Kasım 1918 – Alman Devrimi

Avrupa’da Devriminin İlk Dalgası

Avrupa’da devrimin ilk dalgası Ocak 1918’de Avusturya’da, Viyana’da Daimler işçilerinin grevi ile başladı. Bu grevi Budapeşte cephane fabrikası işçilerinin grevi izledi. Grevler kısa sürede bu iki kenti kapsayan genel greve dönüştü. Grevlerle birlikte ilk işçi konseyleri de ortaya çıkmaya başladı. 2 hafta süren grevin yankıları Almanya’da ortaya çıktı,  Berlin metal işçileri 28 Ocak’ta greve çıkarak ilk işareti verdiler. İkinci günde grevcilerin sayısı  500 bine ulaştı. Grev dalgası Almanya’nın belli başlı büyük kentlerine  (Ruhr bölgesi, Hamburg, Nürnberg, Münih, Köln, Mannheim, Kiel vb.) yayıldı. Grevdeki 414 fabrika temsilcisi Berlin’de bir araya gelerek 11 kişilik bir “eylem komitesi” oluşturdular. İşçilerin, işçi sınıfının birliğini sağlamak adına  Alman Sosyal Demokrat Parti (SDP) yöneticisini içlerine almaları, grevin kırılmasının ve konseylerin dağıtılmasının yolunu da açtı. Grev komitesinde yer alan SDPA  liderinden Erbet, eylem komitesine katılmasını “Eylem komitesine ülkenin hasara uğramasını engellemek ve grevin olabildiğince kısa sürede sona ermesini sağlamak için girdim” diye açıklarken, başka bir yönetici Scheidemann ise komitede yer alışını şöyle açıkladı, “Eğer grev komitesine katılmamış olsaydım, ortada ne yasa ne düzen kalırdı.” (Chris Harman,  Kaybedilmiş Devrim – Pencere yay. Sh.41)

Sosyal demokrat liderlerin girişimiyle eylem komitesi ile hükümet arasında arabuluculuk görüşmeleri başladı. Görüşmeler sanki işçilerin hiçbir siyasi talebi yokmuş gibi ekonomik taleplerle sınırlandırıldı. İşçiler grev kırıcılarının bu arabulucu gelişimlerini olumlu karşılamasa da buna alternatif bir girişim üretemediler. Sonuçta, kitlesel bir katılıma ulaşmasına rağmen, grevi sürdürme konusunda, grevci işçiler arasında bir kararsızlık doğdu.  Hükümet bu kararsızlıktan yararlanarak, grevci işçilere karşı saldırıya geçti. Delegelerin bir sonraki toplantısı polis tarafından dağıtıldı,  grevci işçiler ile polis arasında çatışmalar yaşandı. Greve öncülük eden işçilerden pek çoğu tutuklandı, pek çok işçi işten atıldı ve cepheye gönderildi.

Alman Devriminin mayalanmakta olduğunu ortaya koyan grev hareketinin sonuçlarından bir diğeri de Alman sosyal demokrat hareketindeki görüş ayrılıklarının keskinleşmesi ve partide bir bölünmeye yol açmasıydı. Gerek savaşın yol açtığı acılar, kitlelerde savaş karşıtlığının büyümesi, gerekse SDPA yöneticilerinin  grev kırıcı tutumun sonucunda Nisan 1917’de ASDP içinden Kautsky’nin liderlik ettiği grup ayrılarak Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’yi (USDP) kurdu. Her iki parti arasındaki görüş ayrılığı Alman devriminin gelişmesine  ilişkin değildi; her iki parti de  kendi burjuvazisinin yenilgisini, savaşa karşı iç savaşı, yani devrimin savunulmasını  reddediyordu. SDPA içindeki şoven grup baştan beri kendi burjuvazisinin yanında yer alarak savaş yanlısı bir tutum izlerken, ayrılıp USDP’yi kuran “ Merkezci” kanat  pasif bir savaş karşıtı tutum izleyerek, savaşın görüşmeler yoluyla sona erdirilmesini savunuyordu.

Grevler aynı zamanda, SDPA içinde ve dışındaki “sol”ların yetmezliklerini de ortaya çıkardı. Grev hareketinin başladığı dönemde Almanya’daki “sol” gruplar hem sayı hem de örgütlülük olarak son derece zayıftılar. SDPA içinde yer alan Rosa, Liebkneckt, Mehring ve Zetkin’in temsil ettiği  Spartakist Bund, bu partiden atıldıktan sonra, kendi bağımsız yolunu izlemek yerine, Rosa’nın “kitle partisi”saplantısına bağlı kalarak, kitlelerin, burjuvaziden tümüyle bağımsız bir parti ile değil  de ancak kitlesel bir parti içerisinde yer alarak kazanabileceğini varsayarak, USDP ye katıldı. Berlin  metal işçileri içinde  kısmen örgütlü olan ve grevin başlatılmasında önemli bir rol üstlenen “Devrimci İşyeri Temsilcileri” grubu, yeni kurulan USDP ile bağlarını kopartmış değildi. “Sol”  gruplar içinde görece en tutarlısı Bremen’de örgütlü olan ve UDSP’ye girmeyi reddeden tek grup “Alman Uluslararası Sosyalistleri”ydi. Bu grup baştan beri  Bolşevik partiyle ilişki içindeydi. Ayrıca bu grupların hiç biri, gerçek anlamda devrimci bir örgütlülüğe, devrimci bir strateji ve taktiğe sahip değildi. Bu durum başlamış olan Alman devriminin en büyük zaafıydı.

1918 yazında Alman ordusu Rusya’nın savaştan çekilmiş olmasından yararlanarak tüm güçlerini  batı cephesine topladı. Buna rağmen Alman genelkurmayında savaşın kaybedilmesi ve iç savaş endişesi hakimdi.  Genelkurmay Başkanı, Kayzer’e savaşa devam edilmesi halinde toplumsal istikrarın muhafaza edilemeyeceğini belirterek hükümet değişikliği, sosyal demokratların hükümete ortak edilmesi önerisinde bulundu. Devrimin gündemde olduğu hemen her ülkede burjuvazinin başvurduğu taktik devreye sokuldu. Başkanlığını  Kayzer’in kuzeninin  üstlendiği yeni bir liberal hükümet kuruldu. SDP sekreteri Ebert,  görevi işçileri reform vaadiyle aldatacak olan yeni hükümeti  şu sözlerle savunuyordu; “Eğer burjuva  partileri ve hükümet ile bir anlayış birliğine varmazsak, olayları kendi akışına bırakmak zorunda kalacağız. Öyle bir durumda, devrimci taktiklere başvuruyor olacağız. … Rusya’dakine  benzer şey burada da yaşanıyor olacak.” (age-49) Ebert ‘in bu çıkışı devrimin yeminli düşmanı SDP yöneticilerini ikna etmek için yeterliydi.

Eylül 1918’de önce Bulgaristan ve  Osmanlı devleti, ardından Almanya İtilaf devletlerinden ateşkes talebinde bulundu.  Bu apar topar ateşkes talebi, savaşın seyriyle bağlantısı olsa da tümüyle onunla açıklanamaz. 1918 yılına gelindiğinde savaşın faklı cephelerindeki durum aşağı yukarı şöyle görünüyordu: Almanya, Mart 1918’de Sovyet Rusya’yla oldukça iyi bir anlaşma (Brest-Litovsk anlaşması)  imzalayarak bu cephede kesin bir üstünlük elde etmişti. Trans Kafkasya’da Gürcistan Almanya’nın denetimi altındaydı. Almanya Doğu Fransa ve Belçika hattında başarılı bir savaş yürütüyordu. Suriye ve Filistin cephesinde savaş sürüyordu. İngiltere ve Fransa bu cephede belirli bir ilerleme sağlamış olsa da zaferin henüz çok uzağındaydı. İran’daki İngiliz etkisi ise, bağımsız İran devletinin kurulmasıyla birlikte ortadan kalkmıştı. Kısaca savaşan güçler (İngiltere, Fransa-Almanya, Avusturya) açısından ortada ne kesin bir yenilgi, ne de kesin bir zafer vardı.

Ama nasıl olduysa Almanya 3–4 Ekim 1918‘de ABD başkanı Wilson’a başvurarak ateşkes talebinde bulundu. İngiltere genel kurmay başkanı 1918 yazında Londra’da savaş kabinesinde yaptığı konuşmada; ”Avrupa’daki savaşın 1919 ortalarından önce bitmeyeceğini ve daha olası bir tarihin 1920 yazı olacağını” bildirdi. Savaşın bu ani bitişinin beklenmediğini gösteren bir diğer olgu ise, İngiliz genel kurmayının ateşkes yürürlüğe girmeden önce 2 Ekimde Mezopotamya’daki İngiliz komutanlığına Ortadoğu’nun ele geçirilmesi gerektiğin emretmesiydi. Savaşan güçlerin savaşı bitirecek kesin zaferden oldukça uzak olduğu, savaşın daha uzun bir süre devam edeceği (gerçekte savaş çeşitli cephelerde 1922 yılına kadar devam etti) beklentisine rağmen savaşın beklenmedik bir şekilde, beklenmedik bir anda bitmesini sağlayan neydi?

Bu sorunun cevabı emperyalist güçler arasındaki ilişki ve çatışmanın sınırları içinde kalınarak verilemez. Çünkü bu çerçevede kalınarak sorunu açıklama girişimi, sonuçta “Almanya’nın yenileceğini gördüğü için teslim olduğu”ndan başka sonuca varmaz. Böyle bir cevap ise sadece  savaşın bu ani bitişini değil, onun çıkışını da anlamsız kılmanın ötesinde bir işe yaramaz.

Sorunun gerçek cevabı emperyalist güçler arasındaki çatışmada değil, tersine sınıf savaşı alanında ne olup bittiğine bakılarak verilebilir.

Ocak 1918’de başlayan, sosyal demokratların grev kırıcılığıyla bastırılan grev dalgasının Eylül 1918’de yeniden başlaması, donanmada ortaya çıkan isyanlar,  Alman burjuvazisi için Devrimi artık Petrograd’da değil, egemenliğinin kalbinde Berlin’de olduğunu gösteriyordu.

Churchill, Ekim Devrimi’nin Avrupa burjuvazisinde yarattığı korkuyu şöyle dillendiriyordu.  “O kadar korkunç şeyler olmuş, kurulu düzenlerin yıkılmasına tanık olunmuş, milletler o kadar acı çekmişti ki, herhangi bir titreme bile her devletin temellerini sarsmaya yeterliydi.” (David Fromkin -Barışa Son Veren Barış, Sabah Kitapları sh-384)

Henüz galibi olmayan savaşın öyle apar topar bitirilmesini sağlayan bu korkuydu. En büyük fedakârlık da bu korkuyu ensesinde hisseden Alman burjuvazisine düştü. Savaş sonrası Almanya’ya dayatılan Versaille anlaşmasında bu “fedakârlığın” izi bile yoktu. Almanya, 1918’de Sovyet Rusya’yla yaptığı anlaşmadan kat be kat ağır bir anlaşmayı imzalamak zorunda kaldı. Devrim tehlikesinin bertaraf edildiği koşullarda, Almanya’nın İngiltere ve Fransa için taşıdığı potansiyel tehlike, onun burjuva düzenin varlığını koruması için gösterdiği “fedakârlıktan” ağır basmıştı.

 

1918 Kasım Devrimi

Ekim sonunda Kiel donanma üstünde deniz erlerinin başlattığı demir alma emrine itaatsizlik, başka birliklerin denizciler üstüne sürülmesiyle bastırıldı; isyancı erlerden dokuzu öldürüldü, geri kalanı tutuklandı. Ama bu saldırı isyanı sonlandırmaya yetmedi, denizciler ayaklanmayı Kiel sokaklarına taşıdılar. Ayaklanma işçilerin greviyle büyüdü, Denizciler 20 bin kişinin katıldığı mitingde “deniz erleri konseyini” kurduklarını açıkladılar. Sonunda beklenen Alman devrimi başlamıştı. Grev gösteri ve ayaklanmalar hızla diğer kentlere yayıldı. Hamburg’da işçiler USDP’nin itirazına rağmen İşçi Konseyi Hükümetini” kurduklarını ilan ettiler. Hamburg Echo adlı günlük gazetenin matbaasını ele geçirerek Rote Fahne’yi (Kızıl Bayrak) çıkarmaya başladılar.  Rote Fahne ilk sayısında başlamakta olan devrimi şöyle tanımladı;  “Bu, Alman devriminin, dünya Devriminin başlangıcıdır. Dünya devriminin en güçlü en güçlü adımını selamlayın Yaşasın sosyalizm! Yaşasın Alman işçi Cumhuriyeti!  Yaşasın dünya Bolşevizmi!”

Kısa sürede devrim Almanya’nın bütününe yayıldı, geride kalan neredeyse tek Berlin’di.

İktidar Berlin’de sahip olduğu askeri destek nedeniyle kendini güvende hissediyordu. Kayzer Aleksandr alayının devrimden yana geçmesiyle denge devrim lehine değişti, buna işçiler genel grevle karşılık verdiler.

Bütün güçsüzlüğüne rağmen Berlin’deki genel grevi yönetenler Spartakistlerle Devrimci İşyeri Temsilcileri’ydi. Kayser tahttan feragat etiğini, başbakan Prens Max devrimden kurtuluşun son çaresi olarak başbakanlığı SDP lideri Ebert’e bıraktığını açıkladı. Kızıl bayraklar ve enternasyonal marşı eşliğinde yürüyen silahlı, bir işçi ve asker kolu Berlin polis merkezini basarak Eichhron’u devrimci polis teşkilatının başkanı olarak atadı. Başka bir kol parlamento binasına doğru yürüyüşe geçti. SDP liderlerinden Schiedemann parlamentonun balkonundan öfkeli kalabalığı durdurmak için sarf ettiği sözler yetmeyince “Yaşasın Alman Cumhuriyeti!” diye seslenmek zorunda kaldı. Aynı saatlerde başında Liebknecht’in bulunduğu başka bir işçi ve asker kolu, imparatorluk sarayını işgal etti. Liebknecht işçi ve askerlere seslendi;  “özgürlük günü  geldi. Almanya’nın özgür sosyalist cumhuriyetini ilan ediyorum!”  Bu iki farklı sınıfın iki farklı çağrısıydı. SDP lideri işçi ve askerlere cumhuriyet kelimesinin arkasına saklanarak burjuva iktidarını muştularken, Liebknecht   onları sosyalizm için savaşmaya çağırıyordu.

Artık monarşi yıkılmış  parlamento silinmiş gibiydi. Tek iktidar gücü sokaktaki işçi ve askerlerdi. Ama bu durum işçilerin iktidarı aldıkları  anlamına gelmiyordu. Grevler, gösteriler, ayaklanmalar, monarşiyi yıkmak için yeterli olsa da sosyalizmin kurulması için yeterli değildi. Bunun için başka bir etkiye, ayaklanan  işçi ve askerlere yol gösterecek devrimci bir partiye  ihtiyaç vardı.

Sosyal demokratlar işçilerin geriliğinden yararlanarak devrimi boğmayı üstlendi. Berlin’de üçü SDP (Ebert, Schiedemann, Landsberg) , üçü USDP den ( Haase, Dittmann, Emil Barth) oluşan yeni bir Hükümet kuruldu. Liebknecht kendisine yapılan hükümete katılma  önerisini reddetti. Gerçekte devrim ile uzaktan yakından bir ilgisi olmayan  hükümet devrimci ritüelleri kullanarak ( Devrimci Hükümet, Halk Komiserleri Konseyi vb.) karşı-devrimci niteliğini örtmeye, işçileri aldatmaya çalışıyordu. Hükümetin kurulduğu gün Spartakistler ve diğer sol gruplar  iktidar sorununu çözmek için işçi ve asker konseyleri delegelerini toplantıya çağırdılar. SDP üstünlüğü ele geçirerek bu çağrıyı boşa çıkarmak,  için kendi  işçi ve asker konseylerini kurdu. 1500’den fazla delegenin katıldığı toplantıda delegelerin çoğunluğunu iki sosyal demokrat parti oluşturuyordu.  Toplantıda işçi delegeleri adına konuşan başbakan Ebert, hükümetinin sosyalist bir hükümet olduğunu ileri surdu, USDP lideri Haase’de Ebert’in söylemini destekledi. Liebnecht, konuşmasını sosyal demokrat delegelerin protestoları altında sürdürdü. “Bugün devrimin yanında görünen sosyal demokratlar, daha düne kadar devrimin düşmanlarıydılar. Karşı-devrim şimdiden harekete geçti. İlk adımlarını atmaya başladı ve şimdiden aramızda kol geziyor.” diyerek işçi ve askerleri uyarmaya çalıştı.(age-63)

Toplantıda Berlin İşçi ve Asker Konseyleri Merkez Komitesi seçildi. Komite üyelerinin büyük çoğunluğu sosyal demokrattı. Toplantıda alınan kararlar, oluşturulan komitenin göstermelik olduğunu ortaya koyuyordu. Alınan kararlardan biri Komitenin görevini önce Tüm Almanya İşçi ve Asker Konseyleri Merkez Komitesine devredeceğini, sonrasında ise bu yetkinin, dört hafta sonra oluşturulacak parlamentoya devredileceğini ön görüyordu. Böylece konseyler kendi ölüm fermanını da imzalamış oluyordu. Hesap netti; devrime dört haftalık bir ömür biçilmişti. Dört hafta sonra yapılacak seçimlerle işçi ve askerlerin savaşarak kazandıkları devrim,  genel oyla burjuvaziye teslim edilecekti. Hükümetin konseyler tarafından denetlenmesi tümüyle bu yalın gerçeğin örtülmesine yönelikti. “ Sovyet hükümetinin birkaç aylık ömrü kaldığı” (Kautsky) gerekçesiyle hükümet, büyük elçi Joffe’nin sınır dışı edilmesini onaylarken, Sovyet devriminin selamlanması kararı ise tam bir ikiyüzlülüktü.

