Kapitalizm ve Krizi – Mustafa Sağlam

Dünya burjuvazisi ve onun sadık savunucuları, her boydan ekonomistler, bilim adamları, sanatçılar, işçi simsarı dönek solcular vb. uzun bir dönemden beri, koro halinde kapitalizmin insanlığın değişmez kaderi, bolluk ve zenginliğin yegane aracı olduğunu vaaz edip duruyorlardı. Umut ve hayalleri ellerinden alınmış işçi sınıfı ve emekçiler, bu burjuva koronun yoğun ideolojik saldırısı altında kendi gerçekliklerinden koparıldı. Yüzlerce yıllık mücadele geleneğini bir tarafa itip, sahte umutların peşinden koşarak kendilerini esaret, açlık ve sefalete mahkum edenlerden zenginlik ve bolluk beklediler. On yıllardır sermayenin işçi sınıfına allayıp pullayıp sunduğu bu sahte cennet, bugün gerçeklerin duvarına çarparak tuz buz oluyor.

Burjuvazinin kutsal mabedi piyasalar, tepetaklak oluyor. Kapitalizmin umut dağıtan kumarhaneleri olan borsalar, birbiri ardına dibe vuruyor. Mali sermayenin kaleleri bankalar, fonlar batıyor. Krediler, çekler, senetler ödenemiyor, kredi muslukları kapanıyor. Stoklar büyüyor, fiyatlar ve ücretler düşüyor. Emekçiler yoksulluğun girdabına girerken, ürettikleri metalar imha ediliyor. Bolluk günlerinin sabah akşam duyulan makine tıkırtıları kısılıyor. Büyüyen işsizlik, işçi ve emekçilerin yaşamına bir kabus gibi çöküyor. Sermaye bir elden öteki ele geçerken, küçük işletmeler peş peşe iflasa sürükleniyor.

Kısacası, sermayenin gerçekleşme koşulları bir bütün olarak çöküyor. Üretim araçlarının – makineler – bir kısmı atıl kalıyor, kapasite kullanım oranları düşüyor. Sermayenin kaynağı emek, burjuvazi için fazla zenginlik yarattığından, üretim sürecinin dışına itiliyor. Düşen ücretler, artan işsizlik, metaların sermayeye dönüşmesinin engelleri oluyor. İşçi sınıfı ve emekçilerin ürettiği bolluk ve zenginlik, işçi ve emekçilere işsizlik, açlık, yoksulluk ve savaş olarak geri dönüyor. İşçilere, emekçilere fazladan ev ve araba vaat edenler, şimdi onların ellerinden zorunlu yaşama gereçlerini, işini, ekmeğini geri alıyor. İşçi sınıfı sahte vaatlerin arkasından koşmanın, ” iş barışı” – bir kuruş daha fazla kazanma- adına, mücadele geleneğinden kopmanın, kendine bilinçsizce “ ihanet” etmenin bedelini, tıpkı geçmişte böyle davranan kardeşleri gibi, ödemeye başlıyor.

Ne oldu da dünya, bir ekonomik buhranın, bir altüst oluşun eşiğine geldi; insanlığın değişmez kaderi olan ve kusurlarından arınarak insanlığa özgürlük, bolluk ve zenginlik getirecek olan kapitalizmin kutsal mabetleri birer birer çöküyor? Ne oldu da, Sovyetler Birliğinin çöküşünü, sosyalizmin bir ütopya ve işçi sınıfının yönetemezliğinin bir kanıtı olarak sunan burjuvazi, bugün -üstelik işçi ve emekçiler ekonomik, politik ve ideolojik olarak teslim alınmışken- yönetemez duruma doğru koşuyor?

Bu soruların onlarcası birbiri ardına sıralanabilir. Ancak yanıt tektir: “Güneş balçıkla sıvanamaz.” Burjuva koro öyle buyuruyor diye, burjuvazi için özgürlük ve zenginlik, işçi ve emekçiler için esaret, yabancılaşma ve yoksulluk demek olan kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkmıyor, çıkamaz. “Gerçekler direngendir ”, medyatik süslemeler, vaatler ve yalanlarla üzeri örtülse de yok edilemez, yaşamın içinde daha gür olarak fışkırırlar.

Kapitalizm bir kez daha kendi ayak bağlarına takılmış, kendi iç çelişkilerinin duvarına çarpmıştır. Üretimin toplumsal karakteri, bir kez daha, ürünler üzerindeki özel kapitalist el koymaya başkaldırmıştır. Kapitalist üretimin ayrılmaz karakteri olan ekonomik krizlerin ve onunla birlikte yol alan toplumsal altüst oluşların kökleri, burjuva ideologlarının vaaz ettikleri gibi yetersiz kaynaklarda, yanlış uygulamalarda, yöneticilerin basiretsizliğinde vb. değil, tersine, kapitalist meta üretiminin varoluş koşulları ve işleyişinde yatmaktadır. Krize yol açan nedenler, bizzat insan (kapitalistler) eyleminin bir sonucu olarak görünse de, temelde insanların istenç ve eylemlerinden bağımsız olarak kapitalist meta üretiminin koşullarınca içerilirler.

Kapitalizm en özlü tanımıyla bir sermaye üretim sistemidir. Sermaye, üretim araçlarını elinde bulunduranlar (kapitalistler) tarafından el konulan, karşılığı ödenmemiş emektir. Sermaye bu emeği içererek var olur ve çoğalır. Sermayenin sermaye olarak işlevini yerine getirmesi ve büyümesi, bu karşılığı ödenmemiş emeğe sürekli ve giderek daha büyük oranlarda el koymakla gerçekleşir, yatırımlar bunun için yapılır, fabrikalar bunun için kurulur, çarklar bunun için döner, işçiler bunun için çalışır, doğa bunun için didik didik edilir, keşifler, icatlar bu amaca hizmet eder. Bu anlamda sermaye üretimi süreci, toplumun nesnel ve öznel güçlerinin katıldığı bir seferberlik olarak görünür. Sermayenin yeniden üretimi koşulları altında insan ve doğa sermaye gerçekleşmesinin birer unsuru olup, sermaye yoluyla tahrip edilerek yeniden üretilir. Sermayenin yeniden üretimi süreci aynı zamanda ekonomik ve toplumsal ilişkilerin, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf karşıtlığının ve sınıf mücadelesinin, bütün bir toplumsal üst yapının, ordusu, polisi, mahkemeleri, hapishaneleriyle, yargı sisteminin, bürokrasisi, hukuku, okulu, camisi, hastanesi, kültürü, sanatı, siyaseti vb. ile devletin kısacası kapitalizmin yeniden üretimidir. Bu bakımdan, sermayenin yeniden üretimindeki her sorun, bir sermaye birikimi sorunu olmaktan öte, sermayenin varlık sorunudur.

Sermayenin var oluşunun ve birikiminin koşulu olan karşılığı ödenmemiş emeğe el koyma, kapitalist meta üretimi koşullarında iki yöntemle gerçekleşir. Birincisi, çalışma süresinin fiili olarak uzatılması, aynı çalışma süresi içinde emek yoğunluğunun arttırılmasıyla,(mutlak artık-değer), ikincisi, emek üretkenliğinin arttırılması, yani üretici güçlerin geliştirilmesi yoluyla (nispi artık-değer). Birinci yöntemde, yani iş süresinin ve emek yoğunluğunun arttırılması yoluyla gerçekleşen sermaye üretimi, fiziki ve toplumsal koşullar tarafından belirlenen bir sınırlılığa sahiptir. Bu sınırlılığın fiziki koşullarını, işgücünün fiziki yapısı, toplumsal koşullarını ise sınıf mücadelesi oluşturur. Sermaye bu sınırları esnetebilir ancak ortadan kaldıramaz. Bu sınırlar, sermayenin gerçekleşmesi önünde birinci ayak bağını oluşturur. Sınırsız büyüme eğilimindeki sermaye, bu ayak bağlarının yarattığı engeli, ancak başka güçleri devreye sokarak aşabilir. Bu güç, emeğin üretkenliğinin arttırılması olarak kendini ortaya koyan üretici güçlerin sınırsız geliştirilmesidir. (*)

Sermaye, üretim ile değerlenme (dolaşım) evrelerinin birliğidir. Bu iki evre ardı ardına gelen ve birbirini koşullayan, ancak farklı yasalar tarafından yönetilen iki farklı süreçtir. Sermayenin üretimi sürecine egemen olan, sınırsız kâra ulaşmaktır. Bu amaç aynı zamanda sermayenin sınırsız gelişiminin de koşuludur. Sınırsız kâra ulaşmak, gittikçe büyüyen (miktar ve nitelikçe) ve çeşitlenen meta üretimini, o da, üretici güçlerin sınırsız gelişimini zorunlu kılar. Bu zorunluluk, sermayenin sınırsız gelişme eğilimi ile üretici güçlerin sınırsız gelişme eğilimi arasındaki ilişkide ifadesini bulur.

Bu ilişki “mahmuzlu ve dizginli”, çelişkili bir ilişkidir. Birbirini iteleyen, besleyen, büyüten bir uyumu ve değersizleştiren, engelleyen, tahrip eden bir çatışmayı bağrında taşır. Sermayenin sınırsız gelişme eğilimi ile üretici güçlerin sınırsız gelişme eğilimi arasındaki çelişkinin kaynağı, sermayenin üretimi ve değerlenmesi (dolaşımı) süreçleri arasındaki çelişkidir. Bu çelişkinin, üretim sürecinde yeniden üretilmesidir.
Sermayenin dolaşım süreci, sermayenin gerçekleşme ve yeniden üretime girme sürecidir. Sermayenin üretimi de hangi yolla olursa olsun (ister nispi, ister mutlak artık-değer) işçinin artık emeğine el konularak gerçekleşir. Bu el koymayı olanaklı kılan, kapitalist üretimin temel karakteristiği olan üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyettir. Bu yolla el konulan artık değerin büyüklüğü, üretilen metaların toplam kitlesiyle, dolayısıyla da üretici güçlerin gelişme düzeyiyle belirlenir.

