Avrupa Birleşik Devletleri fikri 1. Paylaşım Savaşının hemen öncesinde burjuva politikacılar tarafından Avrupa’da olası bir savaşı önlemenin yolu olarak ileri sürüldü. İkinci Enternasyonal’in reformist Sosyal Demokrat ve Sosyalist partileri bu girişimi hararetle desteklerken, Lenin 1915 de Kaleme aldığı “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine” makalesinde bu girişimi,“Emperyalizmin iktisadi koşulları, yani sermayelerin ihracı ve dünyanın“ileri” ve “uygar” sömürgeci devletler tarafından paylaşımı” olarak nitelendirerek, bunun kapitalizm koşullarında “ya olanaksız ya da gerici bir nitelik taşıdığı”nın altını çizdi.
Savaş sırasında ve sonrasında gündemden düşen bu girişim Lenin’in makalesinden kırk iki yıl sonra Fransa’nın girişimiyle yeniden gündeme getirildi. 1957’de bir araya gelen altı Avrupa ülkesi, Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda, İtalya Lüksemburg, Roma anlaşmasıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) kurduklarını açıkladılar. İngiltere ise kendi çıkarlarına uygun görmediği bu anlaşmayı, dışında kalarak etkisizleştirme yolunu seçti.
AET’yi kuran Roma Anlaşması’nda amaç, benzer bütün emperyalist anlaşmalarda olduğu gibi, “kalkınma, iş birliği, serbest ticaret” gibi sermayenin sihirli terimleriyle açıklansa da, gerçek amaç İkinci savaş sonrasında kapitalist sistemde oluşan ABD hegemonyası karşısında Avrupa’nın Fransa ve Almanya önderliğinde kendini yeniden örgütlemesiydi.
Elli yıllık kader birliğinin ardından Fransa ile İngiltere’yi karşı karşıya getiren ve 50 yıllık Fransız Alman düşmanlığına son veren Roma anlaşması ile Almanya, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında içine düştüğü vesayetten kurtulmayı, Fransa ise eski sömürgeleri üzerinde kaybetmeye başladığı denetimi yeniden kurmayı hesaplıyordu. Roma anlaşmasının eski Fransız ve Belçika sömürgelerini aday üye olarak kabul eden maddesi, Fransa’nın bu amacını açıkça ortaya koyuyordu.
Başlangıçta anlaşmanın dışında kalarak anlaşmayı etkisizleştirmeyi deneyen İngiltere, bunun sonuç alıcı olmadığını görerek tepkisini 1959’da AET içindeki 6’lı birliğe karşı Avrupa’nın diğer 6 ülkesini, İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka, Avusturya ve Portekiz bir araya getirerek “Avrupa Serbest Ticaret Birliği” EFTA’yı kurarak ortaya koydu.
Uzun süre AET’yi dışında kalarak, alternatif birlikler oluşturarak istikrarsızlaştırmaya çalışan İngiltere bu girişimlerden sonuç alamayınca, 1964 ve 1967’de iki kez birliğe üye olmak için başvurdu. Bu başvurular birlik içinde dengeleri bozacağı gerekçesiyle Fransa tarafından reddedildi. İngiltere’nin AET’ye girme ısrarı 1973’de sonuç verdi ve AET’nin yedinci üyesi oldu. İngiltere’nin ardından diğer EFTA üyeleri de AET’ye katıldılar. 1973’ te Danimarka, İrlanda, 1981’ de Yunanistan, 1986’da İspanya ve Portekiz’in katılmasıyla AET’nin üye ülke sayısı 12 ye yükseldi.
1957-1991 yılları arasında AET, gerek ABD’nin kapitalist sistemdeki hegemonik konumu, gerekse İngiltere’nin istikrarsızlaştırıcı etkisi altında zaman zaman tökezleyerek yoluna devam etti. Bu yıllar aynı zamanda emperyalist devletler arasında mevcut güç dengelerinin değiştiği yıllar oldu. Kapitalist sistemde ABD hegemonyası görece güç kaybederken, Almanya, özellikle ekonomik alandaki gelişmesi ile Avrupa’da öne çıkmaya başladı. Fransa Almanya’nın ekonomik gücünden yararlanarak eski sömürgeleri üzerinde etkisini güçlendirmeye çalıştı ve bu sürecin siyasal önderliğini üstlendi.
1991’de Sovyetler Birliği’nin resmi çöküşü, AET için de bir dönüm noktası oldu. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, ekonomik temelleri zayıflayan ABD hegemonyasının üzerinde yükseldiği ayaklardan biri olan ve Avrupa’nın Sovyetler Birliği’ne karşı korunması biçiminde ifade edilen hamileliğin de -bu aynı zamanda ABD’nin dünya devrimi karşısında üstlendiği ideolojik-politik bir roldü- çökmesine yol açtı. Böylece Sovyetler Birliği karşısında emperyalist güçler arasındaki çelişkileri minimalize eden tutkal da çözüldü. Bu çözülme ile birlikte emperyalist güç odakları arasındaki rekabet ve çelişkiler eskisinden daha güçlü bir biçimde yüzüne çıkmaya başladı.
