On’ların Türküsü Hep Söylenecek – Mehmet Kandur

“Sararıp dökülmeden önce 

Kızaran yapraklar ki onlar, 

Can verdiler ortalığa 

Bütün bir sonbahar. 

Mevsim dönüp de yeniden 

Yeşermeğe başlayınca rüzgar, 

Çıplaklığında o atın yine onlar koşacaklar 

O çocuklar

O yapraklar 

O şarabi eşkıyalar.

Onlar da olmasa benim gayrı kimim var? “                     

Can Yücel

İkinci Paylaşım Savaşı sonrası yayılan kısmi iyimserlik havası, bir yanıyla dünya devrim sürecini uyutarak geriletirken, diğer yanıyla da; “Soğuk Savaş”  mevzilerinin tahkim edilmesinin koşullarını hazırladı. Hitler saldırısı ile SSCB’nin tarihten silineceği rüyasını gören emperyalistler, destansı Stalingrad Savunması ve tüm Sovyet topraklarında faşist orduların direncinin kırılmasıyla, hesaplarında revizyona gitmek zorunda kaldılar.

Arka yüzünü Sovyetlere yönelik tehditlerin oluşturduğu Normandiya çıkarmasının gizli planı, Hiroşima’ya atılan atom bombasıyla deşifre oldu. Bir dizi Doğu Avrupa ülkesinin sosyalizm yoluna yönelmesiyle oluşan bloklaşmanın, hem SSCB’nin ve hem de yeni katılan ülkelerin sisteme taşıdıkları ideolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel sorunların çözümü noktasında oluşturduğu negatif basınç emperyalistler lehine yeni fırsatların kapısını araladı. İdeolojik mücadelede zafiyetle malul bu dönemde devrimin sürekliliği sekteye uğradı. Sınıf kini ikinci plana itilerek, “barış içinde bir arada yaşama” isteği, sınıfa karşı sınıf ilkesi ile ikame edildi. Birçok ülkedeki Komünist Partileri bunu, proletarya ile burjuvazinin bir arada barış içinde yaşayabileceği biçiminde algılayıp uyguladı.

Kapitalizme yavaş yavaş ısınmayı da beraberinde getiren bu ikamenin estirdiği rüzgarla, bazı Avrupa Komünist Partileri, Leninci parti normlarını sulandırarak, on binlerle anılan üye sayılarını milyonlara çıkarttı. Anlaşılması kolay olmayan tersi bir refleksle Komünizmi Yirminci Yüzyıl Amerikanizmi olarak selamlayan Amerika Komünist Partisi bu sarhoşluğu daha da abartarak kapısına kilit vurdu. Genel Sekreteri Browder, benzeri kırk yıl sonra Türkiye’de yaşanan bir trajedinin ilk örneği olarak ülkesindeki sermaye sahiplerinin elini öpmeye hazır olduğunu söyledi. İlerleyen yıllarda ve özellikle Stalin’in ölümünü takip eden dönemde, giderek sosyalist ülkelerde kitlelerin devrimci mücadeleye uzaklaşması şeklinde uç veren geri çekilme, iki farklı düzlem arasındaki ayırıcı sınırları zayıflattı.

Siyasi iktidarların ne pahasına olursa olsun korunması kaygısı yeni toplumun dinamiklerinin gelişmesinde engelleyici oldu. İdeolojik mücadele, uluslararası kürsülerde ölçüsüzce sarf edilen “keskin” , “hoş” ama içi boş sloganların kulakları okşayan sedaları, sağırlar diyarında perde perde sönerek yok oldu. Hayatın gerçekleri arka plana itilerek devrimin orta ve uzun vadeli çıkarları kişisel hafifliklere kurban edildi. Yeni toplumun, yeni sosyalist insanının yaratılmasındaki isteksiz politikalar kısa sürede yabancılaşma ile kendini gösterdi. Devrimin anavatanının proletaryası ve bağlaşıkları proletarya enternasyonalizmini sırtında bir kambur olarak görmeye başladı. “Gemisini kurtaran kaptandır” anlayışı galebe çaldı.

Böylesi bir sürecin yaşandığı bir dönemde, ABD’nin burnunun dibinde muzaffer olan Küba Devrimi, olağanüstü bir komutanlığın, koşulları diyalektik bir bakış açısıyla doğru ve yerinde tahlil etmesi, göz kamaştıran taktik ve harekât kabiliyetini hayatın gerçekleriyle buluşturması, insanüstü azim, inanç ve kararlılığın bu buluşmayla örtüşmesi her iki düzlemde de beklenmedik sarsıntılar yarattı. Bu devrim, düşmanın yüreğine korku salarken devrim savaşçıları için büyük moral oldu. Dünya devrimci sürecinin üzerindeki ölü toprağını silkeledi.

Küba Devrimi, sömürge ve yarı sömürge ülke halkları için bir kurtuluş umudu olmakla kalmadı. Bunun yanı sıra, devrime giden yollardaki dogmatik kalıpları elimine ederek mücadele biçimlerindeki çeşitliliği devrimci pratiğin önüne koydu. Mücadele süreci içerisinde Castro’nun hedefe varmadaki taktik ustalığı ve bağlaşıklık sorununa rasyonel bakışı ile unutulmaz devrimci Che’nin Latin Amerika, Asya ve Afrika’nın emperyalist boyunduruk altında ezilen yoksul halklar için realize ettiği kurtuluş yolu ve özel olarak gerilla savaşı yöntemleri, pasifist söylemlerin bıktırıcı tutuculuğunun gündemi işgal ettiği birçok ülkenin devrimcileri tarafından tereddütsüz bir refleksle benimsenerek, çoğu coğrafyada zaman kaybetmeden, beraberinde birçok özgünlük ve pratik yanlışı taşımasına rağmen, önüne arkasına bakılmadan hayata geçirilmeye çalışıldı.

