“Zamanlaması Manidar” Bir Kavga – Yusuf Erdem

Yaklaşık otuz yıldır; kendisine devrimci, sosyalist, Marksist diyen pek çok kişi, düşünürken, konuşurken, yazarken devrimci toplum ve tarih biliminin metodolojisini kullanmaz oldu. Yayla suyu gibi dupduru terimlerimizin devrimci özleri boşaltıldı; ulusalcı, liberal, reformist burjuva akımları tarafından kirletildi. Oysa içeriği saydam terimler, bilimin ve bilimsel düşüncenin temel taşlarıdır. Bu düşüncelerle devrimciler tarafından çok iyi bilinen, bilinmesi gereken bir iki kavramı anımsatmayı gerekli buldum. Olan biteni ekonomik ve toplumsal yapıya bağlayarak sınıflar analizi zemininde açıklamaya çalışırken bu uzunca giriş umarım “malumatfuruşluk” sayılmaz.

Marksizm, ‘toplumbilim’ adına layık tek bilimsel tarih ve toplum teorisidir. Bu bilime dayanmadan, bu bilimin sağlam metodolojisini kullanmadan toplumsal ve tarihsel gerçekliğin doğru bilgisini üretemezsiniz. Sadece Marksist sosyoloji, görüntünün altındaki asıl görülmesi gerekeni; yani bütün bağlantıları, ilişkileri-çelişkileri ve hareketi içinde gerçekliği dupduru  gösterebilir. Burjuva üniversitelerinde “sosyoloji” diye “tarih” diye sunulan -ve kuşkusuz içinde kimi gerçekleri de barındırdığı için tehlikesi daha da büyüyen- burjuva ideolojilerin asıl misyonu, gerçekliği aydınlatmak değil, gizlemek veya en azından burjuva çıkarları doğrultusunda çarpıtmak veya üstünü örtmektir.

Devrimci toplumbilim, ele aldığı her toplumsal olguyu sistemle bağlantısını kurarak, hareket halindeki ekonomik temellerine oturtarak ve sınıflar  -ve aynı sınıf içindeki katmanlar –arasında sürekli değişen, bazen için için, bazen bir patlama halinde dışa vuran çıkarlar savaşına bağlayarak açıklar. Olan biteni bütün bunlardan –yani sistemin bütününden- bağımsız olarak; hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlığı, adil devlet, kuvvetler ayrılığı, demokrasi, temel insan hakları ve özgürlükleri… kavramlarını başlangıç noktası olarak alıp nesnel gerçekliği bu soyut kavramlarla açıklamak; sistemle bağlantılarını göz ardı edip yolsuzluklara bulaşmamış, dürüst, vicdan sahibi, adaletli… yönetici arayışlarına girmek, akıntıya kürek çekmektir.

Bilimsel değerlendirme, içeriğinde bilimsel olarak uzlaşılmış terimlere dayanır. Ele alacağımız konu, devlet, hükümet ve hukuk kavramlarının sınıflı toplumlardaki toplumsal dayanaklarını, işlevlerini ve anlamlarını net biçimde ortaya konulmasını gerektirmektedir. Bu yapılmadan bu kavramlar üzerindeki burjuva mistifikasyonları dağıtmak mümkün olmayacaktır.

Devlet; sınıflı bir toplumda sınıflar üstü ve sınıflardan bağımsız; toplumda adaleti, kanun hakimiyetini ve nizamı sağlayan tarafsız bir güç müdür? Söz konusu olan devletin yüce menfaatleriyse gerisi (uğruna feda edilen fertler) teferruattan ibaret midir? Devleti yüceltip kutsallaştırarak böyle göstermek, egemen sınıfların (günümüzde burjuvazinin) çıkarınadır.

