dezenformasyon aygıtları da görev başındaydı, ama yine de güçlü bir tepki ihtimali yok sayılamazdı.

İkincisi ise İsrail halkının neredeyse yarısı hükümet karşıtı eylemleriyle Ocak 1923 den beri sokaklardaydı. Muhalifleri kendi yanına çekebilmek için İsrail hükümetinin güçlü bir inandırıcıya ihtiyacı vardı ve festival baskını sırasında olanlar bunu fazlasıyla sağlayabilirdi. Öyle de oldu. Sokaklar boşaldı, hükümeti protesto edenlerin önemli bir kısmı savaş tamtamlarına esir oldu. Saldırının hemen ardından İsrail’in aldığı önlemler; savaş hükümeti kurulması,  330 bin yedeğin silahaltına alınması, savaşla ilgili tüm sınırlamaların kaldırılması Filistin’e karşı bir soykırıma dönüştürüleceğini gösteriyor.

Filistinli Örgütlerin saldırısı karşısında dünya burjuva basını klasik silahına sarıldı. Filistin kurtuluşu için mücadele eden örgütler terör örgütleri, İsrail’e yönelik saldırı da terörizm olarak damgalandı. Bu yeni bir şey değildi, Filistin mücadelesi başından beri terörizmle damgalanmıştı. Bu tür damgalanma İsrail’i haklı çıkarmanın alışılmış yöntemiydi. Dünya sosyalist basını da benzer bir tutum takındı. Bu da yeni değildi. FKÖ’nün İsrail’le girdiği uzlaşmadan bu yana kimi sosyalist çevreler terörizm suçlamasını silahlı mücadeleyi reddetmenin bir aracı olarak kullanmaya başlamıştı. Bu sosyalist çevreler sivillere yönelik saldırılarının İsrail’in saldırısına bir gerekçe oluşturduğu, Filistin’li örgütlerin İsrail’in gücünü hesaba katmadan giriştikleri bu saldırının İsrail soykırımına zemin hazırladığını ileri sürdüler. Niyetler farklı olsa da sonuç aynı kapıya çıkıyor; Filistin halkına barışçı olmayan bir mücadelede kendisini “barışçı” yöntemlerle sınırlayarak süreç içinde yok olma seçeneği sunuluyor.

Filistin’li Örgütler ani saldırılarıyla İsrail’in Filistin Halkına dayattığı “barış içinde yok olma” planını bozdu.  Saldırı öncesi gelişmeler bu planı deşifre ediyor. Gazze uzun bir süreden beri İsrail’in kuşatması altındaydı ve kuşatma her geçen gün biraz daha daraltılıyordu. Gazze’de yaşayan Filistinlilerin nasıl yaşayacaklarına, ne yiyip ne içeceklerine İsrail karar veriyordu. Batı Şeria’daki durum da bundan farklı değildi; FKÖ ile imzalanan Oslo anlaşmalarının bir cümlesine bile uyulmadı, ortadan kaldırılacağı söylenen Yahudi yerleşim yerleri yasallaştırıldı, İsrail devleti ve Yahudi yerleşimciler, deyim yerindeyse her gün Filistin topraklarından bir metre karesini direnenleri korkutarak, öldürerek işgal etmeye devam etti. Müslümanların kutsal mekânlarına saldırılar düzenlendi. Kudüs İsrail’in başkenti olarak ilan edildi, Doğu Kudüs’te yaşayanlar sürüldü, sürülüyor. Filistin halkının barışçı protestoları dahi kanla bastırıldı, bastırılıyor.  Abraham anlaşmalarıyla İsrail’in Arap devletleri üzerindeki hegemonyası pekiştirilerek Filistin halkının izolasyonu süreci derinleştirildi. Bütün bunlar Filistin halkında geleceğe dair beklentileri yok etti. Filistin halkına adım adım yok olma dayatıldı. Filistinli örgütlere, Filistin halkına savaşma dışında başka bir seçenek bırakılmadı.

