Buradayız “Ahparig!” – Yusuf Erdem

Hrant’ı düşündüğümde hemen gözümün önünde; onun kaldırıma yüzükoyun yığılmış, sırtında ince bir pardösü, üzerine bir gazete örtülmüş ve ayakkabılarından birini altı delik görüntüsü canlanıyor ve yaşlı yüreğim şiddetli bir acıyla kavruluyor. Ve sanıyorum bu görüntü bütün kardeş yüreklerde aynı acıyı yarattı ve bu fotoğraf beyinlerimize kazındı.

Bir de hiç unutamadığım, bir görünüm; bütün sahici insanlarda olduğu gibi sözleri yüreğinin ta derinliklerinden gelerek, büyük bir heyecan içinde gözleri dolu dolu anlattığı aşağıdaki anekdottur ve her okuyuşumda, ilk dinlediğim andaki gibi içimi kavurur, Hrant’ın dediği gibi “dökülürüm.”:

“Sivas’ın bir kazasından yaşlı bir bey telefonla aradı. Dedi ki “Oğul aradık seni bulduk, burada bir yaşlı kadın var, herhalde sizden. Kadın Allah’ın rahmetine kavuştu. Yakınını falan bulursan gönder, gelip alsınlar ya da biz burada namazımızı kılıp gömelim. Peki amca ararım” dedim. Verdi adını soyadını; Beatris Hanım diye biriydi, 70 yaşında. Fransa’dan oraya tatile gitmiş. Aradım, 10 dakika içinde buldum yakınlarını, sonuçta biz birbirimizi biliriz, çok azız çünkü. Gittim dükkânlarına sordum “Böyle birini tanır mısınız?” Dükkândaki orta yaşlı kadın döndü, “O benim anam” dedi. Sordum “Annen nerede?” Fransa’da yaşadığını senede 3-4 kere Türkiye’ye geldiğini ama İstanbul’a ya uğradığını ya uğramadığını, doğrudan terkettiği köyüne gittiğini anlattı. Anlattım kızına durumu. O da kalktı gitti.

Ertesi gün telefon açtı. Bulmuş ve tespit etmişti anası olduğunu, ama ağladı birden. Ağlamamasını istedim, naaşı getirip getirmeyeceğini sordum. “Abi” dedi “Ben getirecem ama burada bir amca var bişeyler diyor” dedi ve telefonu ağlayarak amcaya verdi. Kızdım amcaya “Neden ağlatıyosun kızı” dedim. “Oğlum” dedi “Bir şey demedim… Kızım anandır, malındır ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün… Su çatlağını buldu” dedim. Ben işte o anda döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten, bu algılamadan döküldüm. Evet, su çatlağını bulmuştu. “Evet biz Ermenilerin bu topraklarda gözü var çünkü kökümüz burada ama merak etmeyin bu toprakları alıp gitmek için değil bu toprakların gelip dibine girmek için…” ( )

Hrant’ı devlet için tehlikeli kılan ve bence yok edilmesine yol açan, bu sahici insan kişiliğinde halkların kardeşliği idesini somutlaştırmış olmasıydı. Söylediği her söz, yazdığı her satır; devletin bunca yıldır katliamlarla, cinayetlerle, özgürlükleri şiddetle reddederek tahkim ettiği nefret ve düşmanlık ideolojisinde tamiri imkânsız gedikler açıyor, birlerine düşman gösterilen halkların kardeş olduklarını, kardeşçe birlikte yaşamaları gerektiğini en inandırıcı biçimde ortaya koymaktaydı. “Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlamak hastalıktır. Kimliğini yaşatabilmek için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalık-tır.” demekteydi. Oysa burjuvazi ve onun devleti, düşmanlık ideolojisi olmadan, yoksulları biribirine düşürmeden kendini haklı gösteremez, sömürüsünün üzerini örtemezdi.

Bu sene de Hrant’ın ensesinden vurularak yüzükoyun kaldırıma yığıldığı yerde –gazetesi Agos’un önünde- yine büyük bir kitleyle onu yıldızlara uğurladığımız günün 6. yıl dönümünde  hep birlikte “Buradayız Ahparig!”( ) haykırışlarıyla andık. Sesimize; yüreğimizi yakan ve bunca yıldır dinmeyen acıyı, adaletsizliğe duyduğumuz derin öfkeyi, tüm mağdur ve mazlumlara derinden hissettiğimiz kardeşlik ve dayanışma duygularımızı katarak hay-kırdık.

