Kokuşmuş Bir Ceset

Rosa Luxemburg, I. paylaşım savaşındaki tutumundan hareketle Alman Sosyal Demokrat Partisini kokuşmuş bir cesede benzetmişti. Bu niteleme bugün Türkiye sol, sosyalist, komünist vb. (bu toplam yazının devamında sosyalist hareket olarak belirtilecek) parti ve örgütler için çok hafif kalıyor.

Dünya komünist hareketinde ideolojik, politik ve örgütsel bozulmaların ne zaman başladığı konusunda çok farklı açıklamalar var, biz bu tarihi 1930’larda başlatmanın daha doğru olduğunu düşünüyoruz. Şüphesiz öncesi de vardır, ancak sürecin bir dar açı olduğunu düşünürsek, başlangıçta açının iki çizgisi birbirine çok yakın olduklarında belirli bir noktaya kadar hata olarak kabul edilebilir olanlar, bir noktadan sonra hata olmaktan çıkarak bir kopuşu ifade etmeye başlarlar. Kısaca başlangıçta bilinmeyen bir yolda deneme sınama yöntemine baş vurmak bir ölçüde makul karşılanabiliyordu ve karşılaşılan zorluklar, pekala hatalara yol açabiliyordu. Ancak zamanla teori zorunluluğun teorisi olmaktan çıkarak zorlukların teorisi haline gelmeye başladı. Yapılan tüm hata ve eksikler zorluklarla açıklanmaya başlandı. Bu başlı başına bir araştırma ve inceleme konusu. Biz burada sosyalist hareketle ilgili bazı tespitler yapmakla yetineceğiz.

Sosyalist hareketin ideolojik, politik ve örgütsel alanlarda derin bir kriz yaşadığına kuşku yok. Bu konuyla ilgili olarak çok şeyler yazıldı, tekrarlamak niyetinde değiliz. Bu kriz sürecinin sonuçlarından birisi sosyalist parti ve grupların önemli bir kısmı, burjuva partilerin bir eklentisi haline gelerek,  burjuva düzene eklemlendiler. Bu durum yenilgi dönemlerinin tipik bir klasiğidir.

Bu değişimde en tipik olanı, Marksizm’in Leninizm’in bugünü anlamaya ve açıklamaya yetmediğinin, geçmişe ait bir teori olduğunun ileri sürülmesidir. İleri sürdükleri tezler yeni değil, hareket noktaları bundan neredeyse yüz yirmi yıl önce söylenenlerin bir tekrarı. Kapitalizmin artık eski kapitalizm olmadığını tekrarlayarak, bundan işçi sınıfının da eski işçi sınıfı olmadığı, dolayısıyla Marksizm’in bu yeni durumu anlamaya yetmediği savını tekrarlayarak kopuşlarını “bilimsel” bir temele oturtmaya çalıştılar. Sonuçta bir kavşakta birincilerle buluşarak kapitalizmin sol payandası haline geldiler.

Bizim esas olarak üzerinde durmak istediğimiz kesim kutsal kitaba el basarcasına Marksist- Leninist olduğunu iddia edenlerdir. Bu kesimde Marksizm’in –Leninizm’in lafzı neredeyse ezbere bilinir. Karşı karşıya kaldıkları her sorunda kendi düşüncelerinin doğruluğunu Marks, Engels ve Lenin’den alıntılar yapılarak kanıtlamaya çalışırlar. Foyalarının döküldüğü an, lafzın yetmediği, Marksizm’i bir “eylem kılavuzu”, dünyayı anlama ve değiştirmenin devrimci yöntemi olarak kullanmanın gerektiği sınıf mücadelesinin dönemeç noktalarıdır.