Tüm Almanya İşçi ve Asker Konseyleri Kongresi Kasım 1918’de Berlin’de toplandı. Hükümet kongreye Sovyet heyetinin katılmasını talebini reddetti. 499 delegenin katıldığı kongrede çoğunluk beklendiği gibi sosyal demokratların yanındaydı (SDP-288, USDP 90 delegeye sahipti). Toplantıya katılan devrimci grupların delege sayısı ise sadece 21’di. Rosa ve Liebknecht, kongre salonuna bile alınmadılar.

Artık karşı devrimin yürütücü gücü  SDP ve USDP’den oluşan yeni burjuva işçi hükümetiydi.  Devrimden sonra hükümette yer alan isimler değişmiş, ancak devlet mekanizması, bürokrasi, eski düzenin bakanları, ( içişleri, adalet maliye, muhabere vb. ) ve Genelkurmay olduğu yerde duruyordu. Kayzer’in sadık bürokratlarından Brockdorff-Rantzau içişleri bakanlığına getirildi. Rantzau’nun içişleri bakanı olmayı kabul etmek için ileri sürdüğü koşullar, Bolşevizme karşı kararlı mücadele ve İşçi Asker konseylerinin yetkilerinin kısıtlanması talebi SDP-USDP hükümeti tarafından kabul edildi. Hükümet genelkurmay başkanıyla  pazarlık masasındaydı. Genelkurmay hükümeti desteklemek karşılığında asker konseylerinin lağvedilmesi, orduda subaylara dayalı askeri disiplinin yeniden tesis edilmesi ve “Bolşeviklere” karşı mücadelenin aralıksız sürdürülmesini istiyordu. Benzer bir talep itilaf kuvvetlerinden de hükümete iletilmişti. İtilaf  kuvvetleri sorumluları, açlık içerisindeki Almanya’ya yardım yapılması şartını ve işçi ve asker konseylerinin dağıtılmasına bağlamışlardı. . Bu talepler hükümet tarafından kabul edildi, ancak bunun nasıl yerine getirileceği bir sorun olarak ortada duruyordu.

Dağılmış, disiplini bozulmuş, kimi  birlikleri isyan halinde olan, kimi birlikleri devrimin yanında saf tutan ordu, hükümetin ve karşı devrimin yumuşak karnıydı. Asker konseyleri sadece kentlerdeki birliklerde değil, cephedeki birliklerde de kurulmuştu. Cepheden dönen askerlerin büyük çoğunluğu kentlerdeki gösterilere katılıyordu. Kollarında gamalı haç taşıyan Kralcı küçük gruplar ise olanak buldukları her yerde işçilere saldırıyordu. ( Daha sonra Hitler tarafında simge olarak kullanılan gamalı haç ilk kez bu  dönemde konseylere saldıran gruplarca kullanıldı)

Başlangıçta devrimin karşısında yer alan Marine Alayı, devrimin safındaydı. Alay, hükümetin güvenilmez ilan edilip ortadan kardırılmasına karar verilmesine karşı devrimci güçlerle birlikte savaşmış ve galip gelmişti.

Başında Eichhron’un bulunduğu Berlin polis gücü devrimin yanındaydı. Genelkurmay ve hükümetin devrimi boğma girişimlerine rağmen devrim hala sokaktaydı. Spartakistlerin çağrısıyla 8 Aralık’ta artan karşı devrimci saldırıları karşı bir protesto gösterisi düzenlendi. Liebknecht, 150.bin işçi ve askerin katıldığı gösterinin başında,kentin bir ucundan diğerine yürüdü. Bundan bir hafta sonra Berlin Konseyler Ulusal Kongresi toplandığı sırada düzenlenen gösteriye katılanların sayısı 250. bine ulaştı.

Burjuvazi diken üstündeydi, mevcut birliklerin hiç biri güvenilir değildi. Hükümet Cumhuriyetçi Asker Müfrezesi adı altında yeni bir askeri güç kurma kararı aldı. Çok geçmeden kurulan bu askeri gücün de güvenilmez olduğu ortaya çıkınca (Marine alayını yok etmek girişimi sırasında bu müfrezenin bazı birlikleri Marine askerlerinin yanında yer almıştı) Genel kurmay başkanı, SDP’nin iki yöneticisi, başbakan Ebert ve Kiel donanma üstünde kurulan konseyin başkanı olmayı başaran Noske, baş başa vererek monarşiye bağlı güvenilir askerlerden Freikops ( gönüllü birlik) ismiyle yeni bir karşı-devrimci askeri güç kurma işine giriştiler. Görev Noske’ye verildi. Birliklerde yer alanlar  Hitler’in SS ve SA örgütlenmelerinin temelini oluşturdular.

 

Geç Kalmış Bir Hamle – Alman Komünist Partisi’nin Kuruluşu 

 

Alman sosyal Demokrat Partisi (SDPA) içinde kuruluşundan beri var olan görüş ayrılıkları (SDPA, Halkçı Parti  ve Marksist gelenekten gelenlerin  bir araya gelmesiyle kurulmuştu, — bu bileşime sonrada Lasalleciler katıldı –) 1900’lerin başında Bernstein’in Marksizmde revizyon talebi ile büyümüştü.  Engels’in Bensteinciliğe karşı 1890’ların başında başlattığı mücadele Engels’in ölümünden sonra Rosa tarafından üstlenildi. Devrimin ancak bir “kitle partisi” tarafından gerçekleştirilebileceğini savunan Rosa’nın bu mücadelesi, partide bir bölünmenin önünü tıkadı. 1914’te emperyalist savaşın başlamasıyla birlikte SDPA içerisindeki görüş ayrılıkları da kesinleşti. Partinin şoven  kanadı açıkça kendi burjuvazisinin  yanında yer alırken, savaşa karşı iç savaş ve devrimi savunan Rosa ve Liebknecht’in önderliğindeki sol kanat, kendini,  parti içinde, önce Die İnternasyonale, ardından da Spartakist grubu olarak örgütledi. Kautsky önderliğindeki “Merkezciler” bir yandan savaşa karşı pasif bir barış savunusu ile kendilerini şoven kanattan ayırırken, öte  yandan iç savaşı reddederek, savaş koşullarında devrimin savunulamayacağını ileri sürerek,şoven kanatla aynı tutumu takındı. Bu koşullarda bile “kitle partisi”saplantısıyla Rosa, SDP’dan ayrılmaya karşı çıktı. 1917 Nisanında “Merkezciler” SDP’dan ayrılarak USDP’yi kurdular. Spartakistler yine “kitle partisi” savunusuyla bu yeni partiye katıldı. Kasım 1918 devriminde SDP ve USDP’nin birlikte devrimi boğazlamaya kalkışmasından sonra, Spartakistler, USDP’den ayrılarak Alman Komünist Partisi’ni (KPD) kurdu.

Kuruluş öncesi Bremen’deki  “Alman Uluslararası Sosyalistleri” grubu ile yapılan görüşmeler olumlu, ancak Berlin’deki “Devrimci İşyeri Temsilcileri’  (Tezgahtarlar grubu) grubu  ile yapılan görüşmeler, Rosa’nın bu grubu maceracılıkla nitelemesi yüzünden, olumsuz sonuçlandı. Kongre, 29 Aralık 1918’de yüz (bazı kaynaklarda yüzoniki) delegenin katılımıyla (o tarihte Spartakist grubunun tüm Almanya çapındaki üye sayısı 3 bin olarak tahmin ediliyordu) Berlin’de yapıldı. Kongrede RKP(B)’yi Radek temsil etti.

Kongrenin kabul ettiği program esas olarak Rosa’nın kalaminden çıkmıştı ve onun devrime yaklaşımını içeriyordu. “Sosyalist toplumun özü, büyük işçi kitlelerinin sıkıdüzen içerisinde bir kitle olmaktan çıkıp, bütün siyasi ve ekonomik hayatı kendi kaderini özgür ve bilinçli bir biçimde tayin ederek kendi başına yaşaması ve yönlendirmesidir.”

“Proleter devrimin  amaçlarını gerçekleştirmek için teröre ihtiyaç yoktur, cinayetten nefret eder, iğrenir. … Devrim bir azınlığın dünyayı kendi hallerine göre biçimlendirmeye yönelik ümitsiz  gelişimi değil, tarihte görevini gerçekleştirmeye, tarihsel zorunluluğu gerçekliğe çevirmeye çağrılan milyonlarca insandan oluşan büyük bir kitlenin işidir.” (Bolşevik Devrimi , Cilt-3 -106)

Rosa, kongrede yaptığı konuşmada da benzer görüşleri savundu; “Yakın gelecekte karşı karşıya kalacağımız durumun üstesinden gelebilmek için hangi genel taktiklere başvurmak zorundayız? Kuşkusuz Ebert-Scheidemann hükümetinin çökmek üzere olduğu ve Sosyalist-proleter olduğunu ilan eden bir devrimci hükümetin bunun yerine kurulacağı umudu aklınıza gelecek ilk düşünce olacaktır. Bence dikkatimizi üzerinde yoğunlaştırmamız gereken şey liderlik değil, tabandır. Devrimin 9 Kasım’daki ilk aşamasında olduğu gibi, sosyalist devrimi gerçekleştirmek için kapitalist hükümeti yıkıp bunun yerine bir başka hükümetin kurulmasının yeterli olduğu yanılsamasını yinelememeliyiz.”

“Sosyalizm için mücadele, mutlaka ve mutlaka kitleler tarafından verilen, her fabrikada, her platformda, her proleterin  işverenine karşı göğüs göğüse giriştiği bir mücadele olmalıdır. Devrim, ancak o zaman sosyalist bir devrim olacaktır …”

“Sosyalizm, hükümet kararnameleri ile yaratılmaz, yaratılamaz; ne kadar Sosyalist olduğunu söylerse söylersin, bir hükümet tarafından kurulması da mümkün değildir. Sosyalizm kitlelerin kendi tarafından ve her proleterin  katılmasıyla kurulmalıdır. Kapitalizm, zincirin halkalarının birleştiği yerde kırılmalıdır.”

“Daha yapılacak çok şey var. Her şeyi temelden hazırlamalıyız. İşçi ve asker konseylerine öylesine bir güç kazandırmalıyız ki, Ebert-Scheidemann hükümetinin ya da benzer bir hükümetin yıkılması, oyunun son perdesi olmalıdır. İktidarın fethedilmesi tek bir hamlede başarılı olabilecek bir şey değildir. Bu bir süreçtir; biz kapitalist devletin tüm kurumlarını aşama aşama işgal etmek durumundayız.”  Konseylerin rolünün ”“ekonomik mücadelelerin sürdürülmesi” olduğunu söyleyen Rosa konuşmasını,“Spartakist Birlik tüm Almanya’da proleter kitlelerin ezici çoğunluğunun bilinçli,  tereddütsüz iradesinin bir ifadesi olmadığı, proletarya Spartakist birliğin düşüncelerini, amaçlarına ve mücadele yöntemlerine bilinçli bir onay vermediği sürece, asla devlet iktidarını ele geçirmeyecektir.” (Kaybedilmiş Devrim, sh.83-85)

Kongredeki eğilim Rosa’nın bu konuşmasının delegelerin büyük bir çoğunluğu tarafından benimsendiğini gösteriyordu. Rosa, sanki herşey rutin bir tarzda sürüyormuş gibi davranarak, Almanya’da oluşan devrimci durumu görmemezlikten gelerek, partisine iktidardan sayısal çoğunluğu kazanana kadar uzak durmayı, konseylere ekonomik mücadeleyle yetinmeyi  öğütlediği bu dönemde gerçekte işçi sınıfı sokaktaydı; Almanya’nın neredeyse tamamında konseyler kurarak  iktidarı fiili olarak ellerinde tutuyordu.

“Kitle partisi” saplantısı Rosa’nın peşini hiç bırakmadı. Başlangıçta “”kitle partisi” saplantısı Rosa’yı oportünizmi mahkum ederken, bu kez aynı saplantı, KPD’nin henüz kitleleri  kucaklamadığı gerekçesiyle devrimden uzak durmaya itiyordu.

Kongrede iki konuda tartışma yaşandı. Ulusal meclis seçimlerine katılma sorunuyla ilgili tartışmada Kongre delegeleri, seçimlerin devrime karşı girişilen komplonun bir parçası olduğunu fikrinde birleşmiş olsalar da, seçimde izlenmesi gereken tavır konusunda tam bir görüş birliği içinde değillerdi. Rosa, sanki sıradan koşullarda, sıradan bir seçim söz konusuymuş gibi, seçime katılmayı savundu; “Şu an devrimin tam ortasındayız ve Ulusal Meclis  devrimci proletaryanın önüne dikilmiş karşı devrimci bir kaleyi ifade ediyor. Bizim görevimiz bu kaleyi ele geçirerek onu yerle bir etmek … Seçimlerden ve  ulusal meclis platformunun kendisinden yararlanmalıyız. … Ulusal meclis seçimlerine katılmaktaki amacımız, bu meclisin tüm hile ve entrikalarını tamamen açığa çıkarmak, onun karşı devrimci etkinliklerini adım adım kitlelere göstermek ve onları duruma aktif olarak müdahale ederek bu meselede net bir tavır almaya çağırmak olmalıdır.” (age-daf. 86)

Gerçekte parlamento ve konseyler farklı iki sınıfın iktidarını temsil ediyordu. Burjuvazi parlamento seçimlerini, konseyleri işlevsizleştirmek, yok etmek için gündeme getirmişti. Bu koşullarda seçime katılmak niyetten bağımsız olarak konseylere karşı oy kullanmak, yani burjuvazinin amacına ulaşmasına yardımcı olmaktı. Delegelerin çoğunluğu bu bakış açısından hareketle seçime katılmayı “Bizim başka platformlarımız var. Sokak, bunlar arasında en önemli olanı ve bunu elimize geçirmiş durumdayız, üzerimize kurşun da yağdırsalar biz bu platformu asla terk etmeyeceğiz.”savıyla reddetti. (age- 87) Tartışmalar sonucunda Ulusal Meclis seçimine katılma önerisi 23’e karşı 62 oyla reddedildi.

İkinci tartışmalı konu, sendikalar sorunuydu. Mevcut sendikaların karşı devrimci hükümetin temel dayanağını oluşturması, öncü işçiler ve devrimciler arasında sendikalara karşı güvensizliği arttırmıştı. Konseylerin ortaya çıkmış olması sendikalara karşı artan güvensizliği daha da güçlendiren başka bir faktördü. Bu güvensizlik, kongrede “Sendikalardan Çıkalım” sloganının öne çıkmasına yol açtı. Büyük fabrikalar ve önder işçiler için bu slogan bir anlam ifade etse de, deneyimsiz ve daha geri durumdaki işçiler için aynı şey söylenemezdi. Mevcut durum, devrimden sonra sendikal hareketteki ivme, sendikaların zayıfladığını değil, üye sayılarının hızla yükseldiğini gösteriyordu. Gerçekte bu slogan karşı devrimin yedeği haline gelen uzlaşmacılığa karşı duyulan, ama geri işçileri kazanmayı hesaba katmayan bir tepkiden fazla bir şey değildi. Yapılan oylamada sendikalardan çıkılması önerisi delegelerin çoğunluğu tarafından reddedildi.

Kongrede süren bu tartışmalar, partinin hem ideolojik, politik ve örgütsel anlamda hem de strateji ve taktik olarak henüz belirli bir olgunluğa ulaşamadığının göstergesiydi.

Kongreden sonra Rosa, Zetkin’e yazdığı  mektupta ulusal meclis seçimleri konusundaki “yenilgilerini” “Çocukça bir yanı olan, sağduyudan uzak, dar görüşlü bir radikalizmin zaferi” olarak nitelendirdi. Kongre’de RKP(B)’yi temsil eden Radek, anılarında; “Kongre, partinin olgunluktan uzak ve deneyimsiz olduğunu açık biçimde gösterdi. … Kurduğumuz şeyin gerçek bir parti olduğu duygusunu yaşayamadım” diye  yazdı.” (age-89)

 

KPD’nin kurulması, geç kalmış bir karar olsa da Alman Devrimi, dolayısıyla dünya devrimi açısından yeni bir umut anlamına geliyordu. Lenin, Avrupa ve Amerika İşçilerine Açık Mektup’ta, KPA’nin kuruluşuyla komünist Enternasyonal  ve dünya devrimi arasındaki bağ için şunları yazdı; “Alman Spartakusbund dünyaca ünlü liderleriyle, Liebknecht, Rosa Luxemburg, Clara Zetkin, Franz Mehring gibi işçi sınıfının inançlı savunucularıyla birlikte, Scheidemann ve Südekum tipi sosyalistlerle, Almanya’nın emperyalist soyguncu burjuvazisiyle ve II. Wilhelm’le ittifak kurarak onurlarını  sonsuza kadar kaybetmiş olan o sosyal şovenistlerle (lafta sosyalist, işte şovenist olanlarla) bağını en sonunda koparınca, Spartakusbund kendine “Alman Komünist Partisi” adını verince, gerçekten proleter, gerçekten enternasyonal, gerçekten devrimci bir Üçüncü Enternasyonal, bir Komünist Enternasyonal’in kuruluşu bir gerçek haline gelmiştir. Bu kuruluş biçimsel olarak tamamlanmış değildir, ama aslında Üçüncü Enternasyonal artık zaten vardır.”