Devlet, sınıfların ortaya çıkışıyla vücut bulan; her dönemde egemen sınıfın geniş emekçi yığınlar üzerindeki hakimiyeti ve sömürüsünü garantiye alan devasa bir baskı aygıtıdır. Bu baskı ve sömürü aygıtı, günümüzde burjuva sınıfının –özellikle de işbirlikçi tekelci burjuvazinin- toplum üzerindeki hakimiyetini, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlar üzerindeki sömürüsünü sürekli kılmayı garantiye alan bir baskı aygıtıdır. Burjuva devleti bu misyonunu bir yandan ve en başta ordusu, polisi, istihbarat örgütü, mahkemeleri, hapishaneleri, işkencehaneleri, hiçbir kural tanımayan paramiliter çeteleri, faili meçhul karanlık cinayetleri… ile zor ve şiddet aygıtına dayanır ve sınıf hakimiyeti tehlikeye düştükçe –kendi koyduğu kuralları bile çiğneyerek-   sınıf şiddetini en vahşi şekilde kullanır; öte yandan da elindeki muazzam ideolojik “rıza” aygıtı (okullar, bilim yerine ideoloji üreten üniversiteler, “ecdadımıza layık” dindar -ve nüfuz ticaretine bayılan hırsız- evlatlar yetiştiren eğitim sistemi,  camiler, meleler, yarışmacı, bencil, bireyci insansılar üreten burjuva ahlakı, tüketim delisi, borçlanarak geleceği ipotek altına alınmış bir yaşam, örgütlenme korkusu, direnme ve işsiz kalma korkusunun karabasanı ile emekçilerin beyninin içini fethederek onları öz çıkarlarına yabancılaştırır.

Rıza aygıtı, en az şiddet kadar etkilidir. Örneğin burjuva hukuk sistemini, burjuva mahkemelerini gerçek adaletin tecelligâhı olarak göstermek, bir bilinç saptırmasıdır. Burjuva hukuk kuralları, burjuvazinin hakimiyetini ve çıkarlarını sağlayan kurallardır. Hayat âdil değilse burjuvazinin adalet(-sizlik) sistemi nasıl âdil olabilir ki! Bir sosyalist partinin desteğiyle çıkan günlük bir gazete HSYK başkan vekili bildirisini ve hükümetçe kızağa alınan kimi savcıların demeçlerini  “Diren Hukuk!” başlığla sunuyor; çatışan burjuva kliklerden birine karşı, onun eski çıkar, iktidar ve suç ortağı olan diğerine yedekleniyor.Düzenden ideolojik, örgütsel ve politik olarak tam kopmadan; düşman sınıfa tam cepheden saldırmadan, sistem içinde kalarak burjuva kanatlardan birine yedeklenip  nasıl sosyalist, komünist olabilirsiniz ki?

Bir burjuva toplumunda devlet çarkını işleten burjuva hükümetleri, burjuvazinin ortak çıkarlarını gözeten bir komiteden ibarettir. Ne var ki her hükümet kamuya ait kaynakları dağıtırken, kendisine daha çok destek veren burjuva kliklerini ve yandaşlarını birazcık fazla “gözetir”. Burjuva hükümetlerinin en başarılı olanları, burjuva klikler arasındaki dengeyi koruyabilen, onların kendisine verdiği desteği sürdürebilen ve en önemlisi de bir avuç burjuvanın çıkarlarını, geniş halk yığınlarına bütün bir toplumun, halkın, ulusun çıkarlarıymış gibi gösterebilen hükümetlerdir.

***

11 yıl önce AKP, hükümet olmuştu ama, henüz “iktidarım” diyebilecek kadar muktedir değildi. Emperyalizm, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve kendi kabuklarını çatlatmış büyük bir aç gözlülükle ekonomik iktidarı paylaşmak üzere merkeze yürüyen Anadolu kaplanları; AKP’den vahşi kapitalist sömürünün önündeki tüm engelleri kaldırmasını beklemekteydi. İktidar, kendisinden beklenen bu misyonu ancak güçlü ittifaklar ve destekler sağlayarak yerine getirebilirdi. Kendi köklerine ihanet ederek içinden çıkıp geldiği “milli görüş” desteği, onu muktedir yapamazdı. Bu arada Hizmet hareketi de denilen Fethullah cemaatinin desteğine, hatta iktidar ortaklığına birkaç bakımdan özellikle ve şiddetle ihtiyacı vardı:

a)    Bir defa bu cemaatin rızası ve desteği olmadan Anadolu kentlerinde hiçbir tüccar ve iş adamının güçlenmesi bir yana, ayakta kalabilmesi bile olanaksızdı. Bu tabakanın güçlü ilişkiler ağının desteği olmadan geniş yığınların kitle ve oy desteğini de alamazdı.