Bu devrimin, diğer ülke devrimcilerinin devrimci kalkışmalarına olan katkısı sanıldığından daha fazladır. Kısa sürede sosyalist yönünü açıkça ifade eden devrim liderlerinin kahramanlık, özveri ve her şeyden önemlisi; içten, samimi dürüstlükleri ezilen halklar ve onların devrimcilerinin üstüne güçlü bir ışık kaynağı olarak düştü. Gerçekçi olanların imkânsızı isteyip elde etmeleri, başka toprakların gerçekçileri için aydınlatıcı ve cesaret kaynağı oldu.

Devrimi tüm Latin Amerika’ya ve hatta Afrika’ya yayma stratejisinin mimarları olarak Castro ve Che, bir taraftan Küba’da devrimin sürekliliğini gözeterek bir sosyal devrime dönüşmesi savaşı verirken, diğer yanıyla dünya komünist hareketi ve Üçüncü Dünya’nın milli kurtuluş hareketleri ile enternasyonalist dayanışmayı elle tutulur sıcak bir gerçeklik boyutuna taşıyarak yeni bir devrimci dalganın yaratılması yolunda belirleyici oldular. O günün dünyasında ve o günün verili koşullarında başarılamamış olması bu yolu açanların yanlışlığına değil, onların bu yolda yalnız bırakılmış olmalarına ve daha başka birçok nedene bağlanmalıdır.

İkinci Paylaşım Savaşı’nın neden olduğu büyük yıkım ve uluslararası tekellerin iktidarlarınca yürütülen baskı ve kıyım politikalarının birbirine eklemlenmesiyle, altmışlı yılların ortalarından itibaren dünya, kitle eylemleri sürecine girdi. Bir süredir içten içe kaynayan birçok ülkede, özellikle Avrupa’da, yığınlar artık eskisi gibi yönetilmek istemediklerini meydanlarda haykırmaya başladılar. Öğrenci hareketleri, toprak ve fabrika işgalleri, grevler birbirini izledi. Dünyanın birçok coğrafyasında, Afrika, Asya ve Latin Amerika’da emperyalizme karşı bağımsızlık mücadeleleri yeniden alevlendi.  Tekellerin savaş sonrası sağladığı aldatıcı kısmi istikrar, karşıt sınıfların ve ezilen ulusların emperyalistlerle aralarında olan çelişkilerin keskinleşmesi ile bozuldu. Evrensel ölçekte dipten gelen dalganın etkileri birçok ülkeyi derinden etkiledi.

Büyüyen bu dalganın daha da derinleştirdiği krizin içinde debelenmekte olan emperyalist odaklar, ülkelerin sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmişlik düzeylerine koşut olarak kıyıma ve katliamlara varan sert önlemler almaktan geri durmadılar. ABD’nin Vietnam’da, Fransa’nın Cezayir’de,  Belçika’nın Kongo’da  açık katliamlarına, emperyalizme bağlı sömürge ve yarı sömürge diğer ülkelerdeki faşist diktatörlüklerin tezgahlanması eşlik etti. Latin Amerika’nın birçok ülkesinde devrimcilerin öncülüğünde yürütülen bağımsızlık ve sosyalizm mücadeleleri CIA yedeğindeki bu diktatörlüklerce vahşice bastırıldı.  Devrimin güçlü ışığı Che, Bolivya’da CIA’nın ölüm mangalarınca katledildi. İsrail, Filistin halkına yönelik katliamlarına hız verdi. Yüzbinlerce Filistinli topraklarından sürüldü.

Emperyalist saldırının bu saydığımız coğrafya ve başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, dünyanın birçok ülkesinde, özellikle gençlik kesimlerinin özgürlük adına sahip oldukları değerlerin politikleşmesiyle karşılık buldu. Gerçek bir devrimci öncünün yoksunluğunda, bu enerji yığınsal tepki olarak kendini göstermekte gecikmedi. Anti-kapitalist, anti- emperyalist temelde biriken enerji, yüksek kitleselliği ile ülkeden ülkeye, birbiri ardından patlayarak sistemin temellerini salladı. Politik mücadelenin kış uykusuna yattığı bazı ülkeler bu sarsıntının etkilerini derinden hissetmekte daha fazla gecikmediler. Bir kapısı Ortadoğu’ya, bir kapısı Asya’ya, diğeri Avrupa’ya açılan ve SSCB’nin hemen güneyinde yer alan, jeo-politik ve jeo-stratejik önemi ABD ve emperyalist blok çıkarları için yüksek düzeyde, NATO, CENTO ve gizli açık ikili anlaşmalarla ABD’nin eyaleti konumuna sokulan Türkiye, bu tür ülkeler içinde en karakteristik olanı idi.

Geleneksel sol bakış tarzı, Mahir ile birlikte tartışılır hale geldi. Marksizm’in dinamik özü bu dönemde benzersiz bir heyecanla yeniden öne alındı.

1961 Anayasa’sının sağladığı kısmi özgürlük ortamı, emekçi kitleler ve gençlik kesimlerinde örgütlenme isteklerini güçlendirdi. 1951 TKP tevkifatından sonra durma noktasına gelen politik mücadele yeniden filiz vermeye başladı. Grevli Toplu Sözleşme hakkı fabrikalarda yeni yeni mücadele olanaklarına kapı açtı. Başta Kavel direnişi, DİSK’in kurulması ve daha birçok fabrika eylemleri ile işçi sınıfı toplumsal yaşamdaki önemini ve ağırlığını hissettirmeye başladı. Gençlik, özellikle üniversite gençliği, ülke geneline yayılan hareketliliğe katılmakta gecikmediği gibi kısa sürede bayrağı en ön saflara taşıyarak toplumsal mücadelenin öncüsü haline geldi. Özgür bir dünyaya olan sarsılmaz inanç, kararlılık ve atılganlıkla devrimci bilinci edinmedeki istekliliğin kısa sürede senkronize olması, ülkenin sol gündemine alışılagelmişin dışında yeni bir bakış açısını, mücadele yöntemlerini ve duyulmamış kavramları altın harflerle yazdı. Geleneksel sol bakış tarzı Mahir ile birlikte tartışılır hale geldi. Marksizm’in dinamik özü bu dönemde benzersiz bir heyecanla yeniden öne alındı.

