Bölgesel Savaşlardan Dünyanın Yeniden Paylaşımına – F. Demirci

“Kapitalizm koşullarında dönemsel olarak bozulan dengenin yeniden kurulmasında sanayide bunalımdan ve siyasette savaştan başka araç yoktur.” Kapitalizmin üzerinde oturduğu bugünkü denge, II. Paylaşım Savaşı’nın ardından kuruldu ve savaştan her (ekonomik, siyasi, askeri…) bakımdan galip çıkan ABD hegemonyasını teyit ediyordu.

Bretton Woods anlaşmalarına dayalı bu hegemonya bir yandan dünyanın yeni paylaşımını sağlıyordu; öte yandan da bu paylaşımı somut kurumlara (ekonomik, ideolojik ve askeri) bağlıyordu.

Bretton Woods’ta kurulan bu hegemonik örgütlenmenin ideolojik ayağını anti-komünizm ve anti-Sovyetizm oluşturmaktaydı. ABD kendi hegemonyasının kabulü karşılığında kapitalist dünyayı komünizme karşı koruma görevini üstleniyordu. Ekonomik ayağını IMF, Dünya Bankası ve GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması – GATT sonradan Dünya Ticaret Örgütü olarak değişti). Askeri – siyasi ayağını ise NATO oluşturdu.

Bretton Woods’ta oluşturulan bu yeni dengede ilk çatlak 1960’lı yılların ortasında ortaya çıktı. Fransa, Afrika’daki eski sömürgeleri üzerindeki denetimini ABD’ye kaptırmasına, F. Almanya ile birlikten AET’yi (Avrupa Ekonomik Topluluğu) kurarak karşılık verdi. Bununla da kalmayıp, NATO’nun askeri kanadından ayrıldı.

Dengenin esas bozulması ise 70’li yılların başında gerçekleşti. ABD ekonomisi krize girdi. Dolar, altın karşılığı özelliğini kaybetti. ABD’nin dünya sanayi üretimi ve ticaretindeki payı 1950’li yıllarla karşılaştırıldığında yarı yarıya düştü. ABD, tarihinde ilk kez borç veren ülke olmaktan çıkarak, borç alan ülke oldu. ABD’nin ekonomik olarak bu gerilemesine karşın kapitalist dünyada iki ülke (Japonya ve Federal Almanya) çöküntüden, toparlanarak yükselişe geçti. Uluslararası alanda dolar bölgesinin yanında, yen ve Mark bölgesi oluştu.

1980’li yılların sonunda hegemonyanın üzerinde yükseldiği ikinci ayak da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla çöktü. Böylece anti-komünizm ve anti-Sovyetizm, emperyalist devletlerarası çelişkileri minimalize eden tutkal olma özelliğini kaybetti. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, zaten bozulmaya yüz tutmuş dengelerin bir anda altüst olmasına yol açtı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü kapitalizm için sadece devlet biçiminde örgütlenmiş düşmanın ortadan kalkması anlamına gelmiyordu; bu, aynı zamanda Doğu Avrupa’da, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Afrika ve Ortadoğu’da yeni paylaşım alanlarının ortaya çıkması demekti.

Kapitalizm koşullarında devletlerarasındaki ilişkilerin belirleyici ilkesi, güçtür ve karşılıklı bağımlılığı değil, güçsüzün güçlüye bağımlılığını içerir. Paylaşımı belirleyen güç dengesindeki her değişim zorunlu olarak yeniden paylaşımı gündeme getirir.

