34. Yıldönümünde Çorum Katliamı – Mustafa Özkan

Çorum Samsun’a yakın olduğundan katliamın başlamasından önce, yani Ocak ve Şubat aylarında bile Çorum’da saldırılar oluşabileceği herkes tarafından hissedilen ve konuşulan bir durumdu. Çünkü Çorumlu arkadaşlarımız, Çorum’a gidip geldikçe, devletin gizli örgütler eliyle Alevi Sünni ayrımını kışkırtmaya çalıştığını söylüyorlardı. O zamana kadar inanç farkı gözetmeyen halka, kimlikler ön plana çıkarılarak ötekileştirme propagandaları yapılıyordu.  Özellikle Alevi inanışına sahip insanlar hakarete maruz kalıyor, bu olaylarda da özellikle Ülkü Ocakları kullanılıyordu. Sünni yurttaşların uğradığı saldırıların ki bunlar bazı karanlık güçler eliyle tertipleniyordu, solcu ve Aleviler tarafından yapıldığı doğrultusunda propagandalar yapılıyordu. Bu dedikodular özellikle de devletin güvenlik güçleri tarafından yaygınlaştırılıyor ve sorunların Alevi ve solcuların bu ilden sürülmesiyle çözüleceği havası estiriliyordu. Oysa sonraki yıllarda zorlamalarla da olsa bir kısım gerçekler ortaya çıkınca görüldü ki aynı silahlar hem Alevi ve solculara karşı kullanılmış hem de sağcılara karşı. Örneğin, öyle ilginçtir ki Çorum’da ÜGD’li yaralayan silah, başka bir  ÜGD’linin üzerinden çıktı.

Devlet eliyle hazırlıklar yapılıyordu adeta. Emniyet müdürü görevden alınıp, yerine Tunceli emniyet müdürü Nail Bozkurt getirilmiş; Milli eğitim müdürlüğüne MHP li Fethi Katar atanmıştı. Bu arada ABD büyük elçiliğinde görevli Robert Alexander Peck Çorum’da CHP li belediye başkanı, AP ve MHP yöneticileriyle görüşerek Amasya ve Tokat’a geçmiş, böylece katliamın büyük abi ayağı da tamamlanmıştı. Yine 19 Mayıs törenleriyle ilgili dinci ve faşist güçler kızların kıyafetlerini bahane ederek cihat çağrıları içerikli bildiriler dağıtıyor, halka bunların bir Komünist ve Alevi tezgahı olduğunu anlatıyorlardı. Bu kıyafetlerin giyilmesine karşı çıkmak için halkı isyana çağırıyorlardı. Ama bu kadar ulusal- uluslararası,  resmi-gayri resmi, gizli- açık tüm kışkırtmalara karşın halk onların istediği oranda tepki vermiyordu.

İşte bu bir kıvılcım bekleyen ortamda, 27 Mayıs’ta Gün Sazak öldürüldü. Ülkenin her yerinde olduğu gibi faşist katillere gün doğmuştu. Bahane hazırdı. “Kana kan, intikam” çığlıklarıyla Çorum’da da saldırılar başlamıştı. Buna resmi güçler de çanak tutmak için ellerinden geleni ardına koymuyordu. 28 Mayısta gençlerden oluşan gruplar Çorum’un en işlek caddelerini işgal ederek, solcu ve Alevi olarak bilinen insanların ev ve iş yerlerine saldırdılar. “Ya hep susturacağız ya kan kusturacağız” diye bağırarak çılgınca saldırıyorlardı. 28 Mayısı 29 Mayısa bağlayan gece ve gündüz olaylar artarak sürdü. Bu arada Çorum’a ulaşan tüm yollar silahlı faşist güçler tarafından kesilip kontrollere başlandı ve buna güvenlik güçleri adeta yardımcı oluyordu. Bu saldırılar Bahar Kitapevi ve Çorum Gazetesi’ne faşistlerin baskınıyla sürdü. Gazete ve kitapevi tahrip edilip yağmalandı. Yaralılar ve ölülerin olduğu söyleniyordu ama sayı belli değildi. Saldırı ve tehditler özellikle Alevi mahallelerine yöneltildiği için, Milönü semtinin giriş çıkışlarına savunma barikatları oluşturulmaya başlanmıştı. Bu arada Çorum Valisi Rafet Üçelli, askerden yardım isteyip sokağa çıkma yasağı ilan etti. Ancak askerin konuya el atması ve sokağa çıkma yasağına karşın olaylar sürdü çünkü sokağa çıkma yasağı faşistlere ve provokatörlere  uygulanmıyordu. Bu arada valinin,  İl Jandarma Komutanı Yarbay Vural Gürüdi’den Milönü barikatlarının kaldırılması isteğine komutanın, “kan dökülür” diye karşı çıktığı ve valiyle yaptığı tartışmada “gücün yetiyorsa sen kaldır” dediği bilinir. İşin ilginç yanı o kadar silahlı güç Milönü’de saldırmak için beklerken ve onlara bir şey yapılmazken barikatların kaldırılmaya kalkışılmasıdır. Yine bu barikatları yok etmek için başka yöntemler denenir. İçerisinde sivil polislerin olduğu 19 AN 709 plakalı kırmızı Reno barikatın zayıf bir yerinden Milönü’ye girer ve dört bir tarafı tarar. Böylece barikat arkasında panik yaratılır. Sonra bu plakanın bir traktöre ait olduğu anlaşılır ve saldırganlar yakalanamaz. Olayları yerinde incelemeye gelen parlamenterler saldırıya uğrar, saldıranlar yakalanmaz. Bütün bu olayların sorumlusu Milönü Barikatları olarak algılatılmaya ve barikatlar dağıtılırsa olayların da biteceği düşüncesi kabul ettirilmeye çalışılmaktadır.

