Çıkarken…

Kapitalist sistemi te­peden tırnağa sarsan, incir yapraklarını dü­şüren kriz, yalnızca zamanı hızlandırmakla kalmadı!

Ayrıca, ellerinde hangi bayrak olursa ol­sun, kendi yazgılarına doğrudan müda­hale edebilmek amacıyla eylem alanları­na akan emekçi yığınlara ve meşruiyeti sorgulanan burjuvaziye, zamanlarının yanında mekânlarının da ne kadar daral­dığını gösterdi.

Şimdi, ne işçi sınıfının daha fazla geri­leyebileceği bir alan, ne de burjuvazinin, ömrünü bir süreliğine de olsun uzatmak adına daha fazla manevra olanağı var!

Emeğin üretkenliğini, yoğunluğunu ar­tıran burjuvazinin, hem kendi arasında boğazlanırken, hem de işçi sınıfına sal­dırırken kullandığı silah; o muhteşem üretici güç, insanlığın tarihin başından bu yana biriktirdiği genel toplumsal bil­gi, emeğin toplumsallaşmasına paralel, artık gen tepiyor!

Burjuvazinin ve çivisi çıkmış uygarlığı­nın altı oyuluyor! Barındırdığı olanakla­rın tersine, üretici güçlerdeki her gelişme, sermayeye daha fazla kâr, geniş yığınla­ra ise işsizlik, açlık ve modem giysiler içinde hüküm süren bir kölelik olarak dönüyor!

Dünyanın dört bir yanında milyonlarca emekçi, “Ekmek! Özgürlük! Onur!” bel­gileriyle ölümü göze alarak bu nedenle alanlara çıkıyor! Gençlik yığınları ken­dilerini bekleyen işsizliğe ve sermayenin geleceklerini ipotek altına alma çabaları­na bu nedenle direniyor!

Ömrünü bir parça daha uzatabilmek adı­na yürürlüğe soktuğu hiçbir önlem bur­juvazinin derdine çare olmuyor! Aksine, yaşayan bir ölü olarak yeryüzünde geçir­diği fazladan her gün, onun mezar kazı­cısına daha fazla meşruiyet kazandırıyor!

“Onun varoluşu toplumla artık bağ­daşmıyor!”

Çünkü bütün toplum, tam da burjuva uy­garlığa yaraşır bir hakkaniyetle, kimine az, kimine çok, sermaye egemenliğinin ölümcül sonuçlarından payını alıyor!

Kâr oranlarındaki gerilemeyle, maddi üretimden büyük oranda yüz çeviren, kendisini kumara veren asalak, doyum­suz burjuvaziyi, aralarındaki kumar kes­miyor! Gasp ettiği insanlık birikiminin tamamıyla doğaya rest çekiyor!

Sermayenin sonsuz birikim arzusunun tatmin aracına dönüşen, kendisine ya­bancılaşırken doğaya da yabancılaşan

o  en büyük ve mükemmel üretici güç, insan, bir elinde üzerinde “üretim için üretim” yazan bayrak, bir elinde burjuvaziye teslim olmuş bilimin su verdiği teknoloji kılıcı, doğayla savaşa zorlanı­yor.

Japonya’da yaşanan nükleer cinayet, yo­rum gerektirmeyen en sıcak örnek! Ku­şandığı kılıçla insan, gerçekte doğayla değil, kendisi ile savaşıyor! Hayat da­marlarım kesiyor!

Burjuvazi, insanları yalnızca doğaya aç­tığı savaşta kullanmıyor; ellerine renkli ulusal bayraklar tutuşturup, yurtseverce okunan marşlar eşliğinde, ülke çıkan adını verdiği kendi çıkarları adına, onları birbirlerine karşı savaşa sürüyor. Ken­dilerine uluslararası toplum adını veren haydutlar çetesinin Libya halkına açtığı savaş, bu ikiyüzlülüğün son örneğidir!

Söz ve Eylem işte böyle bir dünya ger­çekliğine gözlerini açıyor!