Değişen güç dengeleri altında yeniden paylaşım ilk olarak Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerinin paylaşımıyla başladı. Macaristan, Çekoslovakya (ikiye ayrılarak), Romanya, Polonya, Litvanya, Estonya, Letonya nispeten sorunsuz biçimde eski sömürgecilerinin denetimine girdi. Paylaşımdan en büyük payı, doğal olarak Avrupa’nın en güçlü ve en iyi örgütlenmiş emperyalist devleti Almanya aldı. Almanya’nın Avrupa’daki denetim alanı, Hitler dönemindeki denetim alanının ötesine taştı. Paylaşım, eski ve yeni emperyalist devletlerin (Rusya, ABD ve AB) “hayati” çıkarlarının çatışma alanlarında – Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan, Ukrayna vb.- daha sert biçimlere büründü. Yugoslavya ve Arnavutluk’ta en şiddetli hali aldı. Her iki ülke, halklar birbirine kırdırılarak atomize edildi. Doğu Avrupa ve Balkanların paylaşımı, Avrupa haritası yeniden çizilerek neredeyse bir on yıl sürdü. Paylaşım geride yeni paylaşımın tohumları ekilerek (bu bölgede, özellikle Balkanlar’dan birbiriyle ihtilafı olmayan nerdeyse tek bir devlet bile yoktur), şimdilik kaydıyla sonuçlandırıldı.

Afrika ve Ortadoğu’da paylaşım emperyalist devletlerarasında cepheleşmelere yol açarak sürdü, sürüyor. Hedef, Çin’in Afrika’ya sızmasının engellenmesi ve Rusya’nın Akdeniz’de Sovyetler’den devraldığı pozisyonun zayıflatılması, ortadan kaldırılması olduğunda, bütün eski emperyalist devletler ABD öncülüğünde birlik halinde davranmayı sürdürdüler. Ama sıra paylaşımdan pay almaya geldiğinde ABD, İngiltere ve Fransa arasında ön kapma savaşı, kendini açıkça ortaya koydu. ABD ve İngiltere Ortadoğu’da paylaşım üstünlüğünü elinde tutarken, Fransa, Afrika’daki eski sömürgelerinde konumunu güçlendirdi.

Suriye:

Emperyalist Paylaşımda Yeni Evre

Suriye müdahalesi ve bu müdahalenin izlediği seyir paylaşım savaşının yeni bir evreye girdiğini gösteriyor. Suriye müdahalesi öncesi Afrika ve Ortadoğu’da (Afganistan, Irak, Libya) sürdürülen emperyalist müdahalelerin belirgin özelliği ABD askeri üstünlüğü altında karşı cephe olmaksızın tek cepheli müdahaleler olmalarıydı. Suriye’de savaşın bu seyri Rusya ve Çin’in karşı cepheyi oluşturmasıyla değişti. Pasifik ve Kafkaslar’da kararlılıkla sürdürülen Rusya-Çin işbirliği Akdeniz’de de aynı kararlılıkla sürdürüldü. Başlangıçta Suriye’ye Libya’ya yapıldığı gibi müdahale edileceğini açıklamalarına rağmen ABD ve İngiltere Rusya ve Çin’in kararlı duruşu karşısında geri adım atmak zorunda kaldılar. Bu ABD ile Rusya’nın Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bu yana savaş ihtimaliyle ikinci kez karşı karşıya gelmeleriydi. İlki Gürcistan’da gerçekleşti. Rusya’nın burnunun dibindeki bu karşı karşıya geliş, Osetya’nın Gürcistan’dan koparılmasıyla sonuçlandı. Suriye’de ise ABD ilk kez başka bir emperyalist odağın karşısında gerilemekteydi. Böylece hegemonyanın son sağlam ayağı sayılan askeri üstünlük de önemli bir darbe almış oldu.

ABD Suriye’de atmak zorunda kaldığı bu geri adımı, Rusya’nın burnunun dibine sokularak karşıladı. Daha önce ABD’nin aktif desteğiyle “Bağımsız Devletler Topluluğu”ndan koparılan Ukrayna, bu kez savaşın Rusya topraklarına taşınmasının aracı oldu. Bu gelişme bizi paylaşım savaşının yeniden başladığı yere, Avrupa’ya geri döndürüyor.