Dünyada ve ülkede olan biteni Marksist pencereden, olaylar arasındaki diyalektik bağı koparmadan kavramaya çalışan dönemin gençlik önderleri zaman kaybetmeden, Latin Amerika, Asya ve Ortadoğu halklarının sürdürmekte olduğu kurtuluş mücadelelerini, onların değişik dinamiklerini yakından tanıyabilme çabasına girdiler. Özellikle Filistin halkı ve devrimci öncüleri ile bağ kurarak enternasyonalist dayanışmanın örneklerini vermeye başladılar. Ülkede sürdürmeyi planladıkları bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin yol ve yöntemlerini, bu ülkelerin pratiğini Marksist bir analize tabi tutarak oluşturmaya çalıştılar. Fidel, Che, Ho-Şi-Minh ve Mao’yu, onların ülkelerinin özgün koşullarına uyarladıkları Marksist teoriyi ve özellikle Che’nin Gerilla Savaşı yöntemlerini eylemlerinde kılavuz edindiler. Yanıldıkları da oldu. Ama, ucunda ölüm olduğunu bildikleri ve aynı hedefe varacak ayrı ayrı yollardan yürürken, bir an bile olsa dönme fikri taşımadılar. Yürüdüler, dövüştüler, düştüler ama destan yazdılar.

İhtilalci eylem, kararlılık, dürüstlük, inanç ve devrimci sorumluluk adına üst düzey bir radikal karakter taşımasına rağmen bu dönüş, MDD çizgisinden, işçi sınıfının öncülüğü, “milli devrim”, bağlaşıklıklar gibi ideolojik ve politik konularda, teorik arka planın yeterince doldurulmamasından dolayı benzer keskinlikte olmadı.

Bugün,  48. Yıldönümünü yaşadığımız Kızıldere’yi, bu yürüyüş kolunun en yiğitlerinin, en az kendileri kadar üç yiğit devrimciyi cellatların elinden almak için giriştikleri savaşın adı olarak düşünmek ve Mahir’in kişiliğinde bu yolda düşen her devrimciyi, devrimin parlayan yıldızı olarak anmak, döneme damgasını vuran olaylara ve geleneksel sol yorum ve eylem anlayışından radikal bir kopuşu temsil eden Mahir ve düşüncelerini yeniden ele almayı, devrimci sorumluluk ve dövüşerek ölenlere saygının gereği olarak düşünmek yerinde olur.

Ayrıca, çok şeylerin değiştiği dünyamızda, değişen güç dengelerinin toplumsal yaşam üzerindeki ağırlıklarını soyut şablonlarla ölçüp zaten bellek karmaşasının tavan yaptığı süreci daha da bulanık yapan dar bakış açılı siyaseti terk etmenin gereği olarak, kırk yıl önceki bu cüretkâr kalkışmayı ve o kalkışmayı yapanların anısını taze tutup, genç kuşaklara aktarmanın devrimci görev olarak büyük bir önemi vardır. Bu görev, “iyi insanlardı ama seçtikleri yol yanlıştı” biçimindeki burjuva kuyrukçuluğunda semiren pasifist yaklaşımlarla veya Marksist dozu abartılmış hamasi nutuklarla değil, zamanın koşullarındaki olay ve olguları, bu olay ve olgulara damgasını vuran kişi ve örgütleri,  Marksist diyalektik metot süzgecinden geçirerek, hiçbir komplekse kapılmadan yerli yerine oturtarak, olmuş olanın yanlışlığı varsa eğer doğrusuna işaret ederek yerine getirilebilir.

Sınırlı alanı ve farklı amacı dolayısıyla bu yazı, bu görevi bütünüyle yerine getirme iddiasında değildir. Fakat bu görev, değişik tarzlarda, ertelenmeden yerine getirilmelidir. Ancak, bu yazıda yine de, dövüşerek ölenlerin tarihine saygıda kusur etmemeyi önemseyerek, ülkedeki sosyal ve sınıfsal durumun gelişmişlik düzeyine, dönemin devrimci şekillenmesine, bu şekillenmede belirleyici dinamiklere ve Mahir’in düşünsel yapılanmasının besleyici kaynaklarına dikkat çekilerek bazı hususların altı çizilecektir.

Kesintili de olsa, 1950 li yıllara kadar, şu veya bu şekilde Türkiye’de sınıf mücadelesi temelinde varlığını sürdüren tek örgüt TKP olmasına karşın, bu tarihten sonra ülke gündemini renklendirecek derecede bir etki göstermemiştir. 60’lı yıllardan sonra gelen kısmi özgürlük ortamında yükselen özgürlük ve demokrasi taleplerinin, yığın eylemlerinin öncü, yol gösterici bir partiden yoksun olması, ister istemez, irili ufaklı çok merkezliliğe neden olmuştur. 1965 seçimleri ile parlamentoya giren TİP, hem bileşim ve hem de strateji olarak böyle bir nitelikten yoksundu. Giderek kendi içinde farklı söylemlerin dillendirilmesiyle merkezi bir yapı olmak yerine, bazı grupların kerameti kendinden menkul düşüncelerini açıklamasına yarayan bir kürsü olmaktan öteye geçemedi.