Sosyalist hareketin bu kesimine özgü olan, Marksizm’in lafzını kabul edip özünü kavrayamadığı bazı temel noktaları şöyle sıralayabiliriz. Bunların başında devlet ve devrim sorunu geliyor. Sosyalist hareketin bu kesiminin genel devlet değerlendirmesinde herhangi bir sorun yok, Bu konuda Marksizm’in devletle ilgili “devlet egemen sınıfın egemenlik aracıdır” temel önermesini kabul ediyorlar. Sorun  herhangi bir ülkedeki devletin nitelendirilmesi konusunda ortaya çıkıyor. Burjuva devleti, onun kullandığı yöntemlere dayanarak kategorize ediliyor. Burjuvazinin sınıf mücadelesinde kullandığı yöntemler, bu yöntemlerin kapitalist gelişme ve işçi sınıfının mücadelesiyle bağları kopartılarak, burjuva devlet “burjuva demokratik”, faşist, henüz faşist olmayan ama bu yolda ilerleyen deyim yerindeyse “yarı faşist”, “dinci faşist”, Türkiye söz konusu olduğunda, “AKP devleti”, “saray rejimi”, “tek adam diktatörlüğü” vb. devlet tipleri üretiliyor. Bu türden kategorileştirme onu yapanların niyetlerinden bağımsız olarak burjuva demokrasisinin savunulmasına varıyor. ( Bu anlayışın proletarya diktatörlüğüne yansımaları ayrı bir konu)

Devrim konusunda da benzer bir kafa karışıklığı sürüyor. Kapitalizmin her zerresine egemen olduğu bir dünyada hala sosyalist devrim, farklı aşamalardan, demokratik, anti-faşist, anti tekel, anti emperyalist, halk devrimi, işçi hükümeti vb. geçilerek varılacak bir devrim olarak ele alınıyor. Bu tarz bir devrim anlayışı devrimde ittifakların zorunluluğu ile açıklanıyor. Kapitalist bir ülkede ittifak zorunluluğunun o ülkenin somut koşulları tarafından belirlendiği, bu zorunluluğun devrimin niteliğiyle değil, kapsamıyla ilgili olduğu, ittifakın sınıf egemenliğinin bölüşülmesi anlamına gelmediği unutuluyor.

Üçüncüsü, Emperyalizm ve emperyalist savaşla ilgilidir. Lenin bundan yüz küsur yıl önce kapitalizmin emperyalizm aşamasını tahlil ederken, silaha dayalı eski sömürgeciliğin yerini, sermaye hareketi üzerinde kurulu bağımlılık ilişkilerinin aldığını belirtmişti. Aradan geçen bunca yıl sonra hala eski sömürgeciliğin sürdüğünü söyleyen grupların varlığı, emperyalizmi kavramada ciddi sorunları olduğunu gösteriyor. Sorunun bir başka boyutu emperyalist savaşla ilgili. Emperyalist savaşların kapitalizmin iç çelişkilerine bağlı olarak ortaya çıktığını, eşitsiz gelişmenin güç dengelerinde yol açtığı değişim ve emperyalist devletler arasında kızışan rekabetin pazar ve nüfuz alanı kavgasını gündeme getirdiğini biliyoruz. Ama buna rağmen bazı sosyalist çevreler burjuvazinin aklına hitap edilebileceğinden hareketle, yıkıcı bir savaşın olmayabileceğini savunabiliyor.

İçinden geçtiğimiz dünya savaşının yeni bir evresi olan Rusya – Ukrayna savaşı ( aslında buna Batı-NATO, AB ve NATO- Pasifik ittifakı ile Rusya – Çin arasındaki savaşın ilk versiyonu da diyebiliriz) dünya sosyalist hareketini yaşanan savaş emperyalist bir savaş mı, yoksa bir savunma savaşı mı sorusuyla karşı karşıya bıraktı. Bu soruya verilen cevaba göre sosyalist hareket savaşın emperyalist bir savaş olduğunu savunanlar ve savaşın bir savunma savaşı olduğunu savunanlar olarak ikiye ayrıldı. Savaşın savunma savaşı olduğunu savunanlar da kendi içinde, Ukrayna kendini Rusya’ya karşı savunuyor ve Rusya kendini ABD ve NATO’ya karşı savunuyor diyenler olarak ikiye ayrıldı. Kısaca bir taraf işçi sınıfına Ukrayna’nın özgürlüğü için ABD ve NATO’yla birlikte Rusya’ya karşı savaşı, öteki taraf da Rusya’nın “ulusal bağımsızlığı” için Rus burjuvazisiyle birlikte ABD ve NATO’ya karşı savaşı diyor. Hatırlanacaktır I. Paylaşım savaşında Kautski işçilere Rus gericiliğine karşı Alman burjuvazisiyle birlikte, İngiltere ve Fransa’ya karşı savaşa, MacDonald ise işçileri saldırgan Almanya’ya karşı burjuvazi saflarında savaşmaya çağırmıştı.  Aradan yüz yıldan fazla bir zaman geçti ama oportünizm, sosyal şovenizm durduğu yerde, kendi burjuvazisinin yanında durmaya devam ediyor.