Ukrayna’da bugün yaşanmakta olanların tarihsel arka planı başlı başına bir yazı konusudur. Ama yine de Ukrayna sorununun emperyalist paylaşım savaşının bu yeni evresindeki önemini anlayabilmek için bu tarihi arka plana değinmemiz gerekiyor. Özetin özeti: Ukrayna 10. yy kurulan Kiev Knezliği’nin (Ukraynalıların kendilerini Rusya’nın kurucusu olarak görmeleri bu knezliğe dayanır.) yıkılmasından sonra çeşitli devletlerin yağma ve istilalarına uğradı. Bu yağma ve istilalar sürecinde Ukrayna’nın etnik, dinsel ve mezhepsel yapısı da çeşitlendi. Ukrayna’nın doğu Slav kültüründen uzaklaşması, 16 yy’da Ukrayna topraklarının büyük bir bölümünün Lehistan-Litvanya birliğine katılmasıyla başlar. Ukrayna, Protestanlığı terk ederek Katolikliği seçer, Leh ve Avrupa kültürünün etki alanı içine girer. 18 yy’da Çarlık Rusyası’nın egemenliğine tabi olur. Bu egemenlik altında, büyük Rus şovenizminin de etkisiyle kültürel farklılaşma düşmanlığa dönüşür. Ukrayna, 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Almanya’nın desteğiyle bağımsızlığını ilan ederek kapitalizme yöneldi. Kızıl ordunun müdahalesiyle 1919’da Sovyetler Birliği’ne katıldı. Sovyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetler arasında ayrıcalıklı bir konuma sahip olsa da Ruslara karşı milliyetçi yaklaşımlarını hep korudu. Ukrayna’ya tanınan ayrıcalıklardan biri de Kuruşçev döneminde Kırım’ın Rusya Sovyet Federasyonu’ndan alınıp Ukrayna’ya bağlanmasıdır. Bugün bu milliyetçi ve şoven yaklaşımlar, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra emperyalist devletlerin kışkırtmalarıyla büyüyerek nüfusun önemli bir kısmını oluşturan Ruslara ve daha küçük etnik gruplara karşı tam bir soykırıma dönüşmüş durumda. Bu kısa belirlemelerin ışığında tekrar konuya dönersek; Ukrayna’yı konumuz açısından önemli kılan, onun stratejik konumudur. Ukrayna, ekonomik bakımdan önemli zenginliklere (madenler, tarıma elverişli geniş araziler) sahiptir; üstelik sanayinin ve madenlerin büyük bir kısmı Rus nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgelerde bulunmaktadır. Askeri açıdan da Ukrayna, Polonya ve Baltık ülkeleriyle birlikte Rusya’nın önünün kesileceği ileri bir karakol olma özelliğine sahiptir. Ukrayna bu stratejik özellikleriyle iki emperyalist kamp arasında doğrudan bir savaş potansiyelini barındırıyor. Ukrayna’nın Ortadoğu’yu aratmayan etnik ve dinsel yapısı ve güçlü gerici-şoven eğilim dikkate alındığında potansiyel olanın fili olana dönüşmesinin hiç de zor olmadığını görülüyor. Üstelik bu bölgede Ukrayna tek de değil; etnik, dinsel farklılıkları ve devletlerarası halledilmemiş sınır sorunlarıyla bölge tutuştuğunda dünyayı da kavuracak bir barut fıçısından farksızdır. Bütün bunlara bakarak ‘artık Avrupa’da bir savaş çıkmaz’ sözünü gönül rahatlığıyla söyleyebilmenin olanağı yoktur.

Emperyalist savaşın adım adım mayalanmakta olduğu bir başka bölge de Pasifik bölgesidir. Söz ve Eylem, bu bölgedeki gelişmeleri izleyerek düzenli olarak okurlarına iletiyor. Okurlarımız bu sayımızda da bu bölgedeki gelişmelerle ilgili bir çeviri yazısı bulacaklar. Gelişmeler uzun bir dönemden beri Çin’in, ABD ve Japonya tarafından kuşatılmaya çalışıldığını gösteriyor. Bu durum Çin-Rusya ittifakını güçlendirirken savaş olasılığını da büyütüyor.

