Söz ve Eylem’in 9. Sayısında ( Şubat 2012 ) yayınlanan Kapitalizm ve Kriz yazısında şu tespitler yer almıştı:
“Bugün dünya, yaklaşmakta olan bir emperyalist paylaşım savaşıyla birlikte bir altüst oluşun, bir devrimci mayalanmanın eşiğindedir. Bu mayalanma öznel güçleri ( işçi sınıfının öznel konumu – bilinçsizliği, örgütsüzlüğü vb. – ve bunların yol açtığı kendi gücüne yabancılaşma ve uyuşukluk ) açısından ne kadar uzakta görünüyorsa, nesnel koşulları bakımından o kadar yakındır. Çünkü yaşanan buhran, kapitalizmin altındaki patlayıcı yığınını hızla biriktirmekte ve aynı hızla bir patlamaya doğru itmektedir. Biriken bu patlayıcı yığınının nerede, nasıl bir patlamaya yol açacağı ve hangi hızla dünyaya yayılacağını henüz bilemiyoruz. Ancak bildiğimiz ve emin olduğumuz, kapitalizmin kendi işleyiş yasalarıyla bu patlayıcı yığınını hızla biriktireceği ve patlamaya hazır bir yoğunluğa ulaştıracağıdır.”( s.47)
Kapitalist krizin tetiklediği patlamalar, ilk kez 2011 Aralığında Tunus’ta başladı. Tunus’u Mısır izledi. Kapitalist medya, ayaklanmaların kapitalizmle olan bağını gizleyebilmek için çok uğraştı. Ayaklanmalar onyıllardır iktidarını sürdüren diktatörlere karşı yerel bir başkaldırı olarak nitelendirildi ve dünya kamuoyuna, “Arap Baharı” olarak lanse edildi. Eylemler Avrupa’ya sıçradı ve Avrupa’da 27 ülke işçi grevleriyle çalkalandı. Patlamalara yol açan nedenler ülkeden ülkeye değişse de, başkaldırı ateşi, tüm kapitalist dünyayı alttan alta etkisi altına aldı.
Nihayet sıra, kapitalizmin dünya krizinden en az etkilendiği ileri sürülen ve sermayenin güvenli limanı olarak gösterilen ülkelere, Türkiye ve Brezilya’ya geldi. Artık patlamaların yerel olmadığı, dünyayı sarsmakta olan yeni bir devrimci dalganın ön belirtileri olduğu bugün daha net görülüyor.
Tunus’taki başkaldırıyı üniversite diplomalı bir işçinin kendisini yakması tetiklemişti; Türkiye’de iseTaksim Gezi Parkında ağaçların kesilmesi tetikledi. Başkaldırı inanılmaz bir hızla ülkenin tümüne yayıldı. Meydanları, sokakları zapt ederek evlere girdi. Başkaldırı, yarattığı özgürlük rüzgârıyla dünya devrimci dalgasına yeni bir hız kazandırdı. Taksim, Brezilya’da yankılandı. Türkiye, tarihinde ilk defa dünya devriminin ateşini yükselten bir rol oynadı. Onlarca ülkede işçiler, emekçiler Taksim’de başlayan başkaldırıyı desteklemek ve ona eklemlenmek için harekete geçti.
Ana omurgasını gençlerin – öğrenciler, genç işçiler ve işsizlerin- oluşturduğu başkaldırı, ülkenin bütün ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanlarını, tüm “ötekileştirilen”leri, kent yoksullarını, kadınları, küçük burjuvazinin alt ve orta gelir gruplarını kendine çekerek bir halk hareketine dönüştü. Başkaldırıya katılanların sayısını tam olarak belirlemek mümkün olmasa da, halkın aktif çoğunluğunu kapsadığı bir gerçektir.
Başbakan, başkaldırının bu toplumsal ve siyasal bileşimini çok farklı bir biçimde açığa vurdu; kimi burjuva çevrelerin başkaldırının düzen sınırlarının dışına taşmasını önlemek ve başkaldırıyı tıpkı Mısır’da, Tunus’ta olduğu gibi yine burjuva alternatiflere yönlendirmek için yaptıkları açıklamaları eleştirirken ortaya koydu. Başbakanın burjuva çevreleri azarlarken ağzından kaçırdığı “Bizim iktidarımızda kârınız beşe katlandı.” sözü; tersten bakılınca başkaldırının toplumsal ve sınıfsal bileşiminin başka bir biçimde tarifiydi: Başkaldıranlar, 11 yılda tam beş kat daha fazla sömürülen ve ezilenlerdi.