b)    İkinci olarak dünya ölçeğinde Fethullah okullarının önünü açan ve oraları CİA’nın üsleri olarak da kullanan  ABD’nin ve İsrail’in ve tüm “İbrahimî dinler”in (gerçekte batı emperyalizminin) desteğini alabilmek için bu cemaatin kefaletine ihtiyaç duymaktaydı.

c)    Fethullah cemaati, on yıllardır eğitime yatırım yapmış; yetenekli halk çocuklarından gelecekte ülkeyi yönetmek üzere seçkin kadrolar yetiştirmiş ve 12 Eylül sonrası ortamlarından yararlanarak üniversite, mülki idare, emniyet bürokrasisi… içinde yuvalanmıştı. Politikayı iyi bilseler bile,  yüzeysel, sayıca az ve hamhalat milli görüş kadrolarıyla ülkeyi yönetemezlerdi. AKP’nin, her düzeyde Fethullah’ın yetişmiş kadrolarına ihtiyacı vardı.

d)    Yeni dönemin vahşi kapitalizmi; hiçbir kireçlenmiş bürokratik devlet aygıtının önüne hiçbir engel çıkarmasına tahammül gösteremezdi. Devlet çarkının sermayenin günümüzdeki çıkarlarına göre yeniden biçimlendirilmesi; engeller çıkaran askeri bürokrasinin, Üniversite ve YÖK bürokrasisinin ve Anayasa Mahkemesi’nden Danıştayı’na, HSYK’dan Sayıştay’a yargı bürokrasisinin ayıklanması gerekiyordu. Bunun için ise ABD desteğini de arkasına alan Fethullah cemaatinin desteği şarttı. Tehlikeli ve dişe diş bir kavgayı göze almak için bu iç ve dış destek, zorunluluktan öte hayati bir ihtiyaçtı.

İşte bu ve benzeri nedenlerle –birbirlerinden pek hazzetmeseler de- bu iki güç, iç ve dış bütün sermaye güçlerinin rızası ve desteği ile onlara hizmet etmek üzere devlet iktidarını paylaştılar. Bu paylaşımın nerelere kadar uzandığını ise hükümete en yakın gazetecilerden biri –Yeni Şafak gazetesinden Abdülkadir Selvi- Cemaate  yönelttiği şu sözleriyle apaçık ortaya koymaktaydı:

“2004’ten önce ve sonra kaç valiniz vardı, şimdi kaç valiniz oldu; kaç milletvekiliniz vardı, şimdi kaç milletvekiliniz oldu; kaç bakanınız vardı, şimdi kaç bakanınız oldu; kaç üniversiteniz vardı, şimdi kaç üniversiteniz oldu; ticaret hacminiz neydi, şimdi ticaret hacminiz ne oldu?”  Ve Başbakan Erdoğan; “Ne istediler de vermedik!..” yakınmasıyla aralarındaki iktidar ve suç ortaklığını açıkça itiraf etmekteydi.

Bu kirli ittifakın bir başka anlamı da şu bilgi içinde gizli: Kamu İhale Yasası, son 11 yılda tam 164 kez değiştirildi.

Burjuva hükümetlerinin temel misyonu; devlet çarkını yönetirken burjuvazinin en genel ve en temel çıkarlarını gözetmektir. Ve elbette bunu yaparken kaynak aktarma sırasında, burjuva katmanları arasında kendine destek ve yakın olanları birazcık fazla “gözetir”. Paylaşılacak kaynaklar bolsa, ekonomik büyüme yeterli düzeydeyse bu durum pek bir sorun çıkarmaz. Asıl tehlikeli olan kesimlere –emperyalist ve işbirliklikçi tekellere- aslan payını vermişseniz, öteki katmanlardan bazılarının sızlanmalarına aldırmayabilirsiniz. Örneğin yabancı tekellerin sizden istediklerinden daha fazlasını yapmışsanız, işbirlikçi tekellerin kârı 10 yılda 5 kat artmışsa, pek sorun çıkmaz.