Üretim evresinde meta biçimine bürünen artık-değer, henüz sermaye değildir. Onun sermayeye dönüşebilmesi için dolaşım sürecine girmesi, orada gerçekleşerek, eşdeğerini bularak çıkması ve yeniden üretim sürecine girmesi gerekir. Bu da ancak metaların dolaşım sürecinde karşılaşacakları bir dizi engeli, ayak bağını aşmalarıyla gerçekleşebilir.

Kısaca sermaye, sınırsız üretimi için, üretici güçleri sınırsız olarak geliştirmek, bunun olanaklı kıldığı sınırsız bir meta üretimine ulaşmak zorundadır. Ancak sermayenin sınırsız üretimi için yeterli olan bu koşullar, onun gerçekleşmesi için yetmez. Bunun için sermaye, tıpkı üretim alanında olduğu gibi, dolaşım alanında da önündeki engelleri aşmak, dolaşım alanını sınırsızca geliştirerek meta pazarını genişlemesine ve derinlemesine büyütmek, mevcut üretim dallarını geliştirmek, yeni üretim dalları açmak, ihtiyaçları sınırsızca geliştirmek, yeni ihtiyaçlar keşfetmek ve üretmek, tüketim için yeni yollar, pazarlama teknikleri bulmak; bilimi, doğayı ve insanı bu amaçlar için kullanmak ve bütün bunları sermayenin üretimi ve gerçekleşmesi için seferber etmek zorundadır.

Bu zorunluluğun kaçınılmaz sonuçlarından biri, sermayenin büyümesi, merkezileşmesi (tekelleşme) ile birlikte bugün adına küreselleşme denilen dünya pazarının yaratılması, kapitalizmin bir dünya sistemi olarak (emperyalizm) örgütlenmesidir. Bir diğeri ise, insanın ve doğanın tahrip edilmesi, bilimin, insanın ve doğanın kapitalistlerin sınırsız kâr hırsına kurban edilmesidir. Bilimin kâr amacıyla kullanımı, insanın ve doğanın bu tahribi, burjuva ideologlarının savunduğu gibi, kapitalizmin bir kusuru değil, tersine, sermayenin sınırsız gelişme eğiliminin bir sonucudur.

Sermayenin sınırsızca gelişebilmesi için aşmak zorunda kaldığı engeller, bunlarla sınırlı kalmaz. Sermaye kendini yeniden üretirken, aynı zamanda kendisiyle birlikte başka sermayeleri ve başka işkollarını da üretir. Bu yüzden sermaye birikiminin her yüksek aşaması yeni teknik gelişmelerin, yeni işkollarının sürece dahil olmasıyla betimlenir. “Mübadeleye gireceği karşı ve yabancı sermayeler olmaksızın var olan bir evrensel sermaye boş bir laftır.” ( Grundrisse, Birikim Yay.sh.466 )

Sermayenin gerçekleşme sürecinde aşmak zorunda olduğu ayak bağlarından bir diğeri de, sermayenin ancak başka sermayelerle birlikte var olması zorunluluğundan doğan kapitalist rekabettir. Rekabetin kaynağı ve vazgeçilmezliği, sermayelerin bu karşılıklı var oluşu ve birbirlerini üretmeleridir. Bu anlamda rekabet, sermaye hareketlerinin sadece bir sonucu değil, aynı zamanda bir koşuludur da. Nasıl ki sermaye, başka sermayeler olmadan var olamazsa, rekabet olmadan da var olamaz.(**) Rekabet üretici güçlerin gelişimini kamçılayarak, sermayenin sınırsız gelişim sürecini hızlandırırken, aynı zamanda kendisini de büyüterek yeniden üretir. Gittikçe büyüyen rekabet ortamında aşırı kâr dürtüsüyle sermaye, bir işkolundan diğerine taşınır, daha az kârlı alanlardan daha çok kârlı alanlara yığılır. Üretim alanından spekülatif alanlara doğru sürekli bir sirkülasyon yaşanır. Sermaye bütün bu alanlarda hangi kılığa girerse girsin, ister meta kılığında, ister borç, kredi, tahvil veya hisse senedi vb. kılığında olsun, üretim alanında el koyduğu artık-değerden beslenerek büyür. Üretim alanında el konulan artık-değer, sermayenin gerçek kaynağı, özü, diğerleri (borç, kredi, tahvil vb.) artık-değerin bölüşümünün aldığı biçimlerdir.
Sermaye, üretim evresinde, dolaşım evresinin bütün bu ayak bağlarının aşılacağını varsayarak (ya da yok sayarak) hızla büyür. Kapitalist ekonominin büyüme ve gelişme evresinde, sermayenin üretim süreciyle gerçekleşme süreci arasında oluşan uyum böyle bir görünümü destekler. Ancak üretim bir kez en tepe noktaya ulaştığında, sermayenin gerçekleşmesi önündeki engeller bir bir kendilerini hissettirmeye başlar ve giderek sermaye gerçekleşmesinin engeli halini alırlar.

Sermayenin sınırsız gelişme eğiliminin bir sonucu olarak ortaya çıkan sınırsız meta üretimi, sonuçta toplam toplumsal tüketim hacminin sınırlılığı duvarına çarpar. Gittikçe büyüyen meta üretimi hacmiyle, tüketicilerin alım gücüyle sınırlanan toplam tüketim hacmi arasındaki bu çelişki sermayenin gelişim düzeyi ne kadar yüksekse, o kadar etkili olur. Sermaye büyüdükçe bu çelişkiyi sadece yeniden üretmekle kalmaz, aynı zamanda büyüterek üretir ve toplam tüketim hacminin sınırlılığı sermayenin gerçekleşmesi önünde giderek büyüyen bir ayak bağına dönüşür.

Burjuvazi, bu ayak bağını aşarak sermayenin önündeki engelleri temizlemek için bir dizi önleme başvurur. Bu önlemlerden en etkilisi, borç verme ve kredi sisteminin, sermaye birikiminin düzeyine bağlı olarak gittikçe büyüyen oranda devreye sokulmasıdır. Ekonominin büyüme döneminde meta üretiminin büyümesi ve yaygınlaşmasının hizmetine sunulan kredi sistemi, bu kez sermayenin gerçekleşmesi koşullarını geliştirmek için, toplam toplumsal tüketim hacmini geliştirmek amacıyla tüketicinin hizmetine sunulur. Marks, Grundrisse’de, kredi sisteminin sermayenin gerçekleşmesi sürecindeki rolünü şu sözlerle betimler: “Tüm kredi düzeni ve onunla birlikte giden overtrading (aşırı riske girme), overspeculation (aşırı spekülasyon) vb. dolaşım ve mübadele alanının oluşturduğu engellerin üstesinden gelme zorunluluğundan doğar. Uluslararası ilişkilerde bu, bireyler arası ilişkilere olduğundan çok daha devasa, klasik boyutlarda gözükür. Örneğin İngilizlerin, kendilerine mal satabilmek için, yabancı ulusları borç almaya zorlamaları. Son tahlilde İngiliz kapitalisti, üretici İngiliz sermayesiyle iki kez mübadeleye girmektedir: 1-şahsen, 2- yankee vb. kılığında ya da parasını nasıl yatırmışsa o biçimde.”(age 460)
Ancak bu yöntem ne kadar büyük bir hacimde uygulanırsa uygulansın, “aşırı” birikim ve üretimin neden olduğu, sermaye gerçekleşmesinin önündeki engelleri ortadan kaldıramaz. Yalnızca sorunu, kredilerin geri dönmesinin tıkandığı noktaya kadar öteler, ama büyüterek!

Sermayenin sınırsız gelişiminin engellerinden bir diğeri de üretici güçlerin sınırsız gelişimine bağlı olarak ortaya çıkan kâr oranlarındaki düşme eğilimidir. Bu eğilim, üretici güçlerdeki gelişmenin, sermayenin organik bileşimi üzerindeki etkisinden kaynaklanır. Ve üretici güçler geliştikçe, güçlenir. Sermayenin üretim sürecinde belirli bir değişmeyen sermaye (üretim araçları, makineler, binalar, hammadde ve yardımcı maddeler vb.) kitlesiyle, belirli bir değişen sermaye ( işçi ücretleri ) kitlesi işlem görür. Bu ilişki değişmeyen ve değişen sermaye kesimleri arasında her seferinde somut bir oranı ifade eder. Üretici güçlerdeki her gelişme bu oranın değişen sermaye aleyhine bozulmasıyla sonuçlanır. Yeni üretici güçlerin devreye girmesiyle değişen sermayenin (işgücüne ödenen kısım) bir kısmı atıllaşarak, üretim sürecinin dışına itilir. Bu durum azalan işgücü kullanımıyla birlikte bundan sağlanan toplam artık-değer kitlesinin, dolayısıyla kârın azalması anlamına gelir ki, bu da sermayenin birikim sürecinin yavaşlamasına yol açar. Burjuvazi üretici güçlerin gelişiminin sermayenin birikimi üzerindeki bu olumsuz baskısını etkisizleştirmek için bir dizi önlem almak zorunda kalır. Ücretler düşürülerek toplam artık-değer kitlesi attırılır, hammadde ve girdi kayıpları önlenir, en önemlisi de kayıp artık-değer, meta üretimi büyütülerek karşılanmaya çalışılır.

