Burjuva siyaset, Mart yerel seçimleriyle birlikte ekonomik ve siyasal çalkantılar ortamında yeni bir döneme giriyor.
AKP, 2001’de yaşanan ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın ardından, “istikrar”ı sağlama vaadiyle iktidara geldi. Esas olarak işçi ve emekçilerin bilinç ve örgütsel geriliği üzerinde kurulan “istikrar,” sihirli bir formül gibi bir yandan işçi ve emekçilerle düzen arasında kopmaya yüz tutan bağları yeniden kurarken, öte yandan sermaye birikiminin önündeki engellerin aşılmasını ve düzen içi dengenin yeniden kurulmasını sağladı. Bu dönemde özelleştirmeler ve emlak rantı üzerinden ekonomide şaşaalı bir gelişme yaşandı. İnşaat sektörü ekonominin motor gücü haline geldi.
Sermaye birikimindeki büyümeye yoksullaşma eşlik etti. İşçi ve emekçilerin yaşam standartları adım adım geriledi. İşsizlik resmi verilerde yerinde sayıyor gibi gösterilse de, gerçekte iki katına çıktı. Artan işsizlik, işçi ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının daha da ağırlaşmasında kaldıraç görevi gördü. İşçi sınıfının yüzyılı aşkın bir süre önce savaşarak kazandığı sekiz saatlik işgünü, fiili olarak ortadan kalktı. Devasa yedek işgücünün (işsizler ordusu) basıncı altında uzun çalışma saatleri ve ucuz işgücüne dayalı güvencesiz çalıştırma, sermaye birikimini büyütmenin temel yöntemi haline geldi. İşçi cinayetleri, güvencesiz ve ağır çalışmaya dayalı sermaye birikimi sürecinde işçiler, sermayenin saldırıları karşısında ağır bedeller ödemek zorunda kaldı. Bu koşullarda en küçük hak arama eylemi ve sendikalaşma çabası, işten atılmalar, polis copu, biber gazı, tazyikli su ve hapishanelerle karşılık buldu. Artan yoksulluk, ağır çalışma koşulları, devletin artan baskı ve saldırılarıyla birleşince, toplumun nefes alma kanalları tıkandı. Kitlelerde oluşan tepkiler, aile içi şiddet ve kadın cinayetleri biçiminde içe döndü. AKP bu süreci, yoksulluğu dinsel cehaletle birleştirerek, sadaka geleneğini örgütleyip yaygınlaştırarak yönetti. Aynı dönemde sermayenin kârları, bizzat Erdoğan’ın sermaye çevrelerini paylarken itiraf ettiği gibi “beş”e katlandı. Yani işçi ve emekçilerin “beş” kat daha fazla sömürüldü ve yoksullaştı.
Sermaye akışında ve birikiminde güçlü bir ivme yaratan ekonomik ve siyasal “istikrar”da ilk bozulma sinyalleri, kapitalist dünya krizinin etkilerinin hissedilmesiyle ortaya çıktı. AKP hükümeti, ekonomideki kötü gidişi “darbelerle hesaplaşma”, “demokratikleşme” ve “çözüm süreci” operasyonlarıyla örtmeye çalışsa da, bütün bunlar ne kitlelerde gittikçe büyüyen huzursuzluğu yatıştırmaya, ne de burjuvazi içinde kızışan rekabetin çatışmaya dönüşmesini engellemeye yetti.