Ancak bu geçici sessizlik; dünyanın her yerinde sermaye ihraç etmek üzere elverişli yatırım alanları ve tatlı kârlar kazandıran borsalar arayan gereğinden fazla para dolaşmaktaysa, cari açığa karşın sürekli sıcak para oluk oluk ülkenize akıyorsa, bu sayede yüksek ithalata dayanan ekonomi, ihracatını sürdürüyorsa ve bu verili koşullarda % 7 ve 8 gibi yüksek büyüme rakamlarına ulaşabiliyorsanız ittifaklar ve ‘istikrar’ sürebilir. İşçi sınıfının örgütsüz ve sosyalizmden uzakta, sosyalistlerin de işçi sınıfından uzakta olması ‘istikrar’ için elzemdir.

Bu koşullardaki geçici denge bozulduğunda, örneğin büyüme % 2’lere, 3’lere düştüğünde – ki bu paylaştırılacak pastanın çok küçüldüğü anlamına gelir- çeşitli burjuva klikler arasındaki paylaşım kavgasının sertleştiği ve bu kavgada her türlü aracın fütursuzca kullanıldığı, her türden çirkinliklerin ortalığa dökülüp saçıldığı bir dönem başlar.

Verili koşullarda Amerikan Merkez Bankası’dan piyasalara pompalanan para miktarı giderek azalıyor. Ülkedeki büyüme % 3 / 3,5’larda seyrediyor. Daralan kaynaklar, değil diğer burjuva kliklere, iktidarın 11 yıl içinde kendi yarattığı yeni türedi zenginlere bile yetmiyor. Özelleştirilecek devlet malı, satılacak kamu kaynakları da iyice azalmış durumda.

Bu koşullarda iktidar ve suç ortağı olan kesim arasında, burjuva devletin çeşitli kurumları arasında ve burjuvazinin çeşitli klikleri arasında süren kavganın daha da sertleşmesini beklemek gerekir.

Tam da bu noktada acı olan şu ki; yaklaşık 30 yıldır işçi sınıfımız örgütsüz ve sosyalizmden uzakta, sosyalist hareket ise işçi sınıfından uzakta. Üstelik sosyalist hareket parçalı durumda, güçsüz ve aynı zamanda kafası karışık. Olan bitenin sistemle bağlarını kuracak ve sınıflar savaşının üzerindeki örtüyü kaldıracak teorik ve politik yetkinlikten de uzak. Bu uzun siyasi gericilik ortamında örgütsüzlüğün yol açtığı tahribatlar, adlarından başka komünizmle, devrimcilikle hiçbir ilgileri olmayan/kalmayan  bir dizi örgüt; Marksist devrimci analiz silahından çok uzaklarda ve ona düşman ulusalcılık, liberalizm, reformizm… gibi burjuva ideolojilerine yedeklenmiş ve kötürümleşmiş durumda. Bu koşullarda ne düşman sınıfın içindeki çatlaklar ve kavgalardan yararlanabilmek, ne de patlak veren isyanların yarattığı muazzam toplumsal enerjiyi devrimci bir sel yatağında toplamak olanaklıdır.

Bütün bunlardan bizce komünistlerin çıkarması gereken üç sonuç vardır:

a)    Marksizmin devrimci sınıflar analizi silahını ustaca kullanarak olanı biteni ve önümüzdeki fırsat, olanak ve tehlikeleri dupduru kavramak,

b)    Bu bilinçle donanmış; bu bilinci bir devrimci politikaya dönüştürerek hayata müdahale edebilecek devrimci bir parti inşa etmek.

c)    Bu etkili silahı –devrimci parti silahını- gerçek sahibinin, işçi sınıfının ellerine vermek; yani sosyalist hareketle işçi hareketini buluşturmak. Bunu yapabilirsek bu süreç boyunca diğer tüm ezilenlerin, mağdur ve mazlumların da sınıfın etrafında birleştiğini göreceğiz.

Bu doğrultuda önümüze çıkan her türlü güçlüğü yenerek yol aldıkça, düşman sınıfın içindeki  çatlaklardan –burjuva kliklerden herhangi birine yedeklenmeden- yararlanabilme ve hayata devrimci müdahale gücümüzün ne denli arttığını göreceğiz. Toplumsal olanın siyasallaştırılmasının, siyasal olanın da toplumsallaştırılmasının yolu budur.