Bu tartışmaların özünü, Türkiye’nin hakim sosyo-ekonomik yapısının tahliline dayanarak oluşturulmaya çalışılan, devrimin karakteri ve bağlaşıklıkları sorunsalı oluşturuyordu. TİP içinde bir taraf Filipinler tipi demokrasiden, “parlamenter sosyalizm” veya “milli sosyalizm” tezine kadar ne varsa menüye katıp Marksist-Leninist Devrim Teorisini kaba bir revizyona tabi tutarken; diğer taraf sınıf içeriği törpülenmiş, hiçbir zaman tekelci büyük burjuvazinin yedeği olmaktan sıkıntı duymamış olan “milli burjuvazi” ve Kemalistlerle ittifak halinde ikinci bir “kurtuluş savaşı” anlamında MDD (Milli Demokratik Devrim) stratejisi ile tartışma zeminini çeşitlendirdi. Zamanla sertleşen ve karşılıklı suçlamalara kadar varan bu tartışmalar parti dışındaki gençlik örgütlerine de sirayet ederek, hem partide ve hem de gençlik örgütleri içerisinde bölünmeleri beraberinde getirdi. Burjuvazinin parlamento içi ve dışında yürüttüğü yoğun saldırı politikaları da buna eklenince, her kafadan bir sesin çıktığı, hem teorik ve hem de pratik mücadelede dağınık, kaotik bir döneme girildi.

Mahir, bu tartışmalı dönemin yoğun gündemine tüm devrimci enerjisiyle dalarken, işçi sınıfının öncülüğünün bu aşamada söz konusu olamayacağını düşünüyordu. Bu öncülüğün, ülkenin sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyinin zorunlu bir sonucu olarak ancak “objektif” anlamda olduğu,  bunun yerine, asker-sivil-aydın kadroların öncülüğünde ve “milli-devrimci” karakterli bir örgütlülüğün -ama parti değil- kurmaylığında, bir “kurtuluş” hareketini ön gören Mihri Belli’nin MDD çizgisine yakın duran bir konumda bulunuyordu. Daha sonra, Mihri Belli’nin ‘bu aşamada parti örgütlenmesine gerek yoktur’ şeklindeki saptamasındaki ısrarını sürdürmesi ve bunu izleyen diğer ideolojik sorunlara ilişkin tartışmalar, MDD çizgisinden ayrılığa giden yolun kavşak noktası oldu.

Türkiye’nin yarı sömürge, yarı feodal sosyo-ekonomik yapısına ve gelişmiş bir işçi sınıfı olmadığı tezine dayanan MDD stratejisi ve onun “devrimci” güçleri asker-sivil-aydın bağlaşıklığı Mahir’in de benimsediği bir saptama idi. Ancak o, daha sonraları örgüt, öncülük, devrimin sürekliliği-kesintisiz devrim- ve Mihri Belli’nin pratik işleyişe ilişkin bazı tutumlarını konu eden  “Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup” adlı eleştiri yazısıyla MDD’den PASS’a (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) ani ve kesin bir dönüş yaptı. İhtilâlcı eylem, kararlılık, dürüstlük, inanç ve devrimci sorumluluk adına üst düzey bir radikal karakter taşımasına rağmen bu dönüş, MDD çizgisinden; işçi sınıfının öncülüğü, “milli devrim”, bağlaşıklıklar gibi ideolojik ve politik konularda, teorik arka planın yeterince doldurulmamasından dolayı benzer keskinlikte bir dönüş olmadı.

“Ülkemizdeki tekelci kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişmediğinden ve yerli tekelci burjuvazi, baştan emperyalizm ile bütünleşmiş doğduğundan stratejik hedefimiz anti-emperyalist anti-oligarşik devrimdir. Anti-emperyalist, anti-oligarşik  devrim kavramı, kavram olarak MDD’den pek farklı değildir. Ancak daha geniş muhtevayı ve niteliği belirtmektedir. Emperyalizmin III. Bunalım döneminin emperyalist işgal biçimini belirtmesi açısından bu kavram daha tutarlıdır. MDD kavramı, genellikle, emperyalizmin eski istismar metotlarının temel olduğu dönemi karakterize etmektedir.” (Mahir ÇAYAN, Kesintisiz II-III, Bütün Yazılar, Abaküs Yayınları s.294)

Türkiye Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri Mustafa Suphi ve on beş yoldaşını türlü entrikalar ve zulüm senaryoları neticesinde katlederek Karadeniz’in derinliklerine gönderen bir önderliğin “sol” ve “devrimci” olarak sunulması bu tespitin yumuşak karnını oluşturmaktadır.

“Milli Cephe” olgusu çerçevesinde MDD stratejisi son tahlilde işçi sınıfının öncülüğünün reddine dayanıyordu. İlk önce, öğrenci, asker-sivil-aydın ve milli burjuvaziden oluşacak bu cephe ile iktidar ele geçirilerek milli kalkınma hamlesi gerçekleştirilecek ve giderek olgunlaşan işçi sınıfı ile sosyalizmin kurulması hedeflenecekti. Bu kerteye kadar işçi sınıfının öncülüğünden, sosyalizmi hedefleyen teorik ve pratik çıkışlardan bahsetmek anlamsız ve cepheyi bölen yaklaşımlar olarak değerlendirilecekti.  İşçi sınıfının fiili öncülüğünü reddetmesi ve bu öncülüğü savunmanın “oportünizm” olduğu vurgusu( a.g.e s.82) temelinde yükselen anti-oligarşik devrim çizgisinin ilk zayıf halkasını MDD stratejisi ile arasındaki farkı, “emperyalist işgal biçimi” ile açıklamaya çalışması oluşturdu. Bir diğer önemlisi ise; tarihsel süreç içerinde yerli yerine oturtulamayan ve genellikle anti-emperyalist yurtseverlikle bire bir örtüştürülen Kemalizm yorumudur.  Marksist devrim teorisinin özgün koşullara uyarlanmasını iradeci bir yaklaşımla ikame eden bu iki zayıf halka, gerçekleştirdikleri radikal devrimci kopuşun sırtında bir kambur olarak hep varlığını sürdürüp durdu.

