1848 Devrimlerinden Komintern’e: Marksizm ve Sınıf Savaşımı

I

Giriş

Kapitalizmi var eden tarihsel – toplumsal süreç, aynı zamanda onun yok oluş koşullarını da yaratır. Bu koşullar, üretici güçlerdeki gelişmeye bağlı olarak gelişen ve olgunlaşan üretimin toplumsal karakteri ve üretim araçlarından yoksun mülksüzler sınıfının oluşması ve büyümesidir. Ancak komünist toplumun, kapitalist toplum içindeki bu ögeleri, içinde hareket ettikleri kapitalist kabuğun kırılmasıyla, özgürleşerek yeni bir toplumun- komünist toplum – kurucu ögeleri haline gelebilirler. Bunun nasıl gerçekleşeceği, kapitalist üretim ilişkilerinin şekillenmeye başladığı andan itibaren, bir yandan teorik, politik çabanın, öte yandan da pratik mücadelenin konusu olmuştur.

Henüz kapitalist üretim ilişkisinin gerçek içeriğinin ortaya konulamadığı ilk dönemlerde, teorik çaba daha çok soyut insana dayalı adalet, özgürlük ve eşitlik ilkesine dayalı burjuva kavramlar üzerinden ortaya konulmaya çalışıldı. Pratik çaba ise doğrudan mülksüz sınıfın  (işçi sınıfının) kendi mücadelesiyle ortaya konuldu. Makine kırıcılığından başlayan bu mücadele, başkaldırılar, isyanlar vb. biçimlere bürünerek sürdü. Her iki çabanın yetersizliği, bir yandan soyut insana dayalı adalet, özgürlük ve eşitlik duygusu üzerinden bir cennet yaratılamayacağı, öte yandan ne kadar güçlü olursa olsun, kapitalizme duyulan öfkeye dayalı isyan ve başkaldırıların, yöntemle yürütülmediği, uyumlaştırılarak merkezileştirilemediği durumda sonuç alıcı olamayacağı, bizzat bu sınıf mücadelesinin kendisi tarafından doğrulandı.

Kapitalizmin yıkılarak yeni bir toplumun kurulmasına yönelik bu teorik ve pratik çabanın yöntemleştirilerek devrimci bir sürece dönüştürülmesi Marx ve Engels tarafından gerçekleştirildi. Marx ve Engels teorik çabayı, soyut varsayımlar, niyetler, hurafeler ve mitlerden arındırarak bilimsel temeller üzerinde yeniden kurdular. Böylece pratik mücadeleye sadece yöntem sağlamakla kalmadılar, bu mücadelenin başarı koşullarını da ortaya koydular ve toplumsal tarihi kör güçlerin, yanılsamaların tarihi olmaktan çıkararak, insanın bilinçli ve örgütlü eyleminin tarihi haline dönüştürdüler.

Marx ve  Engels,  Alman İdeolojisi’nde Komünizmin, “ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin kendisine göre düzenlenmek zorunda olacağı bir ülkü’ olmadığını, komünizmin “bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek hareket” olduğunu ve bu hareketin kapitalist toplum içinde “fiilen var olan öncüllerden” doğduğunu belirterek  bu öncülleri üretici güçlerin gelişmesi ve mülkiyetten yoksun bir sınıfın (işçi sınıfı) ortaya çıkması olarak betimlerler.  (Marx- Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay- s.63 -64)

Marx ve Engels yine aynı eserlerinde, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin tarihsel materyalizme dayalı net bir anlatımını ortaya koydular:

“Bu geliştirmiş bulunduğumuz tarih anlayışı en sonunda bize  şu sonuçları da verir : 1 – Üretici güçlerin gelişmesinde öyle bir aşama gelir ki bu aşamada,  mevcut ilişkiler çerçevesi içinde ancak zararlı olabilen, artık üretici güçler olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelen (makine kullanımı, para) üretici güçler ve dolaşım araçları doğar ve bu, bir önceki olaya bağlı olarak kazançlarından yararlanmaksızın toplumun bütün yükünü taşıyan, toplumdan dışlanmış ve zorunlu olarak bütün öteki sınıflara açık bir muhalefet durumunda bulunan bir sınıf doğar; bu sınıf, toplum üyelerinin çoğunluğunun meydana getirdikleri bir sınıftır; köklü bir devrim zorunluluğunun bilinci, komünist bir bilinç olan ve elbette ki kendileri de bu sınıfın durumunu gösterdikleri zaman başka sınıflarda da oluşabilen bu bilinç, bu sınıfın içinden fışkırır. 2 – Belirli üretici güçlerden bazı koşullar içinde yararlanılabilir ki bu koşullar, bu sınıfın  sahip olduğu şeyden ileri gelen toplumsal gücü, düzenli olarak her çağa özgü devlet tipinde idealist biçimde pratik ifadesini bulur; bunun içindir ki her devrimci savaşım, o zamana kadar hükmetmiş olan sınıfa karşı yönelir. 3 – Daha önce bütün devrimlerde eylem tarzı değişmemiş kalıyordu ve yalnızca bu eylemin başka türlü bir dağılımı, işin başka kişiler arasında yeni bir bölüştürülmesi söz konusuydu. Komünist devrim, bunun tam tersine, daha önceki eylem tarzına karşı yönelmiştir. İşi yok eder ve bütün sınıfların egemenliğini sınıfların kendisiyle birlikte ortadan kaldırır; çünkü bu devrim, artık toplum içinde bir sınıf olarak ele alınmayan ve daha şimdiden artık bugünkü toplum içindeki bütün sınıfların, bütün milliyetlerin vb. yok oluşunun ifadesi olan bir sınıf tarafından gerçekleştirilir. 4- Yığın içinde  bu komünist bilincin yaratılması için ve yine bu işin kendisinin de iyi bir sonuca götürülebilmesi için, insanların yığınsal bir değişikliğe uğraması zorunlu olarak kendini ortaya koyar; böyle bir biçim değişikliği ise ancak pratikteki bir hareketle, bir devrimle yapılabilir; bu devrim demek ki yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır; ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerinde kurmaya elverişli bir hale getirmek olanağını ancak bir devrimin vereceği için de zorunlu olmuştur.” (Marx- Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay- s.69 – 70 )

Aynı şekilde Lenin de “Komünizme getiren yollar”ın “kapitalizmi ve onun ürünü olan proleteyayı hesaba katmaksızın” aranılamayacağını vurgulamıştır. (Marx-Engels-Lenin İşçi Sınıfı Partisi Üzerine Sol Yay.- say149)

Marx ve Engels’ten yaptığımız ve kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin bütünsel bir açıklamasını ortaya koyan bu uzun alıntıda şu noktaların altı özellikle çizilmelidir:

1- Tarihsel-toplumsal gelişmenin yönünün komünizme doğru olduğu, komünizmin kaçınılmazlığının kapitalist gelişme, sınıf ilişkileri ve sınıf mücadelesi dışında aranamayacağı,

2- Bu gelişmeyi sağlayacak komünist bilinç ve eylemin maddi temelinin işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki konumu ve bu konumun sınıfsız toplumla olan bağlantısında olduğu, sınıf kökeninden bağımsız olarak bu durumu kavrama ve bunun için mücadele etmenin komünist olmak için yeterli olacağı,

3- Kapitalizmden komünizme geçişin, eski topluma karşı bir devrim olmaksızın kendiliğinden gerçekleşemeyeceği, bu devrimin doğrudan hedefinin egemen sınıf ve onun siyasal iktidarı – devlet olması gerektiği,

4- Devrimin kapitalizm içinde tek mülksüz sınıf olması nedeniyle geleceği, komünizmi temsil eden sınıfa, işçi sınıfına dayanması, bu sınıfın bu görevi yerine getirebilmesi için kendisinin de devrimci bir değişimden geçmesi,  bu değişimin kendisinin devrimin toplumsal gücünün bilimsel komünizmle buluşması olduğu

5- Devrimin sadece egemen sınıfı devirmek için değil, sınıfsız toplumun kurulması için de zorunlu olduğu…

Engels, “Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim”in önsözünde sınıf mücadelesinin üç biçiminden söz eder: teorik, siyasal ve pratik- ekonomik mücadele. Zaferin bu üç mücadelenin uyumlu ve merkezi tarzda yürütülmesine bağlı olduğunu vurgular. Bu üç mücadele biçimi içinde teorik ve siyasal mücadele, bir bütün olarak işçi sınıfının toplumsal kurtuluşunun temellerini, koşullarını, araç ve yöntemlerini ortaya koyar ve birbirinden kopuk olarak ele alınamaz. İşçi sınıfı açısından siyasal mücadele teorik temellere dayandırılmadan yürütülemeyeceği gibi, siyasal biçimlere bürünmeyen salt teorik bir mücadele de maddi bir güce dönüşemez. Marx ve Engels, “Tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki ideolojilerin devindirici gücü, eleştiri değil, devrimdir.” (Marx- Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay- s.72) diyerek teorik mücadeleyle siyasal mücadele arasındaki bu bütünlüğü çarpıcı bir biçimde ortaya koyarlar.

Bu kısa açıklamanın ışığında şimdi de sınıf  mücadelesinin, 1848 devrimlerinden, iktidarı alarak komünizm kuruculuğuna giriştiği 1917 Ekim Devrimine kadar tarih içerisinde nasıl bir seyir izlediğine bakalım.

 

II

1848’den Paris Komünü’ne

1848 Fransız devrimi, hem dünya tarihi ve hem de komünizm teorisi ve sınıf mücadelesinde önemli bir dönüm noktasıdır.

1848 devrimi, Marx ve Engels’in, Marksist öğretinin “tam ve sistematik bir açıklaması olan Komünist Manifesto’yu” kaleme almalarından birkaç ay sonra patlak verdi. Sanki Manifesto’ya işçi sınıfının bir cevabı olarak Fransa’da başlayan devrim, 1848 – 1849 yılları boyunca bütün kıtaya yayıldı.

1848 devrimleri sadece Marksist teoriyi doğrulamakla kalmadı; birbirinden bağımsız olarak gelişen teori ile sınıf mücadelesi arasındaki bağı kurarak, teorinin gelişme ve yetkinleşme yolunu da gösterdi. Marx, Felsefenin Sefaleti’nde teori ve pratik arasındaki bu ilişkiyi, teorinin devrimcileşmesi olarak açıklar.

“İktisatçılar nasıl burjuva sınıfının temsilcileriyseler, sosyalistler ve komünistler proleter sınıfının teorisyenleridir. Proletarya bir sınıf olarak kendisini oluşturacak ölçüde henüz yeterince gelişmediği sürece ve bunun sonucu, proletaryanın burjuvaziyle olan mücadelesi henüz politik bir nitelik almadığı sürece ve üretici güçler, proletaryanın kurtuluşu ve yeni bir toplumun kurulması için gerekli maddi koşulları sağlayacak ölçüde, burjuvazinin bağrında henüz yeterince gelişmediği sürece, bu teorisyenler ezilen sınıfların isteklerini karşılamak üzere, sistemler uyduran ve canlandırıcı bir bilim bulmaya çalışan ütopyacılardır ancak. Ama tarih ilerledikçe ve onunla birlikte proletaryanın mücadelesinin hatları daha da belirginleştikçe, bunların kafalarının içinde bilim aramalarına artık gerek kalmaz; gözlerinin önünde olup biteni saptamaları ve bunun sözcüsü durumuna gelmeleri yeterlidir. Bilim aradıkları ve sistemler kurmakla kaldıkları sürece sefaletin içinde sefaletten başka bir şey bulamazlar; sefaletin içinde eski toplumu alaşağı edecek devrimci, yıkıcı yönü göremezler. Tarihsel hareketin bir ürünü olan bilim bu andan sonra bilinçli olarak tarihsel hareketle birleşmiştir, doktriner olmaktan çıkmış ve artık devrimci olmuştur.”(Marx, Felsefenin Sefaleti Sol Yay. s.131)

Sınıf mücadelesi, kapitalizmin beşiği olarak adlandırılan İngiltere’de çeşitli aşamalardan geçip, oradan Kıta Avrupası’na sıçrayarak, kapitalist gelişme ve proletaryanın oluşma ve güçlenmesine paralel olarak adım adım ilerledi. İşçi sınıfı 1789’da burjuvazinin yedeği rolüyle yer aldığı burjuva devrimden sonra 1800’lü yılların başından başlayarak önce yardım sandıkları, giderek legal – illegal küçük gruplar biçiminde örgütlenerek, sınıf içgüdüsüne dayanarak, dayanışma bilincini geliştirerek mücadeleye başladı. Burjuvaziye karşı “ortak mücadele” yürüttüğü ölçüde sınıf olma, sınıf olarak davranma olanağını elde etti. Sınıf olarak davrandığı ölçüde de hem kendisini geliştirerek değiştirdi ve hem de, kendisine dayatılan koşulları değiştirmeye koyuldu. 1830 Lyon ayaklanması deneyiminden geçerek 1848 devrimlerinde yerini aldı.

Devrimin başlangıcında işçi sınıfı burjuvaziyle birlikte feodal iktidarlara, monarşiye karşı savaştı. Devrim onu ileriye doğru ittiği ölçüde “silahını bir omuzdan ötekine taşıdı”. Devrim sırasında, devrimde sonuna kadar gitmeye yetenekli tek devrimci sınıf olduğunu kanıtladı. Ama ne yazık ki sokak savaşlarında, barikatlarda gösterdiği kahramanlık onu iktidara taşımaya yetmedi. Elbette işçi sınıfının ilk devrimci başkaldırısının yenilgiyle sonuçlanmasında nesnel koşulların –“iktisadi gelişme”– henüz yeterince olgunlaşmamış olmasının, işçi sınıfı için eşref saatinin henüz gelmemiş olmasının payı büyüktür. Ancak Marx’ın da belirttiği gibi; “ortam ve koşullar insanları yarattığı kadar, insanlar da ortam ve koşulları yaratırlar.”( Marx- Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay-s.72)

“İnsanların ortam ve koşulları yaratabilmesi” için, birincisi bu ortam ve koşulları kavramalarını sağlayan devrimci bir teoriye, ikincisi de bu koşulları değiştirecek devrimci bir iradeye, örgütlenmeye, en başta da devrimci bir partiye ihtiyaçları vardır. 1848’de işçi sınıfı, bu iki araçtan da yoksundu. Bu yoksunluk beraberinde yenilgiyi getirdi.

Başka türlüsü olabilir miydi? Bu, tarihe spekülatif bir not düşmenin ötesinde hiçbir anlam taşımaz. Bilinen, tarihin düz bir çizgi izlemediği toplumsal altüst oluşların bir hamlede gerçekleşmediği, tarihin bütün bir devrimci dönemi kapsadığı bu tarihsel dönemde yenilgilerin, zaferlerin kaldıracı olduğudur. Marx 18. Brumaire’de burjuva devrimleriyle proleter devrimlerin gelişim sürecini kıyaslayarak şunları yazdı: “Burjuva devrimleri, 18 yüzyılın devrimleri olarak, hızla başarıdan başarıya atılıyorlar, onların dramatik etkisi kendilerini de aşıyor, insanlar ve şeyler, elmasların parıltılarının cazibesine yakalanmıştır sanki, sık sık vecde gelmek toplumun sürekli durumu olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir. Çabucak, en yüksek noktalarına varıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin sonuçlarını soğukkanlılıkla, ağırbaşlılıkla kendine mal etmeyi öğreninceye kadar, uzun bir huzursuzluk toplumun yakasına yapışıyor. Buna karşılık, proletarya devrimleri, 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarının, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serilmiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar: Hic Rhodus, hic salta (“Burada Rodos, burada atlamalısın!”) Gül burada, burada raksetmelisin!” (Marx- Luis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, Sol Yay. s.18)

1848 devrimlerinin kaderi de böyle oldu. Beklenmedik bir anda ileri sıçrayan proleter devrim yeniden galebe çalmak üzere “yere serildi”. Yenilgi, işçi sınıfı ondan ders çıkarabildiği ve çıkardığı dersi teorik ve politik mücadelesine taşıyabildiği ölçüde yeni zaferlerin döl yatağı oldu. 1848 devrimleri geriye sınıf mücadelesi için zengin bir teorik ve pratik deneyim bıraktı. Marksist teori ve pratik bu deneyimi özümseyerek 1871, 1905 ve 1917 devrimlerine rehberlik etti.

İşçi sınıfının bu ilk zaferi ve yenilgisinin dünya tarihi ve sınıf mücadelesi açısından önemini kısaca şöyle özetlemek mümkündür:

1-1848 devrimleri dünya tarihinde olduğu kadar, kapitalizmin tarihinde de bir dönüm noktasıdır.

1848, dünya tarihinde yeni bir çağın, kapitalizmden komünizme geçiş çağının ilk habercisidir. Fransa’da başlayan devrim bütün kıtaya yayılarak işçi sınıfıyla burjuvaziyi karşı karşıya getirdi. Bu anlamda dünya devriminin bütün özelliklerini bağrında topladı. “Sömürüyü ve yoksulluğu paylaşan sınıf, devrimi de paylaştı.”

1848 devrimleri kapitalizm tarihinde de, hem ekonomik hem de siyasal olarak yeni bir dönemin başlangıcı  oldu. “Serbest rekabetçi” kapitalizm, tekeci kapitalizme doğru yol alırken, siyasal alanda, burjuvazinin işçi sınıfı karşısında  feodal gericilikle ittifaka yönelmesiyle burjuva demokratik devrimler dönemi de kapandı. Proletaryanın silahını burjuvaziye karşı çevirmesiyle birlikte, artık burjuvazi tarih önünde yıkmaya değil, yıkılmaya mahkûm bir sınıf haline geldi.  Onun sınıf karakterini ve eyleminin içeriğini belirleyen, proleter devriminden duyduğu korkudur. Burjuvaziyi kendi devrimine “ihanet” edecek ölçüde sarsan da, feodal gericilikle uzlaşmaya iten de, bu korkudur. Bu korku “proletarya ne kadar gelişiyor, ne kadar sınıf niteliğini sezmeye, kendi sınıf bilinciyle davranmaya başlıyorsa” o kadar büyür, burjuvazi o kadar gericileşir ve saldırganlaşır. (Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim Sol Yay. s.21)

1848 devrimleri zengin deneyimleriyle sadece Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi ve Komünist Manifesto’da ortaya koydukları devrim teorisini doğrulamakla kalmadı, onu geliştirmenin yolunu aydınlattı ve pratik olgularını sundu.Marksist devrim, parti ve devlet teorisini geliştirmenin olanaklarını yarattı. Her şeyden önce devrim teorisini salt bir teorik sorun olmaktan çıkararak, bu anlamda teori ile pratiğin birliğini kurdu. “Teorik yönelimin pratik yönelimle birleştirilmesini, teorinin devindirici gücünün eleştiride değil devrimde” olduğunu, “komünistler için sorunun mevcut dünyayı devrimci bir biçimde değiştirmek bulmuş oldukları duruma hücum etmek ve onu pratik olarak değiştirmek” olduğunu pratiğiyle ortaya koydu. (Marx- Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay- s. 72, 49)

Marx ve Engels bu deneyimden yararlanarak, 1850’de Merkez Örgütünün Birliğine yaptıkları çağrıda:

“….az çok mülk sahibi tüm sınıfların egemen durumdan uzaklaştırılmasına, devlet gücünün proletarya tarafından ele geçirilmesine ve yalnız bir ülkede değil, tüm dünyanın bütün egemen ülkelerinde proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin son bulduğu ve hiç değilse başlıca üretici güçlerin proleterlerin elinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşmasına değin, devrimi sürekli kılmak bizim çıkarımızadır ve bizim görevimizdir. Bizim için söz konusu olan özel mülkiyetin değişikliğe uğratılması değil, yalnızca onun yok edilmesi, sınıf karşıtlıklarının gizli-kapaklı hale getirilmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılması, var olan toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır.” (Marx-Engels-Lenin İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, s. 44)

Marx ve Engels bu çağrıda proletaryanın enternasyonal savaş sloganının  “Sürekli devrim” olması gerektiğini vurguladılar. Marx ve Engels’in kaleme aldıkları bu çağrı devrimin sadece uluslararası düzeyde sürekliliğine değil, tek tek ülkeler bazındaki sürekliliğine de  bir vurgudur.

1848 Devrimleri iktidar sorununu ilk kez proletaryanın önüne pratik bir sorun olarak koydu. Başlangıçta işçi sınıfı monarşiye karşı burjuvaziyle aynı safı paylaştı. Burjuvazinin  monarşi ile ittifaka yönelmesi, yeni toplumun iki sınıfı arasında ilk büyük çarpışmayı başlattı. İşçiler, burjuva sınıfı ancak silahlı bir devrimle yenebileceklerini içgüdüleriyle kavradılar; burjuvazinin silahsızlandırma girişimine silaha daha fazla sarılarak cevap verdiler. İşçi sınıfı daha proleter bir bilinç ve örgütlülüğe sahip olmadan ortaya koyduğu bu proleter iş Fransa ve Avrupa’da yeni bir devrimci sürecin başlangıcı oldu. Artık bundan böyle Avrupa’da başlayacak her devrim proleter bir damga taşımak zorundaydı.

1848 devrimlerinde proletaryanın “proleter bir bilince sahip olmadan yaptığı bir diğer proleter iş de burjuva devletin karşısına kendi devletini koyması oldu. Şubat devriminde “biçim bakımından abartılmış, içerik olarak çocuksu, bu yüzden de burjuvaca olan hak istemleri” için burjuvazinin ardından yürüyen proletaryanın Haziranda burjuvazinin denetiminden kurtulup özgürleşmesinin ardındanki sloganı: “burjuvazinin devrilmesi! İşçi sınıfı diktatörlüğü!” oldu. (Marx, Fransa’da Sınıf Savaşları, Sol Yay. s.59)

Marx proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi olan proletarya diktatörlüğünün zorunluluğunu 1848 devrimlerin deneyimine dayanak formüle etti. Marx, proletarya diktatörlüğünün kendi adıyla anılan teori içindeki merkezi yerini 5 Mart1852’de J. Waydemeyer’e yazdığı mektupta şöyle betimledi:

“Bana gelince,  modern toplumda ne sınıfların ne onlar arasındaki savaşımın varlığını bulmuş olmanın onuru bana ait. Benden çok daha önce burjuva tarihçileri, bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik anatomisini ortaya koydular. Benim yeni olarak tanıtladığım şey: 1) sınıfların varlığının, üretimin gelişmesindeki belirli tarihi aşamalarla ilişkili olduğunu, 2) sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını, 3) bu diktatörlüğün, yalnızca bütün sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız topluma bir geçiş olduğunu göstermekten  ibarettir.” (Marks,Engels –Seçme Yazışmalar Sol Yay. S.75)

1848 devrimlerinin,  çözümlenmek üzere   sınıf mücadelesinin önüne koyduğu en önemli görevlerden bir diğeri de parti sorunudur. İşçi sınıfının sermayeye karşı ilk örgütlenmeleri kapitalist üretimin manifaktürden fabrika aşamasına geçmesiyle birlikte başladı. İşçiler, olanaklı olan hemen her yerde, yardımlaşma sandıklarında, kooperatiflerde vb. bir araya geldiler. Ünlü Makine Kırıcılığı hareketi de bu dönemde ortaya çıktı. Ancak bu örgütlenmeler sınıf mücadelesinden çok, sınıfın içgüdüsünün ürünleriydi ve sınıf dayanışmasını ifade ediyorlardı. Daha sonra bu örgütlenmelerden burjuva sınıfı karşısında sınıfın ekonomik ve demokratik çıkarlarını savunan örgütlenmeler ortaya çıktı. Başlangıçta illegal biçimde oluşan bu örgütlenmeler,  giderek yarı legal ve legal biçimlere dönüştüler. Proleter kültürünün ilk nüveleri de bu ilk örgütlenme ve mücadelelerle ortaya çıktı.

İşçi sınıfının parti biçimindeki ilk örgütlenmesi olan Komünistler Birliği 1847’de Marx ve Engels’in girişimiyle Almanya’da kuruldu. Komünist Manifesto, bu birliğin programı olarak kaleme alındı. Komünistler Birliği 1848 – 49 Alman devrimine aktif olarak katıldı. Üyeleri, işçilerle birlikte barikatlarda savaştı. Ama buna rağmen Birlik, henüz işçi sınıfının devrimci savaşını yönetecek olgunlukta değildi. Kuruluşunda Birliğin önüne koyduğu başlıca görev sınıf mücadelesi koşullarının incelenmesi ve komünizm zorunluluğunun propagandasıydı.         (Engels, Almanyada Devrim ve Karşı Devrim Sol Yay. s. 131-137)

Devrim pratik olarak, bu partinin önüne koyduğu görevin çok ötesine geçmişti. Devrimin ilerleyişi karşısında parti, mücadeleye önderlik yapacak örgütlenme ve iradeden yoksundu. Devrimin önünde değil, arkasındaydı. Marx, Komünistler Birliği’nin devrimdeki bu konumunu partinin rolü konusunda yeni deneyimle birleştirerek şunları yazdı: “Şubat devrimi partimizi politika sahnesine çıkardı ve böylelikle onun salt bilimsel amaçlarla eylemini olanaksız hale getirdi.”(Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı Sol Yay. s.32)

Böylelikle parti teorisi, sınıf mücadelesinin somut deneyimiyle zenginleşip teorik bir sorun olmaktan çıkarak, teorik-pratik bir soruna dönüştü. 1848 devrimleri gösterdi ki, işçi sınıfının kendiliğinden eylemi ne kadar güçlü olursa olsun, savaşanların cesaret ve kahramanlığı ne kadar büyük olursa olsun, devrim dönemi boyunca sınıfın siyasallaşması ne kadar üst düzeye çıkarsa çıksın, sınıfın merkezi devrimci örgütlenmesi ve eylemiyle, sınıfın devrimci  partisiyle buluşmayan ayaklanmanın zafere ulaşması ve zaferi garanti altına alması olanaksızdır.

Böylece 1848 devrimleri Marksist teorinin en temel ilkelerini ( devrim, devlet- proletarya diktatörlüğü, proletarya enternasyonalizmi, parti) kendi eylemiyle doğruladı ve geliştirdi.

Ayrıca 1848 Devrimleri, proletaryanın devrimde hangi sınıflarla olası bir bağlaşıklık kurabileceğini ve bu bağlaşıklığın karakterini de aydınlattı. Devrim, burjuvazi ile aristokrasinin  ittifakının karşısına proletarya ile küçük burjuvazi ve köylülüğün ittifakıyla çıktı. Ancak devrim, devrim anında proletaryanın etrafında toplanan bu güçlerin ittifakının, proletaryanın devrimci örgütlenmesi altında yönetilemediği, yönlendirilemediği oranda kalıcı olamayacağını,  bu güçlerin ilk sarsıntıda proletaryaya nasıl yüz çevirdiklerini ve karşı-devrim saflarına katıldıklarını da gösterdi.

Marx ve Engels gelecek devrimlerin başarı ve başarısızlığında önemli bir rol oynayacak olan proletaryanın ittifaklar sorununu, 1848 devrimi içinde yer alan sınıfların oynadıkları rol ve bu sınıfların proletaryanın devrimci mücadelesiyle ilişkilerinin bir çözümlemesini yaparak, ittifak sorununun sadece devrim anının bir sorunu olmadığı, aynı  zamanda  devrime  hazırlığın bir sorunu olduğunu dikkate alarak, proletaryanın ittifak politikasının teorik ve pratik temellerini geliştirdiler.

1848 devrimleri devrimle, devrimin nesnel koşulları arasındaki ilişkiyi olduğu gibi, sınıfın devrimci potansiyeliyle bu potansiyelin örgütlenmesi ve zafere taşınması, ayaklanmayla, ayaklanmanın  zaferi, zaferin korunması ve ileriye taşınması arasındaki bağı, yani devrim, devlet ve devrimci parti ilişkisini, zaferiyle değilse de, yenilgisiyle, kurdu.

 

III

Yenilgiden Zafere, 1850 –1871

Fransa’dan başlayarak bütün bir kıtaya yayılan devrimler, yine Fransa’dan başlayarak birbiri ardınca yenildiler. Yenilgiyle birlikte sınıf hareketinde bir dağılma ve geri çekilme dönemi egemen oldu. Engels yenilgi sonrasında işçi hareketindeki durumu 1888’de Manifesto’nun İngilizce baskısına yazdığı önsözde şöyle özetledi:

“1848 Haziranında yer alan Paris ayaklanmasının –  proletarya ile burjuvazi arasındaki ilk büyük savaşın – yenilgiye uğraması, Avrupa işçi sınıfının sosyal ve siyasal emellerini yeniden bir süre için geri plana itti…..İşçi sınıfı kendine siyaset alanında bir yer bulabilme savaşıyla ve de orta sınıf radikallerinin aşırı kanadı olmakla yetinmek zorunda bırakılmıştı. Bağımsız proleter hareketleri, canlılık göstermeye devam ettikleri her yerde hemen acımasızca bastırılıyordu.”( Marx-Engels, Manifesto, Öncü Yay. s. 15-16)

Komünistler Birliği kendini bu burjuva terörün merkezinde buldu. 1851’de, yenilginin yol açtığı savrulmalara karşın, Birliğin mücadeleyi kararlılıkla sürdüren üyeleri bir burjuva komployla tutuklandı ve hapse mahkûm edildi. Bu gelişme üzerine Birlik, 1852’de kendini feshetmek zorunda kaldı. Bütün bu teröre rağmen, Avrupa işçi hareketi yenilginin yarattığı dağılma ve ataleti, verdiği kayıplara rağmen kahramanca mücadelesinin yarattığı moral ve güvenle, kısa sürede üzerinden atabildi. 1860’larda işçi hareketinde başlayan toparlanma, 1864’de Enternasyonal İşçi Birliği’nin (Birinci Enternasyonal)  kurulmasıyla yeni bir atılım dönemine girdi.

“Avrupa ve Amerika’nın tüm savaşçı proletaryasını tek bir kuruluş içinde kaynaştırmak amacıyla kurulan bu birlik, (Uluslararası İşçi Birliği kastediliyor-y) Manifesto’da dile getirilen ilkeleri hemen benimseyemezdi. Enternasyonal, İngiliz sendikaları, Fransız, Belçika, İtalya ve İspanya’daki Proudhon taraftarları ve Almanya’daki Lasalle’cilerin kabul edebilecekleri kadar geniş bir programa sahip olmak zorundaydı.”( age. s. 16)

Engels’ten yapılan bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi Enternasyonal, devrimci bir sınıf partisi olmaktan çok, bu sürece giden yolu temizlemek üzere kurulmuştu.  Öngörülen,“işçi sınıfının kurtuluşunun gerçek koşullarının daha iyi anlaşılmasını” sağlamak, Avrupa’nın her ülkesinde devrimci partilerin üzerinde yükseleceği zemini hazırlamaktı.

Nitekim,“Enternasyonal, 1874’de dağıldığında işçiler, 1864’teki işçiler olmaktan çıkmışlardı. Fransa’da Proudhon’culuk, Almanya’da Lasalle’cilik kayıplara karışmak üzereydi.”(age. s.17) Ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde, Marksizm’in öteki küçük burjuva, “sosyalist” ideolojilerin karşısında üstünlüğünün kurulmasıyla birlikte, Marksist partilerin kurulmasının zemini de oluşmuştu.

Yenilgi sonrasında ve yeniden toparlanma döneminde Fransa hâlâ devrimin merkezi, Fransız işçi sınıfı da uluslararası proletaryanın en devrimci müfrezesi olma özelliğini koruyordu. 1870-71 Fransız-Alman savaşının ardından Fransız işçi sınıfı bir kez daha iktidara yürüdü. Devrim, sınıf mücadelesi tarihinde bir ilki de gerçekleştirdi. İşçi sınıfı 1848 devriminden aldığı güçle sokakta kazandığı zaferi bu kez iktidara taşıdı.

Tıpkı 1848 gibi, Komün de Marksist teorinin en temel ilkelerini (devrim, parti, proletarya enternasyonalizmi ve proletarya diktatörlüğü) onaylamakla kalmadı onları geliştirmenin yeni olanaklarını da sundu.

Komünle birlikte devrimin tarihsel ve toplumsal değişimin motor gücü olduğu birkez daha kanıtlanmış oldu. Komün devrimi proletaryanın kurtuluşunun tek olanaklı yolu olarak gördü.

Komün’ün en önemli üstünlüklerinden biri de ülke savunması adına kendi burjuvazisinin kuyruğuna takılmadan Fransa’nın Alman istilâsından kurtarılmasıyla, kapitalist sömürüden kurtulma görevini birleştirmesi ve ayrıca burjuvazinin ulusal savunma şiarı altında ezilmeden, büyük bir bilinç sıçramasıyla savaşa içsavaşla karşılık vermesi ve içsavaşı zaferle sonuçlandırmasıdır.

Komün, Marksist teorinin temel ilkelerinden biri olan  proletarya enternasyonalizmi konusunda eşsiz bir deneyim ortaya koydu. Bizzat örgütsel varlığıyla – Komün çeşitli uluslardan işçileri bağrında toplamıştı –  proletarya enternasyonalizminin en etkili örneklerinden biri oldu. İşçi sınıfının sınıfsal varoluşu gibi, mücadelesinin de evrensel olduğunu pratikte de kanıtladı. Alman burjuvazisi, Komünü ezmek için, Fransız burjuvazisi ile sürmekte olan savaşını bir yana bırakarak, Fransız burjuvazisinin yardımına koştuğunda Alman işçi sınıfı da yurtseverce yanılsamalara izin vermeyerek, sınıf mücadelesi tarihinde bir ilke imza attı,  Fransız işçi sınıfının yanında yerini aldı. Burjuva kardeşleşmesini, proleter kardeşleşmeyle yanıtladı. Fransız ve Alman işçileri proleter enternasyonalizminin bayrağını burjuvazinin bağrına sapladı.

Komün’ün en önemli deneyimlerinden bir diğeri şüphesiz devletle – proletarya diktatörlüğü ile ilgili olanıdır. Marx işçi sınıfının ‘burjuva devlet mekanizmasını ele geçirerek kendi yararına kullanamayacağını,’  bu mekanizmayı parçalamadan iktidarını koruyamayacağını ve kendi devlet mekanizmasını kurmadan yoluna devam edemeyeceğini, 1848 devrim deneyimlerinden hareketle ortaya koymuştu. ( Marx-Engels- Lenin, Paris Komünü Üzerine Sol Yay. s.50) Komün Marx’ın bu tespitlerini doğrulamakla kalmadı, proletarya diktatörlüğünün somut bir biçimini de yarattı. Bu yüzden Marx proletarya diktatörlüğünü Komün’ün varlığının özü olarak nitelendirdi.

Marx’ın de belirttiği gibi, Komün, devlet sorununa tamamen pratik bir sorun olarak yaklaştı ve sorunu kendi koşulları içinde çözmeye çalıştı. Sürekli ordu ve polisi ortadan kaldırarak, yerine halkın doğrudan silahlı örgütlenmesini koydu. Bürokrasiyi ortadan kaldıracak tedbirleri yürürlüğe soktu. Kamu yönetiminde seçimle gelme, görevden alınabilme ve ücretlerin ortalama işçi ücretini geçmemesi ilkelerini benimsedi.

İşçi sınıfı, küçük burjuvazi ve köylülük için bir dizi önlemi yürürlüğe koydu. Bunları yaparken gücünü yasadan değil, dizginsiz sınıf egemenliğinden aldı. Parlamenter bir örgenlik değil, sınıf diktatörlüğünü rehber edindi.

Bütün  bu  önlemlere  karşın, Komün daha önceki bütün egemen sınıfların yaptıkları gibi, iktidarı alınca, kendi sınıf çıkarlarını ulusal çıkar olarak örgütleyemedi. Kendini Paris’le sınırladı. 1848 devrimlerinde  proletarya  nesnel olarak küçük burjuvazi ve köylülüğü yönetebilecek durumda değildi. 1871’de ise Komün kendine egemen olan anlayış yüzünden bu görevi yerine getiremedi.

Engels Marx’in “Fransada İç Şavaş” kitabına yazdığı giriş yazısında devletin bir sınıf iktidarı aygıtı olduğunun altını çizerek şunları yazdı: “ Ama Gerçeklikte devlet bir sınıfın bir başkası tarafından ezilmesi için bir makineden başka bir şey değildir ve bu, krallıkta ne kadar böyleyse demokratik cumhuriyette de o kadar böyledir; bu konuda söylenebilecek en hafif şey, devletin, muzaffer proletaryanın sınıf egemenliği için savaşımda kalıt olarak aldığı ve tıpkı Komün gibi, en zararlı yönlerini budamaktan kendini alamayacağı bir kötülük olduğudur; yeni ve özgür toplumsal koşullar içinde yetişmiş bir kuşak bütün bu devlet hurdasını başından savacak bir duruma gelinceye değin.

Sosyal Demokrat hamkafa (philistin) son zamanlarda proletarya diktatörlüğü sözünün söylendiğini  duymakla yararlı bir teröre kapılmıştır. Eh peki baylar, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komünü’ne bakınız. Paris Komünü proletarya diktatörlüğü idi.” (Marx, Fransada İç Savaş s. 52-53)

Ama ne yazık ki Komün titizlikle yarartığı eseri aynı titizlikle korumasını bilmedi. Bir yandan “köleleştirilmesinin siyasal aleti” olan burjuva devlet mekanizmasının yerine “kurtuluşunun aleti” kendi devlet mekanizmasını -proletarya diktatörlüğünü- koyarken, öte yandan yanı başındaki burjuva devlet mekanizmasının olduğu gibi kalmasına göz yumarak en büyük hatayı işledi ve kendi sonunu kendi eylemiyle (eylemsizliğiyle) hazırladı. İçsavaşla aldığı iktidarı, içsavaşı sonuna kadar yürütmeyi göze alamamakla kaybetti.

Komün’ün yenilgisinin en önemli nedenlerinden biri olan bu hata proletarya diktatörlüğünün devrim ve komünizm açısından merkezi önemde bir ilke olduğunu ortaya koymaktadır Bu ilke sadece işçi sınıfının iktidar mücadelesinin değil, kapitalizmden komünizme geçişte bütün bir tarihsel sürecin belirleyici ve yönlendirici ilkesidir. Bu süreçte işçi sınıfının iktidar mücadelesinin belirleyen ilkesi olan  proletarya diktatörlüğü, sürecin bütünü, yani sonal amaç olan (komünizm) tarafından ise belirlenendir. İşçi sınıfı iktidarının aracı aynı zamanda iktidarsızlığın da (devletin ortadan kalkmasının) aracıdır. Marx proletarya diktatörlüğün kapitalizmden komünizme geçiçteki yeri ve rolünü şöyle açıkladı; “…Proletarya gitgide devrimci sosyalizmin çevresinde, bizzat burjuvazinin Blanqui adını taktığı Komünizm çevresinde toplanıyor. Bu sosyalizm, genel olarak, sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması, sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine uygun düşen bütün toplumsal bağlantıların ortadan kaldırılması, bu toplumsal bağlantılardan doğan bütün düşüncelerin altüst edilmesine varmak üzere, devrimin sürekliliğinin ilanıdır, zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.” ( Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Sol Yay. s.130)

Sınıf iktidarının biçimi olarak proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının kapitalizme karşı yürüttüğü mücadelenin bütün yönlerini belirler. Partinin niteliğini, örgütlenme ilkelerini, devrimci eylemini, mücadele biçimlerini (parlamenter, parlamento dışı vb.), mücadele yöntemlerini (barışçı, barışçı olmayan, iç savaş vb.), kısaca devrimin strateji ve taktiğini bütün yönleriyle belirler. Proletarya enternasyonalizminin gerçek temelini de proletarya diktatörlüğü oluşturur. Çünkü proletarya enternasyonalizmi ancak sınıf mücadelesi içinde ve iktidar mücadelesinin bir unsuru olarak varolabilir. İşçi sınıfı ulusal biçim altında yürüttüğü iktidar mücadelesini, bu aynı mücadeleyi yürüten başka ülkeler işçi sınıflarının mücadeleleriyle birleştirerek fiili enternasyonal bir karakter kazanır. Proletarya enternasyonalizmi devrimci içeriğine bu mücadeleler içinden gerçek kavuşur. Bu anlamda proletarya diktatörlüğü, aynı zamanda proletarya enternasyonalizminin  bir gerçekleşme biçimidir de.

Son olarak Komün devrimci süreçte partinin rolü, zorunluluğu ve niteliği konusunu netleştirmiştir. Komün işçi sınıfının devrimci partisi için vazgeçilmez bir koşul olsa da, sınıfın bağımsız örgütlenmesinin devrimin zaferi ve sürekliliğinin garantisi olamayacağını, partinin sınıf mücadelesinin farklı biçimlerini -teorik, siyasal, ekonomik- uyumlu ve bağlantılı olarak sürdürecek teorik-pratik bir kavrayışa, merkezi eylem yürütebilecek bir örgütlülüğe, bunun gerektirdiği devrimci bir disipline ve bütün bunları sağlayacak ideolojik bir arılığa ve birliğe sahip olması gerektiğini ortaya koydu. Komün’ün yenilgisindeki en büyük etken, onun eylemini yönetecek ve ileriye taşıyacak böyle bir partiye sahip olmamasıydı. Komün’ün, yanı başındaki burjuva devletin varlığını korumasına izin veren de, onu burjuvaziyi mülksüzleştirme ve silahsızlandırma işinden alıkoyan da sahip olduğu örgütün zaaflarıdır; Merkez Komitesinin Komün’ün merkezi eylemini ve devrimci disiplinini engelleyen alacalı yapısıdır. Ama Komün, eseriyle devrimci bir partiye giden yolu da temizlemiş, zafer ile onu sağlayacak devrimci örgütün nitelikleri arasındaki ilişkiyi yeniden kurmuştur.

Engels, Marx’ın “Fransa’da Sınıf Savaşımları” kitabına yazdığı “Giriş”te, Komün’ün oluşumu ve yenilgisini şu özlü ifadeyle değerlendirdi:

“ Paris’te artık proletarya devriminden başka bir devrimin olanak dışı olduğu ortaya çıktı. Zaferden sonra iktidar tamamıyla kendiliğinden, hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak biçimde işçi sınıfının eline düştü. Ve o anda, işçi sınıfı iktidarının bizim burada betimlediğimiz dönemden (Engels, 1848-49 devrimlerini kastediyor-y)   20 yıl sonra bile hâlâ ne kadar olanak dışı olduğu bir kez daha görülebildi. Bir yandan Fransa, Paris’in Mac Mahon’un gülleleri altında kan kaybetmesine seyirci kalarak onu atlattı. Öte yandan, Komün kendisini ikiye bölen iki taraf arasındaki, her ikisi de yapılacak işin ne olduğunu bilmeyen Blanki’ciler (çoğunluk)  ile  Proudhon’cular (azınlık) arasındaki kısır çekişmelerle tükenip gitti. 1871’deki zafer armağanı 1848 baskınından daha fazla meyve vermedi.” (Fransada Sınıf Savaşları sol yay. s. 17)

Carlo Terzaghi’ye yazdığı 14-15 Ocak 1872 mektupta ise Komün’de egemen olan  siyasal anlayışı kastederek  “Komünün hayatına  mal olan şey”in, “merkeziyetçilik ve otorite eksikliği oldu”ğunu yazdı. (Marks, Engels, Lenin Paris Komün Üzerine, Sol Yay. s. 376)

Engels’in, 1848’de yenilginin belirleyici nedenini kıta Avrupa’sı üzerindeki iktisadi gelişmenin kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamış (age, s. 14)  olması olarak belirlerken, 1871 yenilgisini Komün’e egemen olan fraksiyonların – Blanki’ciler ve Proudhon’cular – “yapılacak işin ne olduğunu bilmemesi” ile açıklaması, parti sorununa önemli bir vurgudur.

.Bu dört ilke Marksist teorinin özü ve özetidir. İşçi sınıfını silahsızlandırmayı hedefleyen bütün saldırıların bu dört ilkeye yönelmesi ve sınıf hareketi içinde ortaya çıkan bütün büyük bölünmelerin bu dört ilkede ortaya çıkması boşuna değildir.

1848 – 1871 fırtınalı devrim döneminin sınıf mücadelesi açısından ayırt edici özelliği, Marksizm’in burjuva ve küçük burjuva sosyalist akımlarla giriştiği mücadeleden egemen bir eğilim olarak çıkması, Marksist devrim, devlet ve parti teorisinin, zengin devrim deneyimleriyle olgunlaşması ve işçi sınıfının kendiliğinden sınıf olmaktan çıkarak kendisi için sınıf düzeyine yükselmesidir.

Dönemin sonunda patlak veren Paris Komünü ve Komün’ün yenilgisi, paradoksal bir biçimde Marksizm’in işçi hareketi içindeki zaferiyle kesişti. Bu zaferle birlikte sınıf mücadelesinde teorik görüşleri, taktik anlayışları, örgütlenme ve mücadele biçimleri ile burjuva ve küçük burjuva “sosyalizmleri”nin temsil edildiği Marksizm öncesi dönem kapandı; böylece sınıf mücadelesi, Marx’ın, L. Kugelmann’a yazdığı 17 Nisan 1871 tarihli mektubunda belirttiği gibi – “Paris’teki mücadele ile, işçi sınıfının kapitalist sınıfa ve onun devletine karşı mücadelesi yeni bir aşamaya girmiştir. Bu kavganın ilk sonuçları ne olursa olsun, evrensel bir önem taşıyan yeni bir çıkış noktası kazanılmıştır.” (Marx- Engels, Seçme Mektuplar , Evrensel Yay. s. 59-60)

 

Marks ve Engels’in Yol temizliği:

1848 devrimleri ile Paris Komünü arasında geçen dönemde (1848-1874) Marx ve Engels bir yandan bu devrimlerin deneyimini ele alıp bundan sınıf mücadelesi için gerekli sonuçları çıkartarak, kendi adlarıyla anılan teoriyi  devrimci pratiğin yardımıyla geliştirirken, öte yandan proletaryayı baştan çıkarmaya yönelik burjuva ve küçük burjuva sosyalizmine karşı da amansız bir mücadele sürdürdüler. Marksizm bu mücadelelerden geçerek işçi hareketi içinde devrimci otoriter  bir güç haline geldi.

Bu otoritenin gerisinde Marx ve Engels’in; burjuva liberalizmine, Proudhon’culuğa, Blanki’ciliğe ve Lasalle’cılığa    karşı verdiği teorik ve politik mücadele vardır.

Marksizm dışı bu akımlar içinde en etkilisi şüphesiz ki  Proudhon’culuktur. Proudhon, anarşizmin hem isim babası, hem de bir ideoloji olarak yaratıcısıdır. Bu yüzden de anarşizmin babası olarak anılmıştır. Proudhon’a göre “her türlü kötülüğün kaynağı” devlettir. Sömürünün kaynağı da devlettir. Dolayısıyla devletin ortadan kalkmasıyla sömürü de ortadan kalkacaktır. Proudhon, devleti sınıf egemenliğinin bir aracı olarak görmediği için ortadan kalkmasını da sınıf mücadelesine bağlamaz. Tersine işçilere siyasal mücadeleden uzak durmayı öğütler. Ona göre siyasal mücadele yürütmek devleti tanımak, dolayısıyla “anti otoriter ilkeyi” reddederek anarşizmden kopmaktı. Proudhon’un öngördüğü düzen siyasal mücadele aracılığıyla değil, gönüllülük temelinde bireysel, ya da biraraya gelmiş üreticilerin eşit değişimine dayalı ilişkileri  üzerine kurulacak ve bu ilişkinin kredi sistemiyle desteklenmesiyle varlığını sürdürecekti. Bu kendi kendini yöneten üreticiler toplulukları “federal ilke” gereğince bir araya gelerek çoğulcu bir sistem yaratacaklardı. Her ne kadar devletin reddi olarak ünlenmiş olsa da, Proudhon’un teorisinin özü sınıf mücadelesinin reddidir. O yüