12 Eylül Darbecilerinden Hesap Sormak – Yusuf Erdem

Adorno, “Geçmişle ancak, yaşananların sebepleri ortadan kalktığı zaman hesaplaşmış olacağız.”  diyor bir yazısında. 12 Eylül darbesi ile sınıfsal, toplumsal ve tarihsel olarak gerçekten hesaplaşabilmek için, bu faşist askerî darbeye yol açan temel nedenleri ortadan kaldırmak; darbeye yol açan sınıfsal çıkarların köklerini kurutmak gerekir.

Darbenin 32. Yılında darbeci iki general eskisi mahkemeye çağrılmak üzereyken, öncelikle darbenin temel nedenlerini ve sınıfsal köklerini dupduru ortaya koyup bilince çıkarmak gerekiyor.

Bir önceki darbe, yani 12 Mart darbesi; 1968’lerdeki krizi aşmak için tekelci burjuvazinin elindeki en güçlü, en güvenilir zor ve şiddet aygıtını, yani “ordu”yu devreye sokmasıdır. Böylece bir yandan 68’lerin kitlesel şahlanışını,  sınıfsal uyanışını, örgütlülüğünü kanla ezmek; öte yandan da krizin tüm yükünü emekçilerin sırtına yıkmak istedi. Çünkü darbe lideri Memduh Tağmaç’ın deyişiyle “Toplumsal gelişme; ekonomik gelişmeyi aşmış, geride bırakmış”tı. Bu gidişi durdurmak gerekiyordu.

Ne var ki bütün acımasızlığına, sınıf şiddetine karşın – ki o zaman dünyadaki ve ülke içindeki güçler dengesi, tekelci burjuvazi ve darbeciler açısından yeterince olgun ve darbe için pek de elverişli olmadığı için – 12 Mart 1971 darbesi eksik kaldı. Darbe ne yönetimi tam olarak eline alabildi ne devleti istediği oranda yeniden yapılandırabildi;  ne de bütün acımasızlığına karşın- devrimcilerde ve sınıfta umutsuzluğu yaygınlaştırarak ruhsal çöküntüyü sağlayabildi. En önemlisi ise tekelci burjuvazinin, kendi gelişmesine denk düşen bir ekonomi modelini ve devlet yapılanmasını gerçekleştirememiş olmasıdır.

Amacına tam olarak ulaşamamış;  yapmak istedikleri eksik kalmış 12 Mart darbesinin karanlığı, 73’lerden itibaren hızla dağıldı. Bu kez komünist ve devrimci demokrat hareket; işçi sınıfı, gençlik, kır yoksulları, aydınlar ve gecekonduların kent yoksulları arasında kökleşti, umutlu ve canlı toplumsal bir hareket yarattı. Direnişler, zincirleme ve kitlesel grevler, giderek siyasi ve devrimci bir içerik kazandı. İsçi sınıfı ve emekçilerin talepleri arttı,  direnişleri her geçen gün daha kitlesel, daha ısrarlı, daha köktenci bir biçime büründü.

Ne var ki işbirlikçi tekelci burjuvazi; bu talepleri kesinlikle ithal ikameci, gümrük duvarları arkasında korunmuş ve iç pazara yönelik birikim modeliyle karşılayabilme gücünden yoksundu. O nedenle de işçi sınıfının kazanılmış haklarından, tarım alanındaki desteklemelerden; ya da “sosyal devlet” yükümlüklerinden kurtulmak istiyordu.

1978’lere gelindiğinde artık net ve kararlı biçimde işbirlikçi tekelci burjuvazi –ABD’nin de tam desteğiyle- elindeki tüm araçları tam olarak devreye soktu. MHP çevresinde kümelenen faşist çeteler aracılıyla mahallelerde, okullarda, üniversitelerde ve sokaklarda terörü artırdı. Bilim adamlarına, aydınlara, gazetecilere, anti-faşist bürokratlara, devrimci sendikacılara yönelen dehşet ve büyük yankı yaratan cinayetleri tezgâhladı. Daha ötesi bütün illegal karanlık devlet güçlerini,  yerli ve yabancı istihbarat örgütlerini devreye sokarak kahveler tarattırıldı; Alevi-Sünni, Kürt-Türk ayrımlarını kaşıyarak Maraş, Çorum ve Sivas komplolarını tezgâhladı. Sınıf ve kitle sendikacılığının devrimci önderi Kemal Türkler’i öldürterek ve Fatsa operasyonunu tezgâhlayarak isçi sınıfı ve devrimci güçlerin nabzı ve tepkisi ölçülüp denendi.