Niyetim, nesnel bir haber veya bir anma yazısı kaleme almak değil. Oradaki izlenimlerimi, o izlenimlerin bende uyandırdığı çağrışımları, düşünceleri tam bir öznellikle paylaşmak. Yetmişine merdiven dayamış bir devrimci olarak ve yaşlandıkça yüreği daha da yufkalaşan, gözleri çabucak dolmaya hazır biri olarak- kendi durduğum noktadan duygularımı paylaşmak istiyorum.

• Tam altı  yıl önce sevgili Hrant  – Anadolu topraklarının yetiştirdiği en vicdanlı, kardeşliği kendi kişiliğinde yoğunlaştırmış bu güzel insanımız- karanlık bir devlet organizasyonunca aramızdan koparılıp alındığında, on binlerce insanın sokakları doldurmuş olması, tepkinin bu denli kitlesel olması ilk anda beni şaşırtmıştı. Şaşırmıştım, çünkü dinci-gerici nefretin, ırkçı-milliyetçi şiddetin ve nefretin, asimilasyonun, farklı olanı horlayıp aşağılamanın ve devletin katliamcı geleneğinin, devletçe arkalanan katliamcı çetelerin kol gezdiği bu topraklarda bütün bunlara karşın ve hâlâ halklar arasındaki kardeşçe birlikte yaşama özleminin için için ve böylesine güçlü biçimde yaşayabildiğini, tıpkı bir yer altı suyu gibi birikerek bir kaynaktan fışkırdığını görmek; beklenen, alışılagelmiş bir durum değildi. Aykırı  seslerin sürekli bastırıldığı, tek tük ayrıksı yiğit sesin acımasızca katledildiği bir çorak iklimde  on binlerce insanın “Ahparik” diye haykırması, olağanüstü güzel ve bir o kadar da şaşırtıcıydı. (Tam bu noktada bir paran-tez açarak şunu da dile getirmeliyim ki beni şaşırtan ve karamsarlaştıran bir başka konu var. Aynı insanların İstanbul gibi bir yerde; Sakine, Fidan ve Leyla için “Heval!” diye haykırarak tepkisini büyük bir ortak mitingle dile getiremez; yine İstanbul meydanlarında Mazlum Korkmazları, Ape Musaları açık alanlarda kitlesel olarak anmaz. Benim evrensel enternasyonalist bilincim, kardeş komünist yüreğim bunu da anlayamıyor.)

Ne var ki, sesimizi on binlerce insanın sesine kattığımız Hrant’la ilgili o eylemler sıra-sında bile ne yalan söyleyeyim şu kuşkuyu zihnimden atamamıştım: Şimdi acımız taze, tepkimiz güçlü ve canlı. Ne ki bizim toplum çabuk unutur, heyecanımız saman alevi gibi parlar ve çabuk söner. Yıllar geçtikçe anmaya gelen insan sayısı azalır.

Ne iyi ki öyle olmadı. Bu toplumun çok değişik kesimlerinden haksızlıklara baş kaldıran insanları, benim karamsar tahminimi boşa çıkardılar. Hrant’ı toprağa verişimizin üzerinden tam altı yıl geçmiş olmasına karşın, Agos gazetesi önünde toplanan kalabalık her yıl biraz daha büyüdü. Bu sene her senekinden daha büyük bir kitle toplanmıştı; soğuk, yağmur demeden çocuklarıyla birlikte gelen genç anne babalar, gençler, yaşlılar… binlerce kişi ordaydı ve en anlamlı sloganlardan birini inançla haykırdık:

“ Biz bitti demeden bu dava bitmez!”

Yalnızca vuranlardan değil, cinayetin arkasında duranlardan, bunları adeta ödüllendirircesine terfi ettiren, valiliğe, milletvekilliğine getiren iktidardan, bu örgütlü cinayeti işleyen örgütü görmezlikten gelip cinayeti sergileyen gazetecilerden bir örgüt yaratan yargıdan, halklara karşı işlenen suçların üzerini örtmeyi bir kural haline getiren devlet-ten hesap sormaya, onların yakasını bırakmamaya ant içtik.