Bu sınıfsal ve toplumsal bileşim içinde işçiler, başkaldırının en örgütsüz kesimini oluşturdu. Başkaldırı, en çok işçi sınıfının en örgütsüz kesimi olan taşeron işçileri ve hizmet sektörü işçilerinde yankı buldu. Doğal olarak katılımları da bireysel düzeyde kaldı. İşçi sınıfının sendikal anlamda en “örgütlü” olan, aldıkları ücret ve sahip oldukları işle –ne yazık ki Türkiye’de iş bulmak, yani gönüllü sömürülmek bile bir ayrıcalık oldu – ayrıcalıklı sayılabilecek kesimi ise ya başkaldırıyı uzaktan seyretti, ya da DİSK ve KESK’in önderliğinde, “dostlar alışverişte görsün” misali belirli günlerde “nöbet defterini imzalamak” üzere taksim’den geçti. Grevi grev gibi yapma yeteneğini kaybeden, görevi baştan savsarcasına genel grev kararı alan, üstelik bunu 15 – 16 Haziran gibi bir başkaldırının yıldönümünde onun ruhundan koparak yapan sendikaların içinde bulunduğu durum ve başkaldırı karşısındaki tutumlarını güçsüzlükle açıklamak, sendikaların süreç içinde devletin sınıf üzerinde birer denetim aracı haline geldiği gerçeğini gizlemektir.
Bütün bunlar, işçi sınıfının sendikalarda örgütlenmiş kesiminin aslında sınıfın en örgütsüz kesimi olduğunu doğruluyor.
Başkaldırının ilk 15 günü baz alındığında, Taksim’de toplanan kitlenin saat 19.00’dan sonra iki – üç kat kalabalıklaşması, bir yandan işçilerin başkaldırıya kitlesel olarak katıldığını gösterirken, öte yandan ise bu katılımın bireysel olması işçi sınıfını başkaldırı içinde görünür olmaktan alıkoyuyor. Bu durum, başkaldırının sınıfsal niteliğini ortaya koyduğu kadar, siyasal istemlerin güdüklüğünü de açıklıyor. Yine aynı durum başkaldırının düzen sınırlarında dolaşmasının nedenini ortaya koyuyor ve başkaldırıyı “orta sınıf” gibi müphem bir kavrama mahkûm ediyor.
Başkaldırı ve Sosyalist Hareket
Yapılması gereken ilk tespit, sosyalist hareketin bu başkaldırıya bir bütün olarak hazırlıksız yakalandığıdır. Elbette bunun bir dizi ideolojik, politik ve örgütsel nedeni vardır. Konumuz bu değil. Ancak şu kadarını söylemek gerekiyor: Kendini sınıf mücadelesi üzerinden tarif etmeyen, sınıf mücadelesini direnmeye indirgeyen, henüz kitlelerin ayaklanmaktan uzak olduğu dönemde, tam bir karınca sabrıyla yapılması gereken devrimin o günlük rutin işlerini ( ajitasyon, propaganda ve örgütleme) küçümseyen, göz ardı eden, fırtınaya göre konumlanmak yerine, fırtınayı bekleyen bir hareketin fırtına çıktığında hazırlıklı olması zaten mümkün değildir.
Bunu bir yana bırakırsak, gerçekte sosyalist hareket Taksim’in zapt edilmesinde üstlendiği rolle, Gezi eyleminin başkaldırıya dönüşmesinde önemli bir işlev görmüştür. Aynı şekilde, ilk kez meydanları dolduran kitlelere mücadele ruhunu da taşıyan sosyalist harekettir. Sosyalistler on yıllardır Taksim için verilen mücadele ve başka mücadeleler sırasında ortaya koydukları kararlılık, direngenlik ve cesaretle başkaldıranlara rehberlik etmişlerdir. Kitlelerin mücadeleye kolaylıkla adapte olmasını sağlayan bu devrimci ruh ve deneyimdir. Ne var ki, sosyalist hareketin başkaldıran kitleyle kaynaşmakta ve mücadeleyi bir bütün olarak kavrayıp ileriye taşımakta aynı beceriyi gösterdikleri söylenemez.