 

Yeni Bir Devrimci Dalga

 1919 başında Berlin’de güç dengesi devrimden yanaydı. KPA’nin kuruluşu, mevcut dengeyi devrimci güçler lehine belirgin biçimde değiştirdi. Berlin’deki iki askeri güç, Marine Tümeni ve polis merkezi devrimcilerin yanındaydı. UDSP’nin hükümetten ayrılmasıyla kitle desteğinin önemli bir kısmını kaybeden hükümet diken üstündeydi. Kendini güven içinde hissetmeyen karşı devrim, önceden hazırladığı planı devreye soktu. Planın ilk halkası devrimin silahlı güçlerinin etkisizleştirilmesiydi. İlk hedef Berlin Polis Merkeziydi. Berlin polis merkezi şefi Eichhron görevinden alındı. Eichhron, kendisini Berlin İşçi ve Asker Konseyleri Merkez Komitesinin göreve getirdiğini belirterek görevden ayrılmayı reddetti. Bu olay işçi ve askerlerin hükümete olan öfkesini daha da büyüttü. Berlin KPD, USDP ve Devrimci İşyerleri Konseyleri temsilcileri bir araya gelerek Eichhron’un görevden alınmasını protesto için barışçı  bir gösteri düzenleme kararı aldı. İleri sürülen istemler Eichhron’un göreve iadesi,  karşı devrimci askerlerin silahsızlandırılması ve proletaryanın silahlandırılmasıydı. Gösteriye yüzbinlerce işçi katıldı. Hükümete duyulan öfke bir anda patladı, göstericiler karşı devrimci güçlerin gazete bürolarını basıldı, matbaalar ele geçirildi, tren istasyonları işgal edildi.

Berlin devrimci güçlerin kontrolüne geçmiş gibi  görüldüğü bir anda ayaklanmanın en büyük düşmanı olan kararsızlık devreye girdi. Kararsızlık, barışçı  gösteriyi ayaklanmaya dönüştüren işçi ve askerlerde değil gösteriyi yöneten komiteydi. Komiteyi oluşturan örgütler arasında ne yapılması gerektiğine dair bir görüş birliği yoktu. Komitede yer alan  USDP’li temsilcilerin bir kısmı eylemin sonuçlandırılmasından yanaydı. Kararsızlığı büyüten başka bir unsur da  bizzat komitenin hantal bileşimiydi. 52 kişiden oluşan komitenin eyleme geçilmesi gerektiği bir anda karar alma ve uygulama yeteneği zaten yoktu. İki yüz bin  kişilik bir kitle sokakta komiteden gelecek talimatları beklerken, komite  kendi içerisinde sonu gelmez tartışmalarla  zaman kaybediyordu. Karasız bekleme hali,  devrimci güçler içinde gittikçe büyüyen bir kararsızlığı ve bölünmeyi besliyordu. Berlin Konseyleri Merkez komitesi Spartakistleri kınayan bir bildiri yayınlayarak açıkça karşı safa geçti. Devrimin önemli destekçilerinden Marine Tümeni ayaklanmayı desteklemeyi reddederek tarafsızlığını açıkladı. Her kritik anda karşı devrimin yanında yer alan UDSP yetkilileri hükümetle müzakerelere girişti. Kararsızlığın umutsuzlukla birleştiği bir anda hükümet ayaklanmacıların üzerine Cumhuriyetçi Askerler Müfrezesini  sürerek ayaklanmayı kolayca ezdi. Ayaklanmanın yarattığı korku o derece büyüktü ki, hükümet ayaklanmanın ezilmesiyle yetinmedi, Berlin dışında bekletilen özel birlikler (Freikops birlikleri) Berlin’e sokuldu. Freikops birlikleri kentte devrimci avı başlattılar, kent meydanlarında makineliler kuruldu,  polis merkezi bombalandı, Komünist Parti kapatıldı, binaları yakıldı, tutuklananlar dahi, duvar diplerinde kurşuna dizildi. SDP’nin yayın organı Vrwoerts, Spartakist liderlerin katli için çağrıda bulundu. Rosa ve Liebknecht tutuklanarak Freikops’un merkezine götürüldü burada öldürüldükten sonra cesetleri kanala atıldı.Vorwarts 16 ocak sayısında Liebknecht’in kaçarken öldürüldüğünü, Rosa’nın ise, halk tarafından linç edildiğini duyurdu. Berlin’de Rosa ve Leibknecht’in öldürülmesinin ardından bağımsızlar ve komünistler bir protesto grevi  çağrısında bulundular. Grevde öne çıkan istemler; konseylerin resmen tanınması, siyasi tutukluların serbest bırakılması, bir işçi muhafız alayının kurulması ve Freikops birliklerinin dağıtılmasıydı. Grev, Ocak grevinden çok daha etkili oldu. Sanayi üretimi tamamen durdu, elektrikler kesildi. ulaşım felç oldu.

Komünist partisi yayınladığı bildiride, grevcilere şöyle seslendi, “İşçiler!, Emekçiler! Ölü bir kez daha canlanıyor. Bir kez daha ezilenler tüm ülkede ayağa kalkıyorlar. …Ebert-Scheidemann “sosyalist” hükümeti Alman proletaryasının celladı haline geldi. Şimdi bunların yaptıkları tek şey düzeni korumak için, ellerine uygun fırsatın geçmesini beklemek. Proleterler nerede yönetime gelseler Noske kana susamış serserileri hemen oraya gönderiyor. Berlin, Bremen, Wilhelmshaven, Cuxhaven, Rhineland-Westphalia, Gotha, Erfurt, Hale, Düsseldorf; tüm bunlar Noske yandaşlarının Alman proletaryasını kanlı bir biçimde durdurdukları yerler.”  Aynı bildiride işçiler provokasyonlara karşı da uyarılıyordu;  “Tam bir disiplin. Tam bir özen. Kusursuz bir düzen. Ama aynı zamanda çelik bir irade! Dünyanın yazgısı sizin ellerinizde” (Kaybedilmiş Devrim-143)

3 Mart akşamı grev bir anda polisin müdahalesi ile çatışmaya dönüştü. 4 Mart’ta Freikops bildikleri yeniden Berlin’e girdi. Ve grevcilerdeki öfke yeniden ayaklanmaya dönüştü. Freikops bildiklerinin hedefi Ocak’ta tarafsızlığını ilan eden Marine Tümeniydi. Marine Tümeni  ellerindeki silahların bir bölümünü halka dağıtarak hükümet birlikleri ile çatışmaya girdi. Tümen  polis karargahlarının bir çoğunu  işgal etti. Devrimi ileri taşıması gerektiği bir anda, Komünist Partisi Marina Tümeniyle hükümet güçleri arasındaki çatışmayı bir “çekişme” olarak yorumlayarak tarafsız kaldı. Berlin sosyal demokrat sendika  liderleri bu çatışmayı bahane ederek işçilere greve son verme çağrısı yaptı, bu çağrıyla grev  sönümlenmeye başladı. Bunu fırsat bilen Freikops harekete geçerek, toplar ve uçaklarla işçi mahallelerini bombaladı. Bombadımanlarda 2 bini aşkın işçi ve asker öldürüldü, 20 bin kişi yaralandı. Çatışmalarda ölenler arasında Komünist parti lideri Leo Jogiches de vardı.

Berlin’deki ayaklanma ezilmişti  ancak Almanya’nın değişik kentlerinde hala işçi ve asker konseyleri güçlerini koruyordu. Berlin’de ayaklanmanın bastırılmasının ardından yapılan ulusal meclis seçimleri konseylere son vermenin en önemli adımı oldu. İşçi ve askerlere karşı estirilen terörün ardından yapılan Meclis seçimlerinde önemli bir üstünlük elde eden SDP,  burjuva partileriyle  bir koalisyon hükümeti kurdu.  Savunma Bakanlığına getirilen Noske, 19 Ocak’ta asker konseylerini yok eden subaylara eski yetkilerini geri veren bir kararname çıkardı.  Hükümetin bir sonraki adımı  Berlin’de olduğu gibi, Freikops birliklerini işçi ve asker konseylerinin denetimindeki bölgelere göndermek oldu.  İlk hedef Komünistler ve sol USPD’nin güçlü  olduğu Bremen’di. Kasım devriminin ardından Bremen’de işçi ve asker konseyleri kentin kontrolünü ele geçirmişti.Bremen Konseyi, Ulusal Meclis seçimlerine karşı çıkarak, proletarya diktatörlüğünden yana tavır aldı. 6 Ocak’ta yapılan konsey seçimlerinde USDP ve KPD ittifakı (USDP-64, Komünistler 62 oy aldı) üstünlüğü ele geçirdi. 10 Ocak’ta yapılan  Konsey toplantısında Bremen de 5 bağımsız 4 komünistten  oluşan Bremen Halk Komiserleri Konseyi kuruldu. Halk ordusunun kurulduğu ilan edildi ve eski ordu mensuplarının silahlarını teslim etmeleri emredildi. Konsey içinde ilk görüş ayrılığı Ulusal Meclis seçimleriyle ilgili yaşandı; bağımsızlar (UDSP) Berlin’de yaptıklarını yaptılar, geri adım atarak ulusal meclis seçimlerinin yapılması lehine oy  kullandılar. Böylece konsey kendi varlığına ağır bir darbe indirdi. Bu darbeyi ikincisi izledi. Freikops birlikleri 3 Şubatta Bremen’e girdi. Berlin’de yaşananların bir benzeri yaşandı, USDP hükümet güçleriyle müzakereye oturdu. FreiKorp Birlikleriyle silahlı işçiler arasında çetin çatışmalar oldu, çatışmalarda onlarca işçi öldürüldü, kurşuna dizildi. Hamburg’dan beklenen yardım gelmeyince Bremen Konsey Hükümeti yıkıldı. Yerine SDP’nin hakim olduğu yeni bir hükümet kuruldu. Ancak buna rağmen Bremen’deki konsey hareketi varlığını korudu. Tutuklanan işçilerin salıverilmesi talebiyle Nisan 1919’da işçiler genel grev kararı aldı. Hükümet grevi bastırmak için yeniden askeri güç kullandı, işçilerin üzerine ateş açıldı, kitlesel tutuklamalar yapıldı, askeri mahkemelerde yargılanan işçiler 15 yıla varan hapis cezalarına çaptırıldı.

Konsey hareketi Almanya’nın diğer bölgelerinde; maden, çelik fabrikaları ve büyük tekellerin bulunduğu, sanayinin en fazla gelişmiş olduğu, Ruhr bölgesi,  solun  en güçlü olduğu Hamburg’da, Orta Almanya, Saksonya eyaletinde (Leipzig, Dresden, Chemnitz, Gotha, Erfurt vb.) benzer şekilde gelişti. Konseyler SDP ihaneti ve Freikops birliklerinin saldırısı ile ezildi.

Kasım devrimi sırasında belki de en beklenmeyen olay, Almanya’nın en tutucu eyaleti olan Bavyera’da konsey hareketinin ortaya çıkmasıydı. Bavyera’da konseylerin oluşumu 7 Kasımda grev hareketi başladı. Bavyera’da  konseyler diğer Alman kentlerindekilerden farklı olarak sosyal demokrat partilerin işçileri atamasıyla oluşturuldu.  USPD liderlerinden Eisner silahlı askerler, deniz erleri ve işçileri arkasına alarak “ Özgür Bavyera Devleti’nin kurulduğunu ilan etti. Yayınladığı ilk bildiride, parlamentonun toplanması çağrısını yaptı. Yapılan parlamento seçimlerinde temsil ettiği parti USDP  en az oy alan parti oldu, ama buna rağmen seçimlerde en çok oyu alan SDP ile kurulan hükümetteki yerini korudu. Eisner 21 Şubat’ta yolda yürürken uğradığı bir suikastla öldürüldü. İşçiler buna genel grevle karşılık verdiler. Silahlı işçi grupları  parlamento binasını işgal ettiler, milletvekilleri korkuyla şehri terk etti. İktidar bir anda SDP’nin  etkin olduğu Bavyera İşçi ve Asker Konseyleri Merkez Komitesi’nin elinde kaldı. Konseyler Merkez Komitesi’nde yapılan oylamada konseylerin hükümet olma önerisi, 23’e karşı 70 oyla reddedildi ve “koşullar elverdiğinde iktidarın parlamentoya bırakılması” kararı alındı. Seçimlerin ardından SDP ve USDP’nin yer aldığı sosyal demokrat bir hükümet kuruldu. Hükümetin kurulması hiçbir şeyi değiştirmedi, eski düzen olduğu gibi sürüyordu. Halkın hükümete karşı artan öfkesi 7 Nisan 1919’da Münih sokaklarına taştı. SDP, USDP anarşistler ve komünistlerin temsilcilerinin katıldığı  İşçi ve Asker Konseyleri toplantısında, işçiler SDP, USDP ve KPD’den oluşacak bir işçi hükümet kurulması gündeme getirdiler. KPD temsilcisi Levine bu öneriyi, gerçek bir işçi hükümeti ancak işçilerin seçtiği konseyler temelinde kurulabilir diyerek reddetti. Toplantı beklenmedik bir şekilde, “Bavyera Sosyalist Cumhuriyeti”nin ilan edilmesiyle sonuçlandı. Levine ilan edilen sosyalist cumhuriyeti “Sözde Sovyet Cumhuriyeti” olarak nitelendirdi. Sosyalist Cumhuriyetin ilanından 6 gün sonra 13 Nisan’da Cumhuriyetçi Güvenlik Güçleri adlı askeri birlik harekete geçerek “Devrimci Konseyin” yıkıldığını ilan etti. Komünist Parti darbeye karşı işçileri harekete geçmeye, devrimi savunmak için fabrikalarda devrimci işyerleri konseyleri kurmaya ve genel greve çağırdı. İşçiler bu çağrıya uyarak grevi başlattılar.  Komünist Parti işçiler içerisinde ciddi bir desteğe sahip olmaya başladı. Darbeyi önleyen işçiler Komünist Parti sorumlusu Levine’den Bavyera Sosyalist Cumhuriyeti’nin  başına geçmesini talep ettiler. Yeni kurulan Bavyera Sosyalist Cumhuriyeti silahlanmış işçilere ve fabrikalarda seçilmiş işçi konseylerine dayanıyordu. Karşıdevrim hızla silahsızlandırıldı, burjuva  basın yasaklandı, kamulaştırmalara girişildi, sokaklar silahlı işçiler tarafından denetime alındı.

13 Şubat gerici darbesi sırasında Münih’i terk edip kaçan sabık SDP hükümet başkanı Hoffmann önce yeni konsey iktidarına karşı halkı ayaklanmaya çağırdı. “Rus terörü, yabancı unsurları kullanarak Münih’te kan kusturuyor. Bu utanç verici durumun bir gün daha, hatta bir saat daha devam etmesine izin verilemez. … Bavyera  dağlarının, ovalarının, ormanlarının insanları, tek bir yumruk olarak birleşin ve ayağa kalkın! Herkes silahını alıp toplanma merkezine koysun!”  (age-177)

Bu karşı devrimci hamle sonuç vermeyince, Hoffmann,  savunma bakanı Noske’den Freikops birliklerini Bavyera’ya göndermesini talep etti. Freikops birlikleri  1 Mayıs’ta Münih’e girdi. İki gün süren direnişte 600’den fazla işçi öldü. İşçiler tutuklandı,  kurşuna dizildi. Levine mahkemede yaptığı konuşmada karşı devrimi yargıladı. Çıkarıldığı mahkemede karşı devrim ile SDP arasındaki ilişkiyi ortaya serdi. Yargılanma sonucunda kurşuna dizildi. Levine Alman devriminde yaşananları şöyle özetledi; “Sosyal demokratlar başlatıyorlar, ardından kaçıyor ve bize ihanet ediyorlar; Bağımsızlar gelip yanımızda yer alıyorlar, sonra bizi yarı yolda bırakıp gidiyorlar ve duvar dibinde kurşuna dizilenler hep komünistler oluyor. Biz komünistler her an ölümle iç içe yaşayan insanlarız. Bunun çok iyi farkındayım.” (age-182)

1919 yılının başından yaz sonuna kadar Freikops birlikleri (Bu birlikler gelecekte Hitler rejiminin en sadık taraftarları olacaklardı) Almanya’yı baştan başa geçerek her yerde işçi konseylerini ezdi, binlerce işçi öldürüldü, tutuklandı ve hapsedildi. Bu süreçte, karşı devrimin temel hareket ettirici gücü SDP’ydi.  Ulusal Meclis seçimleriyle konseyleri etkisizleştiren, dağılmış orduyu yeniden toparlayarak (Freikops)  konseyleri ezen de  oydu. 1919 yazında Almanya kısmi bir istikrara  kavuşmuş gibiydi, işçi konseyleri tasfiye edilmiş, işçiler silahsızlandırılmış, karşı devrim silahlandırılmış,  Freikops birlikleri tüm Almanya’ya egemen olmuştu.

