Asıl Sorumlu: Vahşi Kapitalizmin Aşırı Kâr Hırsıdır – Yusuf Erdem

Soma’daki facianın asıl sorumlusu kim? Somadaki kitlesel işçi katliamının sorumluları kimlerdir? Bu soruya bir dizi yanıtlar vermek mümkündür.  Örneğin;

• Sorumlu, bütün adamlarından daha çok kömür, daha çok kâr, daha az masraf isteyen, giderleri artırabilecek hiçbir güvenlik harcamasına izin vermeyen patrondur.

• Sorumlu, patron adına hareket eden madendeki yöneticilerdir.

• Sorumlu, Çalışma Bakanı ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’dır.

• Sorumlu, bu ölüm çukurunu, bütün güvenlik önlemlerinin alındığı örnek bir işletme olarak raporlara bağlayan denetçiler ve müfettişlerdir ve elbette denetleyenleri denetlemeyen mülki, bürokratik ve siyasi yetkilileridir.

• Sorumlu muhalefetin verdiği bu maden işletmesine ilişkin araştırma önergesini reddeden AKP grubudur.

• Sorumlu, son yıllarda iyice yaygınlaşan  -ve alt işveren adıyla sevimlileştirilen- “Taşeronluk Sistemi”dir.

• Sorumlu, patron tarafından atanan ve bu işçi katliamından sonra bile patronu ve işyerinin güvenlik önlemleri bakımından örnek bir maden işletmesi olduğunu savunan sözde sendikacılardır. Ki söz buraya gelmişken Lenin’in bir sözünü anmadan geçemeyeceğim: “ Bir köle, eğer köleliğinin bilincinde değilse, kendisi için  kölelikten başka bir yaşamı tahayyül bile edemiyorsa, o sadece bir köledir; bir köle, köleliğinin bilincindeyse ve diğer köle kardeşleriyle birleşerek kölelikten kurtulmak, kölelik düzenini yıkmak için savaşıyorsa o bir devrimcidir; köle, eğer köleliğinin bilincindeyse, fakat ağzını her açışta ballandıra ballandıra efendisinin ne kadar iyi, ne kadar alicenap ve yardımsever olduğundan söz  ediyorsa o bir köpektir.”

• Sorumlu, Patronlara her istediklerini fazlasıyla veren Erdoğan’dır, AKP iktidarıdır.

• Sorumlu,  söz konusu kömür işletmesini, Kamu İhale Yasası’nı  ve İş Yasası’nın 2. Maddesini çiğneyip yasaların arkasından dolanarak muvazaa (gerçeği gizlemeye yönelik anlaşma) ile “kiralama” gibi gösterip bir alt işverene (taşerona)  devreden, böylece asıl işveren olarak işçilere karşı bütün  yükümlülüklerden sıyrılmaya çalışan TKİ (Türkiye Kömür İşletmeleri)’dir, onun bağlı olduğu Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’dır.

• Bütün ölümlü maden cinayetleri ve depremlerdeki on binlerce can kaybı için “kaza”, “kader”, “şehitlik”, “ ölümler, bu işin fıtratında var” diyen burjuva politikacıların demagojileridir. Ve hiçbir gazeteci, “Niye Türkiye ölümlü iş kazalarında Avrupa’da  ilk, Dünya’da 3. sıradadır; niçin Japonya’da daha büyük depremlerde kimse ölmemektedir?” sorularını, muktedirlere soramamaktadır.

Elbette bütün bunlar sorumludur ve bunlara yenileri de eklenebilir. Ne var ki, bütün bunlar kahrolası bir sistemin, ekonomisiyle, ideolojisiyle, devlet mekanizmasıyla ve siyasetiyle bir bütün oluşturan kapitalist sistemin, yani burjuva özel mülkiyet düzeninin türevleridir. Yukarıda saydığımız ve sayamadığımız bütün insanlık dışı ve işçi düşmanı uygulamaların temelinde yatan asıl neden budur.