Taksim zapt edilip eylem bir başkaldırıya dönüştükten sonra sosyalist hareketin, başkaldırıyı ilerleterek ideolojik, politik bir etkiyi örgütlemek yerine, kendi örgütünü öne çıkarma temelinde bir yarışa girmesi, deyim mazur görülsün, “sel önünden kütük kapma”ya kalkışması ( Tekel eyleminden hiçbir ders çıkarmadığımız anlaşılıyor.) mücadeleye katılan milyonlar ile sosyalist hareket arasında var olan açının daha da büyümesine yol açmıştır. Burjuvazi buradan girerek “marjinal” söylemiyle bu açıyı daha fazla büyütmeye çalışmıştır. Eğer burjuvazinin olanca çabasına rağmen kitleleri sosyalistlerden uzaklaştırma girişimi boşa çıkmışsa, bunu sağlayan sosyalistlerin çabası değil, kitlelerin sağduyusu ve devrimci direngenliğe duydukları sempatidir. Sosyalist hareketin, başkaldırının mevcut durumunu kavrayıp ona uygun müdahale araç ve yöntemlerini geliştirmemesi, sadece kitle ile olan ilişkinin zayıflamasına yol açmakla kalmadı, aynı zamanda gelecek saldırıya karşı sosyalist hareketin bileşik örgütlü müdahalesini de sekteye uğrattı.
Sosyalist gruplar, polisin geri çekildiği günlerde “bayrak” yarışıyla kendilerinden geçerken, polis Gümüşsuyu’nda kurulan ve başkaldıranların cesaret ve dayanışmasının sembolü olan 17 barikatı yarım saatte aştı. Bir tek SDP’li gençler, kurdukları barikatları olağanüstü bir güçle savundular. Öteki barikatlarda ise ya hiç çatışma olmadı, ya da dağınıklık nedeniyle örgütlü ve dirençli bir savunma örgütlenemedi. HDK ve BDP’nin, başkaldırının başından beri takındığı tutum ise tam bir kafa karışıklığının dışa vurumudur. Başkaldırının daha başında BDP sözcülerinin başkaldırıyı ulusalcı, ırkçı, faşist güçlere mal ederek kendilerini başkaldırının dışına atması, politik bakımdan düşülebilecek en vahim hata olmuştur. Bu vahim hataya yol açan, BDP’nin “barış” süreciyle birlikte içine düştüğü politik körlüktür. Sorun, başkaldıranların içinde BDP’nin ileri sürdüğü gibi ırkçı, şoven, ulusalcı grupların var olup olmadığının görülmesi sorunu değildir. Bunların varlığını bahane ederek “barış” sürecini zedelememek adına başkaldırıdan uzak durulmasıdır. İşçisiyle, emekçisiyle Türk halkının, burjuva milliyetçi – şoven propagandanın etkisiyle kendi burjuvazisinin bir eklentisi olarak Kürt halkına karşı yürütülen kırıma destek verdiği bir gerçektir. Ayrıca sosyalist hareketlerin bile Kürt halkının özgürlük mücadelesine yeterli desteği vermediği ortadadır. Hatta, kimi sosyalist çevrelerin bu mücadeleye karşı şoven bir yaklaşım içinde oldukları da inkâr edilemez.
Bu gerçekleri dile getirmek, Kürt siyasetçilerin ve Kürt halkının en doğal hakkıdır. Ancak milliyetçi – şoven propagandadan bir adım da olsa sıyrılarak başkaldıran kitlelerden dünkü hatalarını hatırlatarak uzak durmak, aynı hatayı başka bir biçimde tekrarlamaktır. Bizim politik körlük dediğimiz tam da budur. Bu tutum başkaldırının büyümesini olduğu kadar, mücadele içinde Türk ve Kürt halklarının, halkların savaş kardeşliğinin gelişip perçinlenmesini de olumsuz yönde önemli ölçüde etkilemiştir.
Sosyalist hareket tarihinde ilk kez kendi dışında oluşan, kendi etkisinin dolaylı ve çok küçük olduğu bir kitle hareketiyle karşılaştı. Hazırlıksızdı ve ne yapacağına dair bir deneyime sahip de değildi. Ama bu durum hata ve yanlışların eleştirisinin yapılmamasının mazereti olamaz, olmamalıdır. Canımızı yaksa da, mevcut gerçeği –elbette hiçbir abartıya düşmeden- ele almayan bir eleştiri, hata ve zaaflardan mümkün olduğunca arınan bir iradenin yaratılmasına katkıda bulunamaz.. Bizim muradımız da budur.
Sloganlarda Başkaldırı
Tarih bugüne kadar yüzlerce başkaldırıya, ayaklanma ve isyana tanıklık etti, edecek. Komünist bir bilinç ve örgütlülüğe sahip olmamaları nedeniyle düzen içi kanallara hapsedilerek yenilen bu kendiliğinden hareketler; tarihte harekete geçirdikleri güçler, hareketin yaygınlığı, ayaklananların cesareti, kullandıkları araçlar, en çok da ileri sürdükleri istemler ve bu istemlerin yoğunlaşmış ifadesi olan sloganlarla yer aldılar.