Bu yöntemlerle kâr oranlarının düşme eğilimi etkisizleştirilirken, sermaye gerçekleşmesinin önündeki başka engeller yeniden üretilir. Büyüyen meta üretimi ile düşen ücretlerin daha da sınırladığı toplam tüketim hacmi arasındaki çelişki şiddetlenir. Kâr oranlarının düşme eğilimini etkisizleştirmenin önlemleri, bu kez şiddetlenen bir “ aşırı” üretim sorunu olarak geri döner. Sonuçta sermayenin üretimi ve gerçekleşme süreci, sermayenin kendisiyle, kendi ayak bağlarıyla bir çatışması olarak var olur. “Ancak sermayenin bu tür sınırları birer ayak bağı olarak gördüğü, dolayısıyla ideal olarak onları aştığı gerçeğinden, onların üstesinden geldiği sonucu ortaya çıkmaz ve bu türden her ayak bağı, sermayenin özgül niteliğiyle çelişki içinde olduğundan, sermayenin üretimi sürekli olarak aşılan ama sürekli var edilen çelişkiler içinde ilerleyecektir”.(A.g.e,sh.449)

Hızlı büyüme dönemleri ve ardından gelen krizler sermayenin bu kesintili ve çelişkili gelişiminde içerilmiştir. Ekonominin büyüme dönemlerinde aşılmış gibi görünen bu çelişkiler, ayak bağları, üretimin daha yüksek bir aşamasında “aşırı” üretim krizleri olarak sermaye gerçekleşmesinin engeli haline gelir. Bu aşamaya kadar sermaye bileşenleri ve sermaye süreçleri arasındaki uyum, yerini kaosa bırakır. Metalar sermayeye dönüşemez, üretim araçlarının bir bölümü atıl kalır, kârın kaynağı emek, üretim sürecinin dışına itilir. Sermaye hızlı ve sınırsız gelişim eğilimini borçlu olduğu üretici güçlerin tahribine yol açarak, gelişmelerinin engeli haline gelir. Sermayenin üretici güçleri geliştirmenin mutlak biçimi olmadığı -mutlak biçimi olmak bir yana- bir mülkiyet biçimi olarak üretici güçlerin gelişimi ile mutlak uyum içinde bile olmadığı, sermaye birikim sürecinin ayırt edici bir özelliği olarak öne çıkar.

Sermayenin sınırsız gelişme eğiliminin, aşırı kâr dürtüsünün bir sonucu olarak ortaya çıkan ve sermayenin bizzat kendisiyle çatışmasını simgeleyen “aşırı” üretim, genel olarak üretimin bir aşırılığı değil, kapitalist meta üretiminin yol açtığı bir aşırılıktır. Bu anlamda “aşırı” üretim bir toplumsal ihtiyaç fazlası değil, bir meta-sermaye fazlasıdır. Fazlalık, ihtiyaç olmasına rağmen, kapitalist mülkiyetin özel biçimi nedeniyle üreticiler tarafından tüketilemez ve atıllaşır.

Sermayenin sınırsız büyüme eğiliminin yol açtığı “aşırı” meta üretimi ile sermaye, dolaşım sürecinde gerçekleşme koşullarını kaybeder. Sermaye birikimi kesintiye uğrar. Bu kesintinin ilk etkileri en başta kredi sisteminde (mali alanda) ortaya çıkar. Vaktiyle sermayenin sınırsız büyüme eğilimine cevap veren ve onunla birlikte çeşitlenerek büyüyen kredi sistemi, (atıl kalan, değersizleşen sermaye ve ödenemeyen krediler nedeniyle) çöküntüye girer. Bu çöküntüyle kendini açığa vuran kriz, yeniden üretim sürecini etkisi altına alarak büyür. Sermayenin eşitsiz birikimine bağlı olarak farklı sermayeleri ve farklı sanayi kollarını farklı biçimde etkileyerek, sermaye hareketinin tümüne nüfuz ederek genel bir krize doğru evrilir. “Ticaret durur, pazarlar tıkanmıştır. Ürünler sürümsüz oldukları ölçüde yığılır kalır. Peşin para görünmez olur, kredi ortadan çekilir, fabrikalar kapanır, emekçi yığınlar fazla geçim gereci üretmiş olmaktan ötürü geçim gereçlerinden yoksun kalırlar, batıklar batıkları, zoraki satışlar zoraki satışları kovalar. Tıkanıklık yıllarca sürer. Üretici güçler ve ürünler, birikmiş meta yığınları sonunda değerlerinin az ya da çok altında bir fiyat üzerinden sürülene, üretim ve değişim yavaş yavaş canlanana değin, yığın halinde israf ve imha edilirler. Yavaş yavaş gidiş hızlanır, tırısa döner, tırıs dörtnal olur ve bu dörtnal da, sonunda, en tehlikeli atlamalardan sonra kendini yeni baştan çöküntü çukurunda bulmak üzere, bir sanayi, ticaret, kredi ve spekülasyon doludizginine değin yükselir.” (Engels, Anti Dühring, Sol Yay.sh.436 – 437)

Engels, yine aynı eserinde, yaklaşık her on yılda bir tekrarlanan bu “kısır döngünün” sermaye birikiminin çelişkili karakterinden doğduğunu ve sermaye var olduğu sürece bu çelişkinin de var olacağını söyler. “Pazarın genişlemesi, üretimin genişlemesiyle birlikte gidemez, çarpışma kaçınılmaz olur ve bu çarpışma kapitalist üretim biçiminin kendisini parçalamadığı sürece bir çözüm yaratamayacağı için, devirli duruma gelir. Kapitalist üretim yeni bir “kısır döngü” üretir. “ (A.g.e, sh.436)

Kapitalist sermaye birikim tarihi, aynı zamanda sermaye üretimiyle birlikte bu “kısır döngünün” büyütülerek üretimi tarihidir. Bu tarihin bir yüzünde aşırı sermaye birikimi, aşırı üretim ve bunların yol açtığı kriz, öteki yüzünde de proleterleşme süreci, yoksullaşma ve emek sermaye çelişkisinin keskinleşmesi vardır. Bu tarih içinde kapitalizm ilk büyük krizle 1825’de İngiltere’de yüz yüze geldi. Kriz İngiliz ekonomisini sarsarken, diğer ülkeleri (Avrupa ülkeleri) kapitalist gelişmenin bu ülkelerde aldığı yol oranında etkiledi. Esas etkisi İngiltere ile sınırlı kalan kriz, ancak İngiltere’nin dünya kapitalizmini temsil ettiği oranda bir dünya krizi olarak var oldu.

Etkisi sınırlı olan bu ilk krizin ardından,1825-1900 yılları arasında, kapitalizm neredeyse her on yılda bir döngüsel krizlerle çalkalandı. Sermayenin büyüme ve merkezileşme sürecinin hızlandığı, kapitalizmin kelimenin gerçek anlamıyla henüz bir dünya sistemine dönüşemediği bu erken tarihte bile krizler, pazar paylaşımları, sömürge savaşları, toplumsal çalkantılar ve ayaklanmalarla birlikte anıldı. İşçi sınıfının henüz kendi kurtuluşunun öznel koşullarına (ideolojik, politik ve örgütsel olgunluğa) sahip olmadığı bu koşullarda, toplumsal çalkantılar ve ayaklanmalar işçi sınıfının toplumsal varlığının kanıtı olmaktan öteye geçemedi. İşçi sınıfının eylemliliği burjuva düzeni sarsmakla sınırlı kaldı. Ancak sınıf mücadelesinin gelecek yükselişinin tohumları bu mücadeleler içinde atıldı. İşçi sınıfı bu mücadelelerden geçerek “ kendiliğinden bir sınıf” olmaktan çıkıp, “kendisi için bir sınıf” düzeyine yükseldi. Kendi kurtuluşunun ideolojik, politik, örgütsel koşullarıyla tanıştı ve olgunlaştı. Olgunlaşmanın ilk işaretini 1871’de, Paris’te kendisi için savaşarak, bu savaşı iktidarı almaya kadar vardırarak verdi.

Burjuvazi bütün bu krizlerden, sermaye birikim sürecini ve egemenliğini güçlendirerek çıktı. Aşılan her kriz, kapitalist ülkeler arasında güç dengelerinin yeniden kurulmasıyla, krizin tahrip ettiği üretici güçlerin yeniden hızlı gelişmesiyle, sermayenin büyüme ve merkezileşme düzeyinin yükselmesiyle, pazarların genişlemesi ve dünya pazarının yeniden paylaşımıyla sonuçlandı.

Kapitalizm bu döngüsel krizleri geçerek, 1900’lerin başlarında tekelci kapitalizm-emperyalizm aşamasına yükseldi. Emperyalist devletlerin, tekellerin elinde sermaye, dünyayı yeniden fethederek, gittiği her yere kapitalist ilişkileri taşıyarak, kapitalizmi kelimenin gerçek anlamıyla bir dünya sistemine dönüştürdü. Tekelci kapitalizm, emperyalizm, kapitalizmi bir dünya sistemi olarak örgütlerken, aynı zamanda sermaye hareketlerini olağanüstü boyutlarda hızlandırdı. Bu aynı zamanda, sermayenin iç çelişkilerinin, dolayısıyla bunlardan kaynaklanan krizlerin, nedenleri ve sonuçlarıyla büyütülüp, bir dünya krizi olarak yeniden üretilmesidir.

Kapitalizm, kendi tarihi içinde en ciddi ve sarsıcı krizini bu gelişmelerin bir sonucu olarak 1907-1920 yılları arasında yaşadı. Başta İngiltere olmak üzere emperyalist merkezlerde başlayan kriz, sermaye ihracı ve sermaye hareketleri yoluyla hızla yayılarak bütün kapitalist dünyayı etkisi altına aldı. Kapitalizmin eşitsiz gelişmesine bağlı olarak değişen güç dengeleri, daralan pazarların kızıştırdığı rekabet, emperyalist güçler arasında bir kapışmayı kaçınılmaz duruma getirirken, krizin sarstığı toplumsal dengeler, büyüyen işsizlik ve artan yoksullukla birlikte keskinleşen sınıf çelişkileri, kapitalizmi hızla bir yol ayrımına yaklaştırdı. Burjuvazinin kendi savaşına işçi sınıfını yedekleme girişimleri, işçi sınıfının mücadele deneyimi, bilinçliliği ve örgütlülüğü duvarına çarparak bu kez ters tepti.

