Deprem ve Gerçekler

Doğal felaketlerin yol açtığı yıkımlar bu felaketlerin gerçekleştiği ülkedeki sermaye birikimi  koşullardan ayrı olarak değerlendirilemez. Bu koşullar yıkımın boyutlarını, doğal afetin oluşmasından sonra değil,  öncesinden belirler. Sermaye birikiminin temelinin artı-değer üretimi olduğunu biliyoruz. Gelişmiş kapitalist ülkelerde sermaye birikimi esas olarak artı-değerin sızdırılmasına dayanır. Bu ülkelerde emlak rantı günümüzde sermaye birikiminde önemli bir yer tutmadığı için doğal afetlerde yıkıcı sonuçlara yol açmıyor. Türkiye gibi sermaye birikiminin yetersiz olduğu ülkelerde sermaye birikimi sadece doğrudan artı değere el konulmasıyla büyümez. Türkiye’de sermaye birikiminin artı değer dışında üç önemli kaynağı vardır. Bunlardan birincisi, azınlık olarak nitelenen halkların (Ermeniler, Pontuslar) taşınır taşınmaz mallarına el konulmasıdır. İlkel sermaye birikiminin önemli kaynaklarından biri olan bu el koymalar Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca sürmüştür. Son dönemlerde bu süreç burjuvazinin bir kesiminin mal varlıklarına el koyma biçiminde sürmektedir.  İkinci önemli kaynak emlak rantıdır. Bu rant kapitalizm geliştikçe ve şehirleşme düzeyi arttıkça büyümekte, sermaye birikiminin önemli bir kaynağına dönüşmektedir. Üçüncüsü, aşırı kara dayalı devlet ihaleleridir. Devlet ihale sistemi ile bir yandan sermaye birikimi desteklenirken, buna eşlik eden yolsuzluklarla kârı hem büyütmekte hem de kârın bölüşümünü sağlamaktadır.

Kapitalizmin ilk gelişme dönemlerinde, örneğin İngiltere’de, burjuvalar işçi sınıfından daha fazla artı değer sızdırmak için fabrikaların çeperinde derme çatma evler yapıp işçilere kiralarlardı. Hatta işçilere verdikleri asgari yaşam ücretlerini geri almak için yine aynı çeperlerde alış veriş dükkânları kurarlardı. Bu yöntemle, işçinin işgününün daha fazlasını burjuvaziye, daha azını kendine ayırarak ve bir sonraki güne dinlenerek tekrar aynı etkinlikte çalışması sağlanırdı. Bu sistem zaman içinde, bir yandan  işçi sınıfının mücadelesiyle diğer yandan sömürgelerden elde edilen aşırı kârlarla bir değişime uğradı.

Türkiye’de 60’lı yıllarda sanayi gelişmenin hızlanmasıyla birlikte sanayinin ihtiyaç duyduğu işgücü esas olarak köyden kente göçle karşılandı. Bu yeni işçiler fabrika çeperlerindeki devlet arazilerinde, yardımlaşmayla derme çatma evlerle kurdular. Gecekondu mahalleleri böyle oluştu. Süreç içinde bu tek katlı derme çatma evler büyütüldü, ikinci nesil işçilerle birlikte tek katlı kondulara ikinci, üçüncü katlar ilave edildi. Bu mahalleler yeni fabrikaların kurulmasıyla kent içinde yaygınlaştı. Başlangıçta devlet ve sermaye kendine hiçbir maliyeti olmayan ve ucuz işgücünü bir nevi garantileyen bu gecekondulaşmayı özendirdi. Zamanla sermaye için başka bedelleri ortaya çıktı. Gecekondularla çevrelenmiş fabrikalarda grevler, kadınların ve çocukların katılımıyla tüm mahallenin grevlerine dönüştü. Burjuvazi 1980 darbesi sonrasında bu sorunu çözmenin ilk adımlarını attı. Fabrikalar şehir merkezlerinin dışına taşındı.  Bu eski yerleşim alanlarının yeni şehir merkezleri haline gelmesi ve bunun sağlayacağı aşırı rantlar gecekonduların da şehir dışına atılmasını gerektiriyordu.  Bunun için gecekondulara geçici tapular verildi. Bu tapular gecekonduları şehir dışına atmak için sahiplerine verilen bir rüşvetti. Ancak bu yeterli değildi. Kentsel dönüşüm planları devreye sokuldu. İşe en yüksek rant getiren mahallelerin yıkılmasına başlanması kentsel dönüşümün amacını ortaya koyuyordu. Gecekonduların yerini kaliteli ve aşırı karlı yüksek yapılar aldı.

