Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan… gibi romanlarıyla, çoğu usta besteciler elinde türküleşmiş dilimizden düşmeyen şiirleri ile ve özellikle de kitaplar dolusu öyküleri ile toplumcu gerçekçi edebiyatımızın en yetenekli, en üretken ve en seçkin birkaç temsilcisinden biriydi.
Sabahattin Ali, aynı zamanda yüksek sorumluluk sahibi, namuslu bir aydındı. Düşünüyor, araştırıyor, sorguluyor, yüzeyde görünenin altında asıl görülmesi gerekenleri gösteriyor, üstü örtülmek ve gizlenmek isteneni açığa çıkarıyordu. Tıptı Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz’ın da aralarında bulunduğu değerli mücadele arkadaşları gibi ve onlarla birlikte. İlerici ve devrimci bir aydın olarak elbette ezilen, sömürülen ve haksızlığa uğrayan geniş emekçi yığınların yanında saf tuttu. Bütün zenginlikleri, bütün gücü ve iktidarı elinde tutan zalimlere karşı kalemini keskin bir kılıç gibi kullandı. Namuslu, yiğit ve ilkeli bir aydın olarak bir sürü soruşturmalar geçirmesine, işinden ekmeğinden edilmesine, zindanlara atılmasına, yazdığı gazetelerin ve dergilerin kapatılmasına rağmen korkmadı, yılgınlığa düşmedi, susmadı ve asla sözünü sakınmadı. Bilindiği gibi bunun bedeli de çok ağır oldu.
Sabahattin Ali, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz Markopaşa adını verdikleri çok etkili muhalif mizah dergisini çıkarırlar, derhal kapatılır. Bu kez ‘Merhumpaşa’ çıkıyor, onu kapatıyorlar, Malûmpaşa çıkıyor, onu da kapatıyorlar… Paşa adı bulmaktan kolay ne var:Yedi sekiz Hasan Paşa, Bizimpaşa, Hür Markopaşa…
1946’dan 1950’ye kadar sürüyor bu inatçı kavga. Sabahattin Ali’nin payına düşen, kısa süreli hapislik, geçim zorlukları ve sürekli izlenmenin verdiği sinirleri yıpratan tedirginlikten kurtulmak için Bulgaristan’a geçmek isterken hudut boyunda katlediliyor. Yani bu büyük yazar, yiğit bir aydın olmanın bedelini ne yazık ki canıyla ödüyor. Alçakça tezgâhlanan ve hunharca işlenen cinayet; ailesi, yakınları, dostları ve okurlarını derin acılara boğdu. Sabahattin Ali de birçok başka ilerici devrimci aydın ve sanatçı gibi burjuva devletin karanlık ve “nizami” bir cinayetiyle 2 Nisan 1948’de öldürüldü.
Evet, bu ülkede namuslu bir aydın olmak çok çileli, zor ve tehlikelidir. Barışı savunmak bile Tahir Elçi’nin dediği gibi “kelleyi koltuğa almayı gerektirir.”
Belki de Sabahattin Ali anmanın en anlamlı biçimi, onun aşağıdaki yazısını okumak:
***
Ne Zor Şeymiş Meğer!
Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik.
Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük.
Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han, apartıman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.
Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: “Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…”
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hattâ bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?
Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bilen bu millet de namuslu.
Sabahattin Ali – Ne Zor Şeymiş
Ali Baba, (1), 25 Kasım 1947