AKP iktidarı için gücün doruğunu temsil eden 2011 yılı, aynı zamanda düşüşün de başlangıcı oldu. 2011’den bu yana uluslararası alanda, bölgede ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler, Söz ve Eylem’in önceki sayılarında ayrıntılı olarak ele alındı. Orada yapılan değerlendirmelerin kısa özeti şudur: Hem AKP’nin bölgede Sünni İslam üzerinden izlediği siyasi çizginin emperyalist güç odaklarında, özellikle ABD ve İsrail’de yarattığı rahatsızlıklar, hem de bu süreçte içeride patlak veren Haziran Başkaldırısı, burjuvazinin, giderek büyüyen ekonomik ve siyasal sorunların aşılmasında AKP’de ısrar etmesinin riskli olduğunu ortaya koyuyor. Üstelik ekonomik krizin gelmekte olan yeni ve daha etkili dalgası ve bunun siyaset üzerindeki muhtemel etkileri dikkate alındığında mevcut risk, daha da büyümektedir. Ekonomik göstergeler, 2014 yılının işçi ve emekçiler için olduğu kadar, burjuvazi için de ekonomik krizin etkilerinin en çok hissedileceği bir yıl olacağını gösteriyor. Türkiye 2014’de 160 milyar dolar dış borç ödemek zorunda. Cari açık, ekonomideki daralmaya rağmen büyüyor. Kriz koşullarında burjuvazinin tutunduğu inşaat sektöründe durum hiç de iç açıcı değil. ABD Merkez Bankası Şubat ayı içinde, Türkiye ekonomisinin, ekonomisi “kırılgan” on beş ülke içinde ilk sırada olduğunu açıkladı. Emperyalist devletlerin ellerindeki olanakları kullanarak krizi bağımlı ülkelere ihraç etme girişimlerinin Türk ekonomisine ilk plandaki faturası, % 25 devalüasyon oldu. Bu ölçüde büyük bir devalüasyonun ekonomide olduğu kadar, siyasette de yeni gelişmelere yol açması kaçınılmazdır. Burjuvazi, Kapitalist yeniden üretim sürecinin önündeki engellerin büyüdüğü ve yeni patlamalara gebe bu tabloyu, emperyalist devletlerle sorunlu, Haziran Başkaldırısı’yla hırpalanmış, yönetim gücü zayıflamış, inandırıcılığını büyük ölçüde kaybetmiş, rüşvet ve yolsuzluğa batmış bir AKP ile karşılayabilecek durumda değildir.
Türkiye, ekonomik krize, yürütme krizinin eklemlendiği böylesi bir ortamda, birbiri ardı sıra üç seçimin yaşanacağı bir seçim maratonuna giriyor. Mart’taki yerel seçimleri, Temmuz’da Cumhurbaşkanlığı seçimi izleyecek, arkasından 2015’de genel seçim var.
Erdoğan için önümüzdeki seçimler sadece bir iktidarı koruma ve sürdürme sorunu değil, bunun da ötesinde kendisinin ve çevresinin bekası sorunudur. Bunun için Erdoğan hemen her seçim döneminde başarıyla uyguladığı kitleleri kamplaştırma taktiğini, bugün daha da sertleştiriyor. Bütün hünerini ortaya koyarak, iktidar olanaklarını azami ölçüde kullanarak, kendisine oy veren kitleyi konsolide etmeye, bu yolla seçimden en az zararla çıkmaya çabalıyor. Yeri geliyor, provokasyonlara başvuruyor, milliyetçi-dinci argümanlarla, yalanlarla kamplaşmayı derinleştirmeye çalışıyor; yeri geliyor, güçlü olduğu imajını verebilmek için esip gürlüyor, tehditler savuruyor. Parlamentodaki sayısal üstünlüğünü kullanarak çıkardığı kendini savunma ve saldırı yasalarıyla, savunma zırhını güçlendiriyor. Tepkiler büyüdükçe, yara aldıkça, rüşvet ve yolsuzluk içinde debelendikçe, daha da saldırganlaşıyor.
Dün “darbeleri önleme”, “vesayet sisteminden kurtulma”, “demokratikleşme” adı altında liberal “sol”a uzattığı havucu bugün, Kürdistan’da yürütülen katliamları ( Uludere, Lice, Paris vb) “çözüm süreci”ndeki çözümsüzlüğün sorumluluğunu, darbe ve kaset operasyonlarını dünkü suç ortağı cemaate yıkarak, ulusalcılara ve Kürt halkına uzatıyor.