Dördüncüsü kriz ve devrimle ilgili, Kriz kapitalist ekonominin ayrılmaz bir özelliğidir. Devrim ise krizin içinde embriyonik olarak yer alandır. Krizlerin devrim ürettiğini biliyoruz, aynı şekilde her krizin otomatik olarak devrimle sonuçlanmadığını da. Toplumsal olaylarda etki ile tepki doğrusal bir ilişkiye sahip değildir. Yani etki aynı ölçüde bir tepki yaratmıyor. Toplumsal alanda tepki sınıf mücadelesinin genel durumuna, sınıflar arasındaki güç dengesine, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğüne bağlı olarak beliriyor. Sınıfsal öznenin örgütlülüğü, siyasal öznenin gücü tepkiyi büyütebileceği gibi, tersi durum, yani burjuvazinin ideolojik, politik ve silahlı gücü, manevra kabiliyeti tepkinin gelişmesini engelleyebiliyor. Krizle devrim arasındaki ilişki bu koşullara göre biçimleniyor. Sınıf mücadelesinin tarihsel deneyiminden bildiğimiz başka bir şey de kapitalizmin atlattığı her krizden sonra, yeni bir krize kadar, gelişmesi ve güçlenmesini büyük bir hızla sürdürdüğüdür. Kriz ve devrim arasındaki bu ilişkide tek yanlı bir abartma –ki, sosyalistlerin çok sık düştükleri bir durumdur- sonuçta büyük kayıplara, acı yenilgilere ve tüketen umutsuzluklara yol açmaktadır.

Sosyalist hareketteki kafa karışıklıkları elbette bunlarla sınırlı değil, örgütsel alanı da kapsıyor. Bu başlıklarla ilgili yapılan bu özetin özeti açıklamaların, sorunun enine boyuna tartışılmasına yardımcı olacağını umuyoruz.

Sosyalist hareketteki bu kafa karışıklığı kendisini seçim sürecinde de yeniden üreterek ortaya koydu. Önce şunu belirtmeliyiz, sosyalist hareket başlığı altında topladıklarımız, reformistinden devrimcisine, adlarının önünde devrimci, sosyalist, işçi, komünist vb. ekler bulunanlardır. Onların seçimle ilgili değerlendirmelerini ele almamız da bu eklere dayanıyor. Eğer bu ön ekler olmasaydı, bu değerlendirmenin de bir anlamı olmazdı. Sosyalist hareket 1970’den bugüne büyük bir değişim gösterdi. 1970’lerde mutlak çoğunluğuyla boykotçu olan hareketlerin bugünkü uzantıları, küçük burjuvaziye özgü bir savrulmayla bir uçtan öteki uca savrularak, bugün büyük çoğunluğuyla parlamentarizme demir atmış durumda. Bu bir tespittir, bunun ideolojik, politik ve örgütsel nedenleri ise ayrı bir yazı konusudur. ,

Seçimdeki tavırlarından hareketle sosyalist hareket içinde yer alanları üç gruba ayırmak mümkündür. Sosyalist hareketin sayıca az bir grubu seçimde boykotu savundu. Boykotun işçi sınıfının seçim taktiklerinden biri olduğu konusunda herhangi bir kuşku yok. Boykot savunusu bu gruplar tarafından genellikle burjuvazinin yoğunlaşan şiddetine, “kurumsal faşizm’in” varlığına dayandırılıyor. Bu durumda boykot bir taktik olmaktan çıkarak, burjuva şiddetin azdığı her durumda başvurulması gereken bir değişmez bir kurala dönüştürülüyor.  Halbuki, Marksizm bize, işçi sınıfının en gerici parlamentolarda bile mücadele etmekten imtina etmemesi gerektiğini, seçim taktiğinin sınıf mücadelesinin somut durumundan hareketle belirlenmesi gerektiğini ve işçi sınıfının mevcut düzene başkaldırdığı, sınıf mücadelesinin barışçıl olmayan biçimlere doğru yöneldiği dönemlerde burjuvazinin sınıf hareketini geriletmek üzere başvurduğu seçim taktiğine, boykot ve silahlı ayaklanmayla cevap verilmesi gerektiğini öğretiyor.