Kriz savaşı, savaş devrimi tetikledi. Dünya artık sadece bir emperyalist savaş arenası değil, bir devrim arenasıydı. 1917’de Rusya’da zafer kazanan devrim, Avrupa ve dünya devrimini yeniden ateşledi. Avrupa’nın birçok ülkesi devrimci başkaldırılara sahne oldu. Devrimin Rusya’dan emperyalist merkezlere doğru bu yayılımı, emperyalist savaşın da sonu oldu. Emperyalist burjuvazi bir kez daha, dünya işçi sınıfı karşısında, aralarındaki çelişkileri bir tarafa iterek, Avrupa devrimlerini boğmak için el ele verdi. 1918’de emperyalist burjuvazi, işçi sınıfına karşı iç savaşı kazanmak üzere, kendi aralarındaki savaşı erteledi. 1920’ye gelindiğinde emperyalist burjuvazi, Rusya hariç, dünyada kabaran devrimci dalgayı durdurmayı başarmıştı.

Savaş, emperyalist kampta ciddi bir değişimin tohumlarını da attı. Savaşın galip ve mağlupları, savaştan büyük bir sanayi ve ticari yıkımla çıkarken, savaş ve krizden en az etkilenen, savaş süresince Almanya karşıtı bloğu finanse ederek, Avrupa’ya savaş araçları ve emtia ihraç ederek sanayi ve ticaretini büyütüp geliştiren ABD, bu gelişmeyle emperyalist kampın liderliğine doğru ilk adımlarını da atmış oluyordu. 1920’de dünya devriminin Avrupa’da kesinleşen yenilgisiyle birlikte, Avrupa kapitalizmi, krizin ve savaşın yerle bir ettiği sanayi zemini üzerinde bir toparlanma ve yeniden büyüme olanağını elde etti. Bu dönem savaşın galipleri İngiltere ve Fransa için Asya ve Afrika’da ele geçirdikleri ganimeti hazmetme, savaşın galibi olduğu halde kaybedeni olan İtalya ve savaş mağlubu Almanya için savaşın ikinci etabına bir hazırlık dönemi oldu.

1929’da bu kez kriz, savaş boyunca çok hızlı bir büyüme dönemine giren ABD’den geldi. Savaş süresince hızla büyüyen sanayi üretimi, artan sermaye birikimi ve mali sistemdeki spekülatif hareketlenme 1907 kriziyle kıyaslandığında daha gürültülü bir çöküşe yol açtı. Kriz, savaş ve devrim, yeniden aynı tablonun içine yerleşti. 1918’de ara verilen, 1939’da yeniden başlayan (bu süre içinde, gerçekte savaş düşük yoğunluklu olarak hep devam etti. İtalya’nın Habeşistan’ı, Japonya’nın Mançurya’yı, Almanya’nın Çekoslovakya’yı işgali vb.) savaş, 1945’de bittiğinde, dünya haritasında köklü değişiklikler ortaya çıktı. Savaşın yol açtığı değişimlerden en önemlisi, emperyalist dünya karşısında, Doğu Avrupa’da bir dizi ülkeyi de kapsayan bir “Sovyet sisteminin” oluşmasıdır. Var olan dengeleri altüst eden bu gelişme, aynı zamanda yeni bir dengenin de kurulmasıdır. İkinci önemli değişim, emperyalist kampta ABD kontrolünde hegemonik bir örgütlenmenin oluşmasıdır. Üçüncüsü ise, savaşın başlangıcıyla sarsılan ve çözülme sürecine giren sömürge ilişkilerinin yerine, kapitalist ilişkilerin egemenliği altında emperyalist bağımlılık zincirinin oluşmasıdır.

Bu üç önemli değişimin, kapitalizmin 1945 sonrası gelişimi ve krizleri üzerinde önemli etkileri oldu. Savaş emperyalist kampta güç ilişkilerini altüst ederek yeniden oluşturdu. Galipleri de içinde, Avrupa’nın emperyalist devletleri ( İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya ) ve Japonya’nın ekonomileri tam anlamıyla çökerken, savaştan ekonomik, politik ve askeri alanda güçlenerek çıkan ABD oldu.

Savaşın Avrupa’da kesintiye uğrattığı sermaye birikim süreci ve savaş yılları boyunca yaşanan sermaye göçü, Avrupa’nın, devletin bir yatırımcı olarak devreye girmeden, devlet olanakları tekellere açılmadan ve dışarıdan mali yardım almadan yeni bir sanayi hamlesi yaratamayacağına işaret ediyordu. Yardım alınabilecek tek güç ise savaşın her anlamda tek galibi olan ABD idi. Üstelik Avrupa, son otuz yıldır kriz ve savaşla birlikte devrim kâbusunu üst üste iki kez yaşamıştı. Devrimleri büyük ölçüde önleyebilmiş ancak işçi sınıfı ve halkın durumunda bir iyileşme sağlayamamış, öfkeyi dindirememişti. Şimdi ise yanı başında “Sovyet bloğunun” nesnel olarak büyüttüğü devrim tehdidinin baskısı altındaydı.

Emperyalist sistemde, ABD hegemonyası bu iki olgu temelinde gerçeklik kazandı. Bu, sistemde basitçe bir liderlik değişiminin ötesinde somut biçimler altında ( IMF, Dünya Bankası, GATT, doların uluslararası tek para ölçüsü olması, NATO vb.) işlerlik kazanan bir bağımlılık ilişkisinin emperyalist örgütlenmesiydi. 1945-1990 yılları arasında Avrupa’nın emperyalist devletleri ve Japonya bu hegemonik yapı altında, ABD’ye ağır bedeller ödeyerek, gelişmelerini sürdürebildiler.

Kapitalizm, bu hegemonik örgütlenme koşullarında, tarihinin en yüksek büyüme oranlarını yakalayarak gelişmesini sürdürdü. Bu hızlı büyümeyi olanaklı kılan iki temel olgudan birincisi, savaşla birlikte sermaye birikiminin önündeki engellerin ortadan kalkması, savaştan ve yoksulluktan bitap düşmüş, düşük ücretlerle çalışmaya hazır geniş bir işgücü, meta arzına aç bir pazar, kıtlığın kamçıladığı meta talebi ve bunların “mahmuzladığı” üretici güçlerin hızlı gelişimi, yeni teknolojilerle birlikte yeni işkollarının ortaya çıkması ve tüketim taleplerinin yaratılmasıdır. İkincisi ise, emperyalist bağımlılık ilişkileri (sermaye ilişkileri) ile sisteme tam olarak entegre olmuş eski sömürge sisteminin yenisiyle değişmesinin sağladığı, geniş pazar ve ucuz işgücü olanakları.

Bu temel üzerinde gerçekleşen hızlı büyüme trendi 1960’lı yılların başında ABD ekonomisinde yaşanan durgunlukla yavaşladı. ABD yaşanan ekonomik durgunluğu hegemonyanın olanaklarını kullanarak (***) kriz ihracı yoluyla aşabildi. Ancak bunun bedelini hegemonyada açılan ilk çatlakla ödedi. Fransa, ABD’yi kriz ihraç etmekle suçlayıp, Almanya’yı da yanına alarak Avrupa ortak pazarının kurulması için harekete geçti. Arkasından, NATO’nun askeri kanadından ayrılarak ABD karşısında “Birleşik Avrupa” fikrini filizlendirmeye çalıştı.

Hegemonya koşullarında ikinci kriz 1971’de yine ABD’de başlayarak, daha sarsıcı bir etkiyle sisteme yayıldı. Bu kez kriz, birinciyle kıyaslandığında hem daha derin ve hem de ABD açısından krizin ihracı olanakları daha sınırlıydı. ABD krizin etkilerini azaltmak için yine hegemonyanın olanaklarını kullandı. ABD’ye olan ihracatlarını kısıtlama tehdidiyle, Almanya ve Japonya’nın desteğini sağladı. Ama yine de ABD ekonomisinin gerilemesinin önüne geçemedi. ABD bu krizle tarihinde ilk kez borç veren ülke konumundan, borç alan ülke konumuna geriledi. ABD, Avrupa’nın baskısıyla doları revalüe etmek zorunda kaldı. Dolar, fiili olarak bir dünya parası olma özelliğini korusa da, genel eşdeğer olma özelliğini yitirdi. Dünya mali piyasalarında etki alanları henüz kısıtlı da olsa, Mark ve Yen bölgeleri oluşmaya başladı. Bu, ABD hegemonyasının aldığı ikinci büyük darbeydi. ABD bu darbeye 1974’de petrol krizini örgütleyerek cevap verdi. Bu kez zorda olan, Alman ve Japon ekonomileriydi.

1987’de kriz yeniden patlak verdiğinde beklentiler krizin çok daha sarsıcı olacağı yönündeydi. İki önemli gelişme bu beklentileri boşa çıkardı. Birincisi ABD’de oluşan krizin etkilerini azaltmaya ve zamana yaymaya hizmet eden Japonya’nın, ABD’nin imdadına yetişmesiydi.

Japonya, ABD’ye mali sıkışıklığını aşmak, tıkanmaya yüz tutan tüketimi finanse etmek için büyük oranda mali yardımda bulunurken, ABD’ye olan ihracatını da “gönüllü “ olarak kısarak, ABD sanayisinin rahatlamasını sağladı. (****)

Krizin bir dünya krizine dönüşmesini engelleyen asıl gelişme, aynı döneme denk düşen Çin’in kontrollü kapitalistleşme yoluna girmesiyle, Sovyetler Birliği’nin “ani” çöküşüydü. 1945-1990 arasında yukarıda sözü edilen üç ciddi krizi ABD, hegemonya olanaklarını kullanarak (krizi ihraç ederek ), sermaye gerçekleşmesinin önünde ayak bağı olan tüketimi, kredi sistemini devreye sokarak finanse edip, her seferinde artan ölçüde borçlanarak hafifletmeyi başardı. Bu yöntemlerle kendi krizini başkalarının krizi haline getirirken, krizin büyüyüp bir dünya krizine dönüşmesini de engelledi. Krizi yaratan çelişkiler hafifletildi, krizler giderek büyüyen bir gerilim birikimiyle ötelendi.