Filistinli örgütlerin İsrail’e karşı saldırısında en büyük kafa karışıklığına yol açan olgulardan bir diğeri de saldırının Hamas liderliğinde yürütülmesidir. Bu durum Hamas’ın sahip olduğu ideoloji ve kullandığı yöntemler nedeniyle sosyalist çevrelerde de ciddi bir kafa karışıklığına yol açtı. Filistinli örgütlerin İsrail’e saldırılarında kullandığı yöntemlerin doğruluğu veya yanlışlığı tartışılabilir olsa da bu tartıma, Filistin halkının mücadelesinin haklılığını ortadan kaldıramaz.  Elbette savaşın amacıyla kullanılan yöntemler arasında bir uyum olmalıdır. Bu uyumu sağlayan örgütlerin sahip oldukları ideolojidir. Bugün Filistin mücadelesinde Gazze’de Hamas ve Batı Şeria’da El Fetih olmak üzere iki örgüt öne çıkıyor. İsrail’i tanımayan Hamas İslami bağımsız bir Filistin’i savunurken, El Fetih ise İsrail’le uzlaşma halinde bir Filistin devletini savunuyor. El Fetih’in liberal burjuva bir Filistin devleti karşısında Hamas’ın dinci gerici bir Filistin devletini savunmuş olması yürütülen mücadelenin haklılığını yadsımanın bir gerekçesi olamaz.  Hamas ve benzeri örgütlerin kullandıkları yöntemler (sivillerin bombalanması, intihar saldırıları vb.) bu örgütlerin sahip olduğu ideolojinin bir yansımasıdır. Ancak kullanılan yöntemler, yürütülmekte olan savaşın haklı bir savaş olduğu gerçeğini değiştirmez. Hatırlatmak gerekiyor; İsrail dünyanın en dinci devletlerinden biri olduğu halde, bugüne kadar hiçbir sosyalist parti ya da örgüt dinci olduğu için İsrail’in bağımsız bir devlet olmasına karşı çıkmamıştır.

İsrail’in Filistin halkına karşı uyguladığı etnik temizlik ve soykırım bugüne kadar olduğu gibi bugün de birkaç devlet hariç tüm kapitalist dünya tarafından açık ya da örtülü desteklenmektedir. İsrail savaşın ilk haftasında Gazze’ye kişi başına 2,5 kg düşecek ölçüde bomba yağdırdı. Doğrudan sivilleri hedef alan beyaz fosfor bombası kullandı. Hastaneleri, okulları, mülteci kamplarını, göçmen konvoylarını bombaladı.  Filistin Halkı iki seçenekle, ya ölüm(soykırım) ya Filistin’i terk etme (etnik temizlik) ile karşı karşıya bırakıldı. Birkaçı dışında tüm kapitalist dünya bu katliama karşı ciddi bir tepki vermedi. Bazı devletler İsrail’in saldırılarını durdurması için sosyal medyadan çağrı yapan insanları fişledi, işten atılanlar, futbol takımlarından kovulanlar oldu vb.

Çünkü İsrail Kapitalizmin “altın çocuğudur” onun vasıtasıyla kuruldu, Filistin halkına karşı hangi yöntemle saldırırsa saldırsın onun tarafından korunuyor ve teşvik ediliyor. İsrail en büyük desteği bugüne kadar olduğu gibi ABD ve İngiltere’den görüyor. Daha saldırının ilk günü ABD bölgeye bir uçak gemisini gönderdi. ABD’yi İngiltere izledi savaş gemilerini Doğu Akdeniz’e sevk etti. ABD birincinin ardından ikinci uçak gemisini de bölgeye gönderdi. Bununla yetinmeyerek 2500 özel eğitimli ABD askeri İsrail’e yerleşti.

