Çözüm mü, Tasfiye mi ?

Kürt Özgürlük Hareketi ile TC arasında daha önce Oslo’da yürütülen görüşmelerin kesintiye uğramasının ardından Türkiye’de ve bölgede önemli gelişmeler yaşandı.

2011 seçimlerine BDP çatısı altında Kürt ulusal birliğini gerçekleştirerek giren Kürt Özgürlük Hareketi, seçimden güçlenerek çıktı. Seçim sonrası dönemde de artan saldırılar, operasyonlar ve tutuklamalara rağmen güçlenmesini sürdürdü.

Öte yandan bu süre içinde bölgede önemli değişiklikler meydana geldi. Türkiye, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da sürmekte olan emperyalist paylaşım savaşında ABD, İngiltere, İsrail ittifakı adına önemli görevler üstlendi. Libya’nın paylaşımıyla hızlanan süreçte NATO’nun merkez üssü İzmir’e taşındı. Bu gelişme Türkiye’nin, bölgede genişleyerek sürmekte olan paylaşımda önemli roller üstleneceğinin de işareti oldu. Libya’nın paylaşılmasını, aynı yöntemlerle – iç savaşın, paylaşımın bir aracı olarak kullanılması – Suriye’nin paylaşılması izledi.

Libya’nın paylaşımına bir ölçüde zorlamayla da olsa dahil olan Türkiye, Suriye’nin paylaşımında, Suriye’ye karşı yürütülecek müdahalede, bu müdahaleyi Kürt halkına karşı yeni bir soykırıma dönüştürebilme hevesiyle, gönüllü olarak yer aldı.

Suriye’de başlatılan iç savaşa Türkiye, sadece muhaliflere üs sağlayarak, onları silahlandırıp eğiterek katılmakla kalmadı; bizzat iç savaşın örgütlenmesi ve emperyalist müdahaleyle tamamlanmasında rol üstlendi. Türkiye’nin üstlendiği bu rol, Arap sermayesinin Türkiye’ye akışıyla ödüllendirildi.

Suriye’de öngörülen emperyalist müdahalenin, emperyalist güç odakları arasındaki güç dengelerine takılması, burjuvazinin hevesini kursağına tıkadı. Burjuvazinin beklentisinin aksine, Türkiye’nin hem bölgedeki hem de Kürt Özgürlük Mücadelesindeki konumu ciddi biçimde sarsıldı. Bu koşullarda Türkiye, emperyalist güç dengelerine takılan müdahaleyi bir an önce gerçekleştirebilmek için tarihsel refleksini harekete geçirerek provokasyonlara başvurdu. Suriye’deki iç savaşta aktif bir rol üstlenen MİT mensuplarının, askeri havaalanına sızmaya çalışan pilotların yakalandığı ve Suriyeli muhaliflerle değiş tokuş edildiği, uluslararası basında -özellikle Rus ve Çin basınında- yer aldı. Provokasyonlar zinciri Suriye hava sahasını ihlal eden Türk uçağının düşürülmesi, Adıyaman’da Suriye’ye gönderilmek üzere hazırlanan el bombalarının patlaması, Suriyeli muhaliflerin Türkiye’de gerçekleştirdikleri canlı bomba hazırlıklarının deşifre olmasıyla devam etti.

Türkiye’nin Kürt halkına karşı yeni bir soykırıma dönüştürmek amacıyla Suriye’ye karşı emperyalist müdahaleyi başlatmak üzere giriştiği bildiğimiz ve bilmediğimiz provokasyonlar, bugüne kadar emperyalist bir müdahaleyi başlatmaya yetmediyse de, bu süreç içinde Türkiye, bölgedeki emperyalist müdahalenin üssü olarak örgütlendi. NATO’nun operasyonel üssünün Türkiye’ye taşınmasının ardından güneyde ABD  “operasyonel merkezi”  kuruldu, erken uyarı radar sistemi Malatya’ya ve bu sistemin uzantısı olan Patriot füzeleri K.Maraş, Adana ve G.Antep’e konuşlandırıldı. Patriotlarla birlikte, ABD, Almanya ve Hollanda askerleri ülkeye yerleşti.

Burjuvazinin Suriye’ye karşı emperyalist müdahaleyi Kürt halkına karşı bir soykırıma dönüştürmek amacıyla girdiği süreç, beklenenin tam tersi sonuçlar doğurdu. Kürt Özgürlük Mücadelesi güç kaybetmek bir yana, kazandığı yeni mevziler ve özellikle Suriye Kürdistan’ında ulaştığı yeni konumla daha da güçlendi.