Kürsüye her çıkışında kendisine karşı düzenlenen “komploda” yabancı parmağından söz eden Erdoğan, dış gezilerinde, bölgesel bir güç olma niyeti olmadığını söyleyerek, emperyalist devletlerden af diliyor ve onlara tıpkı geçmişteki gibi “süpürmeyin, kullanın” diyor.
İktidarın saldırıları karşısında silik bir tavır izleyen burjuva muhalefet, seçmenin karşısına AKP’den devraldığı istikrar efsunu ve mağdur edebiyatıyla çıkıyor. AKP’nin içeride ve dışarıda yıpranmışlığını kullanarak, kendisinin sermaye için daha az riskli, daha güvenilir bir seçenek olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Seçmen “Erdoğan’dan kurtulma” ve “Erdoğan’ı kurtarma” biçiminde kamplaştırılırken, işçi ve emekçilerin sokaktan, eylemden uzak tutulması, burjuva siyasetin ortak paydasını oluşturuyor.
Mevcut ekonomik ve siyasal gelişmeler, 30 Mart yerel seçimleriyle birlikte burjuva siyasetin yeniden dizayn edilmesinin bir zorunluluk haline geldiğine işaret ediyor. İktidar ve muhalefet partilerinde yaşanan gelişmeler, istifalar, transferler bu dizaynın daha bugünden başladığını gösteriyor.
Çeşitli burjuva fraksiyonların temsilcilerinin transferiyle adeta bir “çatı partisi” haline gelmiş olan CHP, siyasi alanın bu yeniden dizaynında önemli bir rol üstleniyor. Siyasetin yeni dizaynının nasıl şekilleneceğinin ipuçları ise 30 Mart yerel seçimleriyle belirginleşecektir. 30 Mart yerel seçimlerini, yerel seçim ötesine geçirerek önemli hale getiren asıl etken de budur.
Sosyalist Hareket ve Seçimler
Burjuva cephede bunlar yaşanırken, sosyalist harekette seçimler konusunda iki temel eğilim öne çıkıyor.
Bu eğilimlerin sınıf mücadelesinde neyi temsil ettiğinin daha net bir biçimde anlaşılabilmesi için önce yerel yönetimlerin (belediyeler), burjuva devlet örgütlenmesindeki yeri ve işlevine kısaca da olsa değinmek gerekiyor. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Söz ve Eylem’in Ocak ve Şubat sayılarına bakılabilir)
Yerel yönetimler seçimle oluşan bütün diğer temsili kurumlar ( parlamento, hükümet) gibi burjuva devlet aygıtının bir parçasını oluştururlar. Temsili kurumlar, bir yandan devletin sınıf karakterini genelleştirerek gizlerken, diğer yandan da işçi ve emekçileri düzene bağlamanın volan kayışları işlevini üstlenirler. Bu durum, yerel yönetimler için çok daha belirgindir. Çünkü, yerel yönetimler burjuva temsili kurumlar içinde halkla daha yakın ilişkide olan kurumlardır. Bu yüzden de daha etkili bir yanılsama ve manipülasyon gücüne sahiptirler.
Yerel yönetimler bir devlet kurumu olarak, burjuva siyasal sistemi içindeki rollerini kurumsal olarak yerine getirirler. Bu kurumsal işlevi yerel yönetimlerin nasıl seçildikleri ve kim tarafından yönetildiklerinden, belediye başkanı ve meclis üyelerinin niteliği ve bileşiminden bağımsız olarak yerine getirirler. Belediye başkanı ya da meclis üyelerinin olumlu anlamda değişimi en iyimser yorumla, belediyelerin kurum olarak üstlendikleri görevlerin “layıkıyla” yerine getirilmemesine yol açar ki, bunun önlemi de devlet mekanizmasının işleyişi içinde vardır.