 

İki Ülke, İki Devrim, Zafer ve Yenilgi

1917’de zafere ulaşan Rus devrimi dünya devriminin ilk sözüydü; beklenti bu devrimin Alman devrimi ile tamamlanması ve dünya devrimine büyümesiydi. Ama tarih başka bir yol izledi, Alman devriminin yenilgisi, hem dünya devriminin gelişimini hem de Sovyet devriminin ilerleyişini  önemli ölçüde etkiledi.

Rusya’da devrimi zafere taşıyan ve Alman devriminin yenilgisine yol açan nedenler neydi? Bu sorunun yanıtını bulmak için önce bu iki ülkenin, Rusya ve Almanya’nın o günkü koşullardaki ekonomik ve siyasal durumuna bir göz atmak gerekiyor. 1800’lerin son çeyreğinde ve 1900’lerin başında Almanya, hızlı bir ekonomik gelişme göstererek Avrupa’da İngiltere’den sonra kapitalizmin en fazla geliştiği ülkeydi. 1900’lerin ilk çeyreğinde yakaladığı yüksek gelişme hızı ile Avrupa pazarında   İngiltere ile rekabet edebilecek olanağı  yakalamıştı ve güçlü bir emperyalist iştaha sahipti. Almanya’da  kapitalizmin bu hızlı gelişmesine bağlı olarak Alman işçi sınıfı da gelişimini sürdürdü.1900’ların başına gelindiğinde güçlü bir sendikal harekete sahipti ve  örgütlenme özgürlüğü ve genel oy hakkını elde etmişti. Çarlık yönetimi altında, feodal yapının ağır bastığı, Avrupa geriliğinin merkezi olan Rusya’da ise kapitalizm, düşük bir hızla gelişiyordu. Almanya ne ölçüde bir işçi ülkesi idiyse, Rusya da o ölçüde bir köylü ülkesiydi. Almanya’yla kıyaslandığında Rus işçi sınıfının hem kültür düzeyi hem de örgütlenme düzeyi son derece düşüktü. En küçük hak ve özgürlük talepleri Çarlık despotizmi tarafından eziliyordu. Sendikal örgütlenme özgürlüğü ise ancak çarlığın izin verdiği ölçüde vardı.

Alman Sosyal Demokrat Partisi Rusya’da Bolşeviklerin sahip olmadığı birçok olanağa sahipti. Devrim öncesinde üye sayısı 1 milyona, seçmen sayısı 4,5 milyonu ulaşmıştı, Alman parlamentosunda ikinci büyük parti durumundaydı. Almanya’nın en büyük sendikaları partinin yönetimindeydi, kendine ait gençlik, kadın örgütleri, kooperatifler, spor ve müzik grupları vardı, kısaca toplumsal alanın hemen tümünde örgütlüydü.  Avrupa’nın en büyük ve en otoriter işçi örgüydü.

Sovyet ve Alman devrimlerini inceleyen pek çok  tarihçi, Alman devrimini Almanya’nın Şubat’ı  olarak nitelendirdiler. Gerçekten, içerik olarak değilse de  biçim olarak her iki devrim önemli benzerlikler içeriyor. Her iki devrim de, kapitalizmin genel krizi ve emperyalist savaşın büyüttüğü acılar ortamında, kendiliğinden bir tarzda patlak verdi. Her iki devrim de grevden, genel greve, sokak gösterilerden, ayaklanmaya doğru bir yol izledi. Almanya’da ortaya çıkan işçi ve asker konseyleri Rusya’da 1917 Şubatında ortaya çıkan İşçi Köylü ve Asker Sovyetlerin bir muadili gibiydi. Her iki devrimde de sokakta egemen olan işçi ve askerlerdi.   Üstelik İşçi ve Asker Konseyleri Rusya’dakiyle kıyaslandığında, Almanya’nın tümünü kapsayan bir yaygınlıktaydı. Almanya’nın en geri bölgesi olarak kabul edilen Bavyera’da bile konseyler hükümeti kurulmuştu. Benzerliğin diğer bir boyutu da her iki ülke de sokakta egemen olan Konseyler ve  Sovyetlerin iktidarı kendi rızalarıyla burjuvaziye devretmeleriydi. Rusya’da Sovyetlerde egemen olan Menşevikler ve Sosyal Devrimciler, iktidar sırasının burjuvazide olduğunu ileri sürerek kendilerine “aşırı muhalefet partisi” rolü biçerken, Almanya’da Konseyler, burjuvazinin yeni gözdesi Sosyal Demokratları iktidara taşıdı.

Bütün bunlar dikkate alındığında, hemen her bakımdan Rusya’dan daha ileri olan Almanya’da devrimin yenilgisinin temel nedeninin, nesnel koşullarda, işçi sınıfının gücü ve etkinliğinde değil, öznel koşullarda, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin sınıf mücadelesi içindeki konumu ve işleviyle bağlantılı olduğu açıkça görülür.

1869’da kurulan SDPD kısa sürede işçi sınıfı içinde büyüyen bir güç haline geldi. Bu  gelişme 1878’de çıkartılan sosyalistlere karşı yasayla önlenmeye çalışıldı. Sosyalistlere karşı yaşa döneminde parti, varlığını ve mücadelesini illegal olarak sürdürdü. 1890’da sosyalistlere karşı yasa kaldırıldıktan sonra parti işçi sınıfı içerisinde hızla örgütlenmeye başladı, ama aynı dönem, parti içinde  anti Marksist görüşlerin boy attığı bir dönem oldu. Parti bir yandan sınıf içerisinde örgütlenip gelişirken,  öte yandan da sendikal ve parlamenter alanda elde ettiği başarılarla devrimden uzaklaşarak sistem içine yerleşmeye başladı. Sistemin bir eklentisi haline dönüşme,  1914’te emperyalist savaşın patlak vermesi ve  partinin bu savaşta kendi burjuvazisinin  yanında saf tutmasıyla son  noktaya vardı.

Kasım 1918’de patlak veren devrim, önce kraliyeti yerle bir etti, ardından Almanya’nın her kentinde İşçi ve Asker konseyleri kuruldu, Konseyler Sosyal Demokrat partiyi iktidara taşıdı.Burjuvazi devrimi önleyecek hiçbir olanağa sahip değildi. Eski düzen çökmüş, dağılmış orduda isyanlar başlamıştı. Birçok birlik açıkça devrimin yanında saf tutmuştu. Burjuvazi devrim karşısında çaresizdi. Bu koşullarda SDP sahneye çıktı ve devrimin celladı rolünü üstlendi. Konseyleri ortadan kaldırmak için Meclis seçimlerinin yenilenmesi kararını aldı.  Kısa sürede yenilenen seçimlerle konseyler göstermelik kurumlara dönüştürüldü. Ardından oluşturulan özel birliklerle (Freikops) devrim ezildi ve  bütün kazanımları yok edildi.

SDP içinde devrimci bir grup olarak varlığını sürdüren Rosa ve yoldaşlarının zamanında harekete geçmemeleri de yenilgiye yol açan faktörlerin bir diğeriydi. 1900’ların başında SDP içinde anti Marksist, revizyonist görüşler egemen olmaya başladığında bu eğilime karşı ilk mücadele bayrağını açanlardan biri de Rosa’ydı. Buna rağmen  revizyonistlerin partiden temizlenmesi ya da SDP’den ayrılıp devrimci bir önderliğin oluşturulmasının başlıca engeli de yine Rosa’nın bizzat kendisi, hayatı boyunca bağnazca savunduğu “kitle partisi” saplantısıydı. Bu saplantı 1900-1918 yılları arasında Rosa’nın temsil ettiği devrimci eğilimin  hareket tarzını belirledi.

Spartakistbund,  emperyalist savaş başladığında savaşa karşı devrimci bir tutum aldığı halde, burjuvazinin yanında saf tutan SDP içinde kalmaya devam etti. 1917 başında SDP’nin şoven  kanadından savaş karşıtlığı ile ayrılan Merkezcilerin (Kautskyciler) kurduğu USDP içinde  bir grup olarak yer aldılar.  Ancak Kasım devrimi başlayıp karşı devrimci rolü ortaya çıktığında UDSP’den ayrılarak 1918 Aralık sonunda Alman Komünist Partisi’ni (KPD) kurdular.

Bu geç kalma, KPD’yı bağımsız devrimci bir stratejik taktik izleme, deneyim kazanma, devrimci hazırlığı örgütleme ve  kitleleri etkileme olanağından mahrum bırakmış olsa da, yine de gelişen Alman devrimi için bir umuttu.

Kuruluş kongresi, partinin ideolojik bir birliğe, devrimci bir strateji ve taktiğe ve örgütsel bütünlüğe ulaşamadığını göstermişti. Parti, Liebknecht’in devrimci aktif müdahale yönelimi ile Rosa’nın henüz bir kitle partisi olmadıkları, bu yüzden kolayca maceracılığa kayılabileceği endişesi arasında sıkışıp kalmıştı.  Rosa’nın endişeleri,  partinin devrimci grupları kapsamasına ve gelişmeler karşısında kararsız kalmasına yol açıyordu. Almanya’nın hemen her kentinde işçi ve askerler sokaktayken ve birçok kentte Konsey hükümetleri kurulurken Rosa,  parti kongresinde, sanki bu olanlar yokmuş gibi teori yapmakla meşguldü. Kongrede yaptığı konuşmada Alman devriminin yolunu şöyle çizdi; “Benim ve partideki en yakın arkadaşlarımın bakış açısına göre ekonomik mücadeleler işçi konseyleri tarafından sürdürülecektir. Ekonomik mücadelelerin doğrultusu ve mücadelenin bu alanının sürekli genişlemesi, işçi konseylerinin elinde olmalıdır. Bu, tüm devlet iktidarının burjuvazinin elinden alınıp adım adım işçi ve asker konseylerine geçmesi için her eyalette, her kentte, her kasabada, her belediyede el ele yürütülen, aşama aşama ilerleyen bir mücadele sorunudur.”   “Spartakist Birlik tüm Almanya’da proleter kitlelerin ezici çoğunluğunun bilinçli, tereddütsüz iradesinin bir ifadesi olmadığı, proletarya  Spartakist Birliğin düşüncelerine, amaçlarına ve mücadele yöntemlerine bilinçli bir onay vermediği sürece, asla devlet  iktidarını ele geçirmeyecektir.” (Kaybedilmiş Devrim, sh.84-85)

KPD’deki kararsızlık devrim sırasında çarpıcı bir biçimde ortaya çıktı. Liebknecht’in, daha henüz KPD kurulmadan Berlin’de kurulan SDP-USDP ortak hükümetine katılma teklifini reddederek ve hükümeti destekleyeceklerini açıklayarak gösterdiği kararlılığı, KPD, ne kurucu meclis seçimlerine karşı alınacak tavır, ne de 9 Ocak’ta Berlin Polis şefi Eichhron’un görevden alınmasını protesto için düzenlenen barışçı eylemlerde  gösteremedi. KPD kuruluş kongresinde Rosa, Konseylerin ölüm fermanı olan kurucu meclis seçimlerine katılmayı savundu.  Her ne kadar kongrede seçime katılmama kararı alınmış olsa, da bu karar bağlayıcı olmadı. Karara rağmen parti içinde bir grup seçimlere katılmayı savundu. Bir başka kararsızlık örneği de 10 Ocakta yaşandı. İşçi ve askerler 9 Ocakta Eichhron’un göreve iadesi için sokaklara döküldü. Barışçı gösteri 10 Ocakta ayaklanmaya dönüştü. İşçi ve askerler tren istasyonlarını, SDP binalarını işgal etti. Berlin’deki bu olaylar, 3-4 Temmuz günlerinde Bolşeviklerin düzenlediği barışçı gösterinin silahlı bir ayaklanmaya dönüşmesini andırıyordu. Bolşevikler silahlı ayaklanma kararı almamalarına rağmen  kendiliğinden gelişen ayaklanma karşısında kararsızlığa düşmeden silaha sarılan işçilerin ve askerlerin yanında ve önünde mücadeleyi sürdürdüler. KPD ise ayaklanmaya dönüşen barışçı gösteriyi yönetemedi. Ayaklanmacılar boş yere  partiden gelecek kararı beklediler, bir türlü beklenen karar gelmeyince ayaklanmacılar geri çekilmek zorunda kaldı. Bu fırsattan yararlanan SDP Freikops birliklerini  yeniden Berlin’e gönderdi ve ayaklanma ezildi. Böylece devrimin bu ilk dalgası yenilgi ile sonuçlandı.

 

Kutsal İttifak

1919 yılı başında sınıf savaşımı dünya proletaryasıyla  dünya burjuvazisi arasında fiili bir savaşa dönüşmüştü. Zafere ulaşan Ekim Devriminin etkisiyle  Avrupa bir devrimci dalganın içine girdi. 1918 yılı  başında Macaristan’da başlayan grev ve sovyet (konsey) dalgası Macaristan, Avusturya, İtalya, Belçika, Fransa ve  Almanya’yı kapsayarak İngiltere’ye kadar yayıldı. 1918 Kasımında Alman devrimi patlak verdi, Almanya’nın hemen bütün eyaletlerinde konsey hükümetleri kuruldu. Bunu 1919 Mayısında Macar devrimi izledi.

Polonya’da önce Almanların desteği, sonra İngiliz ve Fransızların desteğiyle burjuvazi iktidarı ele geçirdi. Finlandiya Sovyeti Alman ordusunun işgali ile yenildi. Ukrayna’da Almanların işgali altındaki  bir burjuva hükümeti, Rada kuruldu. Gürcistan’da Menşevikler Alman desteği ile iktidarı ele geçirdiler. Macar Sovyet cumhuriyeti Antant destekli Romen ordusunun ülkeyi istilasıyla yenildi. Burjuvazinin çaresizlik içinde izlediği Alman devrimi, Alman sosyal demokrasinin karşı devrimci saldırısıyla yenildi. Emperyalist savaşta Almanya’yı dize getiren İngiltere ve Fransa, söz konusu devrim olunca Alman burjuvazisi ve SDP’ye cömertçe yardımlarını esirgemedi.

Sovyet Rusya ise, emperyalist savaşta birbirini boğazlayan Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya ve ABD tarafından kuşatma altına alındı İçerde ise, Sovyetlere karşı, emperyalist devletlerin para ve cephane yardımıyla bütün karşı devrimci güçler  (Menşevikler ve Sosyal- Devrimciler, Kadetler ve beyaz ordular) eşgüdümlü hale getirilerek güçlü bir iç savaş örgütlendi. Kısaca dünya proletaryası hemen her ülkede burjuvazi  ve sosyal demokrasinin işbirliği ile oluşan kutsal bir ittifakla karşı karşıdaydı. Bu  ittifakın politik ve ideolojik gücünü Avrupa sosyal demokrasisi oluşturuyordu. Bolşevizm dünya işçi sınıfının strateji taktiği haline geldiği ölçüde  burjuva ve sosyal demokrasiden oluşan bu kutsal ittifakın ana hedefi de Bolşevizm oldu.

Bolşevizme karşı kutsal ittifakın oluşması ilk değildi. 1900’lerin başında Alman  sosyal demokrasi içerisinde başlayan revizyonist akım bütün Avrupa sosyal demokrat hareketine yayılarak uluslararası bir nitelik kazandığında (Almanya’da Bernsteincilik, Fransa’da Bakanlıkcılık, İngiltere’de Fabiancılık, Tradeunionculuk,  Rusya’da Ekonomizm ve  Menşevizm) bu akıma karşı Marksizm’in  devrimci özünü savunarak mücadele eden tek güç Bolşeviklerdi. Bolşevizmle Avrupa sosyal demokrasisi arasındaki ideolojik, politik ve örgütsel alandaki kapışma, bu mücadele ile başladı ve keskinleşerek sürdü.

RSDİP’in II.  kongresinde Menşevik ve Bolşevik bölünmesi  ortaya çıktığında Avrupa’nın bütün sosyal demokratları Mensevizm’in yanında saf tuttu. RSDİP’nin ağır topları Lenin ve Bolşeviklere karşı salvo atışı başlattılar. Plekhanov, daha önce desteklemesine rağmen, “Ne Yapmalı” için “daha ilk okuduğunda doğru bulmadığını” sezdiğini açıkladı. Lenin’i “sekter bir kast” yaratmakla, “Bonapartizmi uygulamakla”, Martov; Lenin’i “partide sıkıyönetim ilan etmekle” suçladı. Troçki; Lenin’e, yöntemlerini “Jakobenlerin uzlaşmazlığının soluk bir karikatürüne” benzeterek saldırdı ve “Parti’nin yerini parti örgütünün, parti örgütünün yerini merkez komitesinin ve nihayet merkez komitesinin yerini diktatörün alacağı” bir durumun ortaya çıkacağını savundu. Vera Zasuliç ise, Lenin’in parti anlayışının XIV Louis’in devlet anlayışı ile aynı olduğunu yazdı.