Burjuvaziyi zor duruma düşüren bu gelişmelere, içeride kritik bir süreç eşlik ediyor. Bugüne kadar ekonominin cari açık sorununun çözümünde önemli bir işlev gören uluslararası sermayenin, özellikle Arap sermayesinin Türkiye’ye akışındaki yavaşlama, kriz koşullarında ekonomide lokomotif görevi gören otomotiv sektöründen sonra inşaat sektöründeki gerileme, bunlara ek olarak siyasal alanda öngörülen değişim, başkanlık sistemi, yeni anayasa yapımı ve Türkiye’nin üçlü ( yerel – cumhurbaşkanlığı – genel seçim) seçim sürecine girmesi, burjuvazinin Kürt sorununda neden bir strateji değişikliğine gitmek zorunda kaldığını açıklıyor. Kesintiye uğrayan Oslo sürecinin “barışçı çözüm” ya da müzakere adı altında yeniden gündeme getirilmesi, tümüyle bu iç ve dış etmenlerdeki değişimle bağlantılıdır.

Ancak gelişmeler “çözüm” olarak adlandırılan sürecin, zaman kazanma ve Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye süreci olduğunu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde gösteriyor.

Her şeyden önce, ulusal kurtuluş mücadelelerine, devrimci hareketlere emperyalist güçlerin gözetimi ve denetimi altında dayatılan, “Oslo Çözümü”nün bir tasfiye süreci olduğu, bu sürece katılan güçlerin hemen tümünün tasfiyesiyle sonuçlandığı siyasi pratik bakımından sabittir.

Bugüne kadar Oslo’da çözülen hiçbir süreç, halklara barış getirmemiş; tersine, halkların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi iradesini yok ederek, onları emperyalist kölelik zincirine bağlamıştır. Filistin halkının ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün “Oslo çözümü” ile içine itildiği süreç, bu durumun en açık ve en dramatik örneğidir.

Filistin halkı ile Kürt halkı, sadece aynı bölgenin halkları değil, aynı zamanda aynı statüye mahkûm edilmiş, kendi topraklarında kendi kaderlerini belirleme hakları gasp edilmiş halklardır. Bu bakımdan Filistin halkının yaşadıkları ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün adım adım nasıl tasfiye edildiği, Kürt halkı ve Kürt Özgürlük Hareketi açısından dikkate alınması gereken önemli bir deneyimdir. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün efsanevi gerilla liderlerinden Leyla Halıd’ın İstanbul’da katıldığı bir konferansta söyledikleri, Oslo sürecini yaşamış bir hareketin acı tecrübesi ve uyarısıdır. “Barış sürecine, müzakerelerle barışa ulaşmak son derece önemli. Destekliyoruz. Yakından takip ediyoruz. Ancak sorun şu; kimin barışı, ne için barış? Barış özgürlük, demokrasi demektir. Barış kavramıyla yönetimler her zaman parlatıcı laflar söyler. Halkı aldatmaya dönük kavramlar kullanmakta. Halkımız aldanmamalı. Kanı durduracak, çatışmaları engelleyecek, demokrasiyi geliştirecek barışa elbette varız. Ama biz bunu yaparken yaşadık. Bu barış sürecinin bizi nereye götürdüğünü dünya âlem gördü. Aynı şeyi Kürt halkının yaşamasını istemeyiz. Kendi geleceğinin kararını bir yönetimin eline vermesine ve o yönetimin karar vermesini istemeyiz. Öldürülen üç kadının tarihte önemli bir yeri var. Ciddi bir darbedir barış sürecine. Kim yapmış olursa olsun, sonuç olarak kime hizmet ettiği önemlidir. Barış sürecinin başarıyla Kürt halkının özgürlüğüne katkı sunacak bir süreç olmasını diliyorum.”

Dün Oslo’da Filistin halkı için öngörülen statü ile bugün “müzakere” süreci adı altında Kürt halkı için öngörülen statü, büyük bir benzerlik taşıyor. Filistin Kurtuluş Örgütü’ne dayatılan, ‘silahını bırak, ülkeni terk et’ ve bununla birlikte gelen önder kadroların katledilmesi zincirinin aynısı Kürt Özgürlük hareketine dayatılıyor.Paris’te biri PKK’nın kurucularından olmak üzere üç Kürt devrimcisinin öldürülmesi, sürecin aynı yönde işlediğinin güçlü bir kanıtıdır. Suikastın işlenme tarzı, hemen ardından Fransız polisinin yaptığı açıklamalar, tetikçinin yakalanmış olması, MİT’ten Mossad’a  birçok istihbarat örgütünün işin içinde olduğunu gösteriyor. Öcalan’ın, suikastın arkasında, kendisini yakalayıp Türkiye’ye teslim edenlerin olduğunu açıklaması, suikastın organizatörü olarak Mossad’a işaret ediyor. Görüşmelerin yeniden başladığının açıklanmasından bu yana yaşananlar, açıklamalar, operasyonlar, tutuklamalar, ‘görüşmeler sırasında bu tür şeyler olur’ sözleri arkasına gizlenmeye çalışılsa da, sürecin bir tasfiye süreci olduğunu gizlemeye yetmiyor.