Seçimle oluşan bütün devlet kurumları gibi yerel yönetimler de, devletin temel aygıtları olan bürokrasi ve baskı aygıtının denetimi ve gözetimi altındadırlar. Yerel yönetimlerin seçimle işçi ve emekçilerin denetimine geçme ihtimali, diğer temsili kurumlara göre daha yüksek olduğundan, devletin bu kurumlar üzerindeki denetimi daha ayrıntılıdır. Hem merkezi iktidar hem de diğer devlet kurumları – valilik, kaymakamlık, bürokrasi – müfettişler – ve yargının sıkı denetimindedirler. Bu durum, kapitalist sistem içinde yerel yönetimlerin neden özerk olamayacağını da açıklar.
Yerel yönetimler, aynı zamanda birer kapitalist işletmedirler. Bunların sahip oldukları mülkiyetin “kamu mülkiyeti” olması ve gördükleri işlevin “kamu yararı” ile ifade edilmesi, bu kurumlardaki sömürünün karakterini değiştirmeyeceği gibi, sömürüyü burjuva sınıfın tümü yararına bir sömürüye dönüştürür. Üstelik belediyelerin üstlendiği işlevler, sağlık, eğitim, altyapı, ulaşım vb. sermaye birikimi sürecinin zorunlu görevleridir ve bu süreçten bağımsız olarak “hizmet” adı altında ele alınamazlar.
Yerel yönetimler, tıpkı merkezi iktidarlar gibi, kent rantının, artı-değerin burjuvazi arasında yeniden dağıtımında önemli bir işlev görürler.
Belediye gelirleri, -bu gelirler ister merkezi iktidar tarafından, isterse belediyelerin halktan hizmet, harç vb. adlarla topladığı gelirler olsun- sermaye grupları arasında yeniden dağıtılır. Bu dağıtımın en önemli araçlarını taşeron ve ihale sistemi oluşturur. Hizmet olarak adlandırılan ama gerçekte kent rantı ve artı-değerin yeniden paylaşımını öngören bu yapılanma, sadece yerel yönetimlerdeki rüşvet ve yolsuzlukların kaynağını oluşturmaz, aynı zamanda seçimlerin finansmanını da sağlar.
Yerel yönetimlerin bu kurumsal yapısı değiştirilmeden bu kurumlar bir bütün olarak işçi ve emekçilerin yararına kullanılamazlar. Bu yapının değişmesi ise, ne belediye başkanı ve meclis üyelerinin değiştirilmesiyle, ne de merkezi siyasal iktidarın değiştirilmesiyle olanaklıdır. Tersine devletin bir bütün olarak sınıfsal el değiştirmesiyle, daha açık bir ifadeyle işçi sınıfının devrimci iktidarıyla olanaklıdır.
Yazının başında sosyalist harekette sözünü ettiğimiz iki temel eğilim tam da bu noktanın karartılmasına dayanıyor.
Birinci eğilim, seçimler dahil bütün faaliyetlerini gerici – dinci “AKP iktidarından kurtulmak” üzerine kuran reformist eğilimdir. Bu eğilime göre “gericiliğin”, “ülkenin bağımsızlığının”, dinsel ideolojinin yaygınlaşmasının, “cumhuriyetin korunması” gereken değerlerinin aşınmasının başlıca sorumlusu gerici AKP iktidarıdır. Bütün bu “melanetlerin” nedeni kapitalist düzen değil, AKP iktidarıdır. Bunlardan kurtulmak ve ülkenin demokratikleşmesi için gerekli olan ilk adım, AKP’nin iktidardan uzaklaştırılmasıdır. “Reddettiğimiz” diye açıkladıkları “baş düşman AKP’dir”, sonrası kolay. AKP’den kurtularak demokratikleşen Türkiye sosyalizme doğru yol alabilir. Bu tarz, bizim ‘müzmin reformizm, oportünizm olarak nitelendirdiğimiz “vahşi” kapitalizmin kabul edilebilir bir kapitalizmle aklanmasıdır.