Devrimcilerin çok iyi bildiği kapitalizmin bir iki temel yasasını anmak yerinde olur: Bilindiği gibi kapitalist özel mülkiyet düzeninde tekerlekleri döndüren ana muharrik güç  “kâr”dır. Kapitalist, hep kâr, daha çok kâr etmek ister. Bunun için de ürünü en ucuza mal etmek için –işçi ücretleri dahil, güvenceli çalışma giderleri başta olmak üzere- masrafları en aza indirmek ister. Öte yandan işçileri en uzun süre çalıştırarak, üretkenliği artırarak daha çok mal ve daha çok kâr elde etmek ister. İşçi sınıfının örgütsüz, işsizler ordusunun çok kalabalık olduğu bir ortamda, kapitalistler dikensiz gül bahçesindeymiş gibi en aşırı sömürü ve kâr hedefine rahat erişir.

Bu demektir ki emek ile sermaye arasındaki ilişki, bıçak ile boğaz arasındaki ilişki gibidir. Yani patron yanlısı burjuva politikacıların “işçi kardeşlerim” sözü alçakça bir demagojiden ibarettir. Onlar, işçinin boğazına dayanan bıçağı patron ile birlikte kavramışlardır.

Yineleyelim; Somadaki işçi katliamı”nın asıl sorumlusu, kapitalizmdir; kapitalist burjuvazinin sınır tanımayan gözü dönmüş aşırı “kâr” hırsıdır.  Somadaki kapitalist işletmede, patron ve adamları köpeksiz köyde değneksiz gezen biri gibi tam bir rahatlık içinde hareket etmiştir. Öyle ki;

• İşçiler, bayram-düğün-cenaze- yıllık izin gibi hiçbir talepte bulunamadan haftada yedi gün çalışmakta ve ayda ancak 1200-1700 TL ücret alabilmektedirler.

• Maden işçiliği gibi çok yüksek kalori gerektiren  çok ağır bir işte işçiler evden getirdikleri sefer taslarındaki yemeği, zeytin -ekmeği madende iki kalası yan yana koyarak  beslenmekte/beslenememektedirler.

• Ayaklarında burnu çelikle kaplanmış madenci çizmeleri yerine, kendi paralarıyla nalburdan aldıkları ucuz çizmeler bulunmaktadır.

• Patron, yeni madenci tünelleri açacak yerde, kullanılmış, ‘yorgun’ ve her gözeneği kızışarak tutuşmaya hazır linyit tozuyla dolu eski tünelleri ve ocakları kullanmayı seçmiştir. Çünkü üretime bir an önce başlamak, masrafları en aza indirmek gerekmektedir.

• Geleneksel tarım çökertilmiş, çevre köylüler çok az ücretle, ölüm tehlikesi altında aşırı güvencesiz ortamda çalışmak zorunda bırakılmıştır. Soma madenlerinde açlık ve çaresizlik, ölümü yenmiş görünmektedir.

• Bir kaza anında işçilerinin kazayı atlatabilmek ve yaşamlarını sürdürebilmek için alınması ve bulundurulması gereken ( sensörler, uzunca süre sağ kalınabilecek sığınma odaları, birden fazla ve çabuk çıkış yolları, çalışır durumda gaz maskeleri ve ne yapmaları gerektiği hakkında eğitim, tatbikat ve  bilgi birikimi…) hiç bir olanağa sahip değildirler.

• Çok düşük ücretlerle, kira ödeyip aile geçindirmek, çocuk yetiştirmek ve banka kartlarıyla geleceğe borçlanmak zorunda kalan işçiler, her sabah helalleşerek ölüme yürümektedirler.

• Örgütsüzlüğün, çaresizliğin ve bilinçsizliğin verdiği öylesine bir eziklik içindedirler ki, madenden çıkarılmış yaralı işçilerden biri hastaneye götürülmek üzere ambulansa alındığı zaman, “Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin.”  diyecek kadar  değersiz olmayı içselleştirmiştir. Bu hiçlik duygusu, emekçi halkımızın aynı zamanda tarihsel olarak devletin karşısında, mütegallibenin karşısında, patronun karşısında süregelen uğursuz bir kültürdür. Uyuyan dev (proletarya) uyanmadıkça, yani bilinçlenip birleşerek, örgütlenip hem bugünü, hem yarını için savaşarak tarih arenasında yerini almadıkça bu hiçlik duygusundan kurtulamayacak; maden çukurları, ölüm çukurları olmaya devam edecektir.