Ve gök gürültüsü gibi bir sesle hep birlikte ve defalarca Hrant’a seslendik: “Buradayız Ahparig!” Sana “güvercin tedirginliği” yaşatanlara, seni genç yaşta elimizden alanlara bunun ve işledikleri tüm cinayetlerin, katliamların hesabını sormaya devam edeceğiz. Unutturamayacaklar, üzerini örtemeyecekler. Tetikçileri tutuklamakla kendi katliamcı geleneklerinin üzerini kapatamayacaklar.

• Bu sene oldukça kalabalık bir genç kitleyle ve ilginç bir sloganla  anma toplantısına katılan bir kesim de “Anti-kapitalist Müslümanlardı. Önlerinde Hraht’ın büyük boy resminin yer aldığı bir beze şu sloganı yazmışlardı:

“AKP ‘Rant’ın, Müslümanlar Hrant’ın yanında!”

• Sloganlar arasında, özellikle devrimci kesimlerden gelen yeni, yaratıcı sloganlardan bazıları dikkat çekiciydi.

* Türk, Kürt, Ermeni

Yaşasın Halkların Kardeşliği!

* Çocuklardan katil yaratan,

Katilleri çocuk yapan “devlet”tir!

Bir ara beleğimde yaklaşık yarım yüzyıl öncesi, gençlik dönemim canlandı.1967-1968’lerde, altmış sekiz kuşağı olarak Ankara’nın sokakları da aralarında olmak üzere dünyanın bütün büyük kentlerinde hep birlikte coşkuyla söylediğimiz bir marş vardı: Avusturya İşçi Marşı; hani şu kızıl yıldızlı bayrak ellerinde, çelik adımlarla geleceğe yürüyen, bu karanlık yolun sonunda doğacak güneşi bugünden gören ve bugüne vurup yarını kuran, sınıfları kaldırmaya kararlı devrimci işçilerin kavga içinde yarattıkları sözleri en az ezgisi kadar güzel anonim marş. Şöyle diyorlardı o marşın bir bölümünde devrim için, gökyüzünü fethetmek için başkaldırmış işçiler:

“Kara deryalarda bir fenersin,

Senin ışığında yürüyoruz.

Biz bu karanlık yolun sonunda

Doğacak güneşi görüyoruz.

Fabrikalarda biz,

Tarlalarda biziz, biziz hayatı yaratan

Din farkı bilmeyiz,

Dil farkı bilmeyiz, sanki doğduk bir anadan!

Anamız amele sınıfıdır,

Yurdumuz bütün cihandır bizim”

Dil, din ve ırk farkı gözetmeden bütün emekçi insanlığı kendi milleti, sınırlara aldırmayıp yeryüzünün tümünü vatanı sayan engin ve bir bakış açışı. Marks’ın bir yerde işaret ettiği gibi “ Biz  komünistiz; insanla ilgili, insani olan hiçbir şey bize yabancı değildir.” Tüm bu konularda söyleyecek ve söylemeye değer sözümüz vardır. Ve o alanlarda söylenen ve söylenecek olan sözlerin tümünden farklı, tümünden daha kapsamlı, daha derin ve daha insanca, daha kardeşçe sözler.

Geçenlerde bir yoldaşım bir ileti göndermişti ve yazısını şu tümceyle bitiriyordu: “Yer gök tanığım olsun ki, yeryüzünden başka vatanım; dünyanın tüm işçi emekçilerinden ve dünyanın tüm mazlum halklarından başka milletim yoktur.”

Sınıfların ve dolayısıyla sömürünün ortadan kalktığı, sınırların anlamını büsbütün yitirdiği bir dünyada sömürünün üzerini örtmek üzere yaratılmış bir nefret ve düşmanlık ideolojisi olan “milliyetçilik”, yine halklar ve inançlar arısında nefreti körükleyen, kapitalizmi kutsayarak ona abdest aldıran cemaat ideolojisi  varlık nedenlerini yitirecek; sömürü ve nefret ortamının yerini tüm farklılıkların yepyeni bir barış dünyasını zenginleştirdiği bir özgürlük ve kardeşlik ortamı yeşerecektir. Breht’in dediği gibi “Kendileri konuşsalar, halklar hemen dost olur.”

Evet, burjuvaziye ve onun eli kanlı devletine inat, kardeşimizsin Hrant! Anadolu halklarının ve emekçilerinin ortak kardeşlik sofrasında hep yanımızda olacaksın Ahparig!  İki elimiz, seni vuranların ve onların arkasında duranların yakasındadır. Biz bitti demeden bu dava bitmez…