Bunun dışındaki Sosyalist parti ve örgütlerin çoğunluğu ya “Sosyalist Güç Birliği”, ya da “Emek ve Özgürlük” ittifakıyla seçime katılıyor. HDP ekseninde oluşan Emek ve Özgürlük ittifakı HDP ve HDK bileşenlerinden oluşuyor. “Sosyalist Güç Birliği” eski iki harekete, Sosyalist İktidar Partisi ile Dev Yol’dan kopup gelenlere dayanıyor. TKH ile Devrim Hareketi, ismini TKP olarak değiştiren partiden, Sol Parti ise birlik ve bölünme süreçlerinden geçerek kuruldu. İki kökenden gelen bu partiler güç birliklerini 5 maddelik bir deklarasyon ile açıkladılar. Deklarasyon, AKP’nin “yirmi yıllık iktidarı boyunca Cumhuriyet’in kazanımlarını tek tek ortadan kaldırarak tam boy piyasacı ve işbirlikçi bir siyasal islamcı” rejim kurduğu paragrafıyla başlıyor. Devamında ise, yok edilen Cumhuriyet kazanımlarından birinin laiklik olduğunu anlıyoruz. “laiklik için bir araya” geldikleri vurgusunu, tarikatların ve cemaatlerin kapatılması izliyor. Ama cumhuriyetin kazanımlarından biri olduğu düşünülmüş olacak ki, devlet dininin simgesi olan diyanetin kapatılmasının sözü bile edilmiyor. Deklarasyonda, özelleştirmelere karşı kamuculuk savunuluyor. Önce şunu söylemeliyiz; devletçilik yerine kamuculuk kelimesini kullanarak, isim değiştirerek şeylerin gerçek özünü değiştiremezsiniz. İkincisi, sizin kamu varlığı dediğiniz devlet varlıkları, burjuvazinin iddia ettiği gibi halka değil, esas olarak halkın parasıyla yapılsa da burjuvaziye aittir. “Yani en kolektif burjuva mülkiyettir.” Devlete dokunmadan siz onları “kamulaştırdığınızda da onlar öncesinde olduğu gibi, yine burjuvazinin hizmetinde olacaktır. Deklarasyon en başa “AKP’ye ve onun temsil ettiği düzene karşı mücadele”yi koyuyor. Ayrıca, güç birliği sözcüleri açıklamalarında seçimlerde “Erdoğan’ın kazanmasına yardımcı olmayacak”larını belirtmektedirler. Bunun Türkçesi, Kılıçdaroğlu’nun destekleneceğidir. Nitekim TKP ve TKH bunu açıkça söylemeye cesaret edemezken, Sol Parti açıkça Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceğini açıkladı. İster açıkça, ister kelime oyunu yaparak olsun, bu açıklamaların arkasına ne yazarsanız yazın siz, niyetinizden bağımsız olarak, kapitalizmin savunusuna çıkarsınız. Sosyalizme olan “samimi inancınız” bu gerçeği değiştirmez.

Birçok partinin katılımı ve destekçisinden oluşan Emek ve Özgürlük ittifakında ise işler biraz karışık gözüküyor. “Üçüncü Yol” olarak da adlandırılan bu ittifakın temel şiarlarından biri, Kürt sorununun barışçı çözümü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesidir. Her şeyden önce kendilerini “Üçüncü Yol” olarak nitelemeleri bu ittifakın daha katlanılabilir bir kapitalizmi savunduğunun itirafıdır. Çünkü emek sermaye çelişkisine dayanan kapitalizmde egemen sınıf olan burjuvazinin karşıt kutbu işçi sınıfıdır, alternatifi ise işçi sınıfının devrimci iktidarıdır. Bu iki karşıt kutup dışında bir üçüncü yol tarihsel deneyimin de kanıtladığı gibi dönüp dolaşıp sermeye egemenliğine çıkar. Bu gerçeği ittifakın yayınladığı seçim bildirgeleri de teyit ediyor.