ABD ve İngiltere’nin bölgedeki bu yığınağının amaçlarından biri şüphesiz İsrail’in güvenliğini sağlamak, İran’ın savaşa katılmasını önlemektir. Daha savaşın başladığı ilk gün hem ABD hem de İsrail’den yapılan, Hamas’ın saldırısının arkasında İran’ın olduğuna dair bir işarete sahip olmadıkları açıklaması İran’ı savaşın dışında tutulmak isteğini gösteriyor. ABD Genelkurmay başkanı “güç pozisyonumuz sadece İsrail’i desteklemek değil, aynı zamanda İsrail’le Hamas arasındaki çatışmada diğer güçleri caydırma amacına” yönelik olduğu açıklamasını yapsa da, ABD’nin bölgede bu ölçüde yığınak yapması İran’ı savaş dışına tutmanın ötesinde bir amaca sahiptir. ABD, İsrail ile Arap ülkeleri arasında “normalleşme” sürecini başlatmış olsa da,  bir süreden beri Ortadoğu ve Afrika’da bir güç kaybı yaşıyor. Aynı anlama gelmek üzere bu bölgede Rusya ve Çin’in etki alanı genişliyor. Özellikle Çin’in Afrika’da artan etkisi ve Arap ülkeleri ile olan ilişkilerin güçlenmesi ABD’nin bölge üzerindeki hegemonyası için ciddi bir tehdit oluşturuyor.

Filistin İsrail savaşının Arap ülkeleri ile ABD ve İsrail arasındaki ilişkilerde yol açacağı yeni kırılmalar bu tehdidi daha da büyütüyor. Arap ülkelerinden İsrail’e karşı henüz ciddi bir karşı çıkış olmasa da savaşın seyrine bağlı olarak bu durumun değişmesi muhtemeldir. Suudi Arabistan’ın “normalleşme” sürecini askıya alması bunun ilk belirtisidir. ABD’nin bölgedeki deniz hava ve kara yığınağı esas olarak hegemonyasında açılması muhtemel gedikleri kapamaya yönelik uzun vadeli bir önlemdir. Bu durum savaşın kısa vadede bitmeyeceğini ve büyüme ihtimalini barındırıyor. Nitekim Hamas’ın saldırısından sonra İsrail’in “Ortadoğu’da sınırların değişeceğini açıklaması, Hizbullah’ın Gazze’ye kara harekâtını savaş nedeni sayması ve İran’ın Hizbullah’a karşı bir saldırıya sessiz kalmayacağını ilan etmesi savaşın büyümesini bir ihtimal olmaktan çıkarmaktadır. Bu durumun Rusya ve Çin’in bugüne kadarki konumlarında bir değişime yol açması kaçınılmazdır. Nitekim Putin, ABD uçak gemilerinin Rus füzelerinin hedefi içinde bulunduğunu hatırlatarak bu konum değişikliğinin ilk işaretini verdi.

Savaşın bundan sonra nasıl bir seyir izleyeceğini İsrail bombaları değil, Filistin Halkının iradesi belirleyecektir. İsrail bu iradeyi kırmak için sadece Filistin’i bombalamakla yetinmiyor. Filistin halkını Gazze ve Batı Şeria’dan çıkarmak için her yolu deniyor. İsrail Cumhurbaşkanı, Gazze’de yaşayanların tümünün savaştan sorumlu olduğunu söyledi. Bu soykırımın somut bir itirafıdır. İsrail’in başlangıçtan bu güne Filistin’de uyguladığı plan soykırım ve etnik temizliğe dayanıyor. Şimdi ise bu plan hiçbir kurala bağlı olmadan uygulanıyor. İsrail ölüm makinesi kadın çocuk demeden ölüm saçıyor. Öldürülemeyip sağ kalanlar Gazze’den sürülmeye çalışılıyor. Acımasız yöntemler kullanılıyor, üzerinde bombalar yağdırılan Filistin halkı aç ve susuz bırakılarak Gazze’yi terk etmeye zorlanıyor. Dünya sessiz. Gazze’den kovulanlara Mısır’ın toprağı ve Katarın parasıyla yeni yerleşim yerlerinde yeni soykırımlar vaat ediliyor. Türkiye her zamanki gibi bağırıp çağırarak İsrail’in yanında konumlanıyor. Erdoğan ABD’ye atıp tutarak öldürülen, topraklarından edilen Filistin halkı üzerinden kendi kitlesini konsolide ediyor.

Filistin halkı kendi geleceğinin Gazze’yi, Filistin’i terk etmekte değil, Filistin’e sahip çıkmakta olduğunu bugün dünden daha çok kavramış durumda, Filistin’i terk etmeyi reddediyor. Bunun daha çok ölüm daha çok acı anlamına geldiğini biliyor, ama savaşın nihai sonucunu kendi iradesinin belirleyeceğini de biliyor.