1978’lerden sonra faşist sokak terörü ve kitle katliamlarının yarattığı ortam; örgütsüz geniş halk yığınlarını terörize edip öylesine umutsuzluğa sürükledi ki can güvenliği talebi, ekmek ve özgürlük taleplerinin bile önüne geçti. Komünist ve devrimci demokratlar ise örgütlüklerini yeni duruma göre,  yani gelmekte olan darbe tehlikesini karşılayacak biçimde reorganize etmeyi (partileşmeyi ve/veya partiyi bolşevikleştirmeyi) başaramadılar. Ve en az bunlar kadar önemli bir tarihsel görevi; yani ortak düşmana ve ortak tehlikeye karşı asıl olması gereken ittifakı; yani TKP  ile DEV-YOL ve Kürt özgürlük hareketinin ittifakını -ki öyle bir ittifak öteki ittifak güçlerine ulaşmayı çok kolaylaştıracaktı- nesnel ve özellikle öznel yetmezlikler yüzünden gerçekleştiremedi.

Böylece moral üstünlük karşı tarafa geçti ve darbeye elverişli psikolojik ortam iyice olgunlaştı. Ve düzenin -tam bir ekonomik, toplumsal ve siyasi kriz ortamında- bütün dokularının sarsıldığı devrimci durumdan, devrim yoluyla çıkış mümkün olmadı. Devrim ve demokrasi güçleri, darbeyi engelleyemediği gibi ona karşı direnemedi de. Bu durumda kriz, kaçınılmaz olarak karşı devrimle aşılacaktı ve öyle de oldu.

Tekelci burjuvazi, yeni bir birikim modeline yöneldi. İMF ve Dünya Bankası’nın önerisi ve onayıyla MESS Başkanlığından MC hükümeti Başbakanı Demirel’in müsteşarlığına getirilen Turgut Özal, “24 Ocak Kararları” adıyla ünlenen tedbirler paketini hazırladı. Büyük bir zam dalgasıyla başlayan paket; bütün sosyal devleti, işçi sınıfının kazanımlarını, tarım ürünlerini desteklemeyi ortadan kaldıran ve özelleştirmeleri öne çıkaran bir içerik taşımaktaydı ve bu dönüşümle temel olarak ithal-ikameci iç pazara dönük birikim modeli yerine dış pazarla eklemlenmeyi hedefleyen serbest piyasacı bir birikim modelini hayata geçirmeyi amaçlanmaktaydı.

Bu geçiş,  işbirlikçi tekeller açısından zorunluydu. Ne var ki Ecevit’in darbe öncesinde, iş adamı İbrahim Bodur’un da darbeden sonra dediği gibi bu program ancak bir darbe ortamında uygulanabilirdi. İsçi sınıfının ve emekçinin, tüm devrim ve demokrasi güçlerinin örgütleri dağıtılmadan,  parlamento ve partiler kapatılmadan, Anayasa yürürlükten kaldırılmadan –yani tekelci burjuvazi için dikensiz bir gül bahçesi oluşturulmadan- 24 Ocak Kararları uygulanamazdı.

İşte bu nedenle emperyalizmin, bir diğer deyişle uluslararası tekelci burjuvazi ve onun işbirlikçisi Türkiye tekelci burjuvazisi, ABD’nin de desteği ve onayı ile 12 Eylül faşist darbesine giden yolu döşedi. TSK, tepedeki beş generalin önderliğinde emir ve komuta zinciri içerisinde yönetime el koydu. Darbenin gerekçesi olarak gösterilen sokak terörü, siyasi cinayetler ve kitle katliamları faşist milis güçlerinin sokaklardan çekilmesiyle bir anda bıçakla kesilir gibi sona erdi.

12 Eylül’den hemen sonra / Bir lise bahçesi

Ancak bu açık terörün yerini, korkunç bir devlet terörü aldı. Yüz binlerce insan gözaltına alındı; hemen hemen tümü en insanlık dışı, akla hayale gelmez işkencelerden geçirildiler. Burjuvazi, elindeki bütün şiddet ve zor aygıtının bütün unsurlarını hiçbir sınırlamaya tabi tutmadan ve en büyük, en gaddar sınıf kiniyle son sınıra kadar kullandı. İşkencehaneler, askerî ve sivil cezaevleri, askerî ve sivil mahkemeler, resmi ve gizli polis teşkilatı, istihbarat örgütleri, faşist katillerle takviye edilmiş Kontrgerilla ve Jitem gibi örgütler, darağaçları, teslim olanların bile anında infaz edildiği ev baskınları… hiçbir sınırlama olmadan devrimci ve demokratlar üzerinde vahşice kullanıldı. Kürt devrimcileri ve demokratları; hem devrimci hem de Kürt oldukları için iki kat ezildiler.