Üstelik tasfiye hareketi, Oslo görüşmelerinin mantığına uygun olarak uluslararası boyutta sürüyor. Paris katliamının ardından Avrupa’da Kürt Özgürlük hareketine karşı yürütülen eşgüdümlü operasyonlar, Suriye’de oluşan Kürt özerk bölgesinin Türkiye’nin denetimindeki paralı askerler tarafından abluka altına alınması, İsrail’le Awacs uçaklarının aktifleştirilmesini sağlayan anlaşma, Kürt Özgürlük hareketine, kuşatma altında uzlaşmanın dayatıldığını gösteriyor.

Ayrıca Kürt Özgürlük Hareketiyle Kürt halkı arasındaki bağın zayıflatılmasına yönelik çabalar, tasfiye hareketinin başka bir boyutuna işaret ediyor. Dezenformasyon, bu sürecin ayrılmaz bir parçasını oluşturuyor. Burjuva basında Kürt Özgürlük hareketinin silah bırakmaya hazır olduğu, kendisine sığınacak ülke aradığı tefrikaları işleniyor.

Tasfiye hareketi, BDP’nin siyasal olarak kişiliksizleştirilmesi operasyonlarıyla sürüyor. Öcalan’la görüşecek heyetin BDP’ye rağmen belirlenmesi, BDP’nin başkanlık sistemi çabalarına ortak edilmeye çalışılması, devlet organizasyonuyla Karadeniz’e sokulmaması ve bütün bunlara BDP’nin, süreci baltalamamak adına sessiz kalması, kişiliksizleştirme ve istikrarsızlaştırma çabalarının artarak sürmesine olanak sağlıyor.

Burjuva medya; bir yandan süreci manipüle ederken, öte yandan “barışçı çözüm”ün AKP eliyle gerçekleşebileceği umudunu Kürt “dostu” liberaller tarafından Kürt halkına taşıyor. Ne yazık ki bu söylem kimi Kürt çevreleri üzerinde de etkili oluyor. Süreci baltalamama telkinleriyle BDP, istikrarsızlaştırılıyor. BDP’ye yönelik kişiliksizleştirme ve istikrarsızlaştırma sürecine, yeni Kürt partilerinin kurulmasına yönelik çabalar eşlik ediyor. Barzanici çizgide KDP’yi yeniden diriltme çabaları yoğunlaşıyor. Bu çabalarla, AKP’nin devletle sorunlu olduğu, dolayısıyla Kürt sorununun çözümünden yana olabileceği görüşü Kürt hafızasına işlenmeye çalışılıyor.

Ergenekon operasyonlarının, devletin demokratikleştirilmesi doğrultusunda atılmış adımlar olduğu varsayımına dayanan bu yaklaşım, sorunlu olmanın ötesinde, burjuva demokrasisi konusunda ciddi bir yanılsamaya dayanıyor. Burjuva demokrasisinin, yani diktatörlüğün, sorunların çözümü değil, kaynağı olduğu gerçeği unutturulmaya çalışılıyor.

Ama gerçekler direngendir; 2002 – 2011 yılları arasında yaşananlar, demokratikleştiği varsayılan devletin gerçek niteliğini ortaya koymaya fazlasıyla yetiyor. Roboski’de 34 Kürt, bombalanarak öldürüldü,  faili devlet ama katliam emrini verenler hâlâ “faili meçhul”, devletin bütün organları, yargı, parlamento, tıpkı 12 Mart’ta, 12 Eylül’de olduğu gibi, olayı örtbas etmek için elinden geleni yapıyor. 320 faili meçhul, 441 yargısız infaz, 4 kayıp, on binlerce siyasi tutuklu, ihbarcılığa dayalı bir hukuk sistemi; işte “değişen” burjuva demokrasisinin gerçek yüzü !!

En küçük hak arama eylemine ve protesto girişimine polis copu ve biber gazıyla müdahale eden devletin, Sinop ve  Samsun’da BDP’li vekillere karşı organize edilen linç girişimine saatlerce sessiz kalması, saldırganları engelleyecek yerde, vekilleri Ankara’ya dönmeye zorlaması, Samsun’da saldırıya uğrayanları tutuklaması, olayların ardından Başbakan’ın büyük bir pişkinlikle sorumluluğu CHP ve MHP’ye yükleyerek sorumluluktan sıyrılmaya çalışması, tasfiye sürecinin bir imha süreci olduğunun kanıtıdır.

Sinop ve Samsun tertibi, aynı zamanda kendisini ideolojik ve örgütsel olarak var edemeyen sosyalist hareketin, Kürt halkının haklı mücadelesine gerçek anlamda bir destek sunamayacağını da ortaya koymuştur.

Bütün bu gelişmeler, Kürt Özgürlük Hareketine, Kürt halkına “çözüm” adı altında dayatılan sürecin bir tasfiye ve imha süreci olduğunu yeterince açıklıyor. Kürt Özgürlük hareketi bundan önceki tasfiye girişimlerini boşa çıkardığı gibi, bu girişimi de boşa çıkaracaktır. Bu güce ve bu birikime sahiptir.