1990’da Çin’in kontrollü kapitalistleşme süreci ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü, biriken kriz geriliminin boşaltılmasına olanak sağladı. Sermaye yeniden hızlı büyüme ve gerçekleşme olanaklarına kavuştu. Dünyanın 1/6’lık bir toprak parçası kapitalizme entegre olurken, mevcut meta pazarı bir anda olağanüstü bir genişliğe ulaştı. Bir milyarı aşan ucuz işgücü yeniden sermayenin emrine girdi. Bu gelişmelerle sermayenin gerçekleşmesinin önündeki engeller, geçici de olsa, adeta sihirli bir dokunuşla bir anda aşılmış oldu. Daha da önemlisi, Sovyetler Birliği’nin çökmesinin yarattığı hayal kırıklığının da etkisiyle, zaten uzun bir dönemden beri ideolojik, politik ve örgütsel savrulmayla kapitalizmin eğik düzlemine oturan ve hızla dibe kayan mevcut siyasal işçi hareketinin, burjuva hegemonya alanına hapsolarak etkisizleşmesi, sermayeye sadece hızlı büyüme olanağını değil, sınıf mücadelelerinden etkilenmeden “özgürce” ve güven içinde büyüme olanağına sağladı.

Ayak bağlarından kurtulmanın verdiği ivmeyle, hızla büyüyen sermaye, üretici güçlerin büyümesini de olağanüstü hızlandırdı. Sermayenin daha önceki birikimi üzerine oturan bu süreç, kapitalist meta üretimi sürecinde, sermaye hareketlerinde ve uluslararası işbölümünde önemli değişmelere yol açtı:

Özellikle son otuz yılda bilimin doğrudan bir üretici güç haline gelmesiyle, üretim araçlarının boyutları küçülürken, işlevleri ve kapasiteleri büyüdü. Sanayinin otomasyon düzeyi yükseldi. Sermayenin birim zamanda gasp ettiği mutlak ve nispi artı -değer oranları büyüdü.

Geçen yüzyılın başında farklı üretim ünitelerinin bir araya getirilmesi ve bant sistemiyle birbirlerine bağlanması (Fordizm) üzerinde yükselen büyük entegre fabrika eğiliminin yerini bu ünitelerin parçalanması ve farklı mekanlara taşınması eğilimi aldı. Üretici güçlerdeki gelişmenin meta üretiminde sağladığı yüksek standardizasyonla meta üretim sürecinin mekansal birliği bir kez daha parçalandı. Meta üretim süreci, dışarıdan hammadde tedarikiyle bir mekanda – büyük fabrikada – başlayıp biten bir süreç olmaktan çıkarak, metaların farklı parçalarının, farklı mekan ve ülkelerde üretilmesi ve bir araya getirilerek birleştirilmesinden oluşan bir sürece dönüştü. Sermayenin bu şekilde ucuz işgücüne kayması, üretim maliyetlerinde ciddi bir düşüşü de beraberinde getirdi. Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak, meta üretimi katlanarak büyüdü.

Meta üretiminin mekânsal parçalanmasıyla birlikte, artı-değer üretimi de esas olarak ulusal alanda olup biten bir süreç olmaktan çıkarak, uluslararası alanda gerçekleşen bir sürece dönüştü. Bununla birlikte, ortalama kâr oranları da sermayenin uluslararası değer bileşimi tarafından belirlenir oldu. Bu durum değer bileşimine bağlı olan kâr oranlarının düşme eğilimini frenlerken, uluslararası tekellere kârdan daha büyük bir pay alma olanağını sağladı.

İletişim ve ulaşım sektöründeki gelişmeler, meta dolaşım sürecinde de önemli değişmelere yol açtı. Meta pazarı derinlemesine ve genişlemesine büyüdü. Metaların pazara erişimi kolaylaştı. Mekanın zamanla küçülmesi sağlanarak sermayenin devir hızı yükseldi. Üretim sürecinin mekansal bölünmesinin yol açabileceği denetim zaafları en aza indirgendi.
Meta üretimi ve meta pazarının büyümesine, ihtiyaçların çeşitlenmesi, yeni ihtiyaçların keşfi, lüks tüketimin büyümesi eşlik etti. Bu süreç aynı zamanda doğanın kâr amacıyla tahrip edilmesi ve kapitalist yabancılaşmanın büyümesi sürecidir.

Sermaye birikimi, sermayenin merkezileşmesiyle ve yoğunlaşmasıyla büyüdü. Sanayiden sonra tarım ve hizmetler sektörleri de dev tekellerin denetimine girdi. Mevcut sanayi dalları çeşitlendi, yeni sanayi dalları ortaya çıktı. Hizmet sektörü, geleneksel hizmetlerden sonra, devletin üstlendiği hizmetler de ( eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, ulaşım, altyapı, belediye hizmetleri vb) artı-değer üretimine eklemlenerek büyüdü. Çeşitlenen kredi sistemiyle denetlenemez bir büyüklüğe ulaşan mali sermayenin sanayi sermayesi karşısındaki üstünlüğü güçlendi. Gerçek sermaye varlıklarından onlarca kat büyük bir sanal varlığa hükmeden mali sermaye kontrolünde, sermayenin spekülatif alanlara kayması hızlandı. Burjuvazi, çeşitlenen hisse senedi ve tahvil piyasalarında kupon keserek sermayesini büyütürken, sermayenin asalak karakteri daha da belirginleşti. Kapitalist rekabetin belirleyici biçimi olan spekülatif rekabetle, birçok sermaye grubu ve ülke, varlıklarına el konularak iflasa ve krize sürüklendi. Mali sermaye kontrolündeki kapitalist sistemin güç – bağımlılık ilişkisi üzerinde örgütlenmesi daha da pekişti.

Sermayenin birikim ve sermaye üretim koşullarındaki değişme, zorunlu olarak proletaryanın bileşimi ve üretim koşullarında da bir değişmeye yol açtı.

Sermaye birikiminin büyümesiyle proleterleşme süreci de hızlandı. Proleterleşme, yoksullaşma ve mülksüzleşme yoluyla çeşitli sınıflardan proletaryaya katılımın artması, kafa emekçilerinin büyük bir kesiminin bu süreçte ayrıcalıklarını kaybederek, üretimin teknik örgütlenmesinde üstlendikleri rollerle proletaryaya katılmasıyla büyüdü ve proletaryanın nüfus içindeki oranı yükseldi.

Bu sürecin diğer bir özelliği de, sermaye birikiminin kaldıracı olan yedek sanayi ordusunun büyümesidir. Doğrudan sermaye hareketi tarafından yaratılan artı-nüfus, sermaye birikiminde bir regülatör görevi görerek, bir yandan yeni sermayeler için gerekli emek gücünü hazırda tutarken, öte yandan ücretler üzerinde baskı kurarak, sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü perçinler.

Meta üretim sürecinin parçalanmasıyla işçi sınıfı içindeki bölünmeler büyüdü. Daha öncesinin tersine, fabrika ölçüleri küçüldükçe, işçi sınıfı toplamda sayısal olarak büyürken, birim işyerinde toplulaşan emek gücü miktarı da küçüldü. Sanayideki “taşeronlaşmaya”, emek gücünün taşeronlaştırılması eşlik etti. Güvencesiz ve esnek çalışma adı altında, kapitalizmin ilk dönemlerinde yaygın olan parça başı ücret ve yarı işsizlik geri geldi. Sanayi, tarım ve hizmet sektörlerinde vasıfsız kadın ve çocuk emeğinin kullanımı arttı.

Bilimin doğrudan üretici bir güç olarak üretim faaliyetine girmesiyle, sermayenin hem sermaye hareketi üzerindeki, hem de üretim süreci üzerindeki denetimi güçlendi.

Üretici güçlerdeki gelişmeyle birlikte, sanayinin el koyduğu mutlak ve nispi artı-değer oranı büyüdü. Sermayenin meta pazarını büyütmek için çeşitlendirerek devreye soktuğu kredi sistemiyle, küçük üreticinin ardından proletarya da sermayeye ipoteklendi.

Proletaryanın bileşiminde, çalışma ve yaşama koşullarında önemli değişmeler oldu. Sermayenin üretim süreci üzerindeki denetimi pekişti. Proletaryanın saflarında kademeleşme ve farklılaşmalarla bölünmeler çoğaldı. Yoksulluk, cehalet ve işsizliğin artmasıyla sermaye birikiminin koşulları güçlendi. Sonuçta, kapitalist üretim sürecinde emek ve sermayenin konumları değişmeden kalırken, emeğin mücadele koşulları son derece zorlaştı.

Sermaye hareketindeki bu gelişmeler, kapitalist sistemde eski işbölümünün üzerinde yeni bir işbölümünün oluşumunun da temeli oldu. Bu yeni işbölümünde gelişmiş ülkeler teknoloji üretimi, lüks meta üretimi ve parçaların bir araya getirilmesine dayalı bir sanayi üretiminde yoğunlaşırken, geri ülkeler eski işbölümünde üstlendikleri rolün (tarım ve hammadde ikmali) yanında, ucuz yığınsal meta üretimi ve parça üretimiyle bu sanayinin hizmetine girdi; parça üretimine dayalı meta üretiminin olanaklı hale gelmesiyle, geleneksel sanayi dallarının önemli bir kesimiyle birlikte tekeller, üretimlerinin bazı bölümlerini daha ucuz işgücünün olduğu alanlara kaydırma olanağını elde etti. Böylece tekellerin çevresinde, bağımlı irili ufaklı firmaların özelleştirmeler, satın almalar, ortaklıklar ve tedarik anlaşmalarıyla oluşan “taşeron” bir sermaye oluştu. Bunun kaçınılmaz sonuçlarından biri de geri ülkelerdeki ithal ikameci kalkınma modellerinin, ihracata yönelik kalkınma modeliyle birleştirilmesi oldu. Emek yoğun sanayi ile birlikte kitlesel meta üretiminin ucuz işgücüne büyüyen kayışı, bu ülkelerin ithalatıyla birlikte ihracatının da büyümesine yol açtı. Ancak artan ihracat bu ülkelerin kendi sanayilerinin bir performansı olmaktan çok emperyalist tekellerin bu ülkelerdeki faaliyetlerinin bir sonucu olarak gerçekleşti. Kağıt üzerinde bu ülkelere ait gibi gözüken ihracat, gerçekte ise emperyalist ülkelerin bütün dünyaya yayılmış “ kardeş” şirketlerinin (*****) kendi aralarındaki ihracatıdır. Bu süreçte doğanın tahribinin ardından sanayi kirliliği sorunu da esas olarak geri ülkelerin sorunu haline geldi.

