2011-2019 Arası Seçimler ve Sonuçları Üzerine Değerlendirmeler

Komünist Hareket’in gerek seçimlere, gerek burjuva parlamentarizm ve parlamenter mücadeleye ilişkin görüşleri Söz ve Eylem’in ilk sayısından itibaren çeşitli vesilelerle ele alındı.

Yeniden özetlersek;

Birincisi; komünistler seçimleri ve parlamentoyu bir kurtuluş aracı olarak değil, bir mücadele alanı ve aracı olarak görür. Parlamenter yolla ya da barışçı yolla burjuva düzenin değişeceği gibi ham hayallere kapılmaz. Tersine, komünistlerin görevi işçi ve emekçilere parlamentonun gerçek işlevini göstermek, onların bu ham hayallerin arkasından gitmesini engellemektir. Bu anlamda parlamenter mücadeleye temel bir rol atfetmez; onu, burjuva devleti parçalayarak iktidarı almak için yürüttüğü parlamento dışı devrimci mücadeleye bağlı olarak ele alır.

İkincisi; komünistlerin parlamenter mücadele taktiğinin özünü parlamento kürsüsünün devrimin ideolojik, politik ve örgütsel hazırlığı için kullanılması oluşturur. Yani amaç parlamentoya girmek değil, o kürsüyü kullanarak başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halka seslenmek, işçi ve emekçileri burjuva düzene parangalayan parlamentonun gerçek işlevini halka anlatmaktır.

Üçüncüsü; komünistler seçimleri her zaman yürüttükleri faaliyetin -ajitasyon propaganda ve örgütlenme faaliyetinin- yoğunlaşma dönemi olarak görür. Bu anlamda boykotu, seçime katılmayı, işbirliğini, bir parti veya grubu desteklemeyi parlamenter mücadelenin somut biçimleri olarak ele alır. Parlamenter mücadele gibi bu mücadelenin biçimlerini de (boykot, katılma, destekleme) mutlaklaştırmaz. Ünlü Marksist yöntemin emrettiği gibi “somut durumun somut tahlili”nden hareket eder. Her seçimi, sınıf mücadelesinin o günkü somut durumu içinde ele alır ve taktiğini belirler.

Komünist hareket bu temel yaklaşımla 2011 ve 2015 seçimlerinde HDP’yi destekleme kararı aldı ve bu taktiğini şöyle gerekçelendirdi:

“Kürt Ulusal Mücadelesi’nin yarattığı siyasal istikrarsızlık bugün ekonomik krizden gelen bir istikrarsızlıkla daha da büyümektedir. Görünen, seçimle birlikte bu istikrarsızlığın daha da büyüyeceğidir. Burjuvaziyi telaşlandıran da budur. HDP’yi düzen içine yerleştirme gayretleri bu telaşın bir göstergesidir. HDP kurulduğundan bu yana adım adım buraya doğru yol alıyor. Siyasette kendisini Kürt sorununun “demokratik ve barışçı” çözümüne göre konumlayan HDP’nin, sorunun çözümünü bu çerçevede düzen içinde kalarak araması elbette Kürt siyasi hareketi ve Kürt halkının kendi sorunudur. Bu anlamda adalet, eşitlik ve demokrasi vurgusu, sorunun düzen içi çözümünde anahtar görevi görebilir. Ancak aynı anahtar sınıf sorununa kullanıldığında “toplumsal barışa” dönüşüyor. Haklı bir talep olan halklar arası barış, sınıflar arası barışla tamamlanıyor.

“Ancak HDP her ne kadar kendine düzen içinde bir yer arıyor olsa da, ideolojisini, stratejisini ve taktiğini buna göre belirlese de, henüz düzen tarafından kabullenilmiş değildir. Varlığının temel koşulu olan Kürt sorununun “demokratik çözümü” henüz yasal bir gerçeklik kazanamamıştır. Bu yüzden ideolojisi (demokratik toplum, demokratik devlet, demokratik ulus, toplumsal uzlaşma ve bunların bütününü anlatan radikal demokrasi) ve politikasıyla düzene doğru koşsa da, düzen içine yerleşememiştir ve geçmişte olduğu gibi bugün de bir siyasal istikrarsızlık odağı olmaya devam etmektedir.

“Hareketimizin aldığı Haziran 2015 seçiminde HDP’yi destekleme kararı, ne burjuva parlamentosunun kutsanmasıdır ne de HDP’nin bugünkü konumu ve izlediği politikanın desteklenmesidir. Bu karar komünist sorumluluğun gereği olarak Kürt halkının özgürlük mücadelesine verilmiş bir destektir ve mücadeleye çağrıdır.”

2015 Haziran seçiminden AKP hâlâ %41 gibi bir oy oranıyla birinci parti olarak çıkmış olsa da, aldığı oy miktarı ve oranında ciddi düşüşler oldu. 13 yıllık hükümet sürecinin en ağır yenilgisini aldı, tek başına hükümet etme olanağını kaybetti.

HDP, seçim süreci boyunca düzene kabul edilme adına büyük çabalar sarfetti. Seçim propagandasındaki bütün sivrilikleri törpüledi; toplumsal uzlaşma ve barış partisi olduğunu kanıtlamak için ne gerekiyorsa onu yaptı. HDP’nin bu tavrı önce burjuva medya, ardından da seçmen tarafından onaylandı. HDP, seçmenin gözünde, iddia ettiği gibi Türkiye partisi oldu. Ancak önüne konulan yeni barajlara, saldırı ve bombalamalara rağmen barajı aşarak önemli bir zafer kazanmış olsa da HDP’nin seçmen tarafından Türkiye partisi olarak kabul edilmesi, onun düzen tarafından da kabul edildiği anlamına gelmedi.

AKP’nin, HDP’nin baraji aşmasıyla, 7 Haziran’da tek başına iktidar olanağını kaybetmesi, Mart 2013’te başlatılan “çözüm” (tasfiye ve oyalama) sürecinin de sonu oldu. Bu süre içerisinde devlet Kürt Ulusal Hareketi’nin tasfiyesine yönelik önemli bir yol kastedemediyse de oyalama taktiğini başarıyla sürdürdü.

Erdoğan’ın Kasım’da seçimin yenileneceğini açıklamasıyla birlikte devletin hummalı operasyon hazırlıkları başladı. Erdoğan için seçim artık insanların sandıkta oy kullanma işlemi değildi, bir ölüm kalım savaşıydı. Ve bu “savaşı” kazanmak için göze alamayacağı hiçbir şey yoktu.

Askeri tedbirler genişletildi, sansür ve güvenlik yasaları bu dönemde yasalaştırıldı. Erdoğan bu savaşa elinin altından kaymakta olan iktidarını kurtarmanın aracı olarak sarıldı. Seçim öncesi HDP Diyarbakır mitinginde patlatılan bomba, seçim sonrası Suruç’ta 33 genç devrimcinin öldürülmesi savaşın ön hazırlıklarıydı.

7 Haziran’da Erdoğan’ın tek başına iktidar olmasını önleyen HDP idi. Saldırıların hedefi de HDP ve onu destekleyen Kürt halkı oldu. Sonuç biliniyor, 2015 Kasım seçimleri ile AKP, devlet terörüyle, oturduğu eğik düzlemdeki aşağıya doğru kayışını, yeniden tek başına iktidar olanağını elde ederek geçici olarak durdurdu.

AKP-Erdoğan, devlet terörü ve yalan ve rüşvete dayalı kitle mobilizasyonuyla Kasım seçimlerini kazanmış olsa da kapitalizmin içinde debelendiği ekonomik ve siyasi kriz derinleşerek sürdü. Kürt halkına yönelik çok yönlü saldırı bir imha savaşına dönüştürüldü.