Bu olaylar sürerken, iki polis cesedi bulunur. Bunlardan biri olan Abdurrahman Koçak arazide ölü bulunur. Diğeri Muzaffer Yeşilyurt’un ölümü ise ilginçtir.  Arkadaşı olan Mehmet Bektaş adlı polise göre “onlara kalabalık bir gurup saldırmış, çatışmada arkadaşı ölmüş, kendisini de linç etmeye kalkışmışlar ama eşi kurtarmıştır.” Görgü tanıklarına göre ise polis Muzaffer ilerici olarak bilinmektedir. Mehmet polis Milönü barikatlarını silah kullanarak kaldırmak için polis Muzaffer’i zorlamış ve bunu kabul etmeyince onu öldürmüştür. Halkın katil polisi linç etme girişimi yine halk tarafından engellemiştir. Böylece provokasyon amacına ulaşmış, Alevi ve komünistlerin cinayet işledikleri “kanıtlanmış” oluyordu. Onca görgü tanığının ifadesi bir yana itilerek,  polisin söylemleriyle devrimciler göz altına alınıp, tutuklanmıştır.

Bu arada olaylar sürerken, Amasya 15. Tugay  Komutanı Yarbay Şahabettin Esengül olaylara müdahale için Çorum’a gelir. Esengül’e de Milönü barikatlarının kaldırılması için baskılar yapılmaktadır. Ama insanlar can güvenliği sözü verilmeden barikatları terk etmeye niyetli olmadıkları için bu seçenek göze alınamaz. Şimdilerde o yılların tanıkları “keşke o barikatlar hiç terk edilmeseydi” diyerek geçmişin muhasebesini yapıyorlar. Sonunda İçişleri Bakan vekili Orhan Eren ve sonradan adı zihinlerimize iyice kazınacak olan Jandarma Genel Komutanı Sedat Celesun olayları sonlandırmak için Çorum’a gelirler. Tüm taraflarla toplantı düzenleyip, Milönü’ne tanklarla saldırıp barikatları kaldırmalarının gerektiğini anlatırlar. CHP milletvekili Ethem Eken, bu durumun riskli olacağını, böyle yapılırsa 14 milyonluk Alevi kesiminde infial yaşayacağını vurgulayarak ikna yöntemine gidilmesini ister. Halk o zamanlar polisten çok askere güveniyordu. Bu güven kullanılır, can güvenliği sözü verilip barikatların kaldırılması sağlanır. Vali ve emniyet müdürü görevlerinden alınıp, yerlerine Yüksel Çavuşoğlu Vali, Erdem Yurtsever’de Emniyet Müdürü olarak atanır. Bu arada siyasiler, General Şahabettin Esengül’e, Yarbay Vural Güride’nin görevden alınması ve Alevilere karşı Sünnilere daha toleranslı olması konusunda baskılar yaparlar. Sonunda İl Jandarma Komutanı Vural Güride görevden alınır. Böylece Çorum olaylarının ilk aşaması olan dört gün, ölümler ve yaralanmaların yanında tedirginlikler ve yağmalarla anılmak üzere kısmen de olsa durulur.