Bu bağlamda ele alınması gereken bir ikinci konu, “milli burjuvazi” nin durumudur. Tekel öncesi dönem ile, tekel sonrası dönemlerde ortaya çıkan yerli burjuvazinin benzer tarihsel koşullarda benzer refleksleri göstermediği, hatta toplumsal olaylar karşısında tutarlı olmadığı biliniyor. Tekelli dönemde bu yerli burjuvazinin, tekel ilişkileri dışında bağımsızlıkçı bir tavır almaları, varlık nedenlerine ters bir tutumdur. Bir çok Kuzey Afrika ve Arap ülkesinde bunun örnekleri görülmüştür. Gözü sürekli kumanda odasının anahtarında olan bu kesim, Küba Devrimi örneğinde olduğu gibi, köklü tarım reformundan, büyük tekellerin kamulaştırılmasından ve giderek mülksüzleştirmelerden paniğe kapılarak karşı devrim saflarına rahatça geçebilmektedir.   Bu nedenle Che, “milli burjuvazi” ye oldukça temkinli yaklaşmış ve onlar için bir devrimdense, yabancı tekellerin ülkeyi sömürgeleştirmesi daha az korkutucudur diyebilmiştir. Che’nin düşüncesinde, komünist partilerinden farklı olarak, bu “ürkek ve güvenilmez” kesimle devrimci yürüyüşte işbirliğine gitmenin hiçbir yararı yoktu.

“Küba Devrimi alarm zilini çaldı… Ulusal burjuvazinin çoğunluğu Kuzey Amerikan emperyalizmi ile bütünleşti, bundan dolayı kaderleri emperyalizm ile aynı olacaktır.” (Che Guevara, Gerilla Savaşı, Bir Yöntem, s. 164)

Bu yerinde saptamanın ışığında yeniden bakacak olursak; “..bugün için tayin edici çelişme, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme değil, Yankee emperyalizmi ile bütün Türkiye halkı arasındadır. Bu durumda proleter partisinin görevi, proleter devrimcilerin görevi, ‘sosyalist devrim’ çığlıkları atmak değil… milli cephenin başına geçip Amerikan postalları altında ezilen milli bağımsızlık bayrağını yükseltip milli devrimi yapmaktır… sosyalist mücadele anti-emperyalizmi de içeriyor diye, millici sınıfları karşına alarak ‘sosyalist devrim’ şiarıyla ortaya çıkarsan Amerikan emperyalizminin ekmeğine yağ sürerek, Türkiye ulusuna, Türkiye proletaryasına ve enternasyonal proletarya hareketine ihanetin en büyüğünü yapmış olursun!” ( Mahir Çayan, Toplu Yazılar, s. 87) şeklindeki uyarı, çıtanın dozu kaçmış “millicilik” lehine büküldüğü izlenimini vermektedir.

Dünyayı sarsan yığın eylemlerinin tavan yaptığı 1968 yılında Mahir henüz 22 yaşındaydı ama yaşının çok çok üstünde bir olgunluk ve yetkinlikle Marksizm’i, devrimci eyleminin pratiğine denk bir heves ve heyecanla, zamanın birçok sol akademisyen ve “eski tüfekleri” ne nal toplatacak derecede öğrenmiş ve öğrendiklerini zaman kaybetmeden canlı yaşamın pınarlarına akıtmaya başlamıştı. Türkiye devrimci hareketinin gündeminde o günlerde, daha sonrasında ve bugün bile önemli yer tutan ve halen tartışılır durumda olan “PASS”, “gizli faşizm”, “silahlı propaganda”, “suni denge”, “kesintisiz devrim” “oligarşik diktatörlük” ve daha başka kavramları, isabetli tespitler olup olmadıkları bir yana, solun gündemine alarak tanıtan Mahirdir.  Mahir, böylesi bir acı sonla yaşamına son verilmemiş olsaydı, bu düşüncelerini, süreç içerisinde, devrimci teori ve ihtilalcı pratiğin diyalektik etkileşimi prensibinde, taşıdıkları yanlışlardan arındırarak daha da geliştirebileceğinden kuşku duymamak gerekir. Ama düşman erken davrandı ve bu ihtilalci ses Kızıldere’de susturuldu.

O güne kadar alışılmadık terimlerin sol gündeme aniden düşmesine dayanarak Mahir’i anarşistlikle suçlayanlar bir biri ardına sol yayın organlarında boy gösterdiler. Tüm ani ve hızlı devrimci çıkışlarda olduğu gibi Mahirlerin çıkışında da çeşitli yönlerden bakıldığında yanlışlıklar bulunabilir, vardır da. Ama bu onları, ne anarşistlikle, ne maceracılıkla suçlamak için yeterli neden değildir. Mahir, Marksist teoriyi, devrimin olabilmesi için gerekli koşulların olgunlaşması zorunluluğunu diyalektik materyalist bir tarzda görebilen biriydi. O, silahı eline aldığında hemen yarın devrim bekleyenlerden değildi. Bu yolun inişli çıkışlı ve uzun soluklu olacağını ve bu yol üzerinde, yüksek olasılıkla kendilerini ölüm tuzaklarının beklediğini de biliyordu. Bu bilinçle hareket ederken bir taraftan da teorik hattı netleştirmeye çalışıyordu. Dünya Devrim Tarihi’nin, ihtilalci inisiyatiflerin iktidarı ellerine almalarına rağmen sonlarının hüsranla bittiğine işaretle şöyle diyor Mahir; “Belli bir dönemdeki ihtilalci atılım, ne kadar güçlü olursa olsun, o tarihi dönem bu atılımın zafere erişmesini imkansız kılıyorsa, maddi yaşama şartları, bu atılımın başarıya erişmesi için belli bir olgunluğa erişmemişse, bozgun mukadder bir sonuçtur.” (Bütün Yazılar, s.195) Che gibi Mahir de, “belli bir olgunluğa erişmeyi” şart koşar ama o olgunluk oluşuncaya kadar gözetleme kulelerinde sırt üstü yatıp yıldız saymayı reddeder.