Bu eğilimin seçimlere yaklaşımını da bu temel “ilke” belirliyor. Seçimlere aday göstererek katıldıkları birkaç yer dışında oy kullanmada belirledikleri aday kriterleri, “kamucu”, “özgürlükçü”, “bağımsızlıkçı”, “gerçek laiklikten” ve “Kürt sorununda demokratik çözümden”, ya da “kültürel hakların verilmesinden yana”, “dürüst”, “piyasa karşıtı”, “farklı kültürel değerlere saygılı” vb… yani sorunlara sınıfsal temelden değil de, tümüyle burjuva demokrasisi, demokratikleşme penceresinden baktıklarını ortaya koyuyor. Açıkça CHP’yi desteklediklerini söyleyemeseler de bütün tarifler, CHP’ye çıkıyor.
İkinci eğilim ise, bütünüyle “barışçıl çözüm” odaklı bir siyaset yürüttüğü için, öncelikleri de burası belirliyor. Devletin demokratikleştirilmesi her iki eğilimin ortak noktası olsa da, birinci eğilim bunu gerici – dinci AKP iktidarından kurtulmaya bağlarken, ikinci eğilim bunu “doğrudan demokrasi”, “yerel yönetimlerin özerkliği” ve Kürt sorununun “barışçıl çözümü” ile açıklıyor.
Yukarıda yerel yönetimlerin burjuva devlet aygıtı içindeki yeri ve işlevinin ele alındığı bölümde, yerel yönetimlerin burjuva devlet aygıtı parçalanmadan işçi ve emekçiler yararına işlev kazanamayacağı ve bu kurumların özerk olamayacağına değinildi. Buna eklenecek olan kapitalizm koşullarında olanaksız olan “doğrudan demokrasi ve komün” söylemiyle içine düşülen reformizmin örtülemeyeceğidir.
Ayrıca her iki eğilimin de reformist yönelimlerini “Gezi ruhu”na dayandırmaları, Haziran Başkaldırısı’ndan sadece başkaldırının kendiliğinden ve reformist yanlarını aldıklarını gösteriyor. Hiç kuşkusuz Haziran Başkaldırısı, sınıf mücadelesinde yeni bir döneme girildiğini göstermesi bakımından önemlidir. Ancak bu durum onun kendiliğindenliğini ve reformist karakterini ortadan kaldırmıyor. Devrimcilerin Haziran Başkaldırısı’ndan çıkarmaları gereken ders, kapitalizm koşullarında bu türden kendiliğinden başkaldırıların ortaya çıkabileceği ve bu başkaldırılardan taşıdıkları devrimci enerjiyi devrimci bir tarzda yönlendirecek devrimci bir hazırlığın yapılması gerektiğidir. Yoksa, gevşek de olsa bir örgütlülüğe ve net siyasal hedeflere sahip olmayan Haziran Başkaldırısı’na, “doğrudan demokrasi” gibi, “komün”gibi olmadık nitelemeler atfederek, ne başkaldırının kendiliğinden karakteri doğru olarak kavranabilir, ne de bu türden başkaldırılar devrimci bir yöne yönlendirilebilir.
Sosyalist harekette egemen olan bu iki eğilim, sınıf mücadelesinde yaşanan ideolojik ve örgütsel erozyonun çok açık bir kanıtıdır. Geçmişte mevcut siyasal durumu, işçi ve emekçilerin eğilimlerini dikkate almadan her seçimde boykot taktiğini bir alışkanlık haline getiren sosyalist hareketin, bugün tam tersi bir uca savrularak seçimlerden demokrasi, demokratikleşme çıkarma taktiğine sarılması, hareketin son otuz yılda yaşadığı dönüşümü göstermesi bakımından önemlidir.