Haziran ayı daha büyük katliamın habercisi olarak tedirginlikler ve faşist saldırılarla sürer gider. Amaç Alevi ve devrimcilerden arındırarak,  Çorum’u faşistlerin kurtarılmış bölgesi yapmaktır. Demirel yine bildik edasıyla “bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz “gibi katliamı kışkırtan demeçler verirken; Ecevit ise “ bu hükümetin meşruiyeti bitmiştir, bunların ülke yönetecek olanakları kalmamıştır” gibi safsatalarla durumu idare ediyordu. Ama aklı selim kim olursa olsun vahametin boyutlarını seziyor, olayların önüne geçmeye çalışıyorlardı. Ne olup bittiğini anlamak için Çorum’a gitmek isteyen ilericiler, devrimciler kimliklerine bakılıp Çorumlu olmadıkları anlaşılınca geri gönderilirken, resmi-sivil koca araçlarla Çorum’a gelen silahlı militanlar görmezden geliniyorlardı. Artık durum o kadar ayyuka çıkmıştı ki AP Çorum il başkan yardımcısı Erol Şahin ve CHP il başkanı Cemal Solmaz, vali ve emniyet müdürüyle görüşüp, MHP’nin öncülüğünde büyük bir provokasyon oluşacağını dolayısıyla da önlem alınmasını isterler. Ama gözler kapanmış, kulaklar tıkanmıştır bir kere. Olayların önlenmesi için önerilen hiç bir eylem ciddiye alınmazken, kışkırtıcılar korunuyordu. Bu olayların tetiklenmesi için kullanılan 19 AT 535 plakalı Adnan Ezejder’e ait Murat 131 markalı yeşil araç alevi mahallelerine silahlı saldırılarda bulunuyor ama yakalanmıyordu. Sürekli gerici faşist güçler tarafından halkı isyana çağıran; “ Alevi ve Komünistlerin katli vaciptir” içerikli bildiriler dağıtılıyor, binaların çatılarına uzun namlulu silahlar yerleştiriliyor, yollar kontrol altına alınıyor ama bunlar engellenmek bir yana devlet güçleri tarafından yardımda sınır tanınmıyordu. Bu arada Yavru Turna, Bahçelievler ve SSK hastanesi civarında konumlanan yerli yabancı faşist güçler saldırıya aleniyet kazandırıyordu. SSK hastanesinin karargah haline getirilmesinin iki önemli yanı vardı: Devrimci ve Alevilerden gelen yaralıların tedavi edilmesi engellenecek, hatta öldürülecek, kendi yaralıları burada tedavi edilip, kendi hastaneleri konumuna dönüştürülecekti. Öyle de oldu. Bu arada ilin tüm iletişim bağları yok edilip telefon sistemleri susturuldu. Olayların farkına varan Milönü civarına sıkışan devrimciler ve Aleviler, geç kalmadan barikatlar oluşturmak için çaba sarf ederken, vali boş durmayıp verdiği emirle 100 den fazla Alevi ve devrimci genci göz altına aldırdı. Artık tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Katliama başlanabilirdi artık…

1 Temmuz 1980, Salıyı Çarşambaya bağlayan gece Çorum’un tüm giriş çıkışları faşist ve devlet güçler tarafından tutuldu. Yine “ya hep susturacağız, ya kan kusturacağız” çığlıklarıyla geceyi cehenneme çevirmeye başladılar. Çarşamba günü Çorum’un pazarıdır. Olaylardan haberi olmayan halk ürünlerini satabilmek için geceden kalkıp Çorum’a gelmiştir. Bunu bilen katiller köylülerin yolunu kesip, Alevi olanları ve sol görüşlüleri ayırıp işkencelerden geçirirler. Ürünleri yağmalanır,  canı bağışlananlar dehşet içinde ne yapacağını bilemezler. Saldırganların yüzleri kapalıdır ve güvenlik güçleri hiç müdahale etmez. Günün bilançosu, onlarca cinsel saldırı, işkence, onlarca yaralı ve dört ölü. Ayrıca 50 işyeri ve ev tahrip edilir. Ama nedense kimse yakalanamaz ve olaylardan aleviler sorumludur yine!

04 Temmuz 1980 kanlı Cuma. Nedense vali o gün sokağa çıkma yasağını kaldırır. Gerici faşist güçler Cuma namazı için tüm camilere dağılırlar. Camilerde Alevi ve solcuların katliama hazırlandıkları, camilerin yakılacağı söylemleri dolaştırılır. Bu söylemleri yapmak istemeyenler tehdit edilir ve  hatta tartaklanır. Namaz sonunda her camide “Alevi ve Komünistlerin Alaaddin Camisi’ne bomba atıp yaktığı ve bunun için Milönün’dekilere saldırılması” anonsu yapılınca, halk galeyana gelir ve çoğunluk Alaaddin Camisi’nin yanından geçerek Milönü’ye saldırmaya başlar. Ayrıca vali ve TRT rollerini eksiksiz yerine getirirler. Vali Alaaddin Camisine her hangi bir saldırı olmadığını bilmesine karşın saldırı yalanını doğrular söylemlerde bulunur. TRT ise sürekli anons yaparak, “Çorum’da Alaaddin Camisi’ne yapılan saldırı sonucu halkın galeyana geldiği ve olaylar çıktığı” doğrultusundaki kışkırtmalarını sürekli yineler. Polis telsizlerinden de bu yalan haber yayılmaktadır. O sırada oralarda görevli olan subaylar hayret ve dehşet içinde birbirlerine telsizlerinden “bu yalan haberi kim yayıyor, biz oradaydık öyle bir şey yok” diye söylemlerde bulunurlar. Ama bu yalanı yayan polis ve telsizi bulunamamıştır! Bu arada halk tekrar barikatları kurmaya çalışmıştır ama geç kalınmıştır. Saldırıya uğrayanların çoğu özellikle de kadınlar, saldırıları utandıkları için hiç bir zaman anlatamazlar. İnsanlar çıldırmıştır adeta. Fırınlara atılıp yakılan insanlar, işkenceyle öldürülenler, yaralı terk edilip ölenler. Günün bilançosu resmi rakamlara göre 17 ölü, yüzlerce yaralı ve yine resmi rakamlara göre Çorum katliamının tüm bilançosu 57 ölü, 200 civarı ağır yaralı, 300 ev ve işyeri tahrip…