Troçkist “sürekli devrim” kuramı ile karıştırılmaması gerektiğinin altını kalın çizgilerle çizdiği “kesintisiz devrim” saptaması, burjuva demokrasisinin içsel bir durumu olan “gizli faşizm” meselesi, halk savaşının unsuru “silahlı propaganda” ve diğerleri her ne kadar devrimini gerçekleştirmiş Çin, Küba ve Vietnam gibi ülkelerin deneyimlerinden biliniyor ve bu kavramlar, Marksizm’i diyalektik metotla zaman ve mekan olguları temelinde ülkelerin somut koşullarının somut tahlilinden yola çıkarak oluşturulmuş olsalar da, Türkiye solunda Mahir’in algısında ve pratiğe sürüşünde anlam kazanmış ve tartışılır olmuşlardır.

Bununla birlikte, ülkedeki feodal yapıya yapılan vurgunun dozunu arttırıp kapitalist gelişmeyi ve zorunlu sonucu olarak işçi sınıfının nicel durumunu olduğundan daha zayıf bir tespitle, aynı isabeti kaydettiğini söylemek olanaklı değildir. Kemalizm ile düşlenen bağlaşıklık perspektifinde bakıldığında da durum aynıdır.

İttihatçı subaylar ve sivil uzantıları, toprak ağaları ve komprador burjuvazinin desteğini alarak ve Ekim Devrimi’nin dünyayı sarsan etkileriyle etekleri tutuşan emperyalistlerle anlaşarak Anadolu halkının emperyalist yağmacılara karşı silahlı kalkışmasının liderliğini eline geçirmiştir. Giderek anti-emperyalist özünü yok eden Kemalist kliği, devrim stratejisi çerçevesinde en önemli bağlaşıklar arasında saymak, aslında bir tespit ve sonrasında bir yanlışa işaret ediyor. Öteden beri komünist harekete musallat olan Kemalist bulaşıklık özellikle 1960 askeri darbesiyle radikal yurtseverliğe tahvil edilmiş ve 1964 Kıbrıs olaylarıyla birlikte gençlik ve aydın kesimlerdeki anti-Amerikancı tepki, solun da rızasıyla Kemalizm’in hesabına yazılmıştı. 1967 yılından itibaren ara ara Türkiye limanlarına demirlemeyi adet haline getiren 6.filoya karşı yoğunlaşan tepkilerin de bu yöne kanalize edilmesi bir tarifi zorunlu kıldı ve bu da “Kemalizm” olarak gündeme oturdu. Tespit budur. Yanlış, öteden beri Kemalist kliğin komünist harekete ve devrimcilere karşı uyguladığı yoğun baskı ve kıyım politikalarının ıskalanmış olmasıdır.

Önce Mahir’den bir alıntı ile başlayalım:

“Kemalizm, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizm’in özü, emperyalizme karşı tavır alışıdır. Kemalizm’i bir burjuva ideolojisi, veya bütün küçük burjuvazinin veyahut asker sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır.

Kemalizm, küçük burjuva ideolojisinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur.” (Mahir ÇAYAN, Bütün Yazılar, Abaküs Yayınları s.280)

Lenin’in, Anadolu halkının kurtuluş mücadelesine uzattığı dostluk eline, II. Paylaşım Savaşı sırasında Hitlerin denizaltı filosunun, SSCB’ye taarruzda bulunmak üzere Karadeniz’e geçmesine izin vererek mukabele eden Kemalistlerden başkası değildi.

Türkiye Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri Mustafa Suphi ve on beş yoldaşını türlü entrikalar ve zulüm senaryoları neticesinde katlederek Karadeniz’in derinliklerine gönderen bir önderliğin “sol” ve “devrimci” olarak sunulması bu tespitin yumuşak karnını oluşturmaktadır. Ayrıca, bugün bile ne olduğu, sınırları ve hükmü belli olmayan, evrensel muhtevadan yoksun, soldan sağa, sağdan sola amorf bir yelpazeyi içeren, eklektik ve pragmatist gündelik siyasetin ötesine geçememiş siyasi bir manzumenin, ideoloji düzeyine yükseltilip, en azından devrimciler tarafından öne sürülmesi, devrimci düşüncenin arılığı adına negatif basıncı arttıran bir durumdur. Sonrasında, Kemalist devletin Kemalist ordusunun marifetiyle yapılan faşist darbeler ne yazık ki hepsinden daha öğretici oldu.

Tan Matbaası’nın kundaklanması, faşist Hitler Almanya’sına verilen açık destek, Nazım’ın fotoğrafını basıp altına; “bu adamı buraya yüzüne tüküresiniz diye koyduk” diyerek gerçek niyetlerinin arka planını açık eden, her daim Kemalist olmakla böbürlenen ve anti-komünist suç sicili hayli kabarık olan Cumhuriyet Gazetesi, 31 Mart 1972 tarihli baskısında şöyle yazıyordu:

 “Türkiye’de kızıl anarşinin önderleri giriştikleri akılsız denemelerin sonuncusunda cumhuriyet kanunlarının ve güvenlik kuvvetlerinin bir kere daha avucu içine düşmüşlerdir. Türk devletine kast teşebbüslerinin, hürriyet rejimine karşı çıkmanın, hele Atatürk Cumhuriyetini dinamitleme niyetlerinin karşılaşacağı son duvar, bundan böyle de cumhuriyet kanunlarının ve cumhuriyet kuvvetlerinin güçlü ve sert kayalıkları olacaktır… Türk halkının yapısını, cumhuriyet ordusunu ve gerçek Atatürkçü nesilleri bir tanıma olanakları bulunsa, içine düştükleri kızgın çemberin dışına kendilerini bir an önce atarlardı.” ( Cumhuriyet, 31 Mart 1972)