1990 sonrası yaşanan bu hızlı kapitalist büyümede, üretici güçlerdeki gelişmenin ortaya çıkardığı yeni işkolları (bilgisayar üretimi, iletişim sektörü vb.) ile konut ve otomotiv sektörleri, lokomotif rolünü üstlendi. Sermaye hemen her yerde özellikle bu iki sektörü (konut ve otomotiv), hem gelişimini ve hem de tüketimini finanse ederek destekledi. Desteklenen bu sektörlerde “aşırı” üretim, aşırı değerlenmelerle el ele yürüdü. Özellikle konut sektöründeki aşırı şişme, yeniden kredilendiriliş büyütülerek patlamaya hazır bir bombaya dönüştü.

Kredi kullanımının çeşitlendirilerek yaygınlaştırılmasıyla genişleyen pazar ve ucuz işgücünün beslediği yüksek kârlılıkla dev boyutlara ulaşan sermaye birikimi, üretim alanlarından taşarak spekülatif alanlara doğru yayıldı. Dünya, spekülatif hareketin egemen olduğu bir kumarhaneye dönüştü. Dünyanın her köşesine yayılan borsalarda çeşitlenerek büyüyen tahvil ve hisse senedi piyasalarında hayali satışlarla sermaye varlıkları sermayenin gerçek büyümesinden kat be kat hızla büyüdü. Spekülatif yöntemlerle birçok ülke (1994 Meksika, 1997 Güney Asya, 1998 Rusya, 1999 Brezilya, 2000 Arjantin, 2001 Türkiye vb.) varlıklarına el konularak krize sürüklendi.

Sermaye birikiminin büyük hız kazandığı 1990-2007 arasındaki döneme damgasını vuran, üretici güçlerdeki gelişmenin yol açtığı “aşırı” üretim, mali piyasalarda aşırı şişme ve aşırı spekülasyondur. Sonuç ise Engels’in 1825’deki kapitalizmin ilk genel krizi için betimlediği tablonun, bugün çok daha geniş bir alanda, büyüyen ölçüde ve çok daha sarsıcı biçimde yaşanmasıdır. Sermayenin değersizleşmesi, kriz, konut sektöründe yaşanan aşırı şişme ile birlikte, kredilerin geri ödenemez olduğunun ortaya çıkmasıyla patladı ve bütün kredi sistemine yayıldı. Borsalar, tahvil, hisse senedi ve türev piyasalar çöktü. Bankalar, fonlar birbiri ardından battı.

Finansal sistemde büyük bir sarsıntıya yol açan kriz, aşırı üretimin neden olduğu sermaye değersizleşmesiyle birleşip, yeniden üretim sürecine nüfuz ederek, derinleşerek sürdü. Daralan pazarlarda kavga büyüdü, metaların sermayeye dönüşmesi tekledi, fabrikalar üretimlerine ara vermek zorunda kaldı, kızışan rekabet iflaslara, iflaslar sermayenin el değişimiyle, yoğunlaşması ve merkezileşme düzeyinin yükselmesiyle sonuçlandı; üretici güçler, işgücü toplu olarak üretim sürecinin dışına itilerek atıllaşıyor. Mali çöküntü, sanayideki çöküntüyle birlikte büyüdü, yeniden üretim krizi genel bir krize, sistemin bütününü etkileyen bir dünya krizine dönüştü.

Kapitalist sistemin krize tepkisi bu kez alışılmışın ötesindeydi. Daha önceki krizlerden edindiği tecrübeyle, krizin anı bir çöküntüye dönüşmesini engellemek için devletler aktif olarak devreye girdi. Önce bankalar kurtarıldı, arkasından kurtarılma sırası tekellere geldi. Devletler para basarak, banka ve şirketlere ucuz faizle (neredeyse faizsiz) kredi pompalayarak krizi denetim altına tutmaya çabaladılar. Başta ABD. AB, İngiltere ve Japonya merkez bankaları olmak üzere para basma “yetkisi” olan (bilindiği üzere bir çok devletin bu yetkisi emperyalist devletlerin dayattıkları kurumlarca gasp edilmiş durumda) merkez bankaları, krizin başından beri, piyasaya büyüyen oranda para sürdü ve sürmeye devam ediyor. Krizin başından bu yana piyasaya sürülen para miktarı çoktan on trilyon doları geçti.

Bu yolla hem iflasların önüne geçilmesi hem de büyüyen işsizlik ve düşen ücretlerle tehlikeye düşen sermaye gerçekleşmesi, (pazardaki daralma, meta satışlarının düşmesi) tüketimin ucuz krediyle finanse edilerek artırılması hesaplandı. Bu tarzda bol para ve düşük faiz, krizin denetim altında tutulmasında kısa vadede başarılı da oldu. Krizin çökertici etkisi hafifletildi. Ama bu durum bir yandan krizi müzmin bir hale dönüştürürken, öte yandan mevcut gerilimi öteleyip biriktirerek büyütüyor. Daha büyük bir krizin kapısını açıyor.

Ucuz ve bol para üretimde bir büyümeye dönüşmüyor; tersine, spekülatif alanlara kayıyor. Piyasadaki para miktarı arttıkça borsalarda, türev piyasalardaki kumar da büyüyor. Kapitalizm düşen meta satışlarını, pazarlardaki daralmayı işçi ve emekçilere ucuz kredi açarak aşmaya çabalamıyor. Bu yolla işçi ve emekçilerin sadece geleceği ipotek altına alınmıyor; onların sisteme bugünkü itirazlarının önü de kesiliyor. Özellikle kriz sonrası büyüyen bu ipoteklenme bugün öyle bir noktaya ulaştı ki, ipotekli kitlelerin hane halkı borçlarının toplamı, ülkelerin yıllık gayri safi milli hasılalarının toplamını geçmiş durumda. Sistemde çarkların ağırda olsa dönmesini sağlayan Kredi-İpotek sistemi, (tüketici kredisi, kredi kartı, vb. çeşitli adlarla verilen krediler) kitlelerin, işten atılma korkusuyla kapitalist sisteme karşı tepkisini törpülerken, kapitalizme yönelmesi gereken öfkeyi aile içine, kadın ve çocuklara çeviriyor.

Burjuvazinin krizi hafifletmek için bugün büyük bir umutla sarıldığı bu yöntem (ucuz, bol paraya ve devlet ihaleleri ile sermayeyi destekleme ve kredi sistemiyle kitleleri ipotekleme ) kısa vadede burjuvazinin istediği sonuçları verse de krizi ortadan kaldırmıyor, gerilimi öteliyor. Hem burjuvazinin iç çatışmasını, hem de emek sermaye çatışmasını keskinleştirerek daha sarsıcı bir krizin koşullarını biriktiriyor.

Kriz, Paylaşım ve Devrim

Sermayenin yeniden üretimi, basitçe bir sermaye birikimi, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sorunu değildir. Sermaye ile birlikte onun egemenlik sisteminin ve bu sistemin dayandığı ilişkilerin (mülkiyet ilişkisi, devlet, ideoloji, kültür, hukuk, sınıflar ve sınıf mücadelesi vb.) yeniden üretimidir. Doğal olarak bu yeniden üretimde her kesinti – kriz – aynı zamanda sistemin yeniden üretiminin de krizidir. Bu anlamda kriz sadece, o ana kadar kurulmuş olan ekonomik dengelerin bir altüst oluşu değil, aynı zamanda sistemin bütününün sosyo-politik dengelerinin de altüst olmasıdır. Sermayenin yeniden üretimiyle – kapitalizmin yeniden üretimi arasındaki bu nesnel, iç bağlantı ve bunun barındırdığı çelişkiler, krizi salt ekonomik bir sorun olmaktan çıkararak politik bir soruna dönüştürüyor. Bunun kaçınılmaz sonucu, krizden çıkışın da, ekonomik bir sorun (ekonomik önlemlerle aşılacak bir sorun) olmaktan çıkarak, politik bir soruna dönüşmesidir.

Her şeyden önce kriz sermayenin, burjuvazinin iç çelişkilerini derinleştirip keskinleştirirken dengeleri de bozarak bir sermaye çatışmasına yol açar. Sermaye hareketlerinin hızlandığı ekonominin olağan gelişme dönemlerinde, sermayelerin karşılıklı gelişmesi ve uyumuyla oluşan denge, krizle birlikte yerini çatışmaya bırakır. Büyüme dönemlerinde üretici güçlerin gelişmesini hızlandıran, yeni ihtiyaçlar ve yeni tüketim talepleri yaratarak büyümeyi destekleyen rekabet, krizin yol açtığı daralmayla birlikte keskinleşerek sermaye savaşlarının yegane biçimi olur. Bölüşülmüş pazarda “centilmence” rekabet yerini pazarların yeniden bölüşümü biçimindeki rekabete bırakır. Sermaye engellenmesi, sermaye savaşlarıyla sermayelerin birbirlerini engellemesine dönüşür. Kriz, yeniden üretim sürecinin tümünü etkisi altına alarak derinleştikçe, ulusal ve uluslararası pazarlar, sermaye savaşları arenası haline gelir. Daralmış pazarlarda fiyat indirimleri, çeşitli satış yöntemleri ile kızışan rekabet, devletlerin devreye girmesiyle kotalar vb. çeşitli biçimlerde sınırlamalar ve kayırmalarla uluslararası bir karakter kazanır, büyüyerek sürer. Ulusal ve uluslararası pazarda bir sermayeler çatışmasına dönüşen bu savaşın belirleyici ilkesi güçtür. Güçsüzler kaybederken, güçlüler savaştan daha da güçlenerek çıkar. Sermaye bir yandan krizin etkisiyle değersizleşirken, diğer yanda belirli ellerde yoğunlaşarak merkezileşir. ”Bozulan denge ekonomide bunalımlardan, siyasette savaşlardan geçerek yeniden kurulur.” ( Lenin, Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine, Ekim Devrimi Külliyatı, Sol Yay.sh.13 )