Bu koroya  Alman sosyal Demokrat Partisi’nin (SDPD) tanınmış önderleri Kautsky, Bebel ve  Rosa  Menşevik saflarda yerini alarak katıldı. “Kautsky, Lenin’in Bolşevik görüşü savunan bir  makalesini Neue Zeit’te yayınlamayı reddetmekle kalmadı,  aynı zamanda Lenin’in tutumunu açıkça yeren bir mektubu yayınlanması için Menşevik Iskra’ya yolladı. Lenin’e en şiddetli saldırı Rosa’dan geldi. Rosa, Lenin’in “aşırı merkeziyetçiliğini” bürokratik olmakla, demokratik olmamakla suçladı. Lenin’i“ baş aşağı durduğu halde kendini tarihin en güçlü yeni hakimi”  olarak ilan eden “şimdi Rus devrimcisinin ‘egosu’ biçiminde yeniden canlanan, Rus mutlakiyetçiliği  tarafından ezilmiş ve parçalanmış bir ‘ego’” olarak nitelendirdi. (E.H.Carr, Bolşevik Devrimi Metis Yay. s. 43)

RSDİP’ deki bu bölünme II. Enternasyonal sekretaryası Uluslararası Sosyalist Büro’nun (USB) gündemine alındı. USB bölünmeye yol açan nedenlerin önemsiz olduğunu belirterek bölünmenin giderilmesi için iki tarafın temsilcilerinden oluşan bir konferans yapılması kararını aldı. USB’nin aldığı bu karar 1905 devrimi nedeniyle uygulanamadı. Devrim iki tarafı fiili olarak birbirine yakınlaştırarak yeni bir birlik süreci yarattı.

1905 devrimi patlak verdiğinde Avrupa sosyal demokrasisi bu devrimi, ve devrimin ortaya çıkardığı Sovyetleri yere göre sığdıramadı. Ancak işçiler Bolşevikleri izlemeye başlayıp silahlı ayaklanmaya girişince sosyal demokrat harekette Bolşeviklere karşı bir kampanya örgütlendi.  Bolşevikler maceracılıkla suçlandı. Devrim’in yenilgisinden  sonra yaşanan gericilik döneminde de  Avrupa sosyal demokrasisi, maddi ve manevi yardımı ile Menşevizmin yanında yer aldı.

Rusya’da devrimci dalganın yeniden yükselmeye başladığı 1912’de Bolşevikler, partiyi gericilik yıllarında (1908-1912) içinde bulunduğu dağınıklıktan çıkarmak için bütün partiye, Prag’da bir konferans düzenlenmesi çağrısı yaptılar. RSDİP içindeki diğer fraksiyonların bu çağrıyı reddetmeleriyle, konferans fiilen Bolşeviklerin konferansı olarak gerçekleşti. Bu konferansta parti, fraksiyonlardan arındırılarak yeniden örgütlendi. RSDİP içindeki diğer fraksiyonlar, Bolşevik konferansa 1912 Ağustosunda ortak bir konferans düzenleyerek karşılık verdiler. Plekhanov grubu dışında bütün tasfiyeci grupların katıldığı ve organizatörlüğünü Troçki’nin  yaptığı konferans Rus devrim tarihine “Ağustos bloku” olarak geçti.  İdeolojik hiçbir ilkeye dayanmayan, tümüyle Bolşevik karşıtlığı üzerine toplanan bu konferans, beklendiği gibi, kısa sürede dağıldı. Konferansın dağılmasından sonra tasfiyeci gruplar ve Rosa Luxenburg’un Tyszka grubu (Polonya Sosyal Demokrat Partisindeki gruplardan biri) bir araya gelerek, RSDİP’in durumunu görüşmek, Lenincilerin “bölücü” çabalarının önüne geçmek ve tüm fraksiyonları yeniden bir araya getirmek amacıyla Uluslararası Sosyalist Büro’ya (USB) başvurdu. Başvuru Kautsky’nin raportörlüğünde Aralık 1913’de USB’nin  Londra toplantısında görüşüldü. Parti içindeki ayrılıkların üzerinin örtüldüğü toplantıda Kautsky, açıkça tasfiyeci grupların yanında yer aldı. Toplantı sonunda  RSDİP’in programını kabul eden tüm grupların USB tarafından tanınması, Bolşevik temsilcinin muhalefetine rağmen kabul edildi. USB bu karara dayanarak Rusya’daki tüm sosyal demokrat grupları 1914 Temmuzunda Brüksel’de yapılacak “birlik”  toplantısına katılmaya çağırdı. Brüksel toplantısında,  Bolşevik ve Letonya temsilcilerinin katılmadığı oylamada birlik için genel bir parti kongresi yapılması kararı alındı. Bolşevik partiyi fiilen yok etmeye yönelik bu karar paylaşım savaşının başlamasıyla uygulanamadı.

1914’te paylaşım savaşı başladığında, içlerindeki küçük gruplar hariç, Rusya ve Avrupa sosyal demokrasisi ana gövdesiyle kendi burjuvalarının  yanında saf tuttu. Bolşeviklerin emperyalist savaşa karşı iç savaş ve kendi burjuvazisinin yenilgisi şiarı delilik olarak nitelendirildi. Savaşın sonuna doğru Rusya’da 1917 Şubat devrimi patlak verdiğinde ve iktidar burjuvaziye geçtiğinde bu olması gereken olarak görüldü. Tıpkı 1905 devrimi gibi Şubat devrimi de hararetle karşılandı. Bolşeviklerin bütün iktidar Sovyetlere şiarıyla sosyalist devrim çağrısı maceracılık olarak nitelendirildi. Çünkü onlara göre sosyalist devrim ancak kapitalizmin geliştiği  Avrupa’da olabilirdi. Rusya bu devrime kadar beklemeliydi.1917 Ekiminde sosyalist devrim zafer kazandığında, Kautsky bu devrime birkaç ay ömür biçerek “prematüre bir doğum” olarak nitelendirdi. Devrim Avrupa’ya yayılmaya başlayınca burjuvaziyle birlikte Avrupa sosyal demokrasisi de paniğe kapıldı. Dünya devrimini boğmak, Ekim devrimi ve Bolşevizm’i karalamak, gözden düşürmek için saldırıya geçtiler. Bu saldırının ideolojik boyutunun liderliğini Kautsky ve Vandelvelde üstlendi.

Kautsky, 1918’de yazdığı “Proletarya Diktatörlüğü” broşüründe  doğrudan Ekim Devrimi ve Bolşevikleri hedef aldı. Sosyal demokrat hareketin iki temel akıma bölündüğünü, bu iki akım arasındaki karşıtlığın iki ayrı yöntem, demokrasi ve diktatörlük yöntemi arasındaki karşıtlık olduğunu belirtti. Kautsky bu orijinal  tezini diktatörlük ve demokrasi kelimeleri üzerinden bir oyununa başvurarak açıklamaya çalıştı. Kaustky tam bir burjuva ideolog gibi hareket ederek, kelime anlamıyla demokrasiyi halkın çoğunluğunun genel oy hakkına dayanan bir yönetim biçimi, diktatörlüğün ise bunun karşıtı olduğunu, “Kelime anlamıyla ele alındığında bu kelime ( diktatörlük kastediliyor-y), demokrasinin ortadan kaldırılmasını işaret etmektedir. Ancak yine kelime anlamıyla ele alındığında, hiçbir yasayla sınırlandırılmayan, tek bir kişinin egemenliği anlamına” geldiğini ileri sürdü. (Karl Kautsky –Proletarya Diktatörlüğü- Yazılama sh. 41)

Böylece Kautsky, demokrasi ve diktatörlük sorununu sınıf iktidarı  sorunundan kopartarak bir devlet biçimi olarak değil, bir yönetim sorununa  indirgedi. Bu görüşünü ispatlamak için de Marksizm’in temel kavramlarından biri olan proletarya diktatörlüğünü  sorgulama altına aldı.

Kautsky  sınıf mücadelesi tarihindeki her  dönek gibi kendi dönekliğini haklı çıkarmak için, boşuna bir çabayla, Marks’ın proletarya diktatörlüğü hakkındaki görüşlerini çarpıtmaya girişti. Marks’in bu terimi “bir kez kullandığını”, “diktatörlükten ne anladığını tam olarak belirtmediğini,” “proletarya diktatörlüğü ifadesi, yani tek bir kişinin diktatörlüğü değil, bir sınıfın diktatörlüğü, Marks’in kelime anlamıyla diktatörlüğü düşündüğü çıkarsamasını dışladığını”, (42)  Gotha programının eleştirisindeki  proletarya diktatörlüğü ile ilgili bölümü  naklederek Marks’ın bir hükümet biçiminden değil, her yerde ortaya çıkması gereken bir koşuldan bahsettiğini ileri sürdü. Proletarya diktatörlüğünün bir devlet biçimi değil de bir hükümet biçimi olduğunu  söyleyerek, “Bir hükümet biçimi olarak diktatörlükten bahsederken bir sınıfın diktatörlüğünü kastetmeyiz, Çünkü daha önce de belirtildiği gibi, bir sınıf yalnızca egemen olabilir, hükümet edemez. Diktatörlük ile yalnızca bir egemenlik durumuna değil de, bir hükümet biçimine işaret edeceksek, bu durumda diktatörlük, tek bir kişinin, bir örgütün diktatörlüğü, proletaryanın  değil, ancak bir proleter partinin diktatörlüğü anlamına gelir. Bu durumda, proletaryanın çeşitli partilere bölünmüş olmasından kaynaklı olarak sorun hemen karmaşıklaşır. Bu durumda, bu partilerden birinin diktatörlüğü artık proletarya diktatörlüğü anlamına değil, proletaryanın bir bölümünün kalanı üzerindeki diktatörlüğü anlamına gelir”(43 )

Kautsky’nin bu görüşü, tam da proletarya diktatörlüğünü proletaryanın bir kesiminin diğer kesim üzerine bir diktatör olduğunu ileri süren Blankistlerin tezinin bir tekrarıdır.

Kautsky’nin, bir kez kullandığını ileri sürdüğü proletarya diktatörlüğü ile ilgili Marks, işçi sınıfının burjuva devlet mekanizmasını ele geçirerek kendi yararına kullanamayacağını, bu mekanizmayı parçalamadan iktidarını koruyamayacağını ve kendi devlet mekanizmasını kurmadan yoluna devam edemeyeceğini, 1848 devrim deneyimlerinden hareketle ortaya koymuştu. Komün Marks’in bu tespitlerini doğrulamakla kalmadı, proletarya diktatörlüğünün somut bir biçimini de yarattı. Bu yüzden Marks proletarya diktatörlüğünü Komünün varlığının özü olarak nitelendirdi. Marks proletarya diktatörlüğünün kendi adıyla anılan teori içindeki merkezi yerini 5 mart 1852’de J.Waydemeyer’e yazdığı mektupta şöyle betimledi. “Ve şimdi bana gelirsek, modern toplumda sınıfların varlığı ya da bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetme onuru, haliyle bana ait değildir. Benden çok daha önce burjuva tarihçileri, bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçıları da  sınıfların ekonomik yapısını açıkça anlatmışlardır. Benim yeni olarak tanıtladığım şey: 1) sınıfların varlığının ancak üretimin gelişmesindeki belirli tarihi aşamalar ile sıkı ilişki içerisinde bulunduğu 2) sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı, 3) bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız topluma geçişten ibaret bulunduğu gerçeğidir.” (Marks,Engels –Seçme Yazışmalar Sol Yay. Sh.75)

Kautsky’nin Marksizm’e karşı devlet ve proletarya diktatörlüğü üzerinden başlattığı saldırının devrimi ve devrimci partiyi kapsamaması olanaksızdı. Öyle de oldu. Kautsky, Marks ’ın 1872’de Enternasyonal’in Lahey kongresinde yaptığı konuşmayı çarpıtıp, kendine kalkan yaparak, kapitalizmin genel oya dayanarak, barışçı yoldan, yerini sosyalizme, bırakabileceğini “proletaryanın toplumsal devriminin, burjuvazininkinden oldukça farklı biçimler alacağını ve demokrasinin kurulduğu her yerde onun fiziksel güç yerine barışçıl, ekonomik, hukuksal ve ahlaki araçlarla gerçekleştirmenin mümkün olacağını öngörüyorum” (38) diyerek savundu.

Marks söz konusu kongrede yaptığı konuşmada işçi sınıfının iktidarı ele geçirme hedefine varma yollarının her ülkede aynı olmayabileceğini söyledi; “Çeşitli ülkelerin kurumlarının, alışkanlıklarının ve geleneklerinin dikkate alınması gerektiğini biliyoruz; ve işçi sınıfının hedefine barışçı yollarla varabileceği Amerika, İngiltere -ve eğer kurumlarımızı daha iyi bilseydin Hollanda’yı da bunlara eklerdim- gibi ülkeler olduğunu yadsımıyoruz. Eğer bu doğruysa, Kıta ülkelerinin çoğunda devrimlerimizin manivelasının zor olması gerektiğini de kabul etmeliyiz; emeğin egemenliğini kurmak için günün birinde başvurmak zorunda kalacağımız şey zordur.” (Marks- Engels Seçme Yapıtlar-II-, Sol yay. Sh-350)

Marks’in henüz kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşmadığı 1872’de İngiltere ve Amerika’da, güçlü bir ordu ve bürokrasi olmayışına dayandırdığı barışçı geçiş olasılığını, Kautsky, kapitalizmin emperyalizm döneminde, üstelik Ekim devriminin dünya devrimine büyüdüğü, Almanya’da ve Avrupa’nın hemen her yerinde burjuvaziyle proletaryanın karşı karşıya geldiği  bir dönemde savunarak, burjuvaziye unutulmaz bir hizmet sunmuştur. Kautsky, ayrıca burjuvazinin tümden devrimin karşısında yer almayacağını, Amerika ve İngiltere’yi kastederek “Kuşkusuz yukarıda, adı geçen ülkelerin egemen sınıfları içinde, proletaryaya karşı güç kullanma eğilimi artan kesimler bulunmaktadır. Ancak bunların yanında, proletaryanın artan gücü sayesinde, saygı duyarak ve ödüller vererek proletaryayı iyi durumda tutma isteği uyanan başka kesimlerde bulunmaktadır. … Egemen sınıfların kitlelere saygı duymaya zorlandığı demokratik bir cumhuriyette, böyle bir toplumda, geçişin alacağı biçimler hiç kuşkusuz, zor yoluyla yönetme ve kitleleri kontrol altında tutmaya alışmış bir askeri despotizmin olduğu  bir devletten farklı” olacağını belirtti. (21)  Böylece Kautsky’nin  iyi- kötü, ya da faşist- faşist olmayan burjuvazi kavramının da ilk mucidi olduğunu öğrenmiş oluyoruz.

Kautsky, Alman burjuvazisinin parti yönetimine sunduğu ekonomik ve sosyal  ayrıcalıklardan kopamadığı için devrimci örgütü, illegal mücadeleyi “Kitleler gizlice   örgütlenemez ve hepsinden önce gizli bir örgüt demokratik olamaz” (27) diyerek reddetti. “Demokrasi olmadan hiçbir şeyin yapılamayacağını”, (39)  “Bir devlet bir yandan ne kadar kapitalist ve diğer yandan ne kadar demokratik ise, sosyalizme o kadar yakın”(73)  olduğunu ileri süren  Kautsky’nin bu tespitleri doğru olsaydı, devrimin Rusya’da değil de  Rusya’dan daha gelişmiş bir kapitalizme ve Bolşeviklerden çok daha güçlü bir sınıf desteğine sahip olan Almanya’da olması gerekirdi. Kautsky, burjuva demokrasisinin büyülü kavramlarına (genel oy, legalite, demokratik kazanımlar vb.) kendini o kadar kaptırmıştır ki, burjuva demokrasisinden yararlanma adı altında işçi sınıfını burjuva demokrasisine mahkûm ediyor. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadele ederek elde ettiği kazanımlara dayanarak, devrimci mücadeleyi geliştirmesi başka bir şey, burjuva demokrasisine tabi olmak başka bir şeydir. Üstelik sosyalistlere karşı yasa döneminde (1878-1890) illegal mücadele yürütmek zorunda kalan bir partinin başındaki kişi bunları söylüyorsa, bu, kelimenin tam anlamıyla bir dönekliktir.

 Kautsky’nin asıl  hedefi, 1918’de dünya proletaryasının strateji ve taktik haline gelen Ekim Devrimi ve Bolşevik teori ve pratiğiydi. Çünkü, Bolşevik  strateji ve taktik, Alman sosyal demokrasinin de bir parçası haline geldiği kapitalist dünyayı tehdit ediyordu. Kautsky bu fırtınanın  önüne geçebilmek için bütün hünerini kullanarak  Ekim devrimine ve Bolşevizm’e savaş açtı.

Kautsky  Sovyet Devrimini yere serebilmek için önce Paris Komünü’nü göklere çıkarttı. Bolşeviklerin iktidarı almasını “Paris kentinin kontrolünün 1871 yılında proletarya tarafından ele geçirilmesinden çok daha büyük bir olay” olduğunu “ancak önemli bir açıdan da  Paris Komünü’nün Sovyet Cumhuriyetinden üstün” olduğunu belirterek, bu üstünlüğü; “ilki (Paris Komünü kastediliyor-y) proletaryanın tamamının  emeği sonucunda olmuştu. Sosyalist hareketin bütün renkleri onda yer almış, hiçbiri geri çekilmemiş hiçbiri dışlanmamıştı. Ancak günümüzde Rusya’yı yöneten sosyalist parti, diğer sosyalist partilere karşı savaşarak iktidara geldi ve otoritesini de diğer sosyalist partileri yürütmeden dışlayarak, hayata geçirmektedir.” (15) olarak açıkladı. Kautsky’nin  Paris Komünü ile  ilgili olarak ileri sürdüğü bu  görüşler tarihsel gerçeklerle uyuşmuyor; ilkin, Ekim Devrimi’nin proletaryanın emeğinin daha az ürünü olduğunu ileri sürebilmek için ya olayların gelişiminden bihaber olmak, ya da Kautsky gibi bir dönek olmak gerekiyor. İkinci olarak, Paris Komünü’nde sosyalist hareketin bütünün yer aldığı doğru değildir. Bu hareketin bir parçası olan Louis Blanc Versailles’de  burjuvazi ile birlikte hareket ediyordu. Üçüncüsü, Kautsky’nin Komünün Sovyetlere karşı üstünlüğünün koşulu olarak sunduğu (sosyalist hareketin bütün renklerini içinde barındırması) şey, Engels’e göre Komünün yenilgisinin en önemli nedenlerinden biridir.

