Kürt özgürlük hareketi, izlediği taktikle sadece egemen devletin
Kürt halkı üzerindeki hegemonyasını kırarak oluşturduğu
ulusal birliği, seçim zaferiyle taçlandırmakla kalmadı;
aynı zamanda seçim süresi boyunca karşılaştığı
her engeli, her saldırıyı etkisizleştirerek ulusal
birliğini bir üst düzeye de taşımasını bildi.
12 Haziran seçimi, Türkiye’de iki halk gerçekliğini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde, bütün çıplaklığıyla bir kez daha ortaya koydu. Seçim, “iki halk gerçekliği”ni yansıtan iki farklı biçimde sonuçlandı. Ortaya çıkan bu iki farklı sonuçta, birçok neden etkili oldu. Ancak bu birçok neden içinde belirleyici olan, halkların sahip oldukları farklı bilinç ve örgütlülük düzeyleridir. Bu farklı bilinç ve örgütlülük düzeyleri, halkların seçim süreci boyunca davranışlarını belirlediği gibi, seçim sonuçlarını da belirleyici oldu
Kürt halkı seçim zaferini, seçimden çok önce kazandı. Her şeyden önce, Kürt özgürlük nareketi seçime, Kürt halkının ulusal birliğini sağlayarak girdi; Türk burjuvazisini ve onun Kürt halkı içindeki işbirlikçilerini yalıtarak; halkın farklı sınıf ve katmanlarını -ulusal mücadeleden yana bütün diri, onurlu ve devrimci güçleri- özgürlük bayrağı altında topladı. Seçim zaferi; bu devrimci taktiğin ve bu taktikte ifadesini bulan bilinç ve örgütlülüğün bir sonucu olarak kazanıldı. Bu zafer bir günde, bir ayda kazanılmadı. Zafere, uğrunda ağır bedeller ödenen büyük bir devrimci inat ve özveriyle yürütülen, otuz yılı aşkın bir mücadeleler zinciriyle ulaşıldı.
Kürt özgürlük hareketi, izlediği taktikle sadece egemen devletin Kürt halkı üzerindeki hegemonyasını kırarak oluşturduğu ulusal birliği, seçim zaferiyle taçlandırmakla kalmadı; aynı zamanda seçim süresi boyunca karşılaştığı her engeli, her saldırıyı etkisizleştirerek ulusal birliğini bir üst düzeye de taşımasını bildi.
Devlet, seçim süresince bütün ideolojik ve baskı aygıtlarım seferber ederek Kürt ulusal birliğini parçalamak ve etkisizleştirmek için elinden geleni yaptı. Kürt ulusal birliği karşısında yaşanan çaresizliğin etkisiyle “Kürt açılımı” ardındaki gerçekler bir bir ortaya döküldü. Kürt sorunu, bir anda “ Kürt yurttaşın sorunu” oluverdi. Her soydan burjuva ideologlar, “uzmanlar”, “Kürdologlar” her gün medyada boy göstererek, hep bir ağızdan, Kürt sorununun çözümünün “anayasal vatandaşlık”ta olduğunu vaaz etmeye giriştiler. Hayali anayasaya Kürt sözünü sokmamak için lütfedip(!) Türk sözünü kaldırmaktan dem vurdular. Kürt halkını, eşitlik ve kardeşlik adına, Kürt kalmakla yetinip siyasal haklarından vazgeçmeye çağırdılar.
Bu süreçte devletin baskı aygıtları (ordusu, polisi, mahkemeleri vb.) da, boş durmadılar. Özgürlük hareketinin eylemsizlik kararına rağmen, operasyonlar yaygınlaştırılarak sürdürüldü. Eylemsizlik kararını fırsat sayarak onlarca gerilla öldürüldü, binlerce Kürt genci tutuklandı. Ne var ki -“Biz halkız; bir ölür, bin doğarız!” misali- öldürülen, tutuklanan Kürt gençlerinin yerini binlercesi aldı. Yine Kürt devrimci adaylar veto edilerek Kürt ulusal birliği içinde özgürlük hareketinin siyasi etkisi kırılmaya çalışıldı.