Bugün kapitalizm tarihinin en derin, en sarsıcı krizlerinden birini yaşıyor. Yaşanan krizin bu sarsıcı niteliği her şeyden önce, kapitalizmin 1990‘da girdiği hızlı büyüme ve genişleme süreciyle bağlantılıdır. 1990 sonrasında üretici güçlerin gelişiminde, sermaye birikimi ve merkezileşmesinde ve mali sermaye hareketlerinde yaşanan olağanüstü büyüme ve genişlemeyle hızlanan yeniden üretim sürecine bağlı olarak, krizi de büyütmüştür. Krizin derinleşmesine yol açan diğer bir etken de, kapitalist hegemonyasının sağladığı olanaklar ve işçi hareketi üzerinde kurulan burjuva denetimle, 1945 sonrasında sistemde ortaya çıkan krizlerin hafifletilerek ötelenmesinin yol açtığı gerilim birikimidir. 2000’li yılların başında ABD’nin başlattığı hegemonya savaşlarıyla kendini dışa vuran bu gerilim, bugün derinleşen krizin de etkisiyle büyüyüp, bütün sisteme yayılarak, bir paylaşım savaşına doğru evriliyor. Değişen güç dengeleri, daralan pazarlarla birlikte, savaş tehdidi de büyüyor. Krizin yıkıcı etkilerinin hissedilmeye başlandığı son yıllarda, emperyalist güçlerin başlattığı çatışmalar (Rusya’nın Gürcistan’a girmesi, ABD-İran, Hindistan-Pakistan gerginliği, İsrail’in yeniden Filistin’i işgali, Kuzey Afrika’da birbirini izleyen işgaller, Mali, Libya, Suriye ve sıradakiler; Lübnan ve İran vb.) gelmekte olan savaşın ön habercileri olduğu kadar, bu savaşın alanını da belirliyor. Asya, Afrika ve Kafkasya, 1. Paylaşım Savaşı’nın ardından bugün de, yeni bir paylaşım savaşının alanları olarak öne çıkıyor. Bu geniş coğrafya içinde Ortadoğu, savaşın merkezi alanını oluşturuyor. Bu alanda savaş gizli, açık yöntemlerle yeni cepheler açılarak, yeni ittifaklar kurularak sürüyor.

Savaş hazırlığı bunlarla sınırlı kalmıyor. Emperyalist devletlerin bütçelerinden silahlanmaya ayırdıkları miktarlar hızla yükselirken dünya bir silahlanma yarışına doğru itiliyor. 2007-2o15 yılları arasında silahlanma yarışında görülen bu artış, bu yılların ekonomik büyümede bir yavaşlama ve durgunluk yılları olduğu da dikkate alındığında savaş tehdidinin giderek büyüdüğüne işaret ediyor.
Ulusal ve uluslararası alanda farklı sermaye grupları, sermaye fraksiyonları, emperyalist tekeller ve devletler arasındaki çelişkileri keskinleştirerek çatışmaya dönüştüren kriz, kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisi, emek-sermaye çatışmasını da keskinleştiriyor.

Olağan gelişme dönemlerinde üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uyum ve bu uyumun toplumsal biçimi olan geçici uzlaşmalar, yerini çatışmaya bırakıyor. Üretici güçler kullanımlarının kapitalist biçimine yeniden başkaldırıyor. Kriz ekonomik bir olgu olmaktan çıkarak, sistemin bütününe yayılarak genel bir buhranına dönüşüyor.

Sınıfların karşılıklı konumlanışını, güç ilişkilerini, örgütlenme ve bilinç düzeylerini yansıtan eski denge bozuluyor. Bozulan denge, küllenen çatışmayı yeniden alevlendiriyor. Güce ve gücün içerdiği şiddete dayanarak, çeşitli araçlarla (bu araçlar içinde işçi sınıfının, emekçilerin kendi örgütlerini de saymak gerekir) ekonomik, politik ve ideolojik olarak, sisteme entegre edilerek, pasifize edilen sınıf hareketi, yeni koşullarda, bir yeni bir ivme ile tarih sahnesine dönüyor. Sınıf mücadelesi yeniden tarihsel sürecin başat aktörü haline geliyor. Kendiliğinden eylemlerden bilinçli, örgütlü eylemlere doğru, ileri sıçrayışlarla, geri düşüşlerin birbirini izlediği zikzaklı bir yolda, ağır aksak bir yürüyüşe geçiyor. Tarihin tekerleği sessiz geçen onlarca yılın öcünü alırcasına hızla dönmeye başlarken, dünya yeni bir altüst oluşun eşiğine geliyor.

Kapitalizmin tarihi, aynı zamanda, sermaye birikiminin kesintiye uğradığı, mevcut güç dengelerinin değiştiği, egemen sınıflar arasında kaos ve çatışmaların keskinleştiği, dünyanın emperyalist tekeller ve devletler arasında paylaşımının yeniden gündeme geldiği, işçi sınıfı ve emekçilerin düzenle kurulu bağlarının çözülmeye yüz tutarak başkaldırılara dönüştüğü, sistemde genel bir altüst oluşun koşullarının olgunlaştığı, kapitalizmin genel bunalımının da tarihidir. Bu tarihin en belirgin özelliği, kesintiye uğrayan sermaye birikimiyle emperyalist savaş ve iç savaşın aynı tarihsel kesitte yan yana düşmeleridir. Krize bir devrim durumu özelliği kazandıran bu üç olgunun (sermaye gerçekleşmesinin kesintiye uğraması, emperyalist savaş ve iç savaş) her seferinde yeniden aynı tarihsel kesitin içinde birleşmeleri, bir tarihsel tesadüfler zincirinin sonuçları değil, tersine, sermaye hareketinin, insan istenç ve eylemlerinden bağımsız olarak işleyen nesnel karakteristiğidir. Emperyalist savaş ve iç savaş bu sürece dışarıdan dayatılan biçimler değil, sermaye hareketine bağlı olarak ortaya çıkan sürecin iç dinamiğinin, en üst düzeydeki siyasal biçimleridir.

Kapitalizmin bugünkü krizinde bu üç olgu, yeniden aynı tarihsel tablonun içine yerleşerek, sistemi sarsan genel bir buhrana doğru yol alıyor. Sermaye bu altüst oluşun nesnel koşullarını kendi işleyişiyle besleyip büyütüyor. Ancak kriz ne ölçüde nesnelse, krizden çıkış da o ölçüde özneldir. Kapitalizmin her dünya krizi, bütün ülkeleri içine çeken, dünya çapında bir “kararsız denge” durumuyla betimlenir. Başka sözlerle ifade edersek; yönetenlerin eskisi gibi yönetemedikleri, yönetilenlerin ise gittikçe artan memnuniyetsizliklerini ortaya koydukları bir toplumsal değişim sürecine girilir. Bu süreçte “kararsız denge” sınıfların güçleri, karşılıklı konumlanışlar ve sınıflar arası mücadelenin seyrine göre değişime uğrar. Nesnel süreçler, krizin derinleşmesi ve buna bağlı olarak çelişkilerin keskinleşmesi, kararsızlığı büyütür. Ancak dengeyi bozacak olan nesnel süreçteki bu potansiyel değil, bu potansiyelin devrimci bir değişim aracına dönüştürülmesidir. “Kararsız denge” durumu, sınıf mücadelesinin yeni bir evresine işaret ediyor. Bu yeni evrede her şey, sınıflar arası güç dengesine, işçi sınıfının devrimci konumlanışına, bilinç ve örgütlülük düzeyine bağlı olarak şekillenecektir.

Dünya kapitalizmi, 1914 ve 1929’da olduğu gibi hızla bir yol ayrımına doğru koşuyor. Kapitalizm, ya dünya işçi sınıfının, ezilenlerin bilinçsizliği, örgütsüzlüğü ve eylemsizliğinden aldığı güçle gelişimini yeni dengeler altında sürdürecek, ya da işçi sınıfı, kendisini burjuvaziye bağlayan bütün bağları kopararak ileriye doğru bir atılımla, tarihsel olarak miadını çoktan doldurmuş kapitalizmi “layık olduğu yere, asar-ı atika müzesine, çarık ve tunç baltanın yanına fırlatıp atacaktır.”

Hayalci olmak başka bir şeydir, büyük hayaller görmek başka bir şey. Bizi hayalcilerden ayıran, büyük hayaller görmemizi sağlayan ve onların peşinden koşturan yaşadığımız bu nesnel süreç, bu sürecin içinde taşıdığı büyük enerji, işçi sınıfının sahip olduğu – bugün uykudan uyanmakta olan – gizil güç ve bu gücün sunduğu olanaklardır. Ancak nesnel olanakların, gerçeğin kendisi olmadığını, buradan gerçeğe uzanan zorlu bir yolun da olduğunu biliyoruz. ”Zorluk olanaksızlık değildir”, yeter ki nasıl aşılacağı bilinebilsin ve bunun gerektirdiği cesaret, bilinç ve özveri gösterilebilsin.

Dünya işçi hareketi, dün olduğu gibi bugün de, gelmekte olan altüst oluşa hazırlıksız yakalanmıştır. Bugün, kapitalizmin içinden geçtiği buhran, 1914 ve 1929’la karşılaştırıldığında, kapitalizmin ulaştığı büyüme ve yaygınlık, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi ve ertelenen krizlerin biriktirdiği gerilime bağlı olarak, çok daha derin ve sarsıcıdır. 1914 buhranının doruk noktasında, işçi hareketi dünyanın fethine çıkmışken, bu fetih, burjuva karşı devrime güç veren Kautsky’ci sosyal demokrat ihanetle yarıda kesildi.