İşte bu nedenlerledir ki 12 Eylül faşist darbesi, burjuvazinin işçi sınıfına yönelen kanlı yumruğudur. Darbenin asıl düşmanı ve muhatabı, burjuvazinin asıl düşmanı ve muhatabı olan başta işci sınıfı olmak üzere, tüm kır ve kent emekçileri, kaderini işçi sınıfının kaderine bağlamış aydınlar ile gençler ve onların örgütleridir.

Darbenin asıl sahipleri ve dostları ise; en başta işbirlikçi tekelci burjuvazi (TÜSİAD burjuvazisi) olmak üzere ABD emperyalizmi, uluslararası tekelci burjuvazi ve onun finans örgütleri İMF ile Dünya Bankası’dır.

İşte bu yüzdendir ki darbe haberi o gece, dönemin  ABD Başkanı  Carter’a  “ Türkiye’de bizim oğlanlar işi bitirdi.” diye verilmiş; TİSK Genel Başkanı Halit Narin, “Bugüne kadar, işçiler güldü, biz ağladık; şimdi gülme sırası bizde.” diye sevinmiş; darbeciler, darbeden hemen sonra ekonomiyi Dünya Bankası’nın mutemet adamı, patron sendikası MESS’in başkanı, 24 Ocak Kararları’nın mimarı –gerçekte asıl mimarlar IMF ve Dünya Bankası’dır- muhafazakar/liberal Turgut Özal’a emanet etmişler ve iş adamı İbrahim Bodur, “12 Eylül yönetimi olmasaydı, bu kararlar uygulanamazdı.” diyerek sınıfının itirafını en açık biçimde dile getirmiştir.

Darbenin sınıf karakterini en çarpıcı biçimde ortaya koyan belge ise, TÜSİAD burjuvazisinin duayeni Vehbi Koç’un darbeden hemen sonra -03 Ekim 1980’de- Kenan Evren’e yazdığı “Emrinize amadeyim.” diye bitirdiği mektuptur.

Ertuğrul Mavioğlu’un kamuoyuna mal ettiği söz konusu mektup, tekelci burjuvazinin hemen yapılması gerekenleri gösteren yakın programını ve 12 Eylül rejiminin kalıcı hale getirilmesi demek olan uzak programını apaçık ortaya koymaktadır:

VEHBİ KOÇ’UN KENAN EVREN’E MEKTUBU’ndan:

“Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatını teçhiz edecek ve kuvvetlendirecek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmalıdır.”

“Şimdi; ‘Faşist ordu iktidara geldi, kapitalistlerle birleşerek, Türk işçisini istismar ediyor’ propagandası yapılmaktadır. Böyle bir iftira karşısında, işçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar dikkatle incelenerek, taraflar için adilane bir şekilde ve asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bu düzenleme yapılırken, bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler, göz önünde bulundurulmalıdır.”

“(…) DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar, bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak, kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır.”

“Doğu Berlin’de kurulan Türkiye Komünist Partisi, memleketi dışarıdan ve içeriden yıkmak için son yıllarda çok şeyler yapmıştır ve hala yapmaya devam etmektedir. (…) Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır. Bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri muhakkak engellenmelidir.”

“(…) Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Turgut Özal hakkında, birtakım dedikodular başlatılmıştır. Turgut Özal, bir dahi değildir. Onun da hataları olabilir. Fakat bu nazik dönemde, mevcudun içinde, meselelerimizi en iyi bilen insandır. Dedikodulara bakmadan, kendisini tutmakta fayda vardır.”

“Dinsiz millet olmaz. Din işleri, bu defa, siyasi partilerin istismar edemeyecekleri şekilde düzene sokulmalıdır.”

“Emrinize amadeyim.”

Koç’un yazdıkları, tekelci burjuvazinin darbeyi desteklediğini, hemen gerçekleştirilmesi gereken acil programını dile getirmekle kalmıyor; daha önemlisi bu sınıfın uzak programını, yani darbe rejiminin kalıcılaştırılması isteğini ortaya koyuyor.