Kürt halkı ulusal birliğine ve siyasi önderr liğe yapılan bu saldırıyı “sivil itaatsizlik” eylemleriyle karşıladı. Devlet, bu kez de sivil halkın üzerine panzerleri sürdü. Kürt halkının barışçı gösterilen kanla bastırılmaya çalışıldı. Saldırılar seçim sonrasını da kapsayacak biçimde aralıksız sürdürüldü, halen de sürdürülmekte. Bir dönem yaka paça parlamentodan atılarak hapsedilen Kürt halkının temsilcileri, bu kez burjuva hukuku bile hiçe sayılarak meclise sokulmuyor. Bir iç savaş örgütlenmesi olan özel mahkemeler, 1924’deki İstiklâl Mahkemeleri’nin işlevlerini üstleniyor. Kürt özgürlüğünden yana olan herkes bu özel mahkemeler marifetiyle enterne ediliyor.
Bütün bunlar “Kürt açılımı” olarak adlandırılan burjuva taktiğin gerçek amacını da açığa vuruyor; devletin, Kürt sorununun çözümünde geleneksel inkâr ve imha politikasını sürdürdüğünü gösteriyor. İnkâr ve imha, biçim değiştirerek sürüyor.
Ne var ki Kürt halkı, bütün bu saldın karşısında geri adım atmıyor. Daha azını değil, daha çoğunu elde etmek için ulusal birliğini pekiştiriyor; ulusal birliğini -Şımak’ta, Hakkâri’de olduğu gibi- somut biçimlere büründürüyor. Devletin saldırısını, kendi özyönetim organlarını kurarak, yaygınlaştırarak cevaplıyor.
Kürt halkı, sahip olduğu bilinç ve örgütlülüğü seçim zaferine dönüştürürken; burjuvazi, Türkiye’nin geri kalanında seçimden, hegemonyasını yenileyerek, güçlendirerek çıktı. Seçimde burjuva partiler, işçi sınıfının, emekçilerin bilinçsizliğinden, örgütsüzlüğünden kendi paylarına düşeni alırken, burjuva soygun düzeni, işçi ve emekçilere bir kez daha onaylatıldı.
Krize rağmen, tekellerin kârlarının katlanarak arttığı, yoksulluğun (ki 13 milyon yoksuldan söz edilmektedir), işsizliğin ve yolsuzluğun kol gezdiği ülkede, seçim sonuçları ve AKP’nin seçim zaferi, oldukça yadırgatıcı görünüyor. Ancak sonucun değil de, bu sonuca nasıl, hangi araç ve yöntemlerle ulaşıldığı dikkate alındığında, sonuçların hiç de yadırgatıcı olmadığı görülecektir.
En başta, yoksulluğun artışı ile özgürlük talebi arasında doğru bir orantı bulunmuyor; yani yoksulluk ve işsizlik arttıkça, özgürlük arayışı da otomatik olarak aynı oranda artmıyor. Yoksulluk ve işsizlik, ancak bilinç ve örgütlülükle birleştiğinde özgürlük için güçlü bir kaldıraca dönüşebiliyor. Kürt halkının seçim zaferi bunu doğruluyor. Tersi durumda. seçim sonuçlarının da kanıtladığı gibi, yoksulluk özgürlükten çok gericiliği besliyor.
