Modern Dünyanın Truva Savaşları

Milattan Önce 1200’lerde gerçekleştiği tahmin edilen Truva savaşı, mitolojik bir söylenceye sahiptir. Tanrıların karar verdiği savaşın görünür nedeni “namus sorunu”. Truva prensi Paris, Sparta kralının genç ve güzel karısı Helen’e aşık olur ve onu Truva’ya kaçırır. Sparta kralının “ricası” üzerine, Akha kralı, Sparta kralının kırılan onurunu onarmak için Truva’ya savaş ilan eder. Asıl neden ise Akha (Helen – Yunan) kralının iştahını kabartan Truva’nın sahip olduğu gönenç ve zenginliklerdir. Akha kralı Yunanistanın dört bir yanından mesleği adam öldürmek olan katilleri ve serserileri de ordusuna katarak Truva üzerine yürür. On yıl süren bir savaşın ardından Truva düşer. Truva halkı katledilir, zenginlikleri yağmalanır. Ve Truva savaşı tarihe savaşların en acımasızı, en kalleşi ve en hilelisi olarak geçiyor.

Truva savaşından bugüne yaklaşık üçbin yıl geçti. Bu üçbin yıl içinde savaşla ilgili gerçeklerin pek de değiştiği söylenemez. O gün savaşa tanrılar karar vermişti, bugün de öyle oluyor. Savaşlar, tanrılar için ve tanrılar adına yürütülüyor. Emin olmak gerekir ki, eğer MÖ 1200’lerde Akha kralı, demokrasi ve insan hakları kavramlarını bilseydi, bahane olarak hiç de namus sorununa ve bütün barbarlığına rağmen alt edemediği düşmanını alt etmek için kalleşçe ve hileli yöntemlere başvurmazdı. Amaç ise o günden bugüne hiç değişmedi. Zenginliklerin yağmalanması için halklar acımasızca katledildi.

Bugün Ortadoğu’da, Irak ve Suriye topraklarında benzer bir durum yaşanıyor. Savaşın baş sorumlusu ABD’nin dışişleri bakanı olan Kerry’nin CNN’e yaptığı açıklamalar bu benzerliği olduğu kadar, savaşın seyrini ve izlenen strateji konusunu da net bir biçimde ortaya koyuyor. Kerry IŞİD’le ilgili bir soruyu şöyle yanıtlıyor: “ En başta Esad’ı devirme çabaları başladığında, ‘arada çürük elmalar olsa da, önemli olan Esad’a karşı savaşmalarıdır’ diye hesap yapanlar vardı. Esad devrildikten sonra çürük elmalarla ilgilenilmesi düşünülmüştü. Fakat çürük elmalar giderek daha tehditkâr hale geldi.” Başkan yardımcı Biden daha da ileri giderek IŞİD’i eğitip silahlandıran ülkelerin her nedense Katar’ı dışarda bırakarak Türkiye, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri olduğunu  ilan ediyor.

Kerry ve Biden bu açıklamalarında “küçük” bir hileye başvuruyor; yani Suriye müdahalesinin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında bir müdahale olduğunu atlayarak, ABD’nin bugünkü durumun oluşundaki sorumluluğunu gizliyor. Sorumluluğu, bölgedeki piyonlarına -Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’a- yıkarak, ABD adına yeniden dünyayı kurtarma misyonunu üstleniyor.

ABD, Esad rejimini Libya’da uyguladığı aynı yöntemle, yani önceden örgütlediği güçleri harekete geçirerek ve Suriye üzerine bomba yağdırarak devirmeyi hesaplıyordu. Ancak “evdeki hesap” bu kez “çarşıya uymadı”. Rusya ve Çin’in müdahalenin karşısında yer almaları, Suriye müdahalesinin seyrinde önemli değişikliklere yol açtı ve müdahalenin ağırlığı ABD’nin bölgedeki “müttefiklerine” ve Suriye içinde örgütlenen muhalif gruplara kaydı. Bu aşamadan sonra ise Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, hem müdahalenin örgütlenmesinde, hem de muhalif grupları her bakımdan organize edilmesinde önemli roller üstlendiler.