Daha sonraları, İlhan Selçuk’un; “işkencecileri ve MHP lileri affettim” demesinin mantığını da bu örneklerin dışında aramanın bir anlamı bulunmamaktadır. Kemalist enjeksiyonun öteden beri, “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” taktiği ile dönem dönem artan dozda devrimcilik olarak hareketin içine nüfuz etmesi, fırsatçı ve kuyrukçu bir tarzın devrimci hareket içerisinde hep canlı tutulmasını sağlamış ve zaman zaman hareketin ezilmesine giden güzergahta, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinde olduğu gibi, köprü vazifesi görmüştür. Günümüzde, bu tarz yaklaşımların halen devam etmekte olduğu da bilinen bir gerçektir. 28 Kanun-i esasi’den bu yana, her gördüğü yerde “başını ezmeye” yeminli olduğu komünizm ve savunucuları ile Kemalistler arasında dostane bir ilişkinin olduğuna dair yakın tarihin tanıklık edebileceği bir somut olay yoktur. SSCB ile yirmili yıllarda devletten devlete kurulan diplomatik ve ticari ilişkilerin, zamanın somut koşullarının dayattığı bazı zorunluluklar ve karşılıklı çıkarlar çerçevesinin dışına çıkarılıp, bağlaşıklık sorununa mihver yapılması yerinde ve isabetli bir taktik olmaktan uzaktır. Lenin’in, Anadolu halkının kurtuluş mücadelesine uzattığı dostluk eline, II. Paylaşım Savaşı sırasında Hitlerin denizaltı filosunun, SSCB’ye taarruzda bulunmak üzere Karadeniz’e geçmesine izin vererek mukabele eden Kemalistlerden başkası değildi.

Kemalizm bağlamında, mücadele yol ve yöntemlerinin dayandırıldığı emperyalist işgal meselesi incelendiğinde de karşılaşılan sorunlar vardır. Kemalizm bir kez, milli devrimci, anti-emperyalist savaşın öncüsü, sol ve bağımsızlığın bayrağı olarak taçlandırıldığında, Osmanlı’nın son dönemlerinden bu yana, Düyun-i Umumiye, Osmanlı Bankası, Reji gibi kurumlar vasıtası ve komprador burjuvazinin işbirliği ile yerleşmekte olan, İzmir İktisat Kongresi ile “yasallığı” perçinlenen, tek partili cumhuriyet döneminin ustaca perdelediği emperyalist işgal süreci, ister istemez Kemalist “devrim” le kesintiye uğramaktadır. Daha kısa bir ifadeyle emperyalist yayılmanın milâdı, 1950 ve sonrasına ertelenmektedir. Bu mantık çerçevesinde de II. “Kurtuluş savaşı” saptaması, diyalektik bütünsellik açısından yanlış, ama gerekçesi ile tutarlı gözükmektedir. Fiili işgalin var olduğu bir durumda, emperyalizm ile halk arasındaki antagonizmanın devrimci yoldan çözülmesi tutarlı bir yoldur. Aynı şekilde proletaryanın sübjektif konumunun olgunluk düzeyine çıkamadığı koşullarda, din, “devlet baba”, “vatan- millet-Sakarya” gibi hamasi değerler oluşturulur.  Kitlelerin alttan gelen baskısı neticesinde sağlanan aldatıcı kısmi refahın temeline oturan suni dengeyi “silahlı propaganda” ya da “öncü savaşı” ile bozmak fikri, tutarlılık ve sürekliliği sadece doğru olana has özellikler olarak görmemek şartıyla tutarlıdır ve sorunlu değildir.

Kendine özgü dinamikleri olan, kapitalizmin krizi, nitelikli iş gücü ihtiyacı, işsizlik, sefalet, gelecek kaygısı ve daha birçok olgunun birleşmesiyle tetiklenen ve ilkin Fransa’da patlak verdikten sonra Avrupa’da birçok ülkeye hızla yayılan 68 hareketinin ivmesi, benzeri daha önce görülmemiş derecede yüksek, hedefe ciddi boyutlarda kilitlenmiş tedirgin edici bir anlam taşıyordu. Her ne kadar egemenler tarafından öğrenci hareketi, gençlikle sınırlı tutulmaya çalışılsa da, bu hareket, sınıfsal özü belirgin, ivmesi yüksek ve o derece de ön planda bir kitlesel başkaldırma idi. Olaylar, önceden tahmin edilemeyecek boyut ve hızla, evrensel platforma yayıldı. Eşit olmayan sosyal gelişmişlik, sınıfsal bilinç düzeyi ve mevzilenme durumu ile belirlenen farklı toplumsal yapılanmalar da, değişik hedeflere kanalize oldu. Birçok ülkede daha iyi yaşama olanakları hedeflenmişken, özellikle üniversite gençliği tarafından Türkiye’de bu, olağanüstü bir devrimci refleksle iktidar ve düzen sorunu olarak algılandı ve hazırlıksız olunmasına aldırmadan iktidar mekanizmasını parçalamaya yönelik ihtilalci eyleme dönüştü. Bu hızlı dönüşüm rotasında Kızıldere katliamına giden yol, işte bu ihtilalci başkaldırının başlangıç çizgisini kesiyordu.