Ortadoğu: Kaostan Düzene 

Türkiye Balkanların paylaşımına, kendine biçilen Müslüman kimlikli sınırlı rolle dahil oldu. Sıra Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun paylaşımına geldiğinde Türkiye’ye biçilen rol de arttı. Yine bu dönemde Tunus’ta başlayıp Yemen ve Mısır’a sıçrayan ve Müslüman Kardeşler’i iktidara taşıyan gelişmeler, Türk burjuvazisinin küllenmiş emperyal hayallerini alevlendirdi. Türkiye, Libya müdahalesine bu hayallerle katıldı. NATO’nun operasyonel merkezi, bu müdahale sırasında Türkiye’ye taşındı. ABD, Türkiye’de yeni üs ve merkezler kurdu. Bütün bu hazırlığın Suriye için olduğu daha sonra anlaşıldı. Suriye müdahalesi, Türkiye için emperyal hayallerden daha fazlasını ifade ediyordu. Türkiye bu müdahaleyi aynı zamanda Kürt halkına karşı yeni bir soykırıma dönüştürmenin hesabındaydı. Suriye müdahalesinde kraldan fazla kralcı kesilmesinin altındaki temel saik buydu.

Ancak Tunus’ta canlanan, Mısır’da alevlenen ve Suriye’de gerçekleşebilecek gibi görünen emperyal hayaller yine Mısır’dan başlayan süreçle domino taşı misali bir anda yıkıldı. Türkiye, Mısır’dan sonra Libya’dan da kovuldu. Suriye’ye doğrudan müdahalenin Emperyalist güç dengelerine takılması hayallerin sonu oldu. Türkiye, müdahaleyi şimdilik olanaksız kılan ABD ve Rusya arasındaki güç dengesini aşabilmek için her şeyi “yüzüne gözüne” bulaştırsa da elinden gelenden de fazlasını yaptı. Katar ve Suudi Arabistan’ın parası ve Türkiye’nin silah, cephane, üs, eğitim, kadro ve militan desteğiyle büyük ölçüde Suriye dışından katılımlarla Suriye silahlı muhalefeti örgütlendi. Muhalefetin İslamî kanadı (El-Nusra, IŞİD vb) bizzat Türkiye tarafından yönetildi, yönetiliyor. Silahlı gruplarla sonuç alınamayacağı belli olunca, Türkiye zincirleme provokasyonlarla (casusluk faaliyetleri, Cilvegözü, Reyhanlı bombalamaları, sarin gazı girişimleri, cephane taşıyan tırlar vb.) doğrudan müdahaleyi bir oldubitti haline getirmek için çabaladı. Bu faaliyetlerden bir sonuç alamadığı gibi hem uluslararası alanda itibarını kaybetti, hem de “stratejik müttefiki” ABD ile sorunlu hale geldi.

Provokasyonların güç dengesini aşmaya yetmediği koşullarda Suriye’de Esad’ın kalıcılığı giderek güçlendi. Irak’ta ise bütün olumsuzluklara rağmen Şii yönetim, seçimlerden güçlenerek çıkarak Irak’ın birliği ve geleceğinde belirleyici bir faktör haline geldi. ABD’nin bölgedeki hedefi, -bölgenin tümünde öngördüğü değişiklikleri yaptıktan sonra- kendi düzenini dikte ettirmekti. Ancak Irak, Suriye ve Libya’nın askeri gücü yok edilerek İsrail önemli ölçüde rahatlatılsa da, Suriye ve Iraktaki gelişmeler buna olanak vermedi. Bu yeni durum ABD açısından Irak’a geçici de olsa erken bir düzen vermeyi zorunlu hale getirdi. Bu zorunluluk, bölgede yeni bir ittifak ve yeni bir müdahalenin de temeli oldu. ABD, Türkiye, İsrail ve Barzani’yi bir araya getiren bu zorunluluk oldu. IŞİD, bu ittifakın özellikle Türkiye tarafından organize edilen ve yönetilen korkunç yüzüdür. Musul konsolosluk baskını ve hükümet yetkililerinin deyimiyle konsolosluk görevlilerinin “alıkonulması” tümüyle anlaşmalı ve Türk devleti ile IŞİD arasındaki ilişkiyi örtmeye yöneliktir. IŞİD’in bu ittifaktaki görevi korku, panik üretmek, etnik ve mezhepsel soykırımlarla alanı temizlemektir. IŞİD’in arkasındaki asıl olgu Sünni aşiretler ve Baas Partisi unsurlarıdır (ki bu aşiretlerin en büyüklerinden birinin lideri idam hükümlüsü olarak Türkiye’de yaşayan Haşimi’dir.) .