Hegemonya koşullarında kapitalist pazarın emperyalist yeniden bölüşümü için kurulan AET, 1991’de Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından bu işlevine uygun koşullar yakaladı. Bu yeni duruma göre birliği yeniden örgütleme çabaları, 1993 de sonuçlandırıldı. Birlik, ekonomik ve siyasal bir birlik olarak yeniden tanımlanırken, ismi de Avrupa Birliği (AB) olarak değiştirildi. Böylece Doğu Avrupa, Baltık Ülkeleri ve Balkanlar’ın yeniden paylaşım süreci de başlamış oldu.
Doğu Avrupa ve Balkanlarda paylaşım mevcut devletlerin parçalanması yeni devletlerin inşası, parçalanan ve inşa edilen devletler üzerinde emperyalist denetim kurulması olarak sürdü. Fransa bu yeni paylaşım sürecini esas olarak Kuzey Afrika’da eski sömürgelerini denetim altına almak için değerlendirirken, İngiltere Doğu Avrupa ve Balkanlardaki paylaşımdan en az payı alan emperyalist devlet oldu. Paylaşımdan aslan payını ise son dönemin en iyi örgütlenmiş ileri kapitalist devleti olan Almanya kaptı. Bu paylaşım süreci aynı zamanda birliğin yeniden örgütlenme süreci oldu. Avusturya, Finlandiya, İsveç 1995’ te, Doğu Avrupa ve Balkanlar’ın yeni devletleri Çek Cumhuriyeti, Estonya, Litvanya, Slovenya ve Slovakya 2004’de AB üyesi oldular; aynı tarihte Macaristan, Malta, Polonya ve Kıbrıs, 2007’de Bulgaristan ve Romanya, 2013’de Hırvatistan birlik üyeliğine kabul edilerek AB’nin üye sayısı 28’ e yükseldi.
Doğu Avrupa, Balkanlar ve Baltık ülkelerinin yeniden paylaşım süreci aynı zamanda AB’nin merkez güçleri Almanya, Fransa ve İngiltere arasındaki rekabet ve çelişkilerin keskinleştiği bir süreç oldu. Özellikle İngiltere ile olan çelişkiler, verilen tavizlerle (parasal birliğin ve Schengen’in dışında tutulması, gümrük ve serbest dolaşım ayrıcalıkları vb. ) örtülmeye ve minimalize edilmeye çalışıldı.
Özellikle 2008 dünya kapitalizmin yapısal krizi sonrasında AB’nin merkezi ülkeleri ve bu ülkelerle diğer AB üyeleri arasındaki rekabet ve çelişkiler daha da keskinleşti. İngiltere’nin AB’ ye gelişinin asıl nedeni, Avrupa’nın Almanya ve Fransa arasında bölüşümünü engellemekti. Ancak gelişmeler tersini gösterdi; İngiltere, özellikle Almanya’nın güçlenmesi karşısında kendini eli kolu bağlı bir konumda buldu. Artık İngiltere politikası için tek yol AB’den çıkmak, ve AB’yi istikrarsızlaştırma yolu ile etkisizleştirmek, dağılmanın önünü açmaktı. 2008 krizi sonrasında AB içinde ortaya çıkan Portekiz, İspanya, Yunanistan vb. sorunlar İngiltere için bu yönde bir hamlenin zeminini oluşturdu. Özellikle, Yunanistan’ın AB den ayrılmasını gündeme getiren krizi, İngiltere AB karşıtı politika için bir fırsat olarak değerlendirdi. Yunanistan’ın birlikten ayrılması için elinden geleni yaptı. AB’nin gerek İspanya ve Portekiz, gerekse Yunanistan krizlerini dağılmadan atlatması İngiltere’nin bu hamlelerini de boşa çıkardı. Öyle ki; İngiltere, İngiliz politikasının geleneksel etkisi altında olan Yunanistan’ı bile kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Kısaca, Avrupa’da Fransa ve Almanya etkisini önlemek için yola çıkan İngiltere, tam tersine, politika oluşturamaz duruma düştü.
İngiliz politikasının Fransız politikasının gölgesinde kaldığını gösteren başka bir olgu da Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’daki paylaşım oldu. Özellikle Suriye’de İngiliz yayılmacılığının bariz bir biçimde Fransız yayılmacılığının gölgesinde kalması, İngiltere’yi AB ile ilişkilerini gözden geçirmeye zorlayan son halka oldu. Brexit, bu sürecin bir sonucu olarak ortaya çıktı. İngiltere’yi yeniden paylaşım sürecinin etkin bir unsuru haline getirmeyi amaçlayan bu girişim, ırkçı-milliyetçi ve şoven bir kampanya ile İngiliz halkına onaylatıldı. Böylece İngiltere yeni yayılmacı politikasının kitle desteğini de sağlamış oldu.