Kısa sürede ülke geneline yayılan olaylara devletin müdahalesi sert oldu. Üniversite eylemlerinde gençler güvenlik güçlerinin silahlı saldırısıyla öldürüldü.  6. Filo karşıtı eylemlere kolluk güçleri yetersiz kalınca, yeminli anti- komünist ve devletin taşeronluğunu yapan İlim Yayma Cemiyeti gibi gerici örgütlenmeler ileri sürüldü. Tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçen protesto gösterisine, günler evvel yaptıkları hazırlıkla saklandıkları inlerinden sokağa fırlayarak kolluk güçlerinin desteğiyle balta, satır, kazma, silah,… ne buldularsa saldırdılar. Gösteri öncesinde günlerce gazetelere ilanlar vererek gerici güruh kışkırtıldı. “Cihat yapan zelil olmaz!” sloganlarıyla bu kışkırtmanın bayraktarlığını Mehmet Şevket Eygi ve İlhan Darendelioğlu gibi tescilliler yaptı. Saldıran guruptan, saldırı sonrasındaki arbededen Amerikan elçiliğinde güvenlik altına alınanlardan bazıları bugün halen devletin en üst kademelerinde, en üst görevlerdedir. Bugünkü Amerika severlik hastalığının teşhisini sağlayan semptomlar, görüldüğü gibi, o gün de yeterli derecede vardı. Dinsel gericiliğin o günlerde, hatta en başından beri, komünizme karşı yedek kuvvet olarak “laik” devletin koltuk altında semirmesinin semereleri bugün daha da net görülmektedir.  O günlerde, önemli bir tespit ve büyük bir sezgi yeteneği ile  Mahir, sanki bugünleri görmüş gibi şöyle yazıyordu: “Bugün ‘nurculuk hareketi’ o denli etkilidir ki ülkedeki ‘politik iktidarın’ oluşumuna eli altındaki birkaç milyonluk oyu istediği yöne kanalize ederek ‘ağırlığını’ koyabilmekte, hatta, zaman zaman müttefiki işbirlikçi burjuvaziyi bile ürkütmektedir.” ( Mahir ÇAYAN, Bütün Yazılar s. 86)

Gelinen nokta bu konuda fazla sözü olanaklı kılmamaktadır.

Ne yazık ki, Mahir ve yoldaşları ile Cihan ve yoldaşları arasında yapılan bu devrim kardeşlik andı onlardan sonrakiler hesabına bir gelenek oluşturamadı. 12 Eylül öncesi birçok devrimci örgüt kısır tartışmalar ve anlamsız çıkarlar uğruna namlularını bir birine çevirdiler. Birbirini kırdılar. Arka planda burjuvazi, makas değiştirerek gerici-dinci-faşist yapıyı, iktidar yolundaki katara almanın planlarını yapıyordu.

Gelişen olaylar, işgaller, protestolar 15-16 Haziran işçi direnişi ile yığın hareketlerinin sınıf niteliğini öne çıkardı. Güvenlik kaygısına düşen tekeller çareyi askersel yönetimde buldular ve 12 Mart faşist darbesini tezgâhladılar.

   Mahir, bu dinamik sürecin içinde bizzat eylemi ile en önde yürürken bir yandan da teorik donanımını hazırlamanın gayreti içindeydi. Yazdıklarıyla geriye bıraktığı ve bugün halen solun gündeminde hak ettikleri için hak ettikleri değerde tartışılan düşünceleri bu eylemli bilinçlenme sürecinin ürünüdürler. Hızla akıp giden zamana ayak uydurmak ve hatta ona hükmetmek, daha hızlı hareket etmekle olanaklıdır. Bu gerçeği doğru zamanda doğru yerde durarak kavramakta gecikmeyen Mahir de öyle yaptı. Olayların ihtilalci damarını yakalayarak hızlı, ani, ama eldeki yetersizliklere aldırmadan hazırlıksız bir radikal kopuşu gerçekleştirdi. O gün bu gündür o kopuş, onu hem dostları ve hem de düşmanları için farklı yaptı. Mahir, emperyalist işbirlikçilerin ve yandaşlarının, dinci gericiliğin ve faşist odakların komünist harekete bakışının ayıracı oldu. Hedefine koyduğu düşmanlarının bugün, mücadelesine ve devrimci kişiliğine duyduğu kin, onun bu kalkışmadaki devrimci kararlılığının ve haklılığının kanıtı olarak değerlendirilmelidir.

Mahir ve arkadaşları aynı zamanda devrimci mücadelenin tarihi açısından alışılmadık bir ilk’e imza atarak devrimci dayanışma ve dostluğun benzersiz örneğini verdiler. Başka bir devrimci örgütün üç devrimci önderini kurtarmak üzere, başka hiçbir siyasi ikbal gözetmeksizin o örgütle eylem birliği yaparak ölüme yürüdüler. Yanıldıkları da oldu ama inançları kusursuzdu. Kanıksanmış bakış açısının verisiz ölçeğinden bakıldığında yenik de sayılmış olabilirler belki. Ama bu ancak, Che’nin dediği gibi; “hiç hareket etmeyen zaten yenilmiştir” gerçeğini hareketlerinin merkezine yerleştiren bu “şarabi eşkıyalar” ı, ucunda ölümün pusuya yattığı yola çeken gerçeği bilmeyenler için geçerli bir tespit olabilir.

Ne yazık ki, Mahir ve yoldaşları ile Cihan ve yoldaşları arasında yapılan bu devrim kardeşlik andı onlardan sonrakiler hesabına bir gelenek oluşturamadı. 12 Eylül öncesi birçok devrimci örgüt kısır tartışmalar ve anlamsız çıkarlar uğruna namlularını bir birine çevirdiler. Bir birini kırdılar. Devrimciler arasında bu affedilmez kıyım yaşanırken arka planda burjuvazi, makas değiştirerek gerici-dinci-faşist yapıyı, iktidar yolundaki katara almanın planlarını yapıyordu.

Kızıldere’de, NATO birlikleri desteğinde binlerce askerle kuşatılan o kerpiç köy evi, eşit olmayan bir savaşta, yoğun makinalı tüfek, topve havan mermilerinin yıkıcı etkisine daha fazla dayanamadı. Devrim tarihinde her zaman en istisna yerleri olacak olan en yiğit, en seçkin on tanesine, Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Hüdai Arıkan, Sinan Kazım Özüdoğru ve Sabahattin Kurt’ a mezar oldu.

 

ON’lar bu dünyada az kaldılar,

Ama çok yaşadılar.

Yaşıyorlar…

:::::::::::::