Komünist Hareket ve Yerel
Seçimler
Yerel yönetimlerin burjuva devlet mekanizmasının bir kurumu olmaları ve kurumsal olarak burjuvazinin hizmetinde olmaları, komünistlerin yerel yönetim seçimlerine ilgisiz kalacağı anlamına gelmiyor. Tersine sırf bu durumun bile işçi ve emekçilere anlatılması komünistlerin yerel seçimlerden neden uzak duramayacağını anlamaya yeterlidir. Üstelik komünistler işçi sınıfını ilgilendiren hiçbir sorundan uzak kalamazlar.
İşçi ve emekçilerin günlük sorunlarıyla daha doğrudan ilişkili olan yerel yönetimler, sınıf mücadelesinin önemli alanlarından biridir. Ancak bu alanda yürütülecek mücadelede elde edilecek kazanımlar, işçi ve emekçilerin günlük yaşamlarında bir iyileşme sağlasalar da, ne yerel yönetimlerin mevcut kapitalist düzen içindeki kurumsal işlevlerini ortadan kaldırabilirler; ne de işçi sınıfının genel durumunda bir iyileştirme sağlayabilirler. Çünkü kapitalizm altında her yerel sorun, genel sorunun yerele yansıması, yeniden üretilmesidir ve yerel mücadeleyle çözülemez. Yerel mücadelelerin sınırlılığının temel nedeni de budur. Bu yüzden yerel mücadeleler ancak işçi sınıfının genel iktidar mücadelesi ile birleştirilebildiklerinde reformcu bir çerçeveden çıkartılarak devrimci bir içerik kazanırlar. Bu bağlam içinde yerel mücadelelerin en önemli kazanımlarından biri de işçi sınıfının geleceğin yönetici sınıfı olma yolunda kendini geliştirmesi, yetkinleştirmesi ve deneyim biriktirmesidir.
Komünist Hareket’in yerel seçimlere yönelik tavrının ne olması gerektiğinin daha net bir biçimde anlaşılabilmesi için öncelikle birkaç noktanın altını çizilmesi gerekiyor; Birincisi; komünistler seçim Propagandalarını burjuva partiler gibi vaatler üzerinden yürütemezler. Çünkü komünistlerin görevi sorunları belirleyip işçi sınıfı adına halletmek değil, işçi sınıfını günlük ve genel çıkarlarını savaşarak elde edebilecek bilinç ve örgütlülükle donatmak, onun iktidar mücadelesine önderlik etmektir. Kapitalist düzende işçi sınıfı en küçük hakkını bile ancak savaşarak kazanabilir, koruyabilir. Vaatler işçi sınıfının edilgen bir sınıf düzeyine indirgenmesi ve onu düzene bağlamanın araçlarıdır.
İkincisi; komünistler yürüttükleri faaliyetin işçi sınıfında reformist, parlamenter hayallere yol açmasına izin veremezler. Tersine farklı sosyalist parti ve çevrelerin “yerel iktidar”, “yerel yönetimlerin özerkliği,” “devletin demokratikleşmesi” vb. gibi işçi sınıfının mücadelesini burjuva parlamenter mücadele içine hapseden yaklaşımlarına karşı amansızca savaşmak zorundadırlar.
Üçüncüsü; Komünistler her yerel mücadeleyi, işçi sınıfının iktidar mücadelesine bağlı olarak ele almak ve bu mücadele ile uyum içinde yürütmek durumundadırlar. Bu sadece ajitasyon ve propagandada değil, örgütlenme ve eylemde de göz önünde tutulması gereken temel noktadır. Sınıfın güncel çıkarları ile iktidar mücadelesi uyum içinde yürütülemediği müddetçe, ne elde edilen başarılar kalıcı olabilir, ne de işçi sınıfı ile komünist öncü arasında kalıcı bağlar kurulabilir.