TC Hava Kuvvetleri Komutanı’nın “orta derecede bir savaş” olarak nitelendirdiği savaşın hedefi her zamanki gibi Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesiydi. Devletin Kürt halkına ve Kürt Ulusal Hareketi’ne yönelik saldırıları, Kürtlerin Rojova’da elde ettiği statünün etkisiyle daha da kapsamlı hale geldi. Ankara’da barış mitingi bombalanarak “İnadına Barış” haykıran omlarca barış yanlısı öldürüldü, yüzlercesi yaralandı. Kuzey Suriye’de Kürt Ulusal Hareketi’nin elde ettiği başarı devlette paniğe yol açtı. Panik korkuyu, korku paniği büyüttü. Ve panik zincirlerinden boşalan bir devlet terörüne dönüştü. Özel terör timleri ordu ve polisin yanında devreye sokuldu, yetmedi kana susamış eski mafya bozuntuları devreye sokuldu. Evler kurşunlandı, evler yakıldı. Çocuklar, yaşlılar keskin nişancıların kurşunlarına hedef oldu. Yetmedi, ölüler çırılçıplak soyulup teşhir edildi, araçların arkasından sürüklendi.

Erdoğan’ın 2015 Kasım’da devlet terörü ile elde ettiği “seçim zaferi” burjuvazinin yönetememezlik krizini hafifletmeye yetmedi. Kapitalist dünyadaki gelişmeler: ticaret – kur savaşları, silahlanma yarışı ve savaş hazırlıkları, içerde derinleşen ekonomik ve siyasi kriz yönetememezlik krizini daha da büyüttü. Nisan 2017 Anayasa Referandumu bu koşullarda Türkiye burjuvazisinin gündemine girdi.

Amaç, 2016 Temmuz darbesiyle ortaya çıkan fiili duruma anayasal bir kılıf geçirerek yönetememezlik krizine bir çözüm bulmaktı. 16 Nisan 2017’de yapılan Anayasa Referandumu baskı ve hile ile geçirildi. Bu yeni anayasa ile zaten fiili olarak işlevsiz olan burjuva temsili kurumlar resmi olarak da işlevsizleştirildi. Hızlı karar alma mekanizmaları ve burjuvazinin olası hükümet krizleri bir çözüme bağlandı. Referandumu AKP ve Erdoğan tarafından gündeme sokulması ve Erdoğan’ın bu yeni anayasayı kendi başkanlığı için kullanacak olması, seçmen için yandaş ve karşı olma biçiminde bir manipülasyonu beslese de bu, yapılan değişikliğin burjuvazinin ihtiyacına bir yanıt olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Cumhurbaşkanına olağanüstü yetkiler tanıyan, parlamentoyu devre dışı bırakan anayasa seçmene zor ve hileyle kabul ettirildi. Seçim sonuçlarının şaibeli olduğunu iddia eden burjuva partiler zor ve hileyle kabul edilen referandum sonuçlarını devletin bekası adına sessizlikle geçiştirdi.

Bu süre içinde “demokrasi havarisi” emperyalist devletler, devletin Kürtlere karşı yürüttüğü kanlı operasyonlara, muhaliflere uygulanan baskılara, tutuklamalara, devletin yeniden dizaynını öngören hileli referanduma açık destek verdi. Başka türlüsü de olamazdı.

Türk burjuvazisi, referandumda elde ettiği sonuç ve emperyalist devletlerden aldığı destekle bir yandan Kürt halkına karşı kanlı operasyonları sürdürürken, öte yandan Suriye’nin kuzeydoğusunda işgal hareketini başlattı. ABD ve Rusya arasındaki çelişki ve çatışmalara dayalı mekik diplomasisiyle önce El-bab, ardından Afrin işgal edildi.

ABD’nin Ortadoğu’da, özellikle İran’ı hedef alan yeni hamleleri, ABD, Fransa ve İngiltere arasında kurulan ittifakın, Suudi Arabistan, İsrail, Mısır, BAE’yi kapsayacak biçimde genişletilmesi Türkiye’nin bugüne kadar başarıyla izlediği mekik diplomasisinin sonunun geldiğini gösteriyor. Son dönemde, Türkiye-ABD arasında hızlanan görüşme trafiği de bunu doğruluyor.

Sürecin bir başka boyutunu ise, Türk kapitalizminin içinde debelendiği ekonomik kriz oluşturuyor.

Uzun bir süre Türk kapitalizmine lokomotif görevi gören inşaat sektörü ciddi bir kriz içinde. Bir yandan konut ve altyapı yatırımları tam hız artarken öte yandan konut stoku büyüyor. Altyapı yatırımları kredi bulma zorluğuyla karşı karşıya.

AKP iktidarı döneminde, devletin desteği ve iktidar partisi ortaklığıyla olağanüstü ölçüde büyüyen inşaat firmaları, şimdi iç ve dış borçların yeniden yapılandırılması talebiyle devletin kapısında sıralanmış durumda.

Döviz kurlarında son dönemdeki hareketlenme, hem devletin kefil olduğu borç yükünü, hem de cari açığı büyütüyor. Dolarda her bir kuruşluk artış Türkiye’ye 1 milyar dolara mal oluyor. Kısır bir döngü içinde devlet zamanı gelmiş dış borçlarını ödemek için yeniden dış borç bulmak zorunda. Bu da faizlerin hızla yukarı çıkmasına yol açıyor. Krediler geri dönmüyor, enflasyonla birlikte işsizlik de artıyor.

Birbiri ardından gelen seçimler ve Suriye’deki işgal girişimleri ile bozulan bütçe disiplini IMF’yi harekete geçirmiş durumda. Hükümet IMF ile gizli görüşmelere başladı bile.

Derinleşen ekonomik kriz işçi ve emekçilere artan zamlar, vergiler, işsizlik ve yoksulluk olarak yansıyor. Ekonomik zorluklar, mevcut siyasal kamplaşmayı daha da büyütüyor. İşçi sınıfının başında demoklesin kılıcı olarak sallanan işsizlik, sınıf içinde ataleti büyütse de toplumsal kaynaşma hızla “artık yeter!” noktasına doğru yol alıyor.

Toplumu Erdoğan yanlısı ve karşıtı olarak bölen ve karşı karşıya getiren referandumun gerçek sonucu, burjuvazide dipten gelen dalga endişesini büyütmüştür. Sadece işçi ve emekçileri değil, orta gelir grubundakileri de etkisine alan kriz, bu endişeyi daha da büyütmektedir.

Burjuvazi, referandumda çıkan hayırı evete dönüştürse ve diğer burjuva partilerin katkısıyla bu sonucu teyit ettirmiş olsa da, referandum sırasında toplumdaki evet- hayır bölünmesini ortadan kaldıramadı, referandum halkın çoğunluğunun bilincinde şaibeli olarak kaldı.

Kısaca, adına ne denirse densin (baskın, korsan vb.) erken seçim, burjuvazinin içinde debelendiği durumun, yönetemezliğinin bir göstergesidir. Yönetemezlik sadece dış politikadaki açmazlar ve krizin derinleşmesiyle bağlantılı değildir. 2017 Anayasa Referandumu’nun ortaya çıkardığı sonuç (sonucu hayır olan referandumun hileyle evete dönüştürülmesi) yönetemezliğin siyasal yönüdür.

Erken seçim kararının ardındaki temel saik bu endişedir. Anayasayı meşrulaştırarak sisteme nefes aldıracak olan erken seçimi AKP kendi iktidarını korumak için baskın seçime dönüştürmüştür.

Türkinin içinde debelendiği bu iç ve uluslararası koşullarda baskın seçim en başta, mevcut fiili durumu resmileştirmek ve referandum üzerindeki gölgeyi ortadan kaldırmak için gündeme getirildi.

Şüphesiz komünistler için hiçbir burjuva anayasa burjuvazinin diktatörlüğünün yasaya dökülmüş biçimi olduğu için meşru değildir. Ancak 2016 Anayasa Referandumu sadece komünistler için değil, referandumda hayır oyu kullanan halkın çoğunluğu için de meşru değildi. Şimdi yapılmak istenen ise seçim adı altında halkın reddettiği anayasanın halka onaylatılarak meşrulaştırılmasıdır.