ABD önderliğindeki ittifakın hedefi; Suriye’de Esad’ın, Irak’ta Şii iktidarın güçlenmesi ve Irak’ın bütünlüğünü sağlama ihtimalinin ortadan kaldırılması, öngörüldü gibi üç devlete bölünmesinin gerçekleştirilmesidir. IŞİD’in Musul’u, Barzani’nin de Kerkük’ü almasıyla bu hedef büyük ölçüde gerçekleşti. Böylece kurulacak devletlerin muhtemel sınırları belirlendiği gibi ülkenin temel yeraltı zenginliği olan petrolün bölüşümü de bir sonuca bağlanmış oldu.

IŞİD’in oluşumu ve güçlendirilmesinde, gerek kadro, gerek lojistik ve üs olarak belirleyici bir rol üstlenen Türkiye’nin bu ittifaktan biri ekonomik, öteki siyasi iki önemli beklentisi var:  Ekonomik beklenti, Batı Kürdistan’ı da içine alarak oluşturulacak Sünni devlet ve Barzani Kürdistan’ıyla ekonomik entegrasyonun sağlanması; siyasi olarak da PKK ve PYD’nin tasfiyesidir. IŞİD’in Musul’u işgalinin ardından ele geçirdiği ağır silahlar ve bütün olanaklarını seferber ederek batı Kürdistan’daki Kürt kantonlarına yönelmesi ve bu kantonların güneyden IŞİD, kuzeyden Türkiye tarafından kuşatılması, tasfiye hedefinin ilk bölümünün uygulamaya konulduğunu gösteriyor. PKK ve PYD’ye yönelik tasfiye hareketi Suriye’de silahlı, Türkiye’de “çözüm “ adı altında şimdilik silahsız ve esas olarak ideolojik içerikli ve eşgüdümlü olarak yürütülüyor. İsrail bu sürece -fırsat bu fırsat- Gazze’de işgal hareketini başlatarak katıldı. Gazze’nin savunma gücünü ortadan kaldırarak, İran ve Hizbullah dışında bütün düşmanlarının askeri kapasitesini tehlike sınırının altına indirdi.

Dünyanın bu üç kritik bölgesindeki gelişmeler yeni bir emperyalist paylaşım savaşının hiç de uzağında olmadığımızı gösteriyor. Bütün bu gelişmeleri vicdan ve ahlak ölçütleriyle ele alıp hâlâ genel bir savaşın çıkamayacağını iddia etmek, kapitalizmi anlamamaktan öteye onu aklamaya çalışmak, gelecek kıyıma zemin hazırlamaktır. “Kapitalizm koşullarında dönemsel olarak bozulan dengenin yeniden kurulmasında; sanayide bunalımdan, siyasette ise savaştan başka araç yoktur.” Bütün bunlara, dünyada hızla artan silahlanma yarışları eklendiğinde ilan edilmemiş bir savaştan ilan edilecek bir savaşa doğru yol alındığı söylemek, hiç de abartma sayılamaz. Savaşı önleyecek tek güç ise, kapitalizme başkaldıran, devrim yürüyüşünde ulusal ve enternasyonalist birliğini pekiştirip büyüten tüm işçi ve emekçilerdir.

*Söz ve Eylem’in 34. sayısında yayınlanmıştır. (sayının tamamı)