Elhak, darbeciler bunların tümünü fazlasıyla gerçekleştirdiler ve bugün hâlâ ülke 12 Eylül rejiminin yasa, kurum, kural ve kalıntılarının cenderesi içinde debeleniyor ve çürümeye devam ediyor.

Bütün bunlardan çıkarılması gereken sonuç; 12 Martlarla, 12 Eylüllerle gerçek hesaplaşma; bu darbelere yol açan asıl sebepleri ortadan kaldırdığımız zaman tamamlanmış olacaktır. Yani hesaplaşma asıl olarak; özel mülkiyet düzeniyle, bu düzenin efendileri olan işbirlikçi tekelci burjuvaziyle ve bu sınıfın elindeki bütün şiddet ve ideolojik yanıltma (rıza) aygıtıyla hesaplaşmaktır.  Bu sınıf ki; emekçileri yalnızca en acımasız biçimde sömürmekle kalmamakta,  aynı  zamanda zorlandığı her noktada orduyu emekçilere karşı kanlı bir yumruk olarak kullanmakta; krize girdiğinde ise kendi koyduğu yasaları (kendi düzeninin legalitesini) bile hiç tereddüt etmeden çiğneyerek tüm devlet mekanizmasının üzerindeki mistik-kutsallaştırıcı ve onun asıl işlevini gizleyen örtüyü sıyırıp atarak onu bir bütün olarak açık bir şiddet aygıtına dönüştürmekten çekinmemektedir. Dahası darbe anayasaları ve kalıcı kurumlar yaratarak darbe düzenini kalıcı kılmaktadır.

Emperyalizmin ve işbirlikçi tekelerin darbeye ihtiyacı kalmadığında ise orduyu yeniden biçimlendirmekte, onu günlük politikanın dışına çekmekte ve askeri, münhasıran kendisinin ve ABD’nin emperyal amaçlarını gerçekleştirmek ve Kürt özgürlük harekeni tasfiye etmek için kullanmaktadır.  İş politikada işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenip toparlanmasını engellemek, direnişlerini kırabilmek için askerin bıraktığı boşluğu ise acımasız bir polis devletiyle doldurmaktadır. Ama esas olarak geçmişte 12 Mart ve 12 Eylül darbecilerinin, Turgut Özalların, Kemal Dervişlerin, Bugün AKP eliyle uygulanan tüm politikaların, ordu içindeki yeni düzenlemelerin ve güçlü bir polis devleti yapılanmasının temelinde yatan çıkarlar; işbirlikçi tekelci burjuvazin alın teri ve emek sömürüsüyle, kan ve zulümle beslenen sınıf çıkarlarıdır. Bugünün AKP’si, güncellenmiş 12 Eylül darbesinin günümüzde yaşayan biçimi, onun ta kendisidir. Türk-İslam sentezi ise dünün Kemalizminin ve dolayısıyla militarizminin güncellenip zenginleştirilmiş biçimidir. Bu sentezde sadece küçük bir vurgu farkı vardır günümüzde: Türk-İslam sentezi, İslam-Türk sentezi olmuştur.  Esasen “ulusalcı sol”un pek sevdiği “Cumhuriyet’in kazanımları”nın en önemlileri TÜSİAD burjuvazisi ile yeni semirtilen MÜSİAD burjuvazisi ve AKP’dir. Tek parti döneminin devlet eliyle palazlandırılan burjuvazi; Anadolu’nun kadim halkları Ermeniler ve Rumların elindeki tüm zenginliklere el koyarak, Anadolu köylüsünü ve işçi sınıfını –onların Meşrutiyet dönemindeki haklarını bile ellerinden alıp- en acımasız biçimde sömürerek elde ettikleri sermaye birikimiyle ve gümrük duvarlarının koruyuculuğunda  azmanlaşan bir sınıftır..

O halde bütün darbelerin, cinayetlerin, emek sömürüsünün, devlet terörünün temel sebebi; işbirlikçi tekelci burjuvazinin kanlı çıkarları ve sınıf hâkimiyetini her türlü aracı kullanarak sürdürme çabasıdır. Darbecilerle ve darbelerle hesaplaşırken, bu gerçeği akıldan hiç çıkarmamak, gözden kaçırmamak gerekir.