Emek ve Özgürlük ittifakı seçim sürecinde iki bildirge yayınladı. Birinci bildirgedeki 11 madde, 2. bildirgede daha da ayrıntılandırıldı. Güçlü demokrasi, bağımsız yargı, kayyum rejiminin kaldırılması, Kürt sorununun demokratik çözümü, barışçı dış politika, kadın özgürlük ve eşitliği, adalet, liyakat, doğaya saygı, gençlere özgür yaşam, demokratik anayasa vb. istemler bu ittifakın bir iki nokta hariç Millet İttifakı’yla paralelliğe sahip olduğunu gösteriyor. Var oluş temelini oluşturan Kürt sorunundaki somut istemleri ise anadilde eğitim ve evrensel kimlik hakları (?) ile sınırlandırılıyor. Deklarasyonda yer alan bu istemler ile Millet İttifakı’nın açıkladığı belgeler arasındaki en önemli farkı HDP ve onunla hareket edenlerin bu istemlerdeki samimiliğidir. Zaafları ise barış ve demokrasi söylemiyle devletin demokratikleştirilmesinin mümkün olduğu sanmanın küçük burjuva hayalciliği olduğunu görememeleridir. Ana vurguyu Türkiye’nin demokratikleşmesinin oluşturduğu son bildirgede yer alan bazı istemler, Sosyalist Güç Birliği ile bir paralelliğe de işaret ediyor. Demokrasi ve kamuculuk savunusu bu paralelliği anlatıyor. Laiklik konusunda S.G.B’den faklı olarak Diyanetin yerine “İnanç Hizmetleri Başkanlığını”nın kurulması öneriliyor. İşte ittifakın din ve inanç özgürlüğünü sağlamakta bulabildiği “ileri” formül bundan ibaret. Bu en hafif deyimiyle, tıpkı “üçüncü yol” önermesindeki gibi isim değiştirerek  kitle üzerinde farklı şeyler savunulduğuna dair  bir algı  yaratma girişimidir.

HDP her seçim döneminde birkaç adım daha geri atarak kapitalizmin eğik düzleminde aşağıya kayışını sürdürüyor. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı çoktandır unutuldu. Barış ve toplumsal uzlaşma söylemiyle istemlerini, burjuvazinin kabul edeceği sınırlara çekti. Yaşanan bu değişimin inandırıcılığını artırmak için seçim listelerini burjuvaziyi ürkütmeyecek isimlerle takviye etti. İttifak içindeki devrimci partilerin kontenjanları bir vekille sınırlanırken, liberallerin, yetmez ama evet’çilerin listelerdeki yeri ve parti içindeki konumları sürekli olarak güçlendiriliyor. Bunun da yetmediği anlaşılıyor ki devlet katında muteber isimler listelere eklendi. Eğik düzlemdeki bu kayışın en son örneği mecliste yapılan Finlandiya’nın NATO’ya kabul oylamasında yaşandı. Oylamayla ilgili olarak HDP Dışişleri Komisyonu Sözcüsü Hişyar Özsoy, açıklamasında şunları söyledi. “Hiçbir zaman askeri anlaşmaya ‘evet’ oyu vermiyoruz, her zaman ‘hayır’ diyoruz. İlk defa askeri bir anlaşmada böyle yapıyoruz. Şimdiye kadar hepsine red oyu verdik. Ama bu defa Finlandiya’nın güvenlik kaygılarını meşru gördüğümüz için bu oylamaya katılmama kararı aldık, ‘hayır’ da demek istemedik.” Yani HDP’ye göre NATO emperyalist bir saldırı örgütü değil bir güvenlik örgütüymüş. Meclisteki Finlandiya oylamasına katılmayan diğer bir parti de TİP’ti. TİP cumhuriyetin değerlerinden biri olarak göklere çıkardığı anti-emperyalizmi, Finlandiya oylaması sırasında unutuverdi. Erkan Baş “özürü kabahatinden büyük” misali, seçim çalışmaları yaptıkları için bunu atladıklarını söyledi. Halbuki oylama sırasında kendisi Ankara’daydı. İşte bizim parlamentarizme boyun eğme dediğimiz tam da budur. Bu boyun eğme size gerekli anda, gerekli olanı “unutturuyor”.