Türkiye; Suriye müdahalesinin operasyonel merkezi oldu ve IŞİD ve El-Nusra da içinde olmak üzere muhalif grupların eğitimini, silahlandırılmasını, sevk ve idare edilmesini üstlendi. Türkiye’nin bölgede artan rolü, Türk burjuvazisinin emperyal hayallerini de depreştirdi. Tunus, Yemen ve Mısır’da AKP’nin ideolojik yakınlık içinde olduğu İhvan’ın iktidara yükselmesi bu hayalleri daha da artırdı. Sadece bu değil, Türkiye’nin yaptığı bir başka hesap da, Suriye müdahalesini Kürt halkına karşı yeni bir soykırıma dönüştürmekti. Türkiye’nin bu hesapları ilk darbeyi Suriye’nin Libya gibi bombalanmasını olanaksız hale getiren Rusya ve Çin’in çıkışı oldu. İkinci darbe Tunus ve Mısır’da İhvan’ın iktidardan uzaklaştırılmasıyla geldi. Türkiye, bu darbeleri Suriye’ye müdahaleyi bir oldubittiye getirerek karşılamak istedi. Bunu sağlamak için bir dizi provokasyona ( Suriye hava sahasının ihlali, askeri havaalanına sızma, Cilvegözü ve Reyhanlı bombalamaları, selin gazı kullanımı vb.) başvurdu. Bütün bu provokasyonlar, Suriye’ye doğrudan bir müdahaleyi gerçekleştirmeye yetmediği gibi, Türkiye’nin mevzi kaybıyla sonuçlandı.

Rusya ve Çin devre dışına çıkarılmadan Suriye’ye müdahalenin başarı şansının olmadığının görülmesi, ABD’nin müdahale planında küçük bir değişikliğe yol açtı. Müdahalenin iç ayağı olarak organize edilen örgütler (IŞİD vb.) bu kez müdahalenin gerekçesi haline getirildi. Önce IŞİD’in Suriye ve Iraktaki etkinliği artırıldı, Her şeyi yok eden barbar bir düşman yaratıldı. Sonra da bu düşmanı ortadan kaldırmak için harekete geçildi. Böylece ABD’nin Rusya ve Çin karşısında bozulan imajı ve dünya çapında zayıflayan hegemonyasının yeniden güçlendirilmesinin olanağı da yakalanmış oldu. IŞİD’e karşı “operasyonun” tam da Birleşmiş Milletlerin toplantı tarihine rast getirilmesi, sadece Rusya, Çin ve İran’a  yönelik bir meydan okuma değil,  aynı zamanda ABD’nin  askeri gücünün bütün dünyaya hatırlatılmasıdır. Ki bu hedefler büyük ölçüde gerçekleştirilmiştir.

ABD geçmişte nasıl Sovyetler Birliği’ne karşı El-Kaide’yi organize ederek sahneye sürdükten sonra bu örgütü Büyük Ortadoğu Projesini başlatmak için bir araç olarak kullandıysa, bugün de faklı nedenlerle aksayan bu projeyi El-Kaide artıklarını (IŞİD; El-Nusra vb.) yeniden organize ederek ve kullanılarak sürdürüyor. Geçmişte El-Kaide ile olan doğrudan bağları nedeniyle bu örgütü kullanırken  başı oldukça ağrıyan ABD bu kez daha temkinli hareket ediyor. IŞİD ve El-Nusra ile ilişkisini gizlemeye özel bir önem veriyor. Bu örgütlerin organize edilmesinde, eğitilip silahlandırılmasında görevlendirdiği devletleri deşifre ederek, hem bu devletleri hizaya çekiyor, hem de kendi ekseninde geniş bir “koalisyon’un oluşumunu sağlayarak Rusya ve Çin’e gözdağı veriyor.

ABD, IŞİD’i kullanarak daha şimdiden bölgede öngördüğü hedeflerin önemli bir kısmını gerçekleştirdi. ABD’nin Irak planında bir engel olarak görülen Maliki’nin hükümet kurması engellendi, Irak merkezi hükümetiyle Kürtler arasında önemli bir anlaşmazlık konusu olan Kerkük sorunu, Kürtler lehine çözüldü. Bağımsız Kürt devletinin ilanının önemli koşullarından biri olan askeri örgütlenme yapılan “yardım”larla güçlendirildi. En önemlisi de Irak’ta Şii, Sünni ve Kürtler olmak üzere üç devletin kuruluşunun hemen bütün koşulları hazırlandı. IŞİD operasyonlarıyla Irak etnik ve dinsel olarak hemen hemen homojen üç bölgeye ayrılarak kurulacak üç devletin muhtemel sınırlar da çizildi. Irak’ın yeraltı zenginliklerinin kurulacak devletler arasında bir tür bölüşüm gerçekleştirildi. ABD, IŞİD’e “karşı” koalisyonun örgütleyici olarak söz konusu bu üç devletin hamiliğini de bugünden üstlenmiş oldu.

Irak’ta işler ABD stratejisine uygun olarak yol alırken Suriye’de süreç bir anlamda yeni başlıyor. IŞİD’i kullanarak kurduğu koalisyon, dengeleri ABD lehine dönüştürse de Suriye’de işlerin Irak’taki gibi kolay olmayacağı görülüyor. Dengeler ABD lehine değişse de Rusya, Çin ve İran faktörü ve Esad’ın yerini alabilecek muhalif bir gücün henüz organize edilememiş olması, Suriye’nin yeniden dizaynının zaman alacağını gösteriyor. Obama’nın IŞİD ile mücadelenin üç yıl sürebileceğini açıklaması tam da buna işaret ediyor. ABD başlattığı savaşın gereği olarak bir yandan göstermelik de olsa IŞİD hedeflerini, yani kendi tank ve zırhlı araçlarını vururken öte yandan da, Esad’ın yerini alabilecek muhalifleri bu kez tamamen kendi kontrolü altında örgütlüyor. ABD’nin daha önce Saddam ve Kaddafi’ye karşı yürüttüğü hava saldırıları (Saddam’a karşı ilk 42 günde yapılan sorti sayısı 14 bini aşarken IŞİD’e karşı aynı süre içinde bu sayı 140 civarındadır.) hatırlandığında bugün IŞİD’e yönelik saldırıların tümüyle göstermelik olduğu kuşku götürmez.

Türkiye ve IŞİD

Türkiye ile IŞİD ve benzeri örgütler arasındaki ilişki, ABD-IŞİD ilişkisinden farklı olarak ideolojik bir temele sahiptir. IŞİD ve benzeri örgütler çokça sözü edildiği gibi çete örgütlenmeleri değildir. Kullandıkları yöntemlerden hareketle bu örgütleri çete, barbar vb. sıfatlarla nitelendirmek son derece yüzeysel bir yaklaşımdır. Tersine bu örgütler, Sünni İslam’ın belirli bir yorumuna dayanan bir ideolojik temele ve bunun belirlediği siyasal hedeflere sahiptirler. Neredeyse savaşmadan kazandıkları zaferlerin önemli bir aracı olan kullandıkları yöntemlerin vahşiliği da bizzat onların sahip oldukları ideoloji tarafından belirlenmektedir. IŞİD’e bir çok ülkeden katılımı sağlayan da işte bu ideolojik yapıdır.

Türkiye-IŞİD ilişkisi, IŞİD’in AKP ile  olan ideolojik yakınlığı tarafından belirleniyor. Her iki örgüt -izledikleri strateji, kullandıkları yöntemler farklı olsa da- İslam’ın öngördüğü rejimin yerleştirilmesi anlamında, benzer amaçlara sahipler. AKP’nin çıkardığı son kararnameyle türbanın ortaokullara kadar indirilmesi, arkasının da geleceği düşünüldüğünde, yukardaki belirlemenin boş bir yargı olmadığını doğrular niteliktedir. IŞİD Türkiye ilişkisi ve bu ilişkinin bugün ulaştığı boyut Suriye’de olup biten ve bunun Kürt sorunu ile bağlantısından bağımsız olarak ele alınamaz. Daha önce de belirtildiği gibi Türkiye’nin Suriye müdahalesine gönüllü oluşu iki önemli hedefle belirleniyordu: Birincisi; Türkiye’nin Ortadoğu’da kendine bağımlı bir arka bahçe yaratma hayali idi. Bu hayal, onun taşıyıcısı olarak belirlenen İhvan’ın bölgedeki anı yükselişiyle depreşip, ardından İhvan’ın ani düşüşüyle tarih oldu. İkinci hedef, Suriye müdahalesinin Kürt Özgürlük Hareketinin tasfiyesi ve Kürt halkına karşı yeni bir soykırım fırsatı olarak kullanılmasıydı. Suriye’de Kürt kantonlarının oluşumu Türkiye’nin bu arzusunu daha da pekiştirdi. Türkiye baştan beri Suriye müdahalesini bu hedefe ulaşmak için zorladı.

Bugün artık birinci hedef, yani bölgede bir arka bahçe oluşturma, Türkiye’nin Libya’dan da kovulmasının ardından hayal bile edilemez hale geldi. Esad Suriye’den kovulsa da Türkiye’nin konumunun Libya’dakinden farksız olmayacağı kesin. Bu durumda Türkiye’nin Suriye müdahalesinin tek hedefi, bu müdahalenin Kürt halkına karşı bir savaş ve soykırıma dönüştürülmesi olarak belirginleşiyor. Bugünkü aşamada Türkiye-IŞİD ilişkisi bu hedef üzerinden şekilleniyor.

Lojistik destekten askeri eğitim, silahlandırma ve istihbarat yardımına kadar sağlanan olanaklar bir yana Musul konsolosluğunda çalışan 49 görevlinin Bülent Arınc’ın deyimiyle IŞİD tarafından alıkonulması ya da IŞİD’e teslim edilmesi, Türkiye-IŞİD ilişkisinin “stratejik bir derinliğe” sahip olduğunu gösteriyor. Türkiye-IŞİD arasındaki bu ilişki, Batılı emperyalist devletlerde ciddi bir endişe yaratmışa benziyor. Avrupa devletlerinden IŞİD’e katılımların artması ve bu katılımların Türkiye üzerinden, Türkiye’nin bilgisi dahilinde gerçekleşmesi, mevcut endişeyi daha da büyütüyor. Birbiri ardından açıklana dinlemeler emperyalist devletlerin Türkiye-IŞİD ilişkisine vakıf olduklarını ve Türkiye’yi tavır almaya zorladıklarını gösteriyor. Konsolosluk görevlilerinin ABD tarafından yüzlerce IŞİD üyesiyle takas edilerek Türkiye’ye teslim edilmesi, zorlamanın vardığı boyutları göstermesi bakımından önemlidir.

Ancak Türkiye bu ilişkiyi sonlandırabilecek durumda değildir. Çünkü bu ilişki Türkiye’nin elinde kalan son kozlardan biridir. Ve bu koz bugün Kobane’ye karşı kullanılmaktadır. Bu saldırıyla Türkiye bir yandan Rojava’da Kürt varlığına karşı ağır bir darbe vururken öte yandan bu darbeyi Türkiye topraklarına taşımak için Suriye topraklarında uçuşa yasak güvenli bölge oluşturma tezine zemin ve gerekçe yaratmaktadır.  Rehine bahanesinden sonra şimdi de uçuşa yasaklı güvenli bölge bahanesinin dillendirilmesi Türkiye’nin bütün baskılara rağmen IŞİD ile mevcut ittifakını bozmamak için direneceğini gösteriyor. En azından Kürt sorunu kapsamında bu ittifak  güçlenerek sürecektir.

Irak’ta Barzani devletinin yardımına koşan ABD ve diğer emperyalist devletlerin Rojava Kürtleri söz konusu olduğunda göstermelik tepkiler dışında kıllarını bile kıpırdatmamaları, sadece güney Kürdistan’ın sahip olduğu petrolle açıklanamaz. Emperyalist güçlerin Kobane’deki IŞİD vahşetine seyirci kalmalarının en önemli nedeni, bizzat Rojava’da filizlenmekte olan, etnik ve dinsel farklılıkları dışlayan yeni yaşamdır.

Bugün Kobane’de sürmekte olan katliama karşı, insanlığın bizzat bu katliamın baş sorumlusu olan emperyalist devletlerden medet umar çaresizliği, tarihin acı bir ironisidir. Bu acı ironi, öbür taraftan da dünya komünist hareketinin içler acısı durumunu ortaya koymaktadır. Bu acı tablonun bir parçası olan Türkiye komünist hareketi, yaşanan vahşete karşı ortaya konulan direnişe ne yazık ki pasif bir desteğin ötesinde hiç bir şey yapamaz haldedir. Bu durum bizi ağır bir sorumlulukla yüz yüze bırakıyor. Şimdi görev; bu sorumluluğu duymak ve onun gereklerini yerine getirmek için seferber olmaktır.