Elbette darbecileri, karanlık devlet komplolarını yargılamak gerekir. Elbet de devrim ve demokrasi güçlerinin -özellikle de 78’liler Hareketi’nin- darbeyi ve darbecileri unutturmamak, içyüzünü sergilemek ve onları mahkeme önüne çıkarmak için yıllar süren inatçı ve ısrarlı çabaları çok değerlidir. Vç çok büyük acılar çeken, özel yaşamları karartılan yüzbinlerce insanımızın acısını, duygu ve tepkilerini anlamak gerekir. Ne var ki yaşadığımız her şey, sınıflar savaşının türevleridir.

Öyleyse  hâkim sınıfın karşısına; işçi  sınıfını ve ittifaklarını örgütlü olarak dupduru bir sınıf bilinciyle çıkarabildiğimiz zaman –ancak o zaman- gerçekten darbecilerle hesaplaşmaya girişebiliriz; yargılama gücünü bugün de elinde tutan gerçek suçluları yargılayabiliriz. Yani tekelci burjuvazinin ekonomik ve politik iktidarına son vermeyi, bir bütün olarak mülkiyet düzenini ortadan kaldırmayı, yani siyasi ve ekonomik iktidarı bu eli kanlı sömürücü sınıfın elinden alıp böylece halkları, kendi kaderlerini özgürce çizebilme gücüne kavuşturmayı hedefleyen bir yolculuğa başlamak gerekiyor. Bu amaçla güçlü sınıf örgütleri yaratmak ve böylece Türkiye işçi sınıfını ve emek hareketini ayağa kaldırıp bu gücü Kürt Özgürlük Hareketi’nin muazzam devrimci dinamizmiyle kaynaştırmayı hedefleyen, kolaylaştıran, yakınlaştıran her adım, 12 Eylül darbecilerinden hesap sormak anlamını taşar. Bugün attığımız her adım, gösterdiğimiz her tepki bu amaca bağlanmalı, tepkilerimizin ve duygularımızın, dünkü zalimlerin bugünkü sürdürücüleri tarafından kullanılmasına izin vermemeliyiz. Hele hele, darbenin ürünlerinin, günümüzdeki uzantılarının darbeleri ve darbecileri -“yetmez ama evet”çi liberallerin de yardımıyla ve hem de özel yetkili mahkemeleri meşrulaştırma pahasına- gerçekten yargılayabileceği yanılsamasının halk arasında kökleşmesine göz yummamalıyız.

Özetle; darbelerin sınıf özünü, sınıf karakterini gözden kaçırmamak ve işçi sınıfının ve halklarımızın darbelere, orduya, düzene, devlete sınıfsal bakışını netleştirecek yerde bulandırmamak ve bu uğursuz görevi canla başla yerine getirmeye çalışan liberallere karşı  da uyanık olmak gerekir.

İşçi sınıfımızı devrimci bir sınıf partisine kavuşturmak, devrimci bir sınıf politikasıyla onu geniş emekçi yığınlar içinde kökleştirmek, böylece “kendisi için sınıf” düzeyine yükselen proletaryanın çevresinde bütün kent ve kır emekçilerini, kaderini sınıfın kaderine bağlamış tüm aydınları ve gençleri toparlamak ve bu büyük devrimci gücü Kürt halkının toplumsal enerjisiyle kaynaştırmak… ve iktidar olmak. Dediğimiz gibi, bütün çaba ve emeklerimiz, attığımız her adım bu hedefe bağlanmalıdır. İşte o zaman yeni zalimlerin eski zalimlerden hesap sormalarını talep etmeyeceğiz,  DGM’lerin günümüzdeki devamı olan Özel Yetkili Mahkemeler’in meşruiyet kazanmasına farkında olmadan alet olmayacağız. Dünün ve bugünün zalimlerinden işçi sınıfımız ve halklarımız hesap soracak. Bu uzun yolculuğun her evresinde elbet de düşmanın maskesini indirmek, politikalarının sınıf karakterini deşifre etmek, iktidarları zorlamak önemlidir. Ama denildiği gibi her çabamız güçlenmeye, güçlerimizi ve kavgamızı birleştirmeye hizmet etmeli ve bizi iktidara yaklaştırmalıdır. Aksi takdirde -yani yolumuza ışık tutan sınıfsal bakışı yitirirsek- en insanca duygu ve tepkilerimiz, her başkaldırı ve direnişimiz “sol(!) liberaller, iktidardaki demagoglar, cemaat kalemşörleri aracılığıyla düşman sınıfın kâr hanesine yazılacaktır.

Marks ne güzel söylemiş: “Eğer gerçek apaçık ortada olsaydı, bilime ne gerek vardı.”.