HDP içinde bazı kırılmalar yaratan bu gelişmeler, onun devrimci hareketlerle olan bağlarını da zayıflatıyor.  İttifak içindeki bazı parti ve gruplar, açık ya da örtülü olarak Kılıçdaroğlu’nu desteklemeyeceklerini açıkladılar. HDP’nın ideolojik, politik yönelimiyle yarattığı bu kırılmaların büyüyerek devam edeceği anlaşılıyor. Kısacası, “yetmez ama evet”çi bloku, yeni katılımlarla genişledi. Hatırlanacaktır, içinde sosyalistlerin de olduğu ağırlıklı olarak “aydınlardan” oluşan bir blok Türkiye’de demokrasi adına birşeylerin değişeceği beklentisiyle referandumda “yetmez ama evet” çiydi. O zaman “yetmez ama evet”çileri yerden yere vuranlar seçimde aynı akıl yürütmeyle, demokrasi adına bir şeylerin değişeceği beklentisiyle “yetmez ama evet”cilerin safında yer aldı. Kaderin cilvesi, sayısı fazlalaşan “kahramanlar” aynı kavşakta buluştu.

Özet olarak seçimlerdeki konumlarını açıklamaya çalıştığımız bu iki ittifakın ortak hareket noktasını “tek adam diktatörlüğünden”, “saray rejiminden”, Erdoğan’dan kurtulmak oluşturuyor. Bu aynı zamanda hükümetin uyguladığı politikalardan baskı, işsizlik, enflasyon, geleceksizlik vb. etkilenen geniş kitlelerin de talebidir. Bu geniş kitleler, burjuvazinin yarattığı yanılsamayla Erdoğan’ın kaybetmesiyle içine düştükleri durumdan kurtulabilecekleri umudunu besliyorlar. Bu umudun boş olduğunu yaşayarak görecekler.

Ya sosyalistler, onların beklentileri ne? Toplanma, örgütlenme, sendikalaşma, grev,  genel grev vb. özgürlükler mi genişleyecek? Dünyanın emperyalist savaşın eşiğinde olduğu bugünkü koşullarda savaş politikalarından mı vazgeçilecek? Krizin derinleştiği bu koşullarda işçi ve emekçilerin çalışma, barınma ve insanca yaşama koşullarında bir düzelme mi gerçekleşecek? Bunların hiç birinde bir düzelme olmayacaktır. Çünkü Türkiye kapitalizmi kendini reforme edecek koşullara sahip değildir. Bu koşullarda burjuvazinin verebileceği tavizler, yaşam biçimine ve sosyal medyaya kabaca müdahalenin ötesine geçmeyecektir.

Hükümet ve muhalefet işçi ve emekçileri din, milliyetçilik, şovenizm, beka, göçmen düşmanlığı vb. sahte bir kutuplaşmanın esiri haline getirerek, hem kitleler üzerindeki burjuva ideolojik ve politik hegemonyayı perçinliyor, hem de sahte umutlarla kitlelerdeki öfkeyi denetim altına almaya çalışıyor. Sosyalistler ise, niyetlerinden bağımsız olarak, sahte umutları besleyerek burjuvazinin imdadına yetişiyor. Seçmenin Erdoğan yanlısı ve karşıtı olarak kutuplaştırıldığı, oy kullanmanın buna indirgendiği bugünkü koşullarda söylenecek sözün, gösterilecek çabanın seçmenin oyunun belirlenmesinde ciddi bir etkisinin olmayacağını biliyoruz. Ama söylenen hiçbir söz, girişilen hiçbir çaba boşa gitmeyecektir!

Sosyalist hareketin içine düştüğü bu kafa karışıklıklarının başlıca nedeni, Marksizm’in lafzıyla yetinilerek, özünden uzaklaşılmasıdır. Marksizm’i bilimsel bir yöntem olarak kullanamamadır. Marksizm bize dünyayı anlama ve değiştirmenin yöntemini verir. Sonuç alıcı olan şüphesiz değiştirmektir, ancak anlamadan değiştirmek de mümkün değildir. Marksizm’i kelimenin gerçek anlamında “bir eylem kılavuzu” olarak kullanmadığı sürece sosyalist hareketi çepeçevre saran bu çürüme devam edecektir. Giderek pis kokular yayan bu çürümeden kurtulmanın yolu, tam bir ideolojik, politik ve örgütsel kopuştur.