Soma’daki facia, işçi katliamı, arkasında resmi rakamlarla 301? ölü, 70 milyondan fazla derinden yaralı insan yüreği bıraktı. Teselli edici bir değer: Küba, Venezuela ve Nikaragua işçileri genel greve giderek ve yas ilan ederek sınıf kardeşlerine enternasyonalist dayanışmalarını gösterdiler.

Yineleyelim ve altını kalınca bir daha çizelim: Asıl suçlu, asıl sorumlu;  Vahşi kapitalizmin, doymak bilmez, sınır tanımaz aşırı ‘kâr’ hırsıdır. En yüksek kârı elde etme hırsı, kapitalizmin asıl muharrik gücü, motorudur. Kârın kaynağı ise, işgücünün karşılığı ödenmeden patronun el koyduğu bölümüdür, yani ARTI-DEĞER’dir. Hedef en yüksek kâr (artı-değer) olunca, üretimi olabildiğince artırmak, maliyeti en aza indirmek (üretim giderlerini kısmak) düşürmek zorunluluğu doğar. Bu hedefe varmak için ise:

• İşçileri, en uzun süre ve en yoğun biçimde çalıştırarak (mutlak artı-değeri artırarak),

• Daha gelişmiş makinalar, daha modern teknikler kullanarak (nispi artı-değeri artırarak)

• İşçi ücretlerini verili koşullarda en düşük noktalara çekerek, (ki bunun için, yedek işsizler ordusunun baskısı, sendikalaşmayı engellemek, kendi adamlarına sendika kurdurmak, devlet gücüyle işçi hareketini köreltmek, bürokratları satın almak…denedikleri yollardır.)

• İşçinin can güvenliği, yaşamı ve sağlığı için yapılması en zorunlu harcamalardan kaçınarak, tüm önlemler alınmış gibi gösterilerek… üretim maliyeti en aza indirilebilir ve böylece KÂR en yüksek düzeye çıkarılabilir. Ve böyle olunca da bütün maden –özellikle de kömür ve linyit- ocakları birer kabristana döner.

Türkiye, patronlar açısından bütün bunları uygulamak için dikensiz gül bahçesidir.

Çünkü ;

1. İşçi sınıfımız hem sendikal, hem siyasi planda büyük ölçüde örgütsüz ve perişan durumdadır.  Komünist hareket, parçalı ve sınıftan uzakta; sınıf ise büyük ölçüde örgütlenme ve sosyalizm bilincinden uzaktadır.

2. Daha başlangıçta “İmtiyazsız ve sınıfsız bir kitleyiz.” diyerek, işçi sınıfının ve özgürlüklerin inkârıyla işe başlayan devletin işçi sınıfı düşmanlığı ve devrimci örgütlenmeye duyduğu korku ve uyguladığı terör çizgisi hiç değişmemiştir.

Mustafa Kemaller,  Demirel’den  Kenan Evrene, Özal’a, Kemal Derviş’ten, Tayyip Erdoğan’a bu toprakları vahşi kapitalizmin piyasa tanrısına teslim etmişlerdir.

3. Komünist hareket, devrimci bir merkez yaratarak işçi sınıfı içinde, fabrikalarda, işçi havzalarında, kent yoksulları arasında kök salamadığı için bütün bu süreçte hayata örgütlü müdahalede bulunamamaktadır. Türkiye Soma’da, Zonguldak’ta, Tuzla’da, inşaatlarda, metalürjide ve kamyonlarla mevsimlik işçi taşıyan yol kenarlarındaki… sayısız kayıplarımızla bir büyük işçi kabristanına dönüşmüşse kabahatin büyük bir bölümü de bizde, biz komünistlerde ve devrimcilerdedir.

4. Ne zamanki madenlerde, fabrikalarda olaydan sonra değil, olaylardan çok önce, olaylar sırasında ve sonrasında sınıfımızın içinde, arasında ve en önünde yer alırız, işte o zaman devrimci, komünist adını taşıma şerefine erişiriz.

Ya sınıfımızla buluşarak kapitalizmi açtığı maden çukurlarına gömeceğiz; ya kapitalizm bu toprakları boydan boya işçi mezarlığı haline dönüştürmeye devam edecek.