İhanete rağmen, devrim pek çok ülkede (Almanya, Macaristan, Avusturya vb.) parlak başarılar elde etti. Rusya’da iktidarı almakla kalmadı, iç savaş sürecinden, iktidarını dünya burjuvazisinin çok yönlü saldırılarına karşı koruyarak, sağlamlaştırarak çıktı. Dünya işçi hareketine, bir sonraki hamlesi için sağlam bir üs yarattı.

1929’da, “Kautsky’cilik” bu kez farklı yollar ve biçimler altında devrimin Avrupa’da yayılmasının yeni engeli oldu. 1914’de emperyalist savaşa, yurt savunması adı altında kurban edilen devrim, bu kez faşizme karşı ittifaka kurban edildi, çok daha etkili ve kalıcı oldu. Sovyetler Birliği’nin emperyalist saldırganlık karşısında kazandığı “yarım” zaferin ( Alman saldırganlığına karşı kazanılan şanlı zafer) kanatları altında yayılarak etkisini sürdürdü. Bu “yarım” zaferin sersemletici etkisiyle hemen hiçbir ciddi tartışmaya bile yol açmadan kabul gördü. 1945 sonrasında kapitalizmin sağladığı olağanüstü gelişme ve bunun sınıf ilişkilerinde yol açtığı değişimlerle, işçi hareketine yerleşerek içselleşti.

Bu öznel ve nesnel olumsuzluk altında işçi sınıfı sürekli güç kaybederek sınıf konumundan uzaklaştı. Yüzyıllık bir mücadele deneyimi ve bu mücadelenin kazanımlarını birer birer kaybetti. 1990’larda ise, tarihinin en ciddi darbesini yedi. Sovyet bloğunun çözülüşüyle bütün silahları elinden alınan işçi hareketi, silahsızlandırılmakla kalmadı, kendi silahlarıyla bir kez daha vuruldu. Yaşanan sadece bir mevzi kaybı, ideolojik, politik, örgütsel dağılma değil, aynı zamanda bir umut ve hafıza kaybı idi. Bu süreçte işçi sınıfı sermayenin, üretim araçları gibi, uysal, nesnel bir bileşeni düzeyine indirgendi.

Bu tablo, bugün sınıf mücadelesinin önündeki zorlukları görmek ve mücadelenin önünde aşılmaz bir duvar gibi dikilen bu zorluklara boyun eğmek, teslim olmak için kafi derecede “ikna“ edicidir. Önümüzdeki dönemde burjuvazinin işçi hareketini etkisizleştirmede en büyük dayanağını oluşturan zorlukların bu “ikna” edici gücü, aynı zamanda işçi hareketinin aşmak zorunda olduğu ve aşarken en çok zorlanacağı engellerden birini oluşturmaktadır. Ancak bu tablo, sadece gerçeğin bir yüzü, bugün mevcut olanıdır. Tablonun öteki yüzünde gelmekte olan ve gelmekte olanın bu tabloyu altüst edici gizil gücü vardır. Bize büyük rüyalar gördüren, harekete geçirildiğinde dünyayı altüst etme yeteneğine sahip bu gizil güçtür.

Kapitalizm kendi tarihi içinde hiç bir dönem, hiç bu kadar güçlü, aynı zamanda bu kadar güçsüz olmamıştır. Güçlüdür, çünkü Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasında sınıf mücadelesi baskısını ensesinde hissetmeden, otuz yıl, güven içinde büyümesini sürdürmüş, sistemini her bakımdan güçlendirerek yetkinleştirmiştir. Güçsüzdür, çünkü bu hızlı büyüme süreci içinde üretimdeki toplumsallaşma ve büyüme artık kapitalist özel mülkiyet yoluyla yönetilemez bir büyüklüğe ulaşmıştır. Üretici güçlerdeki olağanüstü gelişme, daha bugünden “ herkese ihtiyacı kadar “ komünist ilkeyi hayata geçirebilecek bir üretimi olanaklı hale getirmiştir. Eğer bugün bu ilke hayata geçirilemiyorsa, üretimdeki bolluk ve zenginliğe karşın, hâlâ dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu açlık, yoksulluk ve işsizlik içinde kıvranıyorsa, bunun nedeni, üretici güçlerin yetersizliği değil, bu güçler üzerindeki kapitalist mülkiyettir. Güçsüzdür, çünkü kapitalizmin gücünün kaynağı, işgücünü üretim sürecinin dışına itmeden, sermayeyi ve üretici güçleri tahrip etmeden, bu tahriple birlikte karşıt gücü – işçi sınıfını – harekete geçirmeden, ayağa kaldırmadan, birleştirip mücadeleye sevk etmeden varlığını sürdürebilecek durumda değildir. Güçsüzdür, çünkü dünyayı kana bulamadan ve bu kandan beslenmeden yaşayamaz.

Kapitalizmi, sahip olduğu bütün ideolojik ve zor olanaklarına, (sermayeye, baskı örgütlerine, tanka topa, camiye, okula vb.), örgütlülüğüne ve gücüne rağmen tarihsel olarak ölüme mahkum eden bu nesnelliktir. Bu nesnellik tersinden bakıldığında bütün dağınıklığına, güçsüzlüğüne, örgütsüzlüğüne ve umutsuzluğuna rağmen, insanlığın kurtuluşunun da habercisidir. Buradan hareketle şu yargıyı dillendirmek hiç de abartı sayılamaz: Bugün dünya, yaklaşmakta olan bir emperyalist paylaşım savaşıyla birlikte bir altüst oluşun, bir devrimci mayalanmanın eşiğindedir. Bu mayalanma öznel güçleri (işçi sınıfının öznel konumu – bilinçsizliği, örgütsüzlüğü vb.- ve bunların yol açtığı kendi gücüne yabancılaşma ve uyuşukluk) açısından ne kadar uzakta görünüyorsa, nesnel koşulları bakımından o kadar yakındır. Çünkü yaşanan buhran, kapitalizmin altındaki patlayıcı yığınını hızla biriktirmekte ve aynı hızla bir patlamaya doğru itmektedir. Biriken bu patlayıcı yığınının, nerede, nasıl bir patlamaya yol açacağı ve hangi hızla dünyaya yayılacağını henüz bilemiyoruz. Ancak bildiğimiz ve emin olduğumuz, kapitalizmin kendi işleyiş yasallığıyla bu patlayıcı yığınını hızla biriktireceği ve patlamaya hazır bir yoğunluğa ulaştıracağıdır.

Kapitalizm, öznel güçleriyle dağıttığı işçi sınıfını, nesnel işleyişiyle yeniden harekete geçiriyor. Derinleşen buhranın yarattığı nesnel olanaklarla, işçi sınıfının sınıfsal hareket refleksi de gelişiyor. Ancak, bu nesnel olanaklar kendiliğinden, işçi sınıfının bilinçlenmesine ve örgütlenmesine yol açmıyor, açamaz. Çünkü kapitalizm, işçi sınıfının birleşmesi, bilinçlenmesi ve örgütlenmesi için nesnel koşulları olgunlaştırırken, diğer yandan, bu bilinçlenmeyi ve örgütlenmeyi engelleyici ideolojik politik, güç ve yöntemleri de devreye sokuyor. Olanaklarla zorluklar iç içe giriyor. Dünya burjuvazisi gelmekte olan devrimci dalgayı ekonomik teröre eşlik eden siyasal terörle karşılıyor. Dünyanın her yerinde işçi sınıfına karşı teyakkuz konumu alıyor. İç savaş yasaları ve örgütleri devreye sokuluyor.

Bu koşullarda işçi sınıfının, hem kendini yeniden toparlaması ve hem de burjuvazinin karşı darbelerini etkisizleştirmesi, sınıf savaşımı yoluyla, bu savaşım içinde bilinçlenip örgütlenerek, kendisini aşarak, gerçekleşebilir. İşçi sınıfı bu temel sorunu çözmeden, bırakalım kapitalizmi yıkmayı, ona ciddi bir fiske bile indiremez. Unutmamak gerekir ki; işçi sınıfı ya, kendi koşulları içinde kalarak, en iyi ihtimalle, reformisttir ve “hiçbir şeydir”, ya da bu koşulların dışına çıkarak, bilinçlenerek, örgütlenerek, kendi bağımsız politikası ve örgütlenmesiyle, devrimcidir ve “her şey” dir.

Kapitalizmin kendi buhranıyla bir yol ayrımına doğru sürüklendiği bugün işçi sınıfı siyasetinin önündeki temel görev, yakalanması gereken temel halka, işçi sınıfının ulusal ve uluslararası devrimci birliğini sağlayacak devrimci örgütlenmesidir.

 

Dipnotlar:
(*) Bu belirlemelerden, sermaye üretiminin bu iki yönteminin birbirinden ayrı olarak var oldukları, kullanıldıkları anlamı çıkmaz; tersine bu iki yöntem de sermaye üretimi sürecinde sürekli olarak birlikte var olur, biri diğerini içerir vb. Vurgulanmak istenen mutlak artı-değer üretme yöntemlerinin sermayenin sınırsız büyüme ve gelişme zorunluluğuna, sahip olduğu fiziki koşullar nedeniyle, cevap vermediğidir.
(**) Çeşitli sermaye grupları arasında sıkça görülen uzlaşmalar, fiyat anlaşmaları, pazar bölüşümleri vb. sermaye birikimiyle orantılı olarak büyüyen rekabetin ortadan kalkmasının kanıtı değil, onun farklı biçimler altında varlığını sürdürmesidir.
(***) Eşitsiz ticaret ve karşılıksız dolar basma yoluyla kendi krizini emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere, kapitalist dünyaya ihraç ederek. (1950’de ABD dünya ticaretinin yarısından fazlasını elinde tutuyordu.
(****) Japonya ABD’ye sunduğu bu “gönüllü” yardımların bedelini, 1994’de içine girdiği ağır krizle ödedi. Bu krizde, Japon mali sistemi tam bir çöküntü yaşadı
(*****) 1990 sonrası dönemde, emperyalist sistemin “kardeş” şirketleriyle yaptığı ticaret ( ithalat, ihracat) yıllar içinde sürekli artarak bugün dünya ticaretinin % 40’ı gibi önemli bir orana yükselmiştir.