Bugünkü seçimin dayandığı anayasa, Cumhurbaşkanlığına olağanüstü yetkiler tanıyarak mevcut olağanüstü hali olağanlaştırıyor. Zaten devletin burjuva niteliğini örten bir paravan olan parlamentoyu hiçleştiriyor. Ancak bunlardan hareketle eski ve yeni anayasa arasında bir kıyaslama yaparak bir yargıda bulunmayı doğru bulmuyoruz. Bize göre “en demokratik burjuva anayasası” bile egemen sınıfın burjuvazinin iktidarını garanti altına alınmasıdır. Yani egemen sınıfın iradesinin yasa biçimine dönüştürülmesidir. Bu bakımdan “en demokratik” olanıyla olmayanı arasındaki fark sadece biçimsel bir farktır ve bu biçimsellik doğrudan sınıf mücadelesinin düzeyi ile bağlantılıdır. Ve bu biçimsel varoluş burjuvazi için her şeyin yolunda gittiği dönemlerde sınırlıdır. Sınıf mücadelesinin kesinleştiği kriz ve savaşın gündemde olduğu bugünkü koşullarda hiçbir burjuva iktidar bu biçimselliğe bağlı kalmıyor, kalmaz. Bugün bütün burjuva iktidarların genel yönelimi bu yöndedir.

Bizim üzerinde ısrarla durduğumuz nokta seçmenin hayır oyuyla reddettiği anayasanın seçim adı altında yeniden seçmene onaylatılmasıdır. Her ne kadar anayasa referandumundaki hayır oyları doğrudan kapitalizme bir karşıtlık içermese de yaşamın kitlelerde biriktirdiği öfkenin dışavurumuydu. Şimdi bu öfke seçim yoluyla ve bir dizi manipülasyonla absorbe ediliyor. Bu manipülasyon, anayasa değişiminin sistemin bir ihtiyacı değil de Erdoğan’ın bir ihtiyacı olduğu yalanına dayanıyor. Erdoğan kaybederse kaos çıkacağını; karşı cephe ise, Erdoğan’ın gidişinin köklü bir değişim olacağını, demokrasiye geri dönüleceğini, adalet mekanizmasının adil işleyeceğini, özgürlüklerin genişleyeceğini ve Olağanüstü Hal’in kalkacağını söylüyor. Seçmenin boş vaat ve yalanlarla sandığa çekilmesi her iki burjuva cephenin ortak paydasını oluşturuyor.

Burjuvazinin açıl ihtiyacı olarak gündeme gelen  baskın seçimi Erdoğan kendi iktidarının güçlendirmek için kullanmasında şaşılacak bir şey yok.  Bunun için alel acele bir dizi yasa çıkartıldı. Seçim tarihi İYİ Parti’nin seçime sokulmamasına göre belirlendi,  ittifak yasasıyla MHP ve BBP’yi AKP etrafında birleştirdi.

CHP’nin 15 milletvekili vererek İYİ Parti’ye seçime katılmasının yolunun açılması “sıfır baraj” sistemiyle diğer burjuva partileri AKP karşıtı cephede birleştirmesi, AKP’nin seçim hamlesine karşı başarılı bir hamle olarak görülse de, bu gerçekte burjuvazinin başarısıdır. Çünkü bu yolla burjuvazi, tüm partilerin seçime katılmasını sağlayarak, referandumdaki hayırı evete dönüştürerek anayasanın meşrulaşmasında geniş bir mutabakat sağlamıştır.

Erken seçim ilanının ardından yaşanan bu gelişmeler, daha seçim yapılmadan burjuvazinin istediği sonucu –anayasanın meşrulaştırılması, OHAL’in olağanlaştırılması- elde ettiğini göstermektedir. Seçimin sonucu nasıl olursa olsun; ister Erdoğan kazansın isterse başka biri, somut gerçek budur.

Bu somut durum seçime katılan partilerin nitelikleri üzerinden bir değerlendirme yapma ve tavır belirlemeyi anlamsızlaştırmaktadır. Çünkü karşı karşıya olduğumuz seçim sıradan bir başkanlık ve parlamento seçimi değildir.

Seçmenin oylarıyla reddettiği; tek başına bir partinin hükümet kurma-kuramama zorluklarını ortadan kaldırarak hükümet kurmayı cumhurbaşkanının inisiyatifine bırakan, kanun hükmünde kararname yetkisi veren, parlamentoyu bütün yetkilerini gasp ederek devre dışı bırakan, meşru olmayan bir anayasanın seçmen oyuyla meşrulaştırılmasıdır.

Bütün bu gerçekler seçimi Erdoğan ya da başka bir adayın kazanmasının işçi sınıfı ve emekçiler açısından bir değişime işaret etmediğini gösteriyor. Çünkü bugünkü ekonomik ve siyasal tablo içinde burjuvazinin işçilere ve emekçilere verebileceği hiçbir taviz yok. Erdoğan’ın seçimi kaybetmesi ihtimali ise burjuvazi için bir kayıp değil, her ne kadar kitlelerde bir zafer duygusu yaratarak, hareketlenmeyi artıracak olsa da, sisteme nefes aldıracak bir kazançtır.

Yukarda da belirtildiği gibi, seçimlere yaklaşımlarını yığınlarda oluşan parlamenter önyargıları dağıtmak için üzerine kuran  komünistler sınıf mücadelesinin somut durumunu dikkate alarak her seçimi kendi koşulları içinde ele alarak tavır belirlerler. Bu yaklaşımla her koşulda seçimleri boykot eden anarşistlerden olduğu kadar, parlamentarizme bel bağlayan reformistlerden de ayrılırlar.

Komünist harekette boykot taktiği genellikle sınıf mücadelesinin yükseldiği, devrimci durumun olgunlaştığı koşullarda, burjuvazinin sınıf bilincini bulanıklaştırmak için başvurduğu taktiğe yönelik olarak başvurulan bir hamledir. Bugün sınıf mücadelesinin bir yükselme trendinde olduğu söylenemez. Sınıf; içindeki hareketlenmeye karşın, ideolojik ve örgütsel gerilik ve dağınıklık içinde, üstelik sınıf hareketi ona  yön verecek devrimci merkezden de yoksundur.

OHAL koşullarında, yapılan seçimin baskı, saldırı ve hilelere sahne olacağı da bir sır değil. Bütün bunlar seçimle ilgili değerlendirmede dikkate alınması gereken unsurlardır.

Ancak bugün karşı karşıya olduğumuz seçim alışılmış türden bir seçim değildir.

Seçmenin hangi partiye oy vereceği ve kimi seçeceği seçimin gerçek karakterini örten tali bir sorundur. Seçime gerçek karakterini veren, seçmenin oylarıyla reddettiği, hile ile kabul edildiği ilan edilen, anayasanın meşrulaştırılmasıdır. Bunun için bütün burjuva partiler seçimi kullanarak daha geniş kitleleri anayasanın meşrulaştırılmasına katmak için var gücüyle çalışıyor.

Seçime katılımı artırmak için yalan vaatlerin ardı arkası kesilmiyor. Bu yalan vaatlerin en tipiklerinden biri de Erdoğan’ın kaybetmesi durumunda yeniden parlamenter sisteme dönüleceği yalanıdır.

İşçiler ve emekçiler bütün bu yalan vaatlerin gerçek karakterini yaşayarak biliyorlar. 12 Eylül askeri darbesinden sonra burjuva partilerin her biri iktidara geldiklerinde seçim yasasını değiştireceklerini, seçim barajı ve anayasadaki antidemokratik maddeleri vb. kaldıracaklarını ilan etmediler mi?

Aradan geçen 38 yıla rağmen bu yasalar yerli yerinde duruyor. Bugünkü vaatlerin kaderi de bundan farklı olmayacaktır. Meşru olmayan anayasa meşrulaştırılacak ve aynen korunacaktır. Olağanüstü halin kalkacağını, parlamenter sisteme dönüleceğini vaat edenler iktidara geldiklerinde olağanlaşan olağanüstü hal’le yönetmeye devam edeceklerdir.

Ağır bir ekonomik ve siyasi kriz içerisinde debelenen burjuvazinin işçi sınıfına emekçilere, Kürt halkına vaat edeceği işsizlik, ağır çalışma koşulları, yoğunlaşmış bir sömürü, yoksulluk, baskı ve zulümden başka hiçbir şey yoktur.