Fabrikaların şehir dışına taşınması ile bu fabrikaların çevresinde yeni yerleşim alanları kurulmaya başlandı. Ama bu kez kurulan yeni yerleşimlerdeki konutlar ilk baştaki gibi devlet arazisine kurulmadı. Bu yerleşimlerde işçiler konut sahibi olabilme olanaklarına sahipti. Bunun neredeyse tek yolu ise işçilerin bankalara ipoteklenmesiydi. Bu yeni yerleşimler eskileri gibi derme çatma da değildi, derme çatma olan mühendislik hizmetleri, (zemin etütleri, deprem hesapları olmayan statik projeler vb.) kalitesiz malzemeler ve denetimsizlikti. Bu yöntemlerle dün ve bugün yaşanan katliamların zemini yaratıldı. Yer kabuğunun kırılması -yani deprem- insan iradesinden bağımsız, doğal bir olaydır. Ama yıkan ve öldüren, yanı katliamı gerçekleştiren sermayenin devletidir.

Bu son depremde öne çıkan bazı olgulara değinmek gerekiyor. Bunlardan birincisi, yardımlaşma ve dayanışmadır. İnsanların zor durumda kalan insanlara maddi ve manevi yardımda bulunmaları son derece insanidir. Bu insani durumun afetlerde yaygınlaşarak en tepe noktaya çıkması da anlaşılırdır. Maddi ve manevi yardımlarıyla, zor durumda kalanların acılarını bir nebze olsun sağaltmaya çalışırlar. Son depremde insanlar, yardımlaşmanın en iyi örneklerini ortaya koydular. Enkaz altında kalan yakınlarını çıkarıp almak için yeterli bir yardımda bulunma olanaklarına sahip olmasalar da onların yanında onlarla birlikte ellerinden geleni yaptılar. Onlara bıkmadan usanmadan yiyecek ve giyecek taşıdılar. Hiç bir şey yapamazsalar da onlarla birlikte onların acılarını paylaştılar. Kısaca yardımlaşma adına ne yapılması gerekiyorsa yaptılar.

Dayanışma ise yardımlaşmadan çok farklı olarak mücadeleye ilişkindir. İnsanlar zor durumda olan insanlarla yardımlaşırken, karşılaştıkları bir haksızlığa, baskıya vb. karşı mücadele edenlerle dayanışırlar. Bu yüzden dayanışma sınıf mücadelesiyle, işçi sınıfıyla bağlantılıdır. Yardımlaşma için hümanist duygulara sahip olmak yeterliyken, dayanışma için bundan çok daha fazlası, sömürüye, haksızlığa, yoksulluğa, devlet ve sermaye baskısına karşı olmak, sosyalist- komünist olmak gerekiyor. Ne yazık ki birçok sosyalist parti ve örgüt yaptıkları yardımlaşmayı dayanışma olarak adlandırarak bu iki kavram arasındaki sınıfsal farkı silikleştirmeye çalıştılar. Yaptıkları işi önemli kılmak adına kendilerini sıradanlaştırdılar.

Bir diğer yanılsama devletin deprem bölgesine geç müdahalesini anlatan ‘’devlet nerede?’’ serzenişidir.  Bu, devletin sınıf niteliğiyle ilgili yanılsamanın halktaki tipik bir tezahürüdür. Yanılsamanın kaynağı sermayenin işçi ve emekçiler üzerindeki sınıf egemenliği olan devletin kendisini genelleştirerek, halkın karşısında tüm sınıfların temsilcisi olarak çıkmasıdır. Devletin yaraları saracağı beklentisi bu genellemeye dayalı bir yanılsamadır. Deprem bölgesine yönelik devletin -sosyalistlerin deyimiyle saray rejiminin- geç müdahalesinden yakınan sadece depremzedeler değil birçok sosyalist parti ve grup da ordunun sahaya geç inmesi, madencilerin bölgeye zamanında gönderilmemesi vb. dile getirdi. Devlet,  “ondan beklendiği gibi”  polisiyle ve ordusuyla zamanında bölgeye intikal etseydi devlet görevini yapmış ve katliam, katliam olmaktan mı çıkacaktı? ‘’Devlet nerede?’’ serzenişi bugüne, bu depreme özgü değildir. Her depremde, her selde, her heyelanda, kısaca her doğal afette bu serzeniş dile getiriliyor. ‘’Devlet nerede?’’ diye serzenişte bulunanların -buna kendilerine sosyalist diyenlerde dâhil- kavrayamadığı gerçek; devletin hep orada olduğu, görevini yaptığıdır.  Serzenişin tersine devlet deprem öncesinde de sonrasında da hep oradaydı. Deprem bölgesine geç intikal nedeniyle saray rejiminin, devletin enkaz altında kaldığını iddia edenler -bu iddia kendini sosyalist, devrimci olarak tanımlayanlara ait- örtüyü kaldırdıklarında enkazın altında “saray rejimini’’ değil kendilerini görecekler.