Taksim’de başlayan başkaldırı, halkın aktif çoğunluğunu kapsayarak kısa sürede bütün ülkeye yayıldı. Etkisi ülke sınırlarını aştı. Barikatlar kuruldu, düzenli, örgütlü olmasa da barikat savaşları verildi. Başkaldıranlar Nâzım’ın şiirinde belirttiği gibi “ Korkak, cesur, cahil, hakim ve çocuktular”, “Kahreden, ana avrat küfredendiler.” Cesaret ve dayanışmanın kendine özgü örnekleriyle kurumaya yüz tutmuş toprağa can verdiler.
Hareketin niteliğini belirleyen sloganlara gelince, başkaldırının başından beri dört sloganın öne çıktığı ve kitlelere mal olduğu görülüyor.
Birincisi, “Hükümet İstifa!”, ya da aynı anlamda “ Tayyip İstifa!” sloganıdır. Başkaldıranlar neye karşı olduklarını en net bu sloganla ortaya koydular. Neyi istedikleri ise boşlukta kaldı. Bu tam da başkaldırının kendiliğinden karakterinin dışavurumudur.
İkincisi, “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş!” sloganıdır ki, ajitatif karakteri yüksek olan bu slogan, aynı zamanda başkaldırıyı ateşlemiş, büyütmüş ve yaygınlaştırmıştır.
Üçüncü slogan, direnişi öne çıkartan “Direne Direne Kazanacağız!” sloganıdır. Bu slogan 12 Eylül sonrası sosyalist harekette egemen olan savunmacı kültürün bu başkaldırıda yeniden üretilmesidir. Ve mücadele ederken, savaşırken, direndiğini zanneden kitlenin kendiliğinden kalkışmasını yansıtmaktadır.
Dördüncüsü ve en önemlisi “ Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam!” sloganıdır. Bu slogan, kendiliğindenci hareketin bilinç ve örgütlülüğe doğru kendiliğinden yol alışının ifadesidir. Hem işin henüz başında olduğumuzu görerek mücadeleye devam kararlılığını vurguluyor, hem de başkaldırının önüne, mücadelenin bundan sonra nasıl yürütüleceği sorusunu koyuyor.
Başkaldırı, kendiliğinden akışı içinde bu soruya da cevap üretiyor. Mücadeleyi forumlar biçiminde alanlardan mahallelere, sokaklara taşıyarak, meclisleri oluşturarak daha örgütlü bir mücadelenin önünü açıyor. Bu durum başkaldırının gerilediğini, sönümlendiğini değil, tersine daha ileri gitmek için, daha örgütlü bir mücadele hazırlığına işaret ediyor. Geriye kalan, başkaldırının bu yönelimine cevap vermek, kitle içinde deyim yerindeyse eriyerek bir adım önde yürümeyi becermektir. Bu görevin çok kolay olduğu söylenemez. En başta sıkıştığımız, kendimizi sıkıştırdığımız bir çerçeveden çıkmamız ve olumsuz alışkanlıklarımızı değiştirmemiz gerekiyor.
Sonuç olarak, mevcut sınıfsal bileşimi ve ileri sürdüğü istemler ne olursa olsun, başkaldırı, halkın aktif çoğunluğunu kendine çekerek ayağa kaldırmıştır. Bu, hayatın kendiliğinden akışına, kendiliğinden bir müdahaledir. Kendiliğindenlik genel olarak ele alındığında bir bilinç ve örgütlülükten yoksunluk değildir. Tersine her kendiliğinden hareket, filiz halinde de olsa bir bilinç ve örgütlülüğü bağrında taşır ve büyütür. Yaşadığımız başkaldırı, bu türden bir bilinç ve örgütlülüğü eylemle besleyerek dalga dalga yaymış ve büyütmüştür. Eksik olan Komünist bilinç ve örgütlülüktür. Başkaldırı, bunu yaratmanın olanaklarını arttırmıştır.
Şimdi önümüzdeki görev, bu olanakları gerçeğe dönüştürmek, bilimsel sosyalizmi kendi maddesiyle, yani işçi sınıfı ve emekçilerle kaynaştırmaktır. Başkaldırı, önümüzdeki dönemde uyuyanları uyandıracak, işçi sınıfına yayılarak ayağa kalkmasını sağlayacaktır. Bir daha hazırlıksız yakalanmamak, başkaldırının devrimci enerjisinin burjuva kulvarlarda heba olmasını engellemek elimizdedir. Yeter ki, eksik ve zaaflarımızı görelim, bunların üstesinden gelmek için devrimci bilinç ve örgütlülüğü bir silah olarak kullanabilelim, öncü gibi davranabilelim.