 Bu sayıda tamamını yayınladığımız “Komünistlerin İvedi Görevi”nde: “Ka­pitalist sistem için kaotik bir dönemin kapısının aralandığı, emperyalist ye­niden paylaşımı tetikleyecek devrimci durumlara gebe ve dolayısıyla devrimci dalganın yeniden yükseleceği” bir evre­den geçtiğimizi saptamış;

“Bu koşullarda, komünistlerin öncelikli görevi”ni, “kapitalizmin sunduğu fırsat­ları devrimci bir seçeneğin olanaklarına dönüştürecek enternasyonalist bir parti­yi ve onun devrimci programını, solun hapsolduğu zırhı inceldiği yerden yıkıp parçalayacak eylemli bir yürüyüşle ya­ratmak” olarak tanımlamıştık.

Söz ve Eylem, bu yürüyüşün sesidir! Böylesi dönemlerin, kendi yazgılarına müdahil olmak isteyen geniş yığınların hareketlendiği, bu nedenle tarihin akı­şında sözün ve eylemin öncesine kıyasla etkinlik kazandığı uğraklar olduğunu biliyoruz.

Hangi söz? Nasıl bir eylem? İnsanın tükenmişliği ve yabancılaşma sürecin­de sermayenin aldığı yol ortada iken, elbette söz dolaysız olmalı, duru bir bi­linci hedeflemelidir. Ama daha önemlisi, söylenen sözü yığınlar indinde geçerli kılacak, ona güç verecek doğrudan ey­lemdir!

Söz ve Eylem, doğrudan eylemin dolay­sız sözüdür!

Aynı dönemlere özgü, adı konmamış bir yasanın ve bir başka olgunun da far­kındayız! Kendi tarihlerini yapmak için öne atılan yığınlar, hasımlanndan önce, “beyinleri üzerine kâbus gibi çöken” o büyük engele, “bütün ölmüş kuşakların geleneği”ne takılırlar.

Bu engeli aşmanın, işgal edilmiş bü­tün alanları temizleyip geri almanın ve nihayet buıjuvaziye karşı dur durak bilmeden uzlaşmaz ideolojik savaş yü­rütmenin aracı, biricik silahı “acımasız eleştiri”dir. Kendimizden başlayarak onu kullanacağız! Ama geçmişle gele­cek arasına set çekmeden! Geride kal­ması gerekenleri ölülere terk ederken, unutulan, unutturulan değerlerimizi gü­nümüze taşıyarak!

Söz ve Eylem, geçmişle gelecek ara­sında kurduğumuz ideolojik köprüdür! Burjuvazinin lime lime olmuş düzenini halen ayakta tutan gücün asıl kayna­ğı, işçi sınıfının, komünistlerin verili dağınıklığıdır. Bu dağınıklık ve dost gözlerde okuduğumuz güven eksikliği, ilk sosyalist denemenin yenilgisinden, onun bilinçaltlannda yarattığı travma ve özgüven yitiminden besleniyor. Üste­sinden geleceğiz!

Söz ve Eylem, sergileyeceği özgüvenle dosta güven, düşmana korku verecektir!

Yine, deneyimlerimizden biliyoruz ki, hasmımız, onu yere sersek bile, egemen kültürü aracılığıyla hükmetmeye devam edebiliyor, kaybettiği iktidarı yeniden kazanabiliyor. Bu yüzden, en başın­dan devrim için yürütülecek hazırlığı, geleceği bugüne izdüşüren kurucu bir faaliyet, süreklilik kazandığında bizzat kendisi sürekliliğin kaynağı olacak bir kültürleşme eylemi olarak sürdürece­ğiz! Yayın da bu eylemde işlevsel bir rol üstlenecektir. Yazanlar ve okuyanlar diye bizi ikiye bölecek bir uzmanlaşma­ya izin vermeyecek, kolektif bir üretim gerçekleştireceğiz!

Söz ve Eylem, işte bu yüzden ve her şeyden önce, eylemcilerin kolektif ürü­nü olacaktır!