Devletin,  depremin altında kaldığını savunmak gerçeklerle alay etmektir. Bugüne kadar sermaye ve onun devleti ister insan yapımı olsun isterse doğal her afetten, her kaostan karlarını büyüterek çıkmıştır, çıkmaktadır.  Depremin ardından borsada çimento hisseleri birçok kez tavan yaptı, inşaat malzemeleri, konut fiyatları ve kiralar yükseldi. Depremin hemen sonrasında açılan bağış kampanyasında toplandığı söylenen 115 milyar liranın 89 milyarı halktan toplandı. Sermayeden toplanan 26 milyarlık kısmı ise firmaların ödediği vergilerden düşüleceği açıklandı. Yani yardımların tümü ya doğrudan ya da vergi yoluyla halktan toplandı. Bir yardım kuruluşu olduğu iddia edilen Kızılay; çadır, konteyner, yiyecek ve giyecek metalarını yüksek fiyatlara satarak kârlarına kâr kattı. Firmalar depremi bir reklam malzemesi olarak kullandı. Tarikatlar da boş durmadı, “kimsesiz’’ çocukları sahiplenerek, “kimsesiz” genç kızlarla evlenmeyi caiz kılarak selden kütük kapmak için kolları sıvadı.  Depremin hemen sonrasında depremi kâra tahvil eden bu liste daha da uzatılabilir.  Depremde burjuva propaganda makinesi de boş durmadı. Medyada “mucize” kurtarış ayinleri düzenlendi. Siyasi partilerin, demokratik kitle örgütlerinin, AKP’ye muhalif belediyelerin topladığı yardımların logoları değiştirildi. Pervasızlık bununla da kalmadı, yabancı yardım timlerinin faaliyetleri AFAD’a yazıldı. Aç, susuz insanların dükkanlardan yiyecek ve içecek maddesi almaları yağma olarak damgalandı. Bizzat depremi yaşayan Suriye uyruklular, yağma yapmakla suçlandı. Bu provokasyon yağma yapan bir polisin yakalanmasıyla boşa çıktı.

Şimdi ise sırada daha büyük kârlar var. Hükümet alelacele depremde konutları yıkılanlar için yüzbinlerce konut yapılacağını açıkladı. Ardından ihaleler birbirini izledi. Yıkımlar, molozların kaldırılması ve yeni konutların yapımı; bilinen müteahhitler arasında paylaşıldı. Rantın daha büyük kısmını ise, şehir ve kasaba merkezlerine el konulması ve buralara yüksek rantlı konutların yapılması oluşturuyor. Kısacası deprem büyüklüğü ve yaygınlığı oranında sermayeye yeni ve büyük karlar vadediyor. Yanı depremin altında kalan sermaye (devlet) değil, tersine deprem sermaye için “Allah’ın ikinci lütfudur”

İnşaat sektörü, Türk ekonomisinin dört motor sektörü ( otomotiv, tekstil, turizm) içinde en yüksek kar vadeden sektörüdür.  Bu sektörün dayandığı emlak rantı sermaye birikiminin olduğu kadar, rüşvet ve yolsuzlukların da önemli kaynaklarından biridir. Bu değişmediği müddetçe ki -bunun değişmesi sermaye egemenliğinin yıkılmasıyla mümkündür- devlet, doğal afetlerden, rant ve katliam üretmeye devam edecektir.