Son 10 yılda işçi sınıfının, emekçilerin, Kürt halkının karşı karşıya kaldığı durum budur. Seçimin hemen ardından işçi ve emekçilerin benzer ve daha ağır bir tablola ile karşı karşıya kalması bu ekonomik ve siyasal koşulların kaçınılmaz bir sonucu olacaktır. Bu koşullarda işçi sınıfı ve emekçiler bu saldırının karşısında ancak örgütlenerek durabilirler.

Komünistlerin görevi bütün bu çıplak gerçekleri işçi sınıfına, emekçilere ve Kürt halkına anlatmaktır. Seçimi bu hedef için kullanmaktır.

Seçimlere bir parti ya da aday göstererek katılınabileceğine ilişkin algı işçi sınıfını ve emekçileri burjuva parlamentarizmine mahkum eden burjuva propagandanın bir ürünüdür. Aday göstermek, bir partiye ya da adaya işaret etmek seçim sathını kullanmanın tek yolu değildir.

Aday göstermeden, bir parti ya da adaya işaret etmeden de seçmen duyarlılığına hitap etmek mümkündür. Seçim ortamı kitlelerdeki duyarlılığı artırarak, komünistlere işçi sınıfının en geri kesimlerine bile ulaşabilme olanağını sunuyor. Bu olanağı kullanmak, işçi sınıfının öncü kesimlerine ulaşmak ve bu kesimleri işçi sınıfının öncüsü olarak örgütlemek komünistlerin önündeki başlıca görevdir.

Hayalci değiliz, seçmenin Erdoğan ve karşıtı olarak kutuplaştırıldığı, oy kullanmanın buna indirgendiği bugünkü koşullarda söylenecek sözün, gösterilecek çabanın seçmen üzerinde ciddi bir etkisinin olmayacağını biliyoruz. Ama söylenen hiçbir söz, girişilen hiçbir çaba boşa gitmeyecektir!

Yeter ki sözümüzü burjuvazinin oyunlarını bozarak, işçi sınıfına emekçilere devrimci alternatifin ne olması gerektiğini anlatmak için sakınmadan söyleyelim ve işçi sınıfının en geniş kesimlerine ulaşabilmek için çaba sarf edelim.

 

Sosyalistler ve 24 Haziran Seçimi

Sosyalist parti ve gruplar seçim tarihinin açıklanmasından sonra kendi tavırlarını ayrıntılı açıklamalarla ortaya koydular. Sayısal küçük bir kısım boykotu savunurken, bir kısmı sandık başına gitmeyeceğini, diğer bir kısmı bağımsız adaylarla katılacağını, büyük bir çoğunluğu ise HDP’yi destekleyeceğini açıkladı. Açıklamalardan bazı parti ve grupların tek bir aday etrafında seçime katılmak için bir araya geldiği ama bunun gerçekleştirilemediği anlaşılıyor. Sosyalist hareket içinde ideolojik ve politik yaklaşım farklılıkları dikkate alındığında tavırlarını bu farklılığı anlaşılabilir.

Söz ve Eylem’in bugünkü seçimlere ilişkin tavrı sosyalist harekette alışılmış taktik biçimlerinden önemli farklılık gösteriyor. Sosyalist hareketler bugüne kadar seçim taktiklerini ya aday göstererek ya bir adaya işaret ederek ya da boykotu savunarak ortaya koydular. Bunun dışında, örneğin bir adaya ya da partiye işaret etmeden seçim sathını kullanmayı tavırsızlık olarak nitelendirdiler. Seçimlerde aday göstererek, adayların desteklenmesini açıklayarak katılmak nasıl mümkünse, bir parti ve adaya işaret etmeden katılmak da o ölçüde mümkündür. Seçimlere bir parti ve adayı işaret etmeden katılınılamayacağını, bunun tavırsızlık, pasifizm vb. olduğunu vazetmek su katılmamış bir parlamentarizmdir. Komünistler elbette parti ya da bağımsız adaylarla seçimlere katılırlar, parlamentoya da girerler, ancak komünistlerin seçime katılmadaki temel hareket noktası burjuva sistemi ve onun bir aracı olan parlamentoyu kutsamak değil deşifre etmektedir. Okuyuculara ne kadar yabancı gelirse gelsin bizim söylediğimiz seçim sathının, etkisi olup olmadığından bağımsız olarak, ajitasyon – propaganda için kullanılmasıdır. İşçi sınıfına emekçilere gerçeklerin anlatılmasıdır.

Seçimleri boykot eden ya da kendi adaylarıyla katılan sosyalist grup ve partileri bir kenara bırakırsak, sosyalist hareketin sayısal çoğunluğunun ana paydasını HDP’nin desteklenmesi oluşturuyor. Ama önce şunu belirtelim ki Söz ve Eylem’in seçimlerde hiçbir partiyi ya da adaya işaret etmeden seçimin gerçek niteliğini ve seçim sonrası işçi sınıfını emekçileri neyi beklediğini açıklama biçimindeki tavrı, özel olarak HDP’ye karşı bir tutum alındığı anlamına gelmiyor. Bu noktadan hareketle HDP ile diğer burjuva partiler arasında hiçbir fark görmediğimizi söylemek bizim taktiğimizin özünü çarpıtmaya dayanır. Daha önce de belirttiğimiz gibi seçime hangi partinin katıldığı seçimin gerçek niteliğini öten tali bir sorundur. Esas olan seçimlerde burjuvazinin kazanmak istediği şeydir, seçmenin çoğunluğunun reddettiği anayasanın seçmene onaylatılması, Olağanüstü Hal’in olağanlaştırılmasıdır.

HDP’yi destekleyen parti ve grupların, farklı da olsa, gerekçelerini iki başlık altında toplamak mümkündür. Bu gerekçelerden birincisi HDP’nin meclise girerek burjuva sistemi istikrarsızlaştıracağıdır. HDP’nin meclise girmesiyle burjuva sistem istikrarsızlaşması arasındaki ilişkiye yaşayarak tanık olduk. Ancak bugün bu durumun ne ölçüde gerçeği yansıttığı tartışmalıdır. HDP mecliste olduğu dönem içerisinde Kürt Ulusal Hareketi’nin güçlenmesine ve Türkiye işçi ve emekçilerin Kürt sorununu kavramasında önemli katkıları oldu. Ayrıca HDP Türkiye’de burjuva parlamentosunun gerçek niteliğini kavranmasında, HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması, birçok vekilin vekilliğinin düşürülmesi, HDPli belediyelerin kayyuma devredilmesi ve bütün bunların parlamentoda burjuva partilerin ortak girişimiyle gerçekleşmesi, işçi ve emekçilerde seçimlere, burjuva parlamentosuna, devletin özelliklerine ilişkin bönce inançların yıkılmasında önemli bir rol oynadığı inkar edilemez. Ve biz milyonlarca makaleden, ajitasyon ve propaganda metninden milyonlarca kez daha etkili olan bu sonucu önemsiyoruz.

Ama aynı HDP “Bizler Meclise” sloganı altında parlamentonun, “halkların”, “ezilenlerin”, ötekilerin” sorunlarını çözüme ulaştırılabilecek bir kurum olduğu imajını güçlendirilmesinde katkıda bulunmuştur.

HDP Türkiye partisi olma sloganıyla girdiği yolda Türkiyelileştiği ölçüde Kürt sorunundan da uzaklaşmıştır. Son seçim bildirisinde yer alan aşağıdaki talepler HDP’nin bu yolda nereden nereye geldiğini göstermektedir.

“HDP, … Kültür, dil ve kimlik gibi taleplerin anayasal çerçevede çözümünü savunur ve farklı kimlikleri reddeden, onları yok sayıp bastıran tekçi anlayışı ortadan kaldırmak için mücadele eder. Tarihten günümüze kadar devam eden Kürt sorunu bir statü sorunudur. Kürtlerin statü talebi bölücülük değil, toplumsal barış ve ortak yaşam için gerekli ve kaçınılmazdır.”

“…Yerel ve yerinden yönetim talebi bu anlamda sorunu çözecek temel ve başat taleplerden biridir. … Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı da bu ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır. Partimiz Türkiye’nin 1992 yılında imzaladığı bu şartın çekincelerini de ortadan kaldırılarak hayata geçirilmesini savunmaktadır.”