“Komün kendisini ikiye bölen iki taraf arasındaki, her ikisi de yapılacak işin ne olduğunu bilmeyen Blanki’ciler (çoğunluk) ile Proudhon’cular (azınlık) arasındaki kısır çekişmelerle tükenip gitti. 1871’deki zafer armağanı, 1848 baskınından daha fazla meyve vermedi.” (Marks –Engels, Seçme Mektuplar)

Üstelik, Kautsky’nin diğer sosyalist grupların hükümetten dışlandığı yolundaki açıklamaları gerçeğin açık bir çarpıtılmasıdır. Bolşevik, Menşevik, SD’ler bazı küçük  grupların (Bundcular, Enternasyonalistler –Gorki’nın  grubu vb.) katıldığı VTsIK Kongresi 25 Ekim’de toplandı. Kongreye katılan 670 delegenin çoğunluğunu Bolşevikler (300 delege) oluşturuyordu, sağ ve sol olmak üzere bölünen SD’lerin delege sayısı 193, Menşeviklerin delege sayısı ise 68 idi. Sağ Sosyalist devrimciler (24 delege) ve Menşevikler “ayaklanmacı  bir parti” ile işbirliği yapmayı reddettiklerini söyleyerek Kongre Salonu terk ettiler. Kongre Bolşevikler, sol SD’ler  (169 delege) ve diğer küçük grupların birleşimiyle sürdürüldü. Sol SD’ler Halk komiserleri, kuruluna katılmayı reddedince Kongre Bolşeviklerden oluşan  Halk Komiserleri Konseyini onayladı. Kongre’de VTsIK’nın  yeni Yürütme Kurulu belirlendi. Yeni VTsIK yürütmesinde Bolşevikler 67, Sol SD’ler 29 üye ile temsil edildi,  geri kalan 20 üyelik  küçük gruplara paylaşıldı.

Tüm Rusya Sovyet kongresini terk eden gruplar, Menşevikler, SD’ler,  diğer burjuva ve gerici gruplar Sovyet iktidarına karşı savaşmak üzere “Anayurt Komitesi”ni  kurdular. Bu komite karşı devrimin ilk örgütlenmelerinden biriydi. Komite ile bağlantılı olan ve öteden beri Menşevik ve SD’lerin kalesi konumundaki Demiryolu İşçileri Sendikası – ki; bu sendika devrim sırasında Moskova’ya yardım gönderilmesini engellemişti – Bolşevik Parti’ye bir ültimatom vererek Menşevik ve SD’lerin içinde yer alacağı bir koalisyon hükümetinin kurulmasını, aksi halde genel greve gideceklerini açıkladı. Bolşevikler, başlangıçta Sovyet iktidarını ve Halk Komiserleri Konseyinin aldığı kararları (Barış, Toprak kararnamesi vb.) tanıma koşuluyla bu öneriyi kabul etti. Ancak görüşmelerde Menşevik ve SD’lerin mevcut Sovyet iktidarını tanımaması, kurulacak hükümette çoğunluğun kendilerine verilmesi ve özellikle Lenin’in yeni hükümette yer almamasını koşul olarak ileri sürmeleri görüşmelerin seyrini değiştirdi, Menşevikler ve SD’lerin bu koşullarının kabul edilmesi Sovyetlerin ölüm fermanının imzalanması anlamına geliyordu. Lenin, Bolşevik partide de sallantılara yol açan (Kamanev ve Zinoyev koalisyon  kurulmasında ısrar ederek ,MK’dan istifa ettiler.) bu koşulları bir ültimatom olarak niteleyerek,  şöyle yanıtladı: “Bütün emekçiler sükunet ve kararlılıklarını korumalılar! Partimiz Sovyetlerin azınlığının bir ültimatomuna, burjuvazinin gözünü yıldırdığı ve kendi “iyi niyetlerine” rağmen fiiliyatta Kornilovcuların elinde bir kukla olan bir azınlığın ültimatomuna asla boyun eğmeyecektir” (Seçme eserler .cilt-7- s. 406)

14/27 Kasım tarihinde toplanan Köylü Temsilcileri Olağanüstü Kongresinde de aynı durum yaşandı. 480 delegenin hazır bulunduğu kongrede Menşevikler 33, sol SD’ler 195, sağ SD’ler 65, Bolşevikler 197 delege ile temsil edildi. Kongrenin siyasal önemi, SD’lerin sol kanadıyla Bolşevikler arasında Ekim devriminin hemen başında kurulamayan siyasi ittifakın kurulabilmesiydi. Sol SD’ler Halk Komiserleri Konseyi’nde üç bakanlıkla temsil edildiler. (Tarım, Adalet, Posta-Telgraf ). Sol SD’ler ile Bolşevikler arasında kurulan bu ittifak Mart 1918’e kadar sürdü. Sol SD’ler Almanya ile imzalanan, ağır koşullar içeren, Brest-Litovsk anlaşmasını protesto ederek Halk Komiserleri Konseyinden ayrıldılar ve  Moskova’da silahlı ayaklanmaya giriştiler Ayaklanma Kızıl birliklerin müdahalesiyle ezildi.

Bütün bu gelişmeler, Kautsky’nin iddiasının tersini kanıtlıyor. SD ve Menşevikleri Halk Komiserleri Konseyi ve Sovyetlerden dışlayan Bolşevikler değil, bizzat bu grupların kendi tutumları ve karşı devrimci safa geçmeleriydi.

Kautsky’nin diğer bir çarpıtması da, Komünün genel oyla seçildiği, Rusya’da ise genel oy kuralına uyulmadığıydı. İşçiler Paris’te iktidarı ele aldıklarında burjuvazi Paris’i terk etmiş Versailles’e çekilmişti. Komünün burjuvaziye seçim yasağı koymasının fiili bir anlamı kalmamıştı. Burjuva partiler pratikte seçime katılma ve  seçimi manipüle edebilme olanaklarından mahrumdu. Bu koşullarda Paris’te Komün seçimleri iki sınıfın, proletarya ve küçük burjuvazinin katılımıyla gerçekleşti. Sovyet Rusya’da ise Kurucu Meclis 1917 Şubat devriminden sonra kurulan burjuva geçici hükümetten kurtuluşun ve devrimi ilerletmenin bir aracı olarak gündeme gelmişti ve Bolşevikler de dahil bütün partiler tarafından savunuluyordu. Kurucu Meclis seçimleri Geçici Hükümetin kendine güvensizliği yüzünden sürekli ertelendi ve ancak Ekim devriminden sonra yapılabildi. Yapılan seçimde oyların %58’ini SD’ler, %25’ini Bolşevikler, % 4’ünü Menşevikler ve %13’ünü çeşitli burjuva partiler aldı. Ülke genelinde SD’ler bariz üstünlüğü kazanırken, sanayi bölgelerinde üstünlük Bolşeviklerdeydi. Bu sonuçlar proletaryayı Bolşeviklerin, köylülüğü de SD’lerin temsil ettiği gerçeğini teyit diyordu. Ancak bu tablo eski bir hedefi -geçici hükümetin yerini Kurucu Meclis’in alması – ve eski bir toplumsal ilişkiyi yansıtıyordu. Yeni siyasal durum ve toplumsal ilişki eskisinden taban tabana farklıydı, hem işçi hem de köylü Sovyetlerinde  üstünlük Bolşeviklere geçmiş ve Sovyetler sosyalist devrimle iktidarı  ele geçirmişti. Kurucu Meclis seçimlerine tek parti olarak katılan SD’ler sağ ve sol olmak üzere ikiye bölünmüştü. Burjuvazi Sovyetlere karşı iç savaşı başlatmış, sağ SD ve Menşevikler hızla karşı devrimci cepheyle bütünleşmekteydi. Şubat’ta birbirini tamamlayan bu iki kurum -Sovyetler  ve Kurucu Meclis- Ekimden sonra birbiriyle çatışma halindeydi, biri geçmişi, diğeri bugünü ve geleceği temsil ediyordu. Bu iki kurum arasındaki mücadele kapitalizm ile sosyalizm arasındaki mücadelenin büründüğü somut biçimdi. Bolşevikler açısından bu yeni sınıfsal güç dengesi altında Kurucu Meclisin toplanması halkın isteğinin yerine getirilmesinden başka bir anlam taşımıyordu. Bu koşullarda Kurucu Meclis, karşı devrimin Sovyetlere karşı ileri sürdüğü önemli bir silahtı. Kurucu Meclisin toplanma sürecinin aynı zamanda karşı devrimin örgütlenme süreciyle örtüşmesi de bunu teyit ediyordu.

Bolşevik Parti, halkın istemini dikkate alarak, karşı devrimci faaliyetin bir parçası olarak gündeme getirilen Kurucu Meclis’in 5/18 Ocak’ta toplanmasına karar verdi. Böylece burjuvazi ile proletarya arasındaki iç savaş yeni bir boyut kazandı. Bolşevikler kaçınılmaz olan bu çatışmaya Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi yayınlayarak hazırlandı. Bildirge o güne kadar Halk Komiserleri Konseyi tarafından yayınlanan ve VTsIK tarafından onaylanan bütün kararnamelerin bir özetiydi. 5/18 Ocak’ta Kurucu Meclis’in onayına sunulan bu bildirge ya onaylanacak, bu durumda Kurucu Meclis Sovyet iktidarını kabul etmiş olacaktı, ya da reddedilecek ve dağıtılacaktı. Kurucu Meclis, bildirgeyi reddedip  iktidarın kendisine  verilmesini isteyince kaçınılmaz olan oldu, Kurucu Meclis dağıtıldı.

Kurucu Meclis’in dağıtılmasından sonra Lenin Bolşeviklere yönelik eleştirileri şöyle yanıtladı; “Kurucu Meclis’i bir zamanlar savunduğumuz, şimdi ise “dağıttığımıza” işaret eden herkes, düşünme yeteneğinden tamamen yoksundur ve bunlar sadece güzel, tumturaklı sözler edebilirler. Çünkü o zaman, Çarlığa ve Kerenski cumhuriyetine kıyasla Kurucu Meclis, bizim için onların kötü ünlü iktidar organlarından daha iyiydi; fakat Sovyetler ortaya çıktığı ölçüde, elbette bütün halkın devrimci örgütleri olarak, tüm dünyanın bütün parlamentolarından kıyaslanmayacak kadar daha üstün bir şey haline geldiler…..Halk Kurucu Meclis’in toplanmasını istiyordu ve biz Kurucu Meclis’i topladık..  Fakat halk, bu ünlü Kurucu Meclis’in ne ifade ettiğini derhal anladı. Ve biz halkın iradesini hayata geçirdik, bu irade şunu söylüyor: Tüm İktidar Sovyetler’e. Sabotörlerin direnişini ise kıracağız.”.

Halk çoğunluğuyla ilgili eleştirilere ise Lenin’in yanıtı şu oldu;  “…..Genel oy hakkı, çeşitli sınıfların kendi görevlerini ne ölçüde kavradıklarının bir ölçütüdür. Çeşitli sınıfların görevlerini nasıl yerine getirmeye eğilimli olduklarını gösterir. Görevlerin bizzat çözümü ise oylamayla değil, sınıf mücadelesinin iç savaşa varıncaya kadar bütün biçimleriyle olur“ (age.-473)

 Kautsky broşüründe, Rusya’da Marksistlerin “ Bir Avrupa Sosyalist devrimi ile çakışmadığı sürece, Rusya’daki ekonomik koşullar altında yalnızca bir burjuva devriminin mümkün olduğunu savunan Menşevikler ile irade ve kuvvetin gücüne inanan ve bugün de Rusya’nın geriliğini göz ardı ederek devrimi sosyalist çizgilerde şekillendirmeye çalışan Bolşevikler” olarak ikiye ayrıldığını, “Menşeviklerin  geçici koalisyon hükümetinde yer almayı bir görev” saydıklarını, “Bolşeviklerin ise … Bu geçici hükümeti devirmek ve yerine kendi partilerinin hükümetini kurmak” istediklerini belirtiyor.(51) Kautsky tarihsel bir gerçeği yerine oturttuğunda bile onu çarpıtmaktan vazgeçmiyor. Bolşevikler, Kautky’nin iddia ettiği gibi kendi hükümetlerini değil, Sovyet iktidarını, yani Kaustky’nin o hiç ağzına almak istemediği proletarya diktatörlüğünü kurmak için Şubat devriminin hemen ardından “ “Bütün İktidar Sovyetlere” şiarını öne çıkardılar. Lenin bu çağrının doğrudan ve hemen bir ayaklanma çağrısı anlamına gelmediğini, “Rusya’da iktidar ikiliğine yol açan koşulların –“proletaryanın sayısal zayıflığı, sınıf bilinci ve örgütlenmedeki yetersizliği”- ortadan kaldırılmadan yani, Sovyetleri geçici burjuva hükümete mahkum eden, SD ve Menşeviklerin Sovyetlerdeki üstünlüğüne son verilmeden Sovyetlerin iktidarı alamayacağını vurguladı. Burjuvazinin Sovyetleri ortadan kaldırma girişimi, ancak Sovyetlerde devrimci bir değişimin gerçekleşmesiyle önlenebilirdi. Bunu sağlayacak olan Sovyetlerde çoğunluğu kazanmaya yönelik sabırlı ve kararlı bir çalışmaydı.

Bolşeviklerin Mayıs’tan Ekime kadar tüm faaliyetlerine şu iki belgi yön verdi. Sovyetlerde çoğunluğun kazanılması ve partinin silahlı ayaklanmaya hazırlanması.

Kautsky, Bolşeviklerin, “Rusya’da sosyalizmi kurmanın önündeki, ülkenin ekonomik geriliğinden kaynaklanan engellerin” Avrupa sosyalist devrimiyle aşılacağı  beklentisi içinde olduğunu, bu varsayımın henüz gerçekleşmediğini.  “Ve şimdi de Rus devrimini ortada bıraktığı ve ihanet  ettiği için Avrupa proletaryası”nı suçladıklarını ileri sürerek, (53) kendi ve kendisi gibilerin ihanetini proletaryaya yükleyip örtmeye çalıştı. Bolşeviklerin ihanetle suçladıkları Avrupa proletaryası değil, kendi ayrıcalıkları uğruna proletaryayı burjuvaziye satan Kautsky gibi sosyal demokrat hainlerdi.

 Kautsky’nin broşüründe Sovyetlerle ilgili olarak şunları okuyoruz; “Sovyet örgütlenmesi, çağımızın en önemli gereklerinden biridir. Önümüzde duran sermaye ile emek arasındaki kritik nihai mücadelede çok büyük öneme sahip olacaktır. Sovyetlerden bundan daha fazlasını isteyebilir miyiz?  Sol Sosyalist devrimcilerle birlikte 1917 Kasım Devriminin ve Kurucu Meclisin feshinin ardından Rusya İşçi Sovyetlerinde  çoğunluğu ele geçiren Bolşevikler, o güne kadar bir sınıfın savaş örgütü olan Sovyetleri bir hükümet organı haline getirmeyi başardılar. Mart Devrimi’nde (Şubat devrimi kastediliyor-y) Rus halkı tarafından kazanılan demokratik kurumları ortadan kaldırdılar. Bolşeviklerin tamamı yerinde bir kararla kendilerine sosyal demokrat demeyi bıraktılar ve komünist altına aldılar.”(59) Kautsky’nin övmeyi denediği Sovyetler, iktidarı burjuvaziye bırakan, Menşeviklerin egemen olduğu Sovyetlerdir. Bolşeviklerin egemen olduğu, proleter iktidarın organı olan Sovyetler ise Kaustky için derin bir korku kaynağıdır. Çünkü bir burjuva ideoloğu haline gelmiş Kautsky’e göre kutsal olan parlamentodur. “Hükümetin kontrolü parlamentonun en önemli görevidir ve bu konuda başka hiçbir kurum onun yerini alamaz” (32)

Kautsky’e göre Bolşeviklerin zor yöntemini benimsemeleri, sınıf mücadelesinin genel koşullarından değil de, Rusya’da çarlığa karşı yürütülen mücadelenin özel koşullarından kaynaklanıyordu. Bu özel koşullar “devrimciler arasında bile bir zor merakı yarattı. … Bunun sonucunda Çarlığa karşı verilen mücadele gizlice yapıldı ve konspirasyon yöntemi, demokrasiye değil, diktatörlüğü uygun usul ve alışkanlıklar yarattı.” (97) Kautsky,  Broşürünün başka bir sayfasında  Bolşeviklerin diktatörlüğe yönelmelerinin nedenlerini  şöyle açıklıyor; Bolşevikler “yapmak istedikleri şeyler için maddi ve entelektüel koşullar ne kadar azsa, eksik olanı yalın güçle, yani diktatörlükle doldurma konusunda kendilerini o kadar zorunlu hissettiler. Kitleler arasında onlara muhalefet arttıkça bunu daha fazla yapmak zorunda kaldılar. Dolayısıyla demokrasinin yerine diktatörlüğü koymaları kaçınılmaz hale geldi.” (54 ) Bütün bunlar, sosyalizme geçişte burjuva yasallığından, burjuva parlamentosundan ve genel oydan başka hiçbir aracın olamayacağını düşünen Kautsky’nin korku ve hezeyanlarına teorik bir kılıf arama çabasından başka bir şey değildir.

Kautsky, Bolşevik devriminin Avrupa’ya yayılmasından, Bolşeviklerin izlediği yolu Avrupa proletaryasının da izlemesinden duyduğu bu korkuyu broşürünün sonunda şöyle dile getirdi;

“Diğer yandan,  henüz iktidarda olmayan, dahası, şu anda yalnızca zayıf bir muhalefeti temsil eden bazı Alman Sosyal Demokratlarının bu teoriyi neden kabul ettiği pek açık değildir. Şu anda yalnızca Rusya’da egemen olan istisnai koşulların ürünü olarak sunulabilecek bu diktatörlük yönteminde ve halkın geniş kesimlerinin oy hakkının elinden alınmasında, genel olarak mahkum edilmesi gereken bir şey göreceklerine, işi gücü bırakıp Alman Sosyal Demokrasisinin de gerçekleştirmek için mücadele etmesi gereken bir koşul olarak bu yöntemi övüyorlar.

Bu iddia yalnızca tamamen yanlış değil, aynı zamanda en ileri derecede yıkıcıdır. Genel olarak kabul gördüğü takdirde, partimizin propaganda gücünü en üst düzeyde paralize ederdi, çünkü bir avuç sekter fanatik dışında, bütün Alman ve aynı zamanda dünya proletaryası, genel demokrasi ilkesine bağlıdır. Proletarya  kendi egemenliğine, yeni bir ayrıcalıklı  ve yeni bir oy hakkından mahrum bırakılmış sınıfla başlamayı içeren her düşünceyi öfkeyle reddederdi. …  Rusya’da bir hükümet biçimi olarak diktatörlük Bakunin’in eski anarşizmi kadar anlaşılırdır. Ancak onu anlamamız, onu kabul etmemiz gerektiği anlamına gelmez; ilkini, ikincisi kadar kesin bir şekilde reddetmemiz gerekir. …

Neyse ki diktatörlüğün başarısızlığı devrimin yenilgisi ile eş anlamlı değildir. Bu ancak Bolşevik diktatörlüğü  yalnızca bir burjuva devriminin başlangıcı olsaydı böyle olurdu. Diktatörlüğün yerine demokrasi gelirse devrimin temel kazanımları korunacaktır.” (104-105)

Kautsky burjuvazinin iktidarıyla birlikte kendi tahtını tehdit eden şeyin Bolşevizm olduğunu çok iyice kavramıştır. Onun içinde Bolşevizm’in yenilgisini arzuladığını açıkça itiraf ediyor. Dünya burjuvazisi ve sosyal demokrasinin oluşturduğu kutsal ittifak, iç savaşla yıkamadığı Sovyet iktidarına karşı saldırısını  Kautsky’nin açtığı yoldan yürüyerek,  Bolşeviksiz Sovyetler üzerine oturttu.

Kautsky proletarya diktatörlüğü ve Ekim Devrimi’ne saldırırken Bakunin  ve Bernstein’e uğradan edememiş, onların devlet, devrim, proletarya diktatörlüğü, barışçıl geçiş, vb. üzerindeki tezlerini tekrarlayarak derinleştirmiştir. Bugün de oportünistlerin ve revizyonistlerin proletarya diktatörlüğü ve Ekim Devrimi’ne dair ileri sürdükleri, Bakunin, Bernstein ve Kautsky’nin ileri sürdüklerinin farklı cümlelerle tekrarının ötesine geçmemektedir. Yani, oportünizm dün ne idiyse, bugün de odur.

Lenin, Proletarya Diktatörlüğü ve Dönek Kautsky broşüründe Kautsky’nin proletarya diktatörlüğü ve Sovyet iktidarına dair ileri sürdüğü iddiaları tek tek ele alarak cevapladı. Bu broşür daha sonra Komünist Enternasyonalin I. Kongresinde Lenin’in sunduğu “Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü” üzerine tezlerin temelini oluşturdu.

 

Ekim Devrimi Sonrası Komünist Enternasyonal’in  Kurulmasına Yönelik Faaliyetler 

 

1914’te patlak veren paylaşım savaşında, ana gövdeleriyle Sosyal Demokrat partilerin, kendi burjuvalarının  yanında yer almaları, ikinci Enternasyonalin çöküşünü de resmileştirdi. Bu tarihten itibaren düzenlenen bir dizi uluslararası toplantıda Bolşevikler yeni bir enternasyonal’in  kurulması mücadelesinin  başını çektiler. 1915 ve 1916’da  yapılan Zimmerwald toplantılarda yeni bir enternasyonalin kurulmasına yönelik enternasyonalist bir grup oluştu. 1917’ye gelindiğinde Zimmerwald toplantılarının sağ kanadını oluşturan Kautkycilerin sosyal şovenlere yaklaşmasıyla Zimmerwald de çöktü. Lenin  1917’de yaptığı değerlendirmede Zimmerwald’deki çöküş için şunları yazdı:

“Zimmerwald bataklığına daha fazla göz yumulmamalıdır. Zimmerwald “Kautskycileri” aşkına Plehanov ve Scheidemann’ın şoven Enternasyonali’yle yarım ittifakı daha fazla korumamalıyız. Bu Enternasyonal’le bağı derhal koparmalıyız. Sadece enfoımasyon için Zimmerwald’de kalmalıyız.

Tam da biz, tam da şimdi, vakit geçirmeksizin yeni, devrimci, proleter bir Enternasyonal kurmalıyız, ya da daha doğrusu halihazırda kurulmuş olduğunu ve etkinlikte bulunduğunu bütün dünya önünde kabul etmekten korkmamalıyız. …

Böyle sosyalistlerin sayısı az da olsa, her Rus işçisi kendine şunu sormalıdır: Rusya’da 1917 Şubat-Mart Devrimi arifesinde bilinçli devrimcilerin sayısı çok muydu?

Önemli olan sayı değil, gerçekten devrimci proletaryanın düşüncelerini ve politikasını doğru ifade etmektir. Esas olan enternasyonalizmi “ilan etmek” değil, aksine en zor anlarda bile gerçek entemasyonalist olmayı bilmektir.

Uluslararası kongreleri ya da konferanstan “beklemek”, enternasyonalizme ihanet etmek demektir, … Partimiz “beklememeli”, bilakis derhal III. Entemasyonal’i kurmalıdır. …

Bırakın ölüler ölülerini gömsünler. Yalpalayanlara yardım etmek isteyen, kendisi yalpalamayı bırakmakla işe başlamalıdır” (Lenin, Seçme Eserler Cilt: X sh. 25-27)

Ekim Devriminin zaferi Lenin ve Bolşeviklerin önceden öngördükleri gibi Avrupa devriminin -dünya devrimi- başlangıcı oldu. 1918 ocağında Viyana ve Budapeşte’de  başlayan grevler kısa sürede Almanya’ya yayıldı. Viyana ve  Berlin başta olmak üzere Almanya’nın birçok eyaletinde  konseyler kuruldu. Almanya ve Avusturya’daki konseyler polis ve ordunun müdahalesiyle bastırılmış olsa da bu devrimci dalganın Avrupa’ya yayıldığının ilk işaretiydi. Bolşevikler bir yandan içeride Sovyetleri güçlendirirken, diğer yandan da gelmekte olan dünya devrimini yönetecek işçi sınıfının enternasyonal merkezinin kurulması için yoğun bir çaba içine girdiler. Dünya devriminin geleceği bu iki görevin eşgüdümlü yürütülmesine bağlıydı. Çünkü, gerçek enternasyonalizm, “kendi ülkesinde devrimci hareketi ve devrimci mücadeleyi geliştirmede özverili çalışma, istisnasız tüm ülkelerde aynı böyle bir mücadeleyi, aynı böyle bir çizgiyi ve sadece böyle bir çizgiyi (propaganda yoluyla, maddi ve manevi yardım yoluyla) desteklemek”ti. ( seçme Eserler Cit-X-16 )

Bolşevikler Ekim Devrimi’nden hemen sonra bu ikili görevi üstlendiler; Zaferin ardından Sovyet devrimi, kendini eski rejim taraftarları ve burjuvazinin yürüttüğü bir iç savaşın içinde buldu. Devrim, başlangıçtan itibaren birbirleriyle irtibatlı olmasa da karşı devrim tarafından bir çembere alınmıştı. Sovyetler, Çarlık Rusya’sı topraklarının önemli, ama küçük bir bölümünde, iki başkent (Petersburg ve Moskova) ve Avrupa Rusya’sının orta ve kuzey bölümüne  sıkışmıştı. Batıda Riga’ya  kadar olan Rus toprakları, Alman ve Avusturya işgali altındaydı, Finlandiya’da burjuvazi ile Sovyetler arasındaki iç savaş sürüyordu,  güneyde, Kafkaslarda itilaf devletlerinin desteğiyle milliyetçi hükümetler kurulmuştu, bu alanda Bolşeviklerle milliyetçi ve Menşevik güçler arasındaki savaş devam ediyordu, Don havzasında Denikin  birlikleri hareket halindeydi, Orenburg’da Kaledin egemendi, Sovyetlerin duruma hakim olduğu Petrograd’da eski devlet bürokrasisi ayaklanmış, ulaşım, iletişim ve iaşe sistemi karşı devrimci sabotajlarla çökertilmişti. Bolşevikler bir yandan bu karşı devrimci faaliyetle mücadele ederken diğer yandan da işçi ve emekçilere vadettikleri sorunların -elkoymalar, toprak sorunu vb,-   çözümünde yoğunlaşmak durumundaydı.

Bolşevikler bir yandan devrimin zaferini garanti altına alacak önlemleri birbiri ardınca alırken diğer yandan da gelişmekte olan dünya devrimi için yoğun bir çaba içine girdiler. Aralık 1917’de Halk Komiserleri Konseyi, yayınladığı bildiride,“tüm ülkelerdeki işçi hareketinin sol kanadını, maddi yardım da dahil olmak üzere, mümkün olan tüm yollardan desteklemenin bir gereklilik olduğunu”ndan hareketle 2 milyon rublenin Dışişleri Halk Komiserliği emrine verilmesi kararını aldı. Bolşevik parti Alman devrimini kışkırtma için siperlerdeki Alman işçileri arasında dağıtılmak üzere, “The Torch” adlı bir gazete çıkardı.  Cephedeki askerler arasında ajitasyon propaganda faaliyeti yürütmek üzere  Tüm İşçi, Köylü ve Asker Sovyetleri Yürütme Konseyi’ne (VTsIK) bağlı Uluslararası bir seksiyon kuruldu. Radek’in Almanya’da hapisten kurtulup Moskova’ya dönmesinden sonra seksiyonun faaliyetleri de hızlandı. Seksiyon savaş esirlerine hitaben periyodik bir yayın organı,  farlı dillerde bildiri ve broşürler çıkardı. Seksiyonun yürüttüğü faaliyet sonucunda   çeşitli ülkelerden savaş esirlerinin bir araya getirilmesi ile oluşan komünist gruplar oluşturuldu.

Bolşevik Partisi’nin gündemindeki en önemli sorunlardan bir diğeri de savaş ve barış sorunuydu. Halk Komiserleri Konseyi’nin ilk kararnamesi olan Barış Kararnamesi, savaşan ülke halkları ve hükümetlerine derhal ilhaksız, tazminatsız adil ve demokratik bir barışın sağlanması çağrısında bulunuyordu. Bolşevikler bu çağrıyı, emperyalist hükümetlerin olumlu bir cevap vermeyeceklerini bildikleri halde sürekli gündemde tuttular. Bolşeviklerin beklentisi hükümetlerden değil, savaşan ülke işçi ve emekçilerindendi; bunu sağlamak için cephelerde ve cephe gerisinde yoğun bir ajitasyon ve propaganda faaliyeti yürüttüler, Çarlığın emperyalist devletler ile yaptığı ilhak anlaşmalarını deşifre ettiler. Ancak bu faaliyetler Bolşeviklerin beklentilerine cevap olmadı, halkların kendi hükümetlerine karşı harekete geçmesi sağlanamadı. İtilaf Devletleri, Fransa ve İngiltere, bir yandan Bolşeviklerin barış çağrılarını duymazlıktan gelirken öte yandan da devrimin yayılan etkisinden duydukları korku nedeniyle Almanları Rusya topraklarındaki işgal faaliyetlerini genişletmesi için kışkırttılar. Hatta bu korku iki emperyalist kamp arasında savaşın beklenenden erken bitmesine yol açtı.

Öte yandan Sovyetlerin geleceği açısından barışın sağlanması acil bir durumdu. Rus topraklarının önemli bir bölümü Alman işgali altındaydı, Almanlar, Polonya, Litvanya, Ukrayna’yı işgal etmiş ve kendilerine bağlı iktidarlar oluşturmuşlardı. Finlandiya’da ise Alman desteğindeki karşı devrim ile Finlandiya Sovyetleri arasındaki savaş sürüyordu. Bunlara ek olarak ordu Lenin’in deyimiyle “hurdaya çıkmıştı,” moral ve maddi bakımdan savaşamaz durumdaydı, eski devlet mekanizması parçalanmıştı; yerine geçen yeni devlet mekanizması –Sovyetler- henüz duruma hakim değildi; karşı devrimin sabotajları sürmekteydi; devrimin elindeki yegane silahlı güç devrim öncesinde kurulan yaklaşık 50 bin kişilik Kızıl Muhafızlar gücüydü. İç savaş koşullarına göre biçimlenmiş bu güçle Alman emperyalizmine karşı başarılı bir savaşı yürütmek imkansızdı. Lenin’in deyimi ile söylersek, Sovyet iktidarının kendini toparlamak için bir molaya, bir nefes aralığına ihtiyacı vardı. Bu somut durumdan hareketle Halk Komiserleri Konseyi (SNK) Alman Genel Kurmayına tek taraflı ateşkes görüşmesi talebini iletti. Bolşeviklerin ateşkes teklifi Alman Genelkurmayınca Fransız cephesini tahkim etmek için bir fırsat olarak görülerek kabul edildi. Sovyet heyeti ile  Alman heyeti arasında ateşkes görüşmeleri 19 Kasım/2 Aralık’ta Brest Litovsk’da başladı. Almanya’nın barış için Sovyet Rusya’ya dayattığı ağır koşulların baskısı altında savaş ve barış sorunu Bolşevik partide yeni bir krize yol açtı.

Sorunun görüşülmesi sırasında MK’da üç ayrı görüş ortaya çıktı; Lenin’in savunduğu, Stalin ve Sverdlov’un desteklediği birinci görüş halkın savaş yorgunu olması koşullarında mevcut orduyla böyle bir savaşın yürütülemeyeceği ve girişilecek bir savaşın Sovyet devrimini tehlikeye düşüreceği gerekçelerine dayanıyordu ve   “ne pahasına olursa olsun” Almanya ile bir barış antlaşması imzalanmasını öngörüyordu. Liderliğini Buharin’in üstlendiği Kamenev ve Zinovyev’in  desteklediği ikinci görüş, barış görüşmelerinin kesilmesini, Almanya’ya karşı “devrimci savaş” yürütülmesini öngörüyordu. Buharin’e  göre “devrimci savaş” Almanya’da proleter devrimin başlamasını sağlayacaktı, Lenin’in tutumu ise uluslararası proletaryaya ihanetle özdeş ağır bir darbeydi. Joffe ve Cerjinski’ın desteklediği Troçki’nin görüşü ise, “Ne Savaş, Ne Barış” formülasyonunda ifadesini bulan savaşın bittiğinin ilanı, ordunun terhis edilmesi ve anlaşmanın imzalanmamasını içeriyordu. Troçki’nin bu görüşünün temel dayanağını, bu durumda Almanya’nın saldırıyı göze alamayacağı oluşturuyordu. Troçki ile Buharin’in  görüşlerinin ortak yanını barış antlaşmasının imzalanmamasının Alman devrimini harekete geçireceği beklentisiydi; farklılığı ise Buharin bunun “devrimci savaş”la, Troçki’nin ise, “Ne Savaş Ne Barış” tavrıyla  gerçekleşeceğine inanmalarıydı.

Bolşevik parti içinde Brest Litovsk barış görüşmeleriyle ortaya çıkan bu görüş ayrılıkları aslında Sovyet devrimi ile dünya devrimi arasındaki ilişki konusundaki eski görüş ayrılıklarının bir devamı gibiydi. Bolşeviklerin eski formülasyonu, Rusya’da içeriği burjuva demokratik olan devrimin Avrupa devriminin önsözü olacağı, Avrupa’da zafer kazanacak sosyalist devrimin ise Rus devriminin sosyalizm yolunda ilerlemesini sağlayacağı biçimindeydi. Ancak savaş ve krizin Avrupa’da olgunlaştırdığı devrimci durum bu formülasyonda önemli bir değişime yol açtı; Lenin bu değişimi Ekim 1915’te yazdığı “Rusya’nın Yenilgisi ve Devrimci Kriz” yazısında söyle açıkladı;

“Emperyalist savaş Rusya’daki devrimci krizi, burjuva demokratik devrim temelindeki krizi, Batı’da gelişen proleter sosyalist devrimle birleştirmiştir. Bu bağ öylesine dolaysızdır ki şu ya da bu ülkede devrimci görevlerin hiçbir tekil çözümü mümkün değildir. Rusya’da burjuva demokratik devrim bugün artık batıdaki sosyalist devrimin sadece önsözü değil, aynı zamanda ayrılmaz bir bileşenidir.” (Seçme Eserler,  Cilt -V – 160 – 161 )

Bu yeni durumu kavrayamayan Kamanev, Zinoyev ve Rikov, Lenin, Şubat devriminin ardından sosyalist devrim şiarını yükselttiğinde buna Rusya’da sosyalist devrimin nesnel koşullarının var olmadığı gerekçesini ileri sürerek karşı çıktılar. Şimdi ise itirazın ana noktasını henüz başlamamış olan Avrupa devriminin başlatılması için Sovyet devriminin kendini feda etmesi gerektiği oluşturuyordu.