İngiltere’nin AB’den ayrılması, kapitalist dünyada rekabet ve çelişkilerin keskinliğinin düzeyinin göstergesi olduğu gibi, dünyanın,emperyalist güçler arasında değişen güç dengelerine bağlı olarak yeniden paylaşımının vardığı boyutu ve bunun geri dönülmez bir süreç olduğunu ortaya koymaktadır.
Brexit kararının ardından Alman şansölyesi Merkel’in yaptığı açıklamalar bu vargıyı doğruluyor. Brexit’i, “Avrupa tarihinde bir kırılma olarak” nitelendiren ve Avrupa’da belli başlı güç odakları arasındaki patlamaya hazır çelişkilerin yeniden savaşa dönüşmeyeceğine dair bir garanti olmadığı uyarısında bulunan Merkel, açıklamasını, “Şimdi hayal etmek zor olsa bile, özellikle bu sıralarda, unutmamalıyız ki Avrupa Birliği fikri, barış fikridir. Yüzyıllarca süren korkunç kan dökülmelerinden sonra, Avrupa Birliği’nin kurucuları, altmış yıl kadar önce, uzlaşma ve barış yönünde Roma anlaşmalarıyla sonuçlanan ortak bir yol buldular.”dedikten sonra Almanya’nın bu gelişmeler karşısındaki konumunu, “Alman hükümeti bu süreçte Alman vatandaşlarının ve Alman ekonomisinin çıkarlarını nazarı dikkate alacaktır,” olarak belirledi. Merkel’in bu sözleri hiçbir yoruma açık kapı bırakmayacak biçimde Avrupa’nın yeniden bir paylaşım savaşına doğru yol aldığını doğrular niteliktedir.
Brexit sonrası burjuva iktisatçıların orada koydukları tablo, İngiltere’nin olduğu kadar AB’nin de ağır ekonomik ve siyasal sorunlarla karşı karşıya kalacağını gösteriyor. İngiltere bir yandan Brexit’le daha da ağırlaşan ekonomik sorunların yanında, İskoçya ve Kuzey İrlanda sorunu ile boğuşken, aynı zamanda AB içinde siyasal etkisinin olduğu devletler vasıtasıyla AB’yi istikrarsızlaştırmayı da sürdürecektir. Öte yandan, Brexit kararı Almanya ile Fransa arasında, İngiltere’nin AB içindeki sorunlu varlığının örttüğü çelişkileri daha da görünür hale getirecektir. Ayrıca son dönemde sistem içinde hegemonyası önemli ölçüde sarsıntıya uğrayan ABD’nin, AB içinde ve AB – İngiltere arasında artan çelişkileri hegemonyasını güçlendirmek için kullanacağı da açıktır. Nitekim Brexit’in hemen ardından Varşova’da yapılan NATO toplantısında Rusya’nın baş düşman olarak ilan edilmesi,Rusya’ya sınır AB ülkelerine NATO kuvvetlerinin ve yeni silahların yerleştirilmesi “Rus tehdidi” adı altında eski Sovyet tehdidi konseptine geri dönüşün adımlarıdır. Bu yöneliş, ABD’nin NATO konsepti adı altında yeni bir hegemonya inşa etmeye çalıştığını göstermektedir.
Kapitalist dünyadaki rekabet ve çelişkilerin puslu havasını biraz daha aydınlatan Brexit, İkinci Savaş sonrasında bir istikrar, barış, demokrasi ve refah adası olarak inşa edildiği varsayılan AB’nin, emperyalist yeniden paylaşımın bir biçimi olduğunu, “ortak Avrupa evi mistifikasyonunun” sonuna yaklaştığını işaret ediyor. Bunun hangi hızla gerçekleşeceği ve hangi sonuçlara yol açacağı ise önümüzdeki dönemin cevaplandırılması gereken temel sorunlarından biri olarak önümüzde duruyor. Brexit öncesi ve sonrasını özetleyen bu tablonun ortaya koyduğu bütün bu gelişmeler, madalyonun bir yüzüdür. Madalyonun öteki yüzünde bu gelişmelerin, burjuvaziyle proletarya arasındaki sınıf savaşı üzerindeki etkileri vardır. Hiç bir paylaşım savaşı işçi sınıfına karşı açılan çok yönlü, çok boyutlu bir savaş olmadan yürütülemez. Bugün işçi sınıfına yönelik çok yönlü savaşın altında yatan temel siyasal saik, emperyalist savaşla sınıf savaşı arasındaki bu ilişkidir.