Bu sözleri geçmişte sosyalist hareketlerden birileri şöylemiş olsaydı, eminiz ki o hareket UKKTH’nin düşmanı olarak adlandırılırdı.

İkinci gerekçe HDP’nin barajı geçememesi halinde AKP’nin meclis çoğunluğunu elinde tutacağıdır. Bu akıl yürütme biçimi burjuvaziyi AKP, AKP’yi devlet olarak görmeye dayanıyor ve AKP’nin seçimi kaybetmesini “demokrasinin” kazanılması olarak ele alıyor.

Bir başka savunu biçimi ise bizim öteden beri oportünizmin incir yaprağı olarak nitelendirdiğimiz, şu ünlü burjuvazinin iç çelişkilerinden yararlanma masalıdır. Burjuvazinin iç çelişkilerinden yararlanmak için birincisi, burjuvazinin bütün kesimlerinden bağımsız bir örgütlenme ve politikayla, ikincisi bu örgütlenmeyi ve politikayı sınıf içinde bir güç haline getirmekle olanaklıdır. Bunlar olmadan burjuvazinin iç çelişkilerinden yararlanma, burjuvazinin kuyruğuna takılmayı gizlemekten  başka bir anlam taşımaz.

Bu noktada tuhaf ve sorunlu olan HDP’nin desteklenmesi değil, bu desteğin bunlar ve benzeri gerekçelere dayandırılarak açıklanmasıdır. Kendisini sosyalist, komünist, işçi partisi vb. ön eklerle tanımlayan grup ve partilerin kendi taktiklerini HDP’nin seçime katılması üzerinden belirlemiş olmalarıdır. Bu durumda insan HDP’nin seçime katılmaması halinde taktiklerinin ne olacağı sorusunu sormadan edemiyor.

Ve Sonuçlar

Erdoğan seçim hazırlıklarına seçim tarihi açıklanmadan çok daha önce başladı. 7 Temmuz 2015 seçimlerinde izlediği yolu izledi, savaş aygıtını devreye soktu ve Dişteki önü çıkartarak seçmen kitlesini konsolide etmeye çalıştı. Bunda da, milliyetçilik ve şovenizmi köpürterek, istikrarın bozulacağı korkusunu büyüterek  başarılı oldu.

ABD, AB ve Rusya’nın desteği ile Afrin’i işgal etti, İran’a müdahale hazırlanan ABD ile anlaşarak PYD nin Menbiç ve Şengal’den çekilmesini sağladı. Kürt ulusal hareketine yönelik askeri faaliyeti seçim gününe   kadar canlı tuttu. Bir yandan Türkiye’nin içinde debelendiği ekonomik ve siyasal krizin uluslararası sermayenin bir olduğunu olduğunu işlerken, diğer yandan da Londra’da uluslararası Finans kuruluşları ile seçim sonrası ekonomik ve politik destek için anlaşmalar imzaladı. Böylece ulusal ve uluslararası sermayenin desteğini arkasına aldı. Kimi “sosyalist” çevrelerin TÜSİAD’in olağanüstü Hal’ın kaldırılmasına yönelik açıklamalarını sermayenin bir kesiminin AKP ve Erdoğan desteğini çekmesi olarak yorumlasa da  gerçekte TUSİAD’in bu açıklaması seçimin kimin kazanacağından bağımsız olarak olacak olanın dile getirilmesiydi. Çünkü seçimin bizzat kendisinin önemli hedeflerinden biri olağanüstü Hal’ın olağanlaştırılmasıydı.

Seçimin sonuçlarıyla ilgili her şey seçim öncesinde seçmen çoğunluğunun  reddettiği, hile ile kabul edildiği açıklanan anayasada mevcuttu. Anayasa ile adaletsiz bir seçim süreci, seçim hileleri, zorbalıklar, muhaliflere, özellikle HDP’ye yönelik baskı, saldırı ve tutuklamalar vb. kısaca devletin bütün kurumlarıyla Erdoğan’ın yanında yer alacağı garanti altına alınmıştı.

Seçimden önce Kürtlere karşı yürütülen operasyonlar, Suriye’deki işgal hamleleri ve er doğanın emir erliğini üstlenerek  sürece dahil olan ordu oy kullanma süresi boyunca üstlendiği görevi sürdürdü. Kürt halkının imha  ve susturmaya adammış savaş aygıtı bu kez , özellikle Kürt coğrafyasında, sandıkları denetim altına aldı. Usulsüzlükler, zorbalıklar, seçim öncesi çıkartılan yasalarla zaten yasal bir kılıfa oturtulmuştur. Geride kalan ise Manipülasyon ve hile ile denetim altına alınan sandıklardan oyların nasıl çıkacağıydı. Bu görevi de  Anadolu Ajansı ve bilgisayarlar üstlendi.

Erdoğan’ın seçim sürecinde daha önceki seçimlerdeki gibi agresif bir seçim propagandası yürütmemesi, muhalefet tarafından AKP’nin zaafı olarak görülerek beklentiler yükseltildi. 24 Haziran akşamı seçim sonuçlarını açıklanmaya başlamasıyla birlikte bütün beklentiler ve yanılsamalar da dağılmaya başladı

24 Haziran akşamı CHP yöneticilerinin Anadolu Ajansı manipülasyonları gösterdiği tepkiden yaklaşık bir saat sonra devlet destekli silahlı AKP militanları sokakları işgal etti. 2. turda muhalefetin muhtemel adayı Muharrem İnce CHP geleneğine bağlı kalarak devletin bekası adına açıklama yaptı, seçimi öncesi vaatlerini hiçleştirerek Erdoğan’ın kazandığını açıkladı. Seçim öncesi seçmenden sandıklara sahip çıkılmasını isteyen muhalefet partileri ve sivil toplum örgütleri (örneğin “Oy ve Ötesi”) seçim sırasında bırakalım sandığa sahip çıkmayı, devletin kayığına binerek  yapılan hileleri bile görmemezlikten geldiler.   Numan Kurtulmuş Seçimden önce yaptığı “Herkes şimdiden seçim sonuçlarını kabul edip, seçim sonuçları ne şekilde tecelli ederse etsin milletin tercihini saygıyla karşılamak mecburiyetindedir. Yani milletin tercihinin üzerine söz söylemek kimsenin hakkı olmamalıdır, kimsenin haddi olmamalıdır. Seçim sonrasında ortaya çıkabilecek olan kendilerince olumsuz bir tabloyu hiç kimse şimdiden, peşinen seçimleri mahkûm ederek yorumlamaya kalkmasın” açıklaması gerçeklik kazandı Her şey, hem hileyi hem de tehdidi içeren bu açıklama uygun olarak gelişti. Muhalefet seçimi Erdoğan’ın kazandığını  daha sandıkların açılması tamamlanmadan kabul etti.

Erdoğan ve AKP’ye seçim zaferi sunan bütün partilerin seçim sonrası seçimden kazançlı çıktıklarını açıklaması, şaşırtıcı gibi görünse de bir gerçeğin altının çizilmesiydi. O da seçmenin reddettiği anayasanın seçim yoluyla seçmene onaylatılmasıydı. Bu da burjuvazinin istediği sonucu elde etiğini, muhalefet ve iktidar partilerini düzenin bekası noktasında birleştiğinin teyidiydi.. Binbir  vaatle seçmeni sandığa çekmeyi başaran muhalefet partileri seçim sonrası teselliyi seçime katılma oranı ve AKP’nin düşen oyalarını bulurken HDP’lileri ise, barajı aşmanın, parlamenter olmaktan çıkan, parlamentoya girmenin sevincini kutladı.

Seçimde seçmenin sandığa taşınması ve  devletin yeniden dizaynına olanak sağlayan  anayasanın meşrulaştırılması kaybeden ve kazananları birleştirirken, sonuçların açıklanmasından sonra muhaliflerin adil olmayan koşullara, hileye usulsüzlükleri dilendirmesi tam bir pişkinlik örneğidir. Olağanüstü Hal koşullarında gerçekleşen seçimin adil olmayacağı ve her türlü hileye açık olacağı önceden belli olduğu halde bu koşullara dayanarak seçimleri eleştirel partilerin seçimlere nasıl, neden katıldıkları ise cevap bekleyen soruların başında geliyor.