Bu yaklaşım partideki görüş ayrılıklarını, Brest barışını, Lenin’in deyimi ile Sovyetlere bir nefes alma molası sağlayacak olan sıradan bir barış olmaktan çıkartarak, dünya devriminin geleceği ile ilgili bir zemine oturttu. Bolşevik Parti içerisinde Avrupa devrimi, özellikle de Alman devriminin önemi konusunda bir görüş ayrılığı yoktu. Avrupa devrimi gerçekleşmediğinde Sovyet devriminin büyük zorluklarla karşı karşıya kalacağı, hatta yaşamasının imkansız olacağı konusunda partide tam bir görüş birliği söz konusuydu. Lenin Şubat devriminden sonra İsviçreli işçilere yazdığı veda mektubunda, “Rusya proletaryası sosyalist devrimi yalnız kendi öz güçleriyle zafere taşıyamayacağını” ifade etti ve başlamış olan devrimin  Rusya’yla sınırlı kalmayacağını  vurgulayarak, “Alman proletaryasının, Rus ve uluslararası proleter devrimin en sadık, en güvenilir müttefik olduğunu” belirtti.

Görüş ayrılığı henüz bir olasılık olan, ne zaman başlayacağı ve zafer kazanıp kazanamayacağı önceden kestirilemez olan Alman devrimine en somut katkıyı yapmak için  zafer kazanmış olan Sovyet devriminin nasıl bir yol izleyeceği, kendisini nasıl koruyacağı, emperyalist devletler arasındaki çatışmadan nasıl yararlanacağı ve dünya devrimine nasıl katkıda bulunacağına ilişkindi.

Lenin sürmekte olan bu tartışmaya ilişkin olarak Bolşevik partinin Mart 1918’deki  VII Kongresinde şunları söyledi;

“Tarih şimdi bizi olağanüstü zor bir duruma soktu: İnanılmaz ölçüde zor bir örgütsel çalışmayla acılarla dolu bir dizi yenilginin üstesinden gelmek zorundayız. Meselelere dünya tarihi ölçeği uygulanırsa, devrimimizin, yalnız kalması halinde, diğer ülkelerde devrimci hareketin olmaması halinde, umutsuz bir dava olacağına en ufak bir kuşku duyulamaz elbette. Bolşevik Parti olarak biz tek başımıza bu işe giriştiysek, bunu devrimin tüm ülkelerde olgunlaşmakta olduğuna, katlanacağımız bütün zorluklara rağmen, payımıza düşecek bütün yenilgilere rağmen uluslararası sosyalist devrimin sonunda —hemen başlangıçta değil— patlak vereceğine inançla yaptık — çünkü devrim ilerliyor; tamamen olgunlaşacak, çünkü olgunlaşıyor. Tüm bu zorluklardan bizi kurtaracak olan —bunu bir kez daha yineliyorum— Avrupa devrimidir. …Nasıl ki devrimimizin bütün zorluklarının, şimdi her yerde olgunlaşmakta olan dünya devriminin tamamen olgunlaşmış hale gelmesiyle aşılacağından kuşku duyulmazsa, devrimimizin her verili somut, anlık zorluğunu, “ben uluslararası sosyalist harekete güveniyorum, her türlü aptallığı yapabilirim” diyerek örtbas etmemiz gerektiği iddiası da o kadar saçmadır. “Liebknecht bizi açmazdan kurtaracak, çünkü nasılsa muzaffer olacak” (Seçme Eserler,  Cilt -VII-304 )

Lenin, “sol muhalefet”in ileri sürdüğü “devrimci savaş” argümanını  ise “devrimci gevezelik” olarak niteleyerek şöyle cevapladı;. “ Barış görüşmeleri kesildiği takdirde Alman hareketinin (Alman devrimi kastediliyor-y) birden gelişebileceğine inanıyorsak, o zaman kendi kendimizi feda etmeliyiz, çünkü Alman devrimi güç bakımından bizim devrimimizi  kat kat geçecektir, ama mesele şu ki, orada hareket henüz başlamamıştır, bizimse yeni doğmuş, avaz avaz bağıran bir bebeğimiz var ve biz de şu anda apaçık, barışı kabul ettiğimizi söylemezsek mahvoluruz. Genel sosyalist devrimin başlangıcına kadar yerimizi tutmalıyız, bizim için en önemli olan budur, bu ise yalnız ve yalnız barış antlaşmasının imzalanması ile mümkün olabilir.” (Lenin’in Troçki ile İlgili Polemikleri.. Yar Yay. Sh.-212)

Bolşevik Partinin Brest anlaşmasının  kabulüyle ilgili parti manifestosunda ise Lenin Sovyet devriminin korunmasının, dünya devrimine en güçlü destek olduğunu belirtti; “ Sovyet iktidarını idame ettirerek bütün ülkelerin proletaryasına kendi burjuvazilerine karşı verdikleri eşi görülmemiş güçlükteki mücadelelerinde en iyi ve en güçlü desteği veriyoruz. Sosyalizm davasına, Rusya’daki Sovyet iktidarının çökmesinden daha büyük bir darbe indirilemez.” (Boşevik Devrimi, Cilt -III-62)

Lenin’in bütün bu çabası MK’yi ikna etmeye yetmedi. Troçki 28 Ocak/10 Şubat’ta “Ne Savaş, Ne Barış” tavrıyla, ordunun terhis edildiğini, Almanya, Avusturya –Macaristan, Bulgaristan ve Türkiye ile savaşın sona erdiğini ilan etti. Kesilen görüşmelerin ardından Alman birlikleri Petrograd’a doğru yürüyüşe geçince Sovyet Rusya daha ağır koşullarda bir barış antlaşmasını kabul etmek zorunda kaldı.

Bu anlaşma Sovyet Rusya’nın kapitalist devletlerle yaptığı ilk antlaşmaydı. Gelecekte bu türden, ticari, iyi komşuluk ve diplomatik anlaşmalar diğer kapitalist devletlerle de yapılacaktı. Özellikle antlaşmanın “iki taraf, diğer tarafın hükümeti, devleti ve askeri kurumları aleyhinde her türlü ajitasyon ve propagandadan kaçınmayı taahhüt” eden ikinci maddesi, imzalandığı dönemde Buharin ve yandaşları tarafından Lenin’in dünya devriminden vazgeçtiğinin kanıtı olarak ileri sürüldü. Doğrudan Sovyet Rusya’nın enternasyonalist faaliyetlerini hedef  alan ve  sonraki dönemde diğer kapitalist devletlerle yapılan antlaşmalarda da yer alan bu madde “sollar” tarafından, Sovyetlerin dünya devriminden vazgeçmesinin kanıtı olarak gösterilmeye devam etti.

Lenin, Brest Litovsk Antlaşması’nın bu ikinci maddesine yönelik eleştiriler konusunda ise şunları söyledi; “Elbette, anlaşmayı ihlal ediyoruz, şimdiye kadar otuz kez, kırk kez ihlal ettik…. Ne Finlandiya’ya ne de Ukrayna’ya ihanet etmedik. Hiçbir sınıf bilinçli işçi bize böyle bir suçlamada bulunmayacaktır. Elimizden gelen her yardımı yapıyoruz. Birliklerimizden tek bir iyi askeri uzaklaştırmadık ve uzaklaştırmayacağız da….Finli yoldaşlarımıza yardım ettik. Onlara hangi boyutta yardım ettiğimizi burada söylemek istemiyorum, bunu kendileri biliyorlar.” (Seçme Eserler,  Cilt -VII – 314-324 )

Sverdlov 7. Kongrede yaptığı konuşmada ikinci madde ile ilgili şu açıklamayı yaptı. “İmzalamış olduğumuz ve kısa süre sonra Tüm Rusya Sovyetleri Kongresinde onaylayacağımız anlaşmanın sonuçlarından, kaçınılmaz sonuçlarından biri şudur ki; şimdiye kadar yaptığımız geniş uluslararası ajitasyonu artık bir hükümet sıfatıyla, Sovyet iktidarı sıfatıyla sürdüremeyeceğiz. Bu söz konusu ajitasyon faaliyetlerimizde bir nebze azalma olacağı anlamına gelmez. Ama bu ajitasyonu artık resmen Sovnarkom adına değil, partimizin merkez komitesi adına sürdürmemiz gerekecektir.” (age-76)

Brest Antlaşmasının imzalanmasından  sonra uluslararası faaliyet daha çok Bolşevik Parti merkez komitesine bağlı olarak sürdü. Daha önce VTsIK’ya bağlı olarak faaliyet yürüten uluslararası seksiyon kapatıldı. Yerine merkez komiteye bağlı yabancılar şubesi kuruldu. Daha sonra bu şube “Rus Komünist Partisi Yabancı Gruplar Federasyonu” adıyla faaliyet yürüttü. Bu federasyona bağlı Alman, Avusturya, Macaristan, Yugoslavya vb. komünist gruplar oluşturuldu. Oluşturulan her grubun başına  o ülkenin komünist liderlerinden  biri görevlendirildi. Bu grupların her biri kendi ülkesinin savaş esirleri arasında devrimci faaliyet yürüttü. Bu faaliyete bağlı olarak Nisan 1918’de “Enternasyonal Savaş Esirleri Tüm Rusya Kongresi” toplandı. 400 delegenin katıldığı kongrede,  komünist Enternasyonalin kurulması benimsendi.  Oluşturulan komünist gruplara ya  Kızıl Ordu’ya  katılma ya da kendi ülkelerinde dönüp orada uluslararası devrimin  öncüleri olma çağrısı yapıldı. 1918 Kasım’ında, Rusya topraklarındaki Asya ülkeleri ve Asya’nın değişik ülkelerinden komünistlerin katıldığı “Tüm Rusya Müslüman Komünistler Kongresi’nde de benzer kararlar alındı. Bu kongrede Türkiyeli komünistleri Türkiye Komünist Teşkilatı adına Mustafa Suphi  başkanlığında bir kurul temsil etti. Ayrıca, göçmen işçilerden oluşan “Rusya’daki Çinli İşçiler Birliği” kuruldu.

1918 Kasım’ından  sonra oluşturulan grupların üyelerinden birçoğu kendi ülkelerindeki Sovyet konsolosluklarında görev yaptı. Ayrıca Avrupa’ya ajitatör göndermeyi organize eden işçi ve asker temsilcileri konseyi kuruldu.

Bu dönemde Sovyet elçilikleri de bulundukları ülkelerdeki komünist faaliyetlerin örgütlenmesinde doğrudan görev aldı. Bolşevik Parti Merkez komitesi üyesi Joffe Nisan 1918’de Berlin’e büyükelçisi olarak atandı. Elçilik görevini sürdürdüğü süre boyunca Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi ve özellikle bu parti içinde yer alan Spartaküsler’le ilşki kurdu. Bilgi aktararak, silah sağlayarak ve bildirilerin basımını örgütleyerek Alman devriminin güçlenmesinde  önemli bir rol üstlendi. Bu faaliyetlerinden dolayı sınır dışı edildi. Aynı şekilde Şerif Maratov 1919’da Türkiye’ye gelerek Eskişehir ve Ankara’da çalışmalar yürüttü, hafi Komünist Partisinin kurulmasını sağladı. Faaliyetlerinden dolayı sınır dışı edildi. Ardından gelen büyükelçiler de aynı faaliyeti sürdürdüler.

Lenin bütün bu faaliyetleri “üçüncü bir enternasyonali yaratmak için yapılanların gerçek temeli” olarak nitelendirdi.

Brest-Litovsk antlaşmasıyla kazanılan “nefes molası” uzun sürmedi. 1918  ortalarından itibaren iki başkent ve orta Rusya’nın bir bölümüne sıkışan Sovyet devrimi içeride beyaz ordular, burjuva karşı devrimci örgütler, Menşevikler ve Sosyal Devrimciler, dışarda emperyalist ordular tarafından kuşatma altına alındı. Brest antlaşmasının imzalanmasının ardından sol SD’ler ile kurulan ittifak bozuldu. Sol SD’ler  Almanya ile yapılan antlaşmayı bahane ederek Halk Komiserleri Konseyi’nden ayrıldı. Antlaşmayı bozmak için Almanya’nın Moskova’daki büyükelçisini öldürdüler, ardından Moskova’da Sovyet devrimine karşı ayaklanma başlattılar. Ayaklanma bastırıldı,  sol SD’lerVTsIK’dan çıkartıldı ve yöneticileri tutuklandı.

Güney Rusya’da Denikin kuvvetleri, orta Rusya’dan Sibirya’ya  kadar olan bölümde Çek kolordusu, Sibirya’da Kolçak güçleri hareket halindeydi. Beyaz orduların işgal ettiği kentlerde ya burjuva-toprak ağaları, ya da Menşevik ve Sosyal Devrimci’lerden oluşan hükümetler kuruldu. Bütün bu karşı devrimci orduların arkasında  İtilaf Devletleri vardı.  Nisan 1918’de Japonlar Vladivostok’u, Haziranda İngilizler Murmansk’ı, Ağustosta İngiliz ve Fransızlar Arhangelsk’i işgal ettiler. Ağustosta Amerikan birlikleri, Japon, İngiliz ve Fransız işgal güçlerine katıldı. Güneyde İngiliz birlikleri Batum’a kadar olan bölgeye hakimdi. Almanlar Finlandiya’ya asker çıkarmış, Beyaz Rusya’nın bir bölümü, Estonya, Letonya, Ukrayna ve Kırım’ı işgal etmişti. Alman işgali altındaki Gürcistan’da Menşevik bir hükümet işbaşındaydı. Kısaca Sovyet devrimi tam bir kuşatma altına alınmıştı. Bu kuşatma Bolşeviklerin yeni bir enternasyonalin kuruluşu için yürüttükleri uluslararası faaliyetlerini de etkiledi.

Lenin 1915’te yayınladığı Sosyalizm ve Savaş broşüründe yeni bir devrimci enternasyonalin kurulması zorunluluğunu ile  ilgili görüşlerini söyle dile getirdi;  “Bugünkü koşullar altında oportünistler ile şovenistlerden  ayrılmanın  bir devrimcinin başlıca görevi olduğuna inanıyoruz. …  Bizce III. Enternasyonalin böyle devrimci bir temel üzerine kurulması gerekir.  Partimiz için acaba sosyal-şovenlerle ayrılmamız kaçınılmaz mı, diye bir sorun yoktur. Partimizin karşılaştığı tek sorun, bunun en yakın gelecekte ve uluslararası bir ölçekte nasıl gerçekleştirilebileceği sorunudur.

Uluslararası marksist bir örgütün kurulabilmesi için her ülkenin kendi bağımsız marksist partilerin kurması gereği açıkça ortadadır. En eski ve en güçlü işçi hareketinin yurdu olan Almanya, bu bakımdan pek önemlidir. Yakın gelecek, yeni bir marksist enternasyonalin kurulması için koşulların olgunlaşıp olgunlaşmadığını gösterecektir. Eğer koşullar elverişli ise, partimiz, oportünizm ve şovenizmden arınmış bir üçüncü enternasyonale sevinçle katılacaktır.  Değilse, bu arınma işleminin tamamlanmasından önce şu ya da bu uzunlukta bir evrim döneminin gereği ortaya çıkacaktır. Bu durumda partimiz, eski enternasyonal içinde tam bir muhalefeti sürdürecek ve bu, çeşitli ülkelerde devrimci marksizm temeline dayanan uluslararası bir emekçiler birliği kurulana kadar sürecektir. Gelecek birkaç yıl  içinde uluslararası alanda ne gibi gelişmeler olabileceğini kestiremeyiz ama, şurası bizim için kesindir ki, partimiz ülkemizde, proletaryamız  arasında yukarda belirtilen yönde yorulmadan çalışacak ve bütün günlük eylemleriyle marksist enternasyonalin Rusya kesimini kuracaktır.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay. Saf. 47)

Lenin’in sözünü ettiği bu süreç,  1919 yılının başında olgunlaşmıştı. Ekim Devrimi’nin zaferinden sonra yürütülen faaliyetle birçok ülkede, Finlandiya, Polonya, Macaristan, Avusturya, Letonya, vb. komünist partiler kuruldu.  1918 Kasımında patlak veren Alman devrimi ve Aralıkta  Alman Komünist Partisi’nin kurulmasıyla kurucu güçleri açığa çıkmış ve Komünist Enternasyonal’in kurulması ertelenemez bir görev haline gelmişti.

Lenin’den yukarda yaptığımız alıntı, proletaryanın dünya partisine sahip olmadığı bugünkü koşullarda, devrimci marksistlerin, yeni devrimci bir enternasyonalin gerçekleştirmesi mücadelesine de ışık tutuyor.

 

(devam edecek)

:::::::::::::::::::::::