Neyse ki, Çorum olayları sırasında mezhep ayrılıkları tüm körüklemelere karşın onların istediği düzeye ulaşamamıştır. Çünkü ölüm pahasına komşularını kurtarmaya çalışan Sünni kökenli insanlar da olmuştur. Özellikle başka şehirlerden gelen katillere, “ bunlar Alevi değil, Sünni” diye şahitlik edip can kurtaran insanlarda olmuştur. Bu da gösteriyor ki bu bir devlet organizasyonudur ama bu olaylar Aleviler ve Sünniler arasında güvensizlik tohumlarını yeniden yeşertmiştir. Bu günlerde Karakeçili, Üçtutlar mahallesinde Alevi evine rastlama şansınız ne kadar az ise; Milönü, Eti Evler civarında da Sünnilere rastlamak o oranda zordur. Bahçelievler gibi zengin muhitlerinde azda olsa iki halk beraber yaşıyor. Çarşılar bile değişmiştir adeta. Bu da Çorum halkının hak arayan, sömürüye karşı duran yapısını sönümleyip, güvensizlikleri aşılamıştır. Dün birlikte sınıf savaşımı veren insanlar bu günlerde bile güvensizliğin girdabında yaşamaktadır. Çünkü unutulması güç bir katliam yaşayan ve pervasızca hakaretlere uğrayan bir kesimin diğer kesime güveninin tesis edilmesi çok zordur.

Çorum cezaevinde yatanlar bilirler, Çorum olaylarından dolayı içeriye alınanların %80’i yine devrimci ve Alevilerdi. Diğer % 20 nin içinde ise katliamın failleri hiç yoktu. Çorum katliamının baş aktörleri olarak sunulanlar, camilerden kandırılıp getirilen zavallılardı. Onun için Çorum cezaevi yöneticileri bile  oradaki insanları sağcılar, solcular ve çapulcular diye adlandırıyorlardı. Çapulcular dedikleri Alaaddin Camisi yandı diye saldırmaları için kışkırtılan insanlardı. Bu zavallılar gaddar ve cani olmayı bir yana bırakın, yanlarına varıp “bakar mısınız?” dendiğinde hazır ola geçip “emredin “diyorlardı.”Milönü’ye saldırırken yanından geçtiğiniz Alaaddin Camisine gerçekten bomba atılıp yanmış mı diye niye bakmadınız?” deyince ağlayarak “aklımıza gelmedi, inandık işte” diyorlardı. Belki bu insanlar vahşice katliamlara da katılmışlardı ama canavarlığın sürü güdüsüyle olduğunu bize yaşam defalarca öğretti. Kim bilir bu insanlar şimdi neler yapıyorlardır? Zaten çoğu kısa sürede tahliye olup gittiler. Ama saldırıya uğrayıp mahallelerini savunanlar idamlara varan iddialarla uzun yıllar yargılandılar.

Bir de Alaaddin Camisi’nin imamı vardı. Korkudan büzülmüş, hırpani kılıklı bir zattı. İsminin cami yangını yalanına karışmadığını bilseniz acırdınız. Ona da” niye camiyi yaktılar diye anons ettin?” diye sorunca, kendi şivesiyle “ ben dimedim” diye ağlamaklı oluyordu. Kim bilir neyin karşılığında provokasyonlara alet olmuştur

Sonuç itibariyle 12 Eylül faşist darbesine dayanak hazırlamak ve halkların yan yana yaşamasını engellemek isteyen devlet başka birçok yerde olduğu gibi  Çorum’da da katliam yapmıştır. Bu katliamların sorumluları her defasında olduğu gibi aramızda dolaşıp yeni görevler yapmakta veya kirli görevler beklemektedir. Ta ki işçi sınıfı ve halk ayağa kalkıp bu ölüm makinesini, burjuva devleti paramparça edene dek….