 

Sonuçlar ve Sosyalist Hareket

Sosyalist hareketin (burada kastedilen CHP mitinglerine katılan ve HDP ye destek veren Sosyalist Parti ve gruplardır) durumuna girmeden önce HDP ile ilgili bazı noktaların altını çizmek gerekiyor. Seçim öncesi ve süresinde bütün baskı, saldırı ve tutuklamalara rağmen HDP’nin oy oranını büyük ölçüde kurulmuş olması önemlidir. Bu en azından Kürt halkının Türkiye Partisi olma yolunda ilerleyen HDP de ki değişime rağmen Kürt halkının direncini koruduğunu gösteriyor. HDP’nin barajı aşması bir başarı olarak görülse de  bunun işlevleri tamamen elinden alınmış bir parlamentoda anlamlı bir gelişme olarak nitelendirmek mümkün gözükmüyor. HDP nin daha önceki parlamento deneyimi bu yargıyı destekliyor. Aldığı oy oranı önemli olsa da bunu HDP’nin izlediği politika için söylemek mümkün değildir. Politikasını Kürt sorununun çözümü noktasında düzenin kabul edebileceği sınırlara çekmesi, anadilde eğitim ve AB yerel yönetimler şartının kabulü ve Kürt sorununun çözümünde parlamentoya hala işlevsel kabul etmesi HDP nin bugün içinde düştü açmazın temel noktalarıdır. HDP meşru olmayan anayasanın meşrulaşmasına katkı vererek bizzat bu açmazı büyütmüştür.

Sayıca büyük kitlesi ile Türkiye Sosyalist hareketi bir dönemden beri izlediği politikayla batağa saplanmış, burjuva muhalefetin basit bir eklentisi durumuna düşmüştür. Fazla uzağa gitmeye gerek yok, 2015 ten bugüne sosyalist hareketlerin izlediği sınıf uzlaşmacı çizgi bu bitmişliği yeterince gözler önüne seriyor. 2013 Haziranında yeşeren umudun, “Gezi ruhu”nun adım adım söylenmesinin yol açtığı hayal kırıklığıyla “Tek Adam rejimi,” Saray rejimi,”  “Faşizme karşı mücadele birliği” belgesi altında burjuva kulvara yöneldi. 2015 Temmuzunda mizansen darbenin altındaki gerçek  devlet darbesini göremedi. Mizansan  darbeyi teli neden CHP’nin Taksim mitingine tam kadro katıldı, ardından CHP’nin Adalet yürüyüşüne katılarak burjuva kulvardaki  yerini sağlamlaştırdı. 2016 anayasa referandumunda içeriksiz bir hayır politikası izleyerek anayasanın fiili olarak reddedilmesine katkıda bulunduğu halde bu anayasayla düzenlenecek ve meşrulaştırılmasını sağlayacak seçime HDP nin meclise girmesini sağlamak üzere (nesnel olarak) destek verdi. Erdoğan’ın kaybetmesini HDP nin barajı aşmasın da görerek, Erdoğan’dan kurtuluşun Türkiye’nin demokratikleşmesine yol açacağı masalına inandı ve HDP yi tam kadro destekledi. Seçimin meşru olmayan bir anayasanın meşrulaştırılması demek olduğunu, Erdoğan kaybetse bile rejiminin kazanacağını göremedi. Bütün fonksiyonları yok edilmiş burjuva anlamda bile bir parlamento olmayan parlamentoya HDP nin girmiş olmasına başarı atfederek boylu boyunca parlamenteriz bataklığına saplandı. Bu bataktan çıkması da mümkün gözükmüyor.

Seçimler AKP ve Erdoğan’ın yeni bir Zaferi ile sonuçlandı. Daha önce de belirtildiği gibi Erdoğan’ın zaferi olarak görülen şey ekonomik ve siyasal krizi içerisinde yönetemez duruma düşen burjuvazinin devletin yeniden dizaynı için yeni bir olanağı elde etmesidir. Devletin seçim yoluyla kitlelerin gözünde meşrulaştırılan anayasaya dayanarak bu yeniden dizaynı kapitalizmin dünya çapındaki ihtiyaçları, Türkiye kapitalizminin içinde debelendiği ekonomik,  politik kriz ve savaş koşullarına göre sürecektir. Bu sürecin işçi sınıfı emekçiler açısından anlamı açıktır; daha ağır çalışma koşulları, daha katmerleşmiş bir sömürü, baskı, işsizlik, fiyat artışları ve geleceğe güvensizliktir.

İşçi sınıfı  bu cenderenin içine sokulmasına bizzat kendi bilinç geriliği ve örgütsüzlüğüyle  katkıda bulunmuştur.  öte yandan işçi sınıfının bu geriliğinde kendini devrimci bir alternatif olarak örgütleyemeyen ve  bu örgütlülüğü işçi ve emekçi sınıflara taşıyamayan komünistlerin sorumluluğu belirleyicidir.

Şimdi seçimden geriye Erdoğan’ın seçim yoluyla devrilebileceğine ve düzenin kendi içerisinde demokratik bir dönüşüme uğrayabileceğine  inanan işçi ve emekçilerin hayal kırıklıkları kaldı. Ancak bu hayal kırıklığı kendi içerisinde yeni bir devrimci çıkışında potansiyelinin barındırıyor. Burjuvaziyi esas telaşa düşüren ve alel acele önlemler almaya iten de bu durumdur. Burjuvazi seçimden hemen sonra seçim sonuçlarının yarattığı hayal kırıklığının düzenin dışına taşmasını önlemek için, seçim öncesinde, medyanın da pompalamasıyla bir umut yaratılarak seçmeni sandığa çeken Muharrem  İnce’nin şimdi seçmende oluşabilecek düzen dışı arayışları absorbe edebilmek için devreye sokulması da bu ihtiyacın bir yanıdır.

Seçim öncesinde kendisini oy kullanmaya endekslemiş işçi ve emekçilere propaganda olanağı son derece sınırlıydı.  Şimdi yaşanan hayal kırıklığının geride bıraktığı “seçimle hiçbir şey değişmez” söylemi ile işçi ve emekçilerin değişimin ancak sosyalist devrimle geleceğini anlatmak  çok daha olanaklıdır. Bizi bu düşünceye sevk eden hayal kırıklığının içinde devrimci bir umudu barındırıyor olmasıdır. Seçim parlamentoyu işlevsizleştirip rafa kaldırırken işçi ve emekçilerin  burjuva parlamentosunun uyuşturucu etkisinden kurtulmalarının yolu da açılmıştır.

Kapitalizmin hem dünyada hem de Türkiye’deki işleyişiyle toplumsal ilişkileri devrimleştirmeye devam edecektir. Ancak bu etki kitleleri kapitalizme karşı kendiliğinden seferber etmeye yetmiyor, yetmeyecek. Görev komünistlere düşüyor. İşimiz dünkünden hem daha çok daha zor, hem de, daha kolaydır; zordur; çünkü rejimin saldırıları artarak sürecektir, kolaydır; çünkü kitlelerde burjuva parlamentarizmine karşı  oluşan  güvensizlik bize yeni olanaklar sunuyor. Bu aşamada her şey, komünistlerin kendilerini devrimci tarzda örgütlenmelerin ve bu örgütlenmeyi işçi sınıfına taşımalarına bağlıdır. Bunun için atılacak bir adım komünist bilinç, kararlılık, cesaret, feragat, sabır ve disiplinin yükseltilmesi, bu öğelerin bir örgütsel forma dönüştürülmesidir.

 

Komünistler ve Yerel Yönetimler

Yerel yönetimlerin burjuva devlet mekanizmasının bir kurumu olmaları ve kurumsal olarak burjuvazinin hizmetinde olmaları, komünistlerin yerel yönetim seçimlerine ilgisiz kalacağı anlamına gelmiyor. Tersine sırf bu durumun bile işçi ve emekçilere anlatılması komünistlerin yerel seçimlerden neden uzak duramayacağını anlamaya yeterlidir. Üstelik komünistler işçi sınıfını ilgilendiren hiçbir sorundan uzak kalamazlar.