Türk burjuvazisinin; milliyetçiliği, şovenizmi, yoksulluğu, işsizliği vb. kullanarak hegemonyasını güçlendirmesi, yeni bir şey değildir. 1946 seçimlerinden bu yana yoksulluk, işsizlik, hile vb. seçim kazanmanın araçları olarak hep kullanılagelmiştir. Ancak bugün, dünden farklı olarak burjuvazi bu araçları sadece kullanmakla kalmıyor; yoksulluğu, cehaletle yönetiyor. Büyüttüğü yoksulluğu, cehaletle yöneterek hegemonya aracına dönüştürüyor. Burada sözü edilen cehalet, okuryazar olmamayı ya da ilkokul mezunu vb. olmayı ifade etmiyor; okuryazar olmamaktan çok daha etkili, örgütlü ve örgütleyici bir aracı betimliyor. Dün Kemalizm’in üstlendiği bu rolü, bugün “siyasi İslam” üstleniyor. “Siyasi İslam”da din, işçilere ve emekçilere bu dünyada çektikleri yoksulluğu ve acıları dindirmek için öteki dünyada cenneti vaad etmekle yetinmiyor, çok daha fazlasını yapıyor; yoksulluğu yönetmek için cehaleti yaygınlaştırarak örgütlüyor. “Siyasi İslam” ideolojik hegemonya işlevini; eskiden olduğu gibi sadece din adamları eliyle değil, önüne bir dizi sıfat eklenmiş “aydınlar”, “gazeteciler”, “hukukçular”, her soydan ve her boydan “uzmanlar” vb.den oluşan cehalet ordusu aracılığıyla yerine getiriyor. Eskiden “hurafe” olan, bugün bilim ve bilimsellik adına halka sunuluyor.
Buıjuva arpalığında lüks yaşam; “siyasi İslam’la” girdiği ilişkide yaşam tarzını “garanti” altına alan, kendi içinde burjuva anlamda eleştiriye bile tahammülsüz olan, bu yeni “aydın” tipi, Türkiye’de cehaletin yeni yüzü ve yeni gücüdür.
AKP bu gücü “ustaca” kullanmış, yoksulluğu cehaletle yöneterek seçim zaferine dönüştürmüştür. Seçime katılan bütün burjuva partilerin, aynı merkezden yönetiliyormuş gibi, AKP’yi taklit ederek seçim propagandalarını milliyetçi söylem eşliğinde, aynı argümanlarla yoksulluk ve işsizlik üzerine oturtmaları, AKP’nin işini daha da kolaylaştırmıştır. Muhalefetin “onurlu” vaadleri ile iktidarın aynî ve nakdî yardımları çatışmasında “evdeki bulgur, Dimyat’taki pirince” galebe çalmış; vaatler değil, yoksulluğun cehaletle örgütlenmesi kazanmıştır. AKP aynî ve nakdî yardımlarıyla, 10 milyona ulaşan yeşil kart dağıtımıyla yetinmemiş; işi garantiye almak için seçim öncesinde Türkiye’nin en kapsamlı “mali affını” çıkartarak, işçi ve emekçileri düzene ipotekleyen zinciri gevşetmiş ve onlara eski yanılgılarını tekrarlamanın yolunu açmıştır. İşçi sınıfının içinde bulunduğu gerilik ve Türkiye sosyalist ve komünist hareketinde egemen olan ideolojik savrulma ve örgütsel dağınıklık; mevcut tabloyu tamamlayarak, AKP’nin büyük bir oy oranıyla iktidar koltuğuna oturmasını sağlamıştır.
Bu tablo değişmez değildir, değişebilir. Seçimler -aynı zamanda- bu tablonun nasıl değişeceğinin unsurlarını da ortaya koydu. Seçim süreci boyunca Kürt özgürlük hareketi; sadece Kürt ulusal birliğini pekiştirmekle, Kürt halkını daha kapsamlı bir mücadeleye hazırlamakla kalmadı, mücadeleyi tüm Türkiye sathına yaymanın önünü de açtı. Demokratik özerklik çerçevesinde Kürt sorununun çözümünde yeni bir yaklaşımı öne çıkarırken, ezen ve ezilen ülke işçi ve emekçilerinin birlikte mücadele olanağım da güçlendirdi. Bununla da yetinmeyerek “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu”yla da bu mücadeleye örgütsel bir form vermeye çalıştı.
Şimdi görev; bu olanakları, hem nitelik ve hem de işlevsel olarak geliştirerek birleşik devrimci eylemini örmektir. Türkiye sosyalist ve komünist hareketi -içinde bulunduğu ideolojik savrulma ve örgütsel dağınıklığa rağmen- bu sorumluluğu üstlenmek durumundadır.