Dördüncüsü; komünistler seçim çalışmalarının ağırlık noktasını kendi görüşlerinin, programlarının ve amaçlarının işçi ve emekçilere açıklanması üzerine oturtmalıdır. Bu faaliyet komünistlerin yürüttükleri seçim çalışmalarını niteliğini belirleyeceği gibi, yerel ile genel iktidar mücadelesinin uyum içinde yürütülmesinin de koşuludur.
Beşincisi; Komünistler güç ve olanaklarının ana bölümünü mücadelenin yükseldiği alanlara hasretmelidir. Bu alanlarda konumlarını güçlendirerek, buraları tahkim ederek, bu tahkimatı yeni alanlara sıçrama ve burjuva iktidar karşı saldırı noktası olarak kullanabilmelidirler.
Komünist Hareket’in bu çerçevede yürüteceği faaliyetin kapsamını ve etkinliğini, mevcut gücümüz ve olanaklarımız belirleyecektir. İdeolojik, politik ve örgütsel olarak yeni yeni şekillenmekte olan bir hareketiz. Henüz ulusal çapta bir örgütlenmeye sahip olmadığımız gibi, bulunduğumuz alanlarda da güçlü, işlevsel bir örgütsel yapıya sahip değiliz. Bugün toplumun en hareketli kesimleri olan grevci işçiler, emekçi kadınlar, öğrenciler, güçlü olduğumuz birkaç alan hariç, yaşam alanlarını savunan yoksul köylüler arasındaki etkimiz yok denecek ölçüde zayıf. Bu durumun, hareketimizin rutin faaliyetlerini etkilediği gibi, seçim faaliyetlerini de etkilemesi kaçınılmazdır. En başta seçimlere kendi adaylarımızla katılamıyoruz. Önemli bir eksiğimiz de dışımızdaki devrimci parti ve çevrelerle devrimci bir cephe, bir seçim platformu kuramamış olmamızdır. Bütün bunlar hareketimizin gücünün ve etkinliğinin sınırlarını belirlerse de, bunun, iş yapmamanın bir mazereti haline getirilmesine izin vermemeliyiz. En zor koşullar ve olanaksızlıklar içinde bile yapılabilecek çok şey vardır.
İster genel, isterse yerel olsun seçim ortamları komünistler için devrimci ajitasyon, propaganda ve örgütlenme faaliyetlerinin yoğunluğunun arttığı dönemlerdir. Bu temel görev karşısında seçimlerde ne kadar oy alınacağı, hangi adayın destekleneceği vb. önemli olmakla birlikte, ikincil bir sorundur. Elbette Komünist Hareket’in işçi ve emekçilere genel çağrısı düzen partilerine oy verilmemesidir. Ancak burjuva ideolojik manipülasyonun yoğun etkisi altında seçimlerin AKP’den kurtulmak ve AKP’yi kurtarmak ikilemine sıkıştırıldığı bugünkü durumda, bu çağrının kitleler üzerinde ciddi bir etkisinin olmayacağını da görmemiz gerekiyor.
Bizim asıl dikkatimizi vermemiz gereken nokta; komünist ajitasyon, propaganda ve örgütlenme faaliyetini –ekonomik, siyasal gelişmeler ve seçim ortamının yarattığı siyasal duyarlılıktan yararlanarak- daha da yoğunlaştırmaktır. Seçilmiş hedefler üzerinden mücadelenin yükseldiği alanlara, fabrikalara, işyerlerine, mahallelere, köylere girmek, bu alanlarda örgütlü birimler inşa etmektir. Evet gücümüz sınırlı ve olanaklarımız dar. Güç yetersizliğini ve olanaksızlıkları ancak daha iyi organize olarak, daha fazla yoğunlaşarak, daha sistemli, daha sabırlı, daha özverili bir çabayla ve daha çok çalışarak aşabiliriz.