İşçi ve emekçilerin günlük sorunlarıyla daha doğrudan ilişkili olan yerel yönetimler, sınıf mücadelesinin önemli alanlarından biridir. Ancak bu alanda yürütülecek mücadelede elde edilecek kazanımlar, işçi ve emekçilerin günlük yaşamlarında bir iyileşme sağlasalar da, ne yerel yönetimlerin mevcut kapitalist düzen içindeki kurumsal işlevlerini ortadan kaldırabilirler; ne de işçi sınıfının genel durumunda bir iyileştirme sağlayabilirler. Çünkü kapitalizm altında her yerel sorun, genel sorunun yerele yansıması, yeniden üretilmesidir ve yerel mücadeleyle çözülemez. Yerel mücadelelerin sınırlılığının temel nedeni de budur.  Bu yüzden yerel mücadeleler ancak işçi sınıfının genel iktidar mücadelesi ile birleştirilebildiklerinde reformcu bir çerçeveden çıkartılarak devrimci bir içerik kazanırlar. Bu bağlam içinde yerel mücadelelerin en önemli kazanımlarından biri de işçi sınıfının geleceğin yönetici sınıfı olma yolunda kendini geliştirmesi, yetkinleştirmesi ve deneyim biriktirmesidir.

Komünist Hareket’in yerel seçimlere yönelik tavrının ne olması gerektiğinin daha net bir biçimde anlaşılabilmesi için öncelikle birkaç noktanın altını çizilmesi gerekiyor; Birincisi; komünistler seçim Propagandalarını burjuva partiler gibi vaatler üzerinden yürütemezler.  Çünkü komünistlerin görevi sorunları belirleyip işçi sınıfı adına halletmek değil, işçi sınıfını günlük ve genel çıkarlarını savaşarak elde edebilecek bilinç ve örgütlülükle donatmak, onun iktidar mücadelesine önderlik etmektir. Kapitalist düzende işçi sınıfı en küçük hakkını bile ancak savaşarak kazanabilir, koruyabilir. Vaatler işçi sınıfının edilgen bir sınıf düzeyine indirgenmesi ve onu düzene bağlamanın araçlarıdır.

İkincisi; komünistler yürüttükleri faaliyetin işçi sınıfında reformist, parlamenter hayallere yol açmasına izin veremezler. Tersine farklı sosyalist parti ve çevrelerin  “yerel iktidar”, “yerel yönetimlerin özerkliği,”  “devletin demokratikleşmesi” vb. gibi  işçi sınıfının mücadelesini burjuva parlamenter mücadele içine hapseden yaklaşımlarına karşı amansızca savaşmak zorundadırlar.

Üçüncüsü;  Komünistler her yerel mücadeleyi, işçi sınıfının iktidar mücadelesine bağlı olarak ele almak ve bu mücadele ile uyum içinde yürütmek durumundadırlar. Bu sadece ajitasyon ve propagandada değil, örgütlenme ve eylemde de göz önünde tutulması gereken temel noktadır. Sınıfın güncel çıkarları ile iktidar mücadelesi uyum içinde yürütülemediği müddetçe, ne elde edilen başarılar kalıcı olabilir, ne de işçi sınıfı ile komünist öncü arasında kalıcı bağlar kurulabilir.

Dördüncüsü; komünistler seçim çalışmalarının ağırlık noktasını kendi görüşlerinin,  programlarının ve amaçlarının işçi ve emekçilere açıklanması üzerine oturtmalıdır. Bu faaliyet komünistlerin yürüttükleri seçim çalışmalarını niteliğini belirleyeceği gibi, yerel ile genel iktidar mücadelesinin uyum içinde yürütülmesinin de koşuludur.

Beşincisi; Komünistler güç ve olanaklarının ana bölümünü mücadelenin yükseldiği alanlara hasretmelidir. Bu alanlarda konumlarını güçlendirerek, buraları tahkim ederek, bu tahkimatı yeni alanlara sıçrama ve burjuva iktidar karşı saldırı noktası olarak kullanabilmelidirler.

Komünist Hareket’in bu çerçevede yürüteceği faaliyetin kapsamını ve etkinliğini, mevcut  gücümüz ve olanaklarımız belirleyecektir. İdeolojik, politik ve örgütsel olarak yeni yeni şekillenmekte olan bir hareketiz. Henüz ulusal çapta bir örgütlenmeye sahip olmadığımız gibi, bulunduğumuz alanlarda da güçlü, işlevsel bir örgütsel yapıya sahip değiliz. Bugün toplumun en hareketli kesimleri olan grevci işçiler, emekçi kadınlar, öğrenciler, güçlü olduğumuz birkaç alan hariç, yaşam alanlarını savunan yoksul köylüler arasındaki etkimiz yok denecek ölçüde zayıf. Bu durumun, hareketimizin rutin faaliyetlerini etkilediği gibi, seçim faaliyetlerini de etkilemesi kaçınılmazdır. En başta seçimlere kendi adaylarımızla katılamıyoruz. Önemli bir eksik de dışımızdaki devrimci parti ve çevrelerle, onların angajmanları nedeniyle,  devrimci bir cephe, bir seçim platformu kurmanın olanaksızlığı.  Bütün bunlar hareketimizin gücünün ve etkinliğinin sınırlarını belirlerse de, bunun, iş yapmamanın bir mazereti haline getirilmesine izin vermemeliyiz. En zor koşullar ve olanaksızlıklar içinde bile yapılabilecek çok şey vardır.

 İster genel, isterse yerel olsun seçim ortamları komünistler için devrimci ajitasyon,  propaganda ve örgütlenme faaliyetlerinin yoğunluğunun arttığı dönemlerdir. Bizim asıl dikkatimizi vermemiz gereken nokta;  komünist ajitasyon, propaganda ve örgütlenme faaliyetini –ekonomik, siyasal gelişmeler ve seçim ortamının yarattığı siyasal duyarlılıktan yararlanarak- daha da yoğunlaştırmaktır. Seçilmiş hedefler üzerinden mücadelenin yükseldiği alanlara, fabrikalara, işyerlerine, mahallelere, köylere girmek, bu alanlarda örgütlü birimler inşa etmektir. Evet gücümüz sınırlı ve olanaklarımız dar. Güç yetersizliğini ve olanaksızlıkları ancak daha iyi organize olarak, daha fazla yoğunlaşarak, daha sistemli, daha sabırlı, daha özverili bir çabayla ve daha çok çalışarak aşabiliriz.

 

Yol Ayrımı

31 Mart yerel seçiminde de burjuva siyaset seçmeni konsolide edip sandığa taşımak için her yolu denedi. Muhaliflere özellikle HDP’ye yönelik tutuklamalar, karalamalar, baskı, devlet eliyle sürdürüldü. Önceki seçimlerde baskı ve hile seçim sürecinin bir özelliği iken 31 Mart yerel seçiminde bu politika seçim sonrasında da sürdürüldü. Önce HDP’nin kazandığı birçok belediye YSK marifetiyle elinden alınarak AKP’ye verildi. Ardından AKP için çöküşün başlangıcı olan İstanbul B.B. seçimi iptal edildi ve yenilenmesine kararı verildi.

31 Mart’ta AKP birçok Büyükşehir belediyesini kaybetti. Bu kayıplar içinde şüphesiz en önemlisi İstanbul’du. AKP uzun süredir siyasi bir parti olmaktan çıktı. Rantla beslenen ve rant dağıtarak varlığını sürdüren bir şirket hüviyetine büründü. İmamoğlu’nun 18 günlük Belediye Başkanlığı süresinde açıkladıkları, İstanbul Belediyesi’nin rantla beslenme ve rantın dağıtımındaki işlevini gözler önüne serdi.

İşbaşı Gazetesi, 31 Mart seçim sonuçlarıyla ilgili değerlendirmesinde şu tespiti yapmıştı;  “Mart 2019 yerel seçim sonuçları, aldığı oy oranlarında ciddi bir düşüşün olmamasına rağmen bu kez AKP’nin yeniden eğik düzleme kayışının başladığını ve bunun geri dönüşünün olmayacağını gösteriyor. Hiç kuşku yok ki, AKP bu kayışı önlemek için baskı ve terörü daha da tırmandıracaktır. Ama AKP’nin aldığı yara, baskı ve terörle önüne geçilemeyecek niteliktedir. Bu aşağıya kayışın nasıl gelişeceği ve hangi somut biçimlere bürüneceği önümüzdeki süreçte daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır.”

AKP yeniden oturduğu eğik düzlemde aşağıya doğru kayışını durdurmanın ilk adımı olarak İstanbul seçiminin iptali stratejisini uygulamaya soktu. Bu süreçte hem HDP hem de CHP’nin elinden alınan belediye başkanlıklarına kitlesel bir tepki örgütlemek yerine, ahlaki hukuki vb. gerekçelerle savunma pozisyonunda kalmaları, AKP’nin işini daha da kolaylaştırdı. Strateji adım adım uygulamaya konuldu ve İstanbul B.B. Seçimi iptal edildi. Bunu başka önlemlerin izleyeceği açıktır. CHP ve ittifakları (HDP, İyi Parti ve kimi sosyalist çevreler) seçimin yenilenmesini kabul ederek, AKP’ye bu olanağı da sunmuş oldular.

CHP ve ittifakları AKP’nin YSK eliyle aldığı ve hiçbir meşruiyeti bulunmayan seçimin yenilenmesi kararını kabul ederek, iptal kararını meşrulaştırmakla kalmadı yenilenecek seçimin meşruiyetini de ortadan kaldırdı.  Seçimin yenilenmesini kabul ederek, ihanet ettiği seçmenden yeniden oy isteyerek, korkaklığının bedelini seçmenin sırtına yüklüyor.

 

Yenilenen Seçim ve Sosyalist Hareketin Tutumu

31 Mart seçiminde sosyalist hareketin bir kısmı kendi adaylarıyla katıldı. Önemli bir kısmı ise HDP ile birlikte “faşizmi geriletme” adına CHP- İyi Parti ( Millet ittifakı) ittifakını destekledi. CHP bu destekle İstanbul ve birçok ilde belediye başkanlığını aldı. İstanbul seçiminin yenilenmesi kararının kabul edilmesiyle birlikte, soldaki birçok parti (TKP, TKH, EHP vb.) İmamoğlu lehine adaylarını geri çekti, birçok sosyalist parti ve örgüt İmamoğlu’nu destekleyeceğini açıkladı. Böylece CHP merkezli ittifak önemli ölçüde genişledi. Yani birçok sosyalist parti ve örgüt CHP ile fiili bir ittifaka girdi. İttifak diyoruz, çünkü ister bir kereye mahsus, ister daha uzun vadeli olsun, isterse fiili ya da zımni olsun, ittifak ittifaktır.

CHP adayını destekleyen sosyalist parti ve örgütlerin bu desteği dayandırdıkları gerekçelerden biri, Erdoğan’ın kişiliğinde vücut bulduğu ileri sürülen, “faşizmin geriletilmesi”,  diğeri ise (çoğunlukla HDP ve çevresindekilerin ileri sürdüğü)  “demokrasi, barış ve toplumsal uzlaşmanın sağlanmasıdır.”  Bu hedefler CHP ile yapılan zımni ittifakın temel dayanağıdır. Hedefler böyle konulunca mücadele düzen içine çekiliyor ve burjuva partilerle kurulan  ittifak, salt politik değil ideolojik bir ilişkiyi ifade ediyor. Bize göre herhangi bir durum karşısında iki türlü bir ittifak kurulabilir, Birincisi devrimin gelişmesinin ihtiyaçlarını dikkate alan devrimci partiler arasında bir ittifak, ikincisi ise burjuva muhalif partilerle burjuva düzen sınırlarında bir ittifak.  Hangi gerekçe ile açıklanırsa açıklansın sosyalist parti ve çevrelerin İmamoğlu’nu desteklemesi bu ikinci türden bir ittifaktır. Burjuva kuyrukçuluğudur.  CHP ve HDP,  YSK kararıyla kazanılmış seçimin iptal edilmesi karşısında boykot kararı almış olsaydı, sosyalist parti ve grupların tavrı ne olurdu?  İddia ediyoruz ki bütün sosyalist parti ve gruplar bu karara uyar seçimi boykot ederdi. İşte bizim kuyrukçuluk dediğimiz tam da budur, burjuva partilerin birine karşı diğeriyle flört etmek.

İşin en ilginç yanı da CHP adayını destekleyen sosyalist parti ve grupların bu tutumlarını haklı çıkarmak için Marks, Engels ve Lenin’e başvurmalarıdır. Bu gruplar sınıf mücadelesini tarihi içinde gezinerek kendi kuyrukçu tutumlarını haklı çıkarmaya, oportünizmlerine “haklı”gerekçe bulmaya çalışıyorlar. Kimileri 1975 senato seçiminde sosyalistlerin Faik Türün’ün seçilmesini engellediği ve bunun sosyalist hareketin önünü açtığını ileri sürecek koptuklarını söyledikleri oportünizmle yeniden kol kola giriyor. 12 Eylül’ün başlangıcı olan sıkıyönetim ilanı, Çorum, Kahramanmaraş, hapishane baskınları hatta Erdoğan’ı ülkenin başına getirenin de CHP olduğu ne çabuk unutuldu.

Kimileri kuyrukçu politikalarını örtmek için Lenin’e başvuruyor. Bolşeviklerin 1917’de Kornilov darbesinde Kerenski’yi desteklediği yalanına sarılıyor, kimileri ise daha da gerilere gidiyor, 1848 Fransız devriminde işçilerin feodalizme karşı burjuvaziyle birlikte hareket etmesinden medet umuyor. İşçi sınıfının henüz yeni yeni kendisi için sınıf olma düzeyine yükseldiği bir dönemde işçilerin monarşiye  karşı burjuvaziyle birlikte hareket ettiğini görüyor ama ötesini, işçi sınıfının silahını “bir omuzdan ötekine geçirip” burjuvaziye karşı barikatlarda savaştığını es geçiyor. Kuyrukçu tavrını masum göstermek için düzenbazlık yapmak oportünizmin klasik taktiğidir.

Komünist İşçi Hareketi, 31 Mart seçiminde sosyalist adayları destekleyeceğini açıkladı. Seçim sonrasında ortaya çıkan tabloyu değerlendirdi, iptal edilen ve yenilenmesine karar verilen İstanbul seçimini boykot edilmesi kararına vardı. Bize göre seçim iptal edilmesi de yenilenmesi de meşru değildir. Bu koşullarda seçime katılmak, AKP’nin YSK eliyle yaptığı uygulamayı meşrulaştırmaktır.

Burjuva kuyrukçuların kendi tutumlarını haklı göstermek için sarıldıkları bir diğer savunu boykotun pasifizm  olduğu ve AKP’yi desteklemek anlamına geldiğidir. Boykota karşı ileri sürülen bu suçlamalar yeni değildir. Tarih boyunca burjuva liberaller sosyalistleri bu suçlamayı yönelterek ehlileştirmeye, çalışmışlardır. Gerçekte AKP’ye en büyük destek kazanılan seçimin yenilenmesine onay vermektir. Boykotun, pasif bir eylem biçimi olduğu ise oportünizmin kendini haklı çıkarmak için başvurduğu bir manipülasyondur. Devrimciler  boykotu sandığa gitmeme, geçersiz oy kullanma vb. olarak görmezler. Boykotu kendi siyasi tavırlarını ortay koymak,  işçi sınıfına, emekçilere gerçekleri açıklamak için yoğun bir ajitasyon, propaganda ve örgütlenme aracı olarak görürler. Elbette boykotu kullanarak yoğun bir ajitasyon propaganda ve örgütlenme faaliyeti yürütmek güçle bağlantılıdır. Ne kadar gücünüz varsa o kadar etkili olabiliyorsunuz. Bu noktada asıl olan yürütülen faaliyetin çapı ve etkisi değil, işçi sınıfı siyasetinin ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığına dayalı devrimci niteliğidir.

Yenilenen İstanbul seçimi sosyalist hareket içindeki ayrışmayı, ya işçi sınıfının bağımsız devrimci çizgisi, ya da burjuvazinin eklentisi olmak olarak netleştirmiştir.

 

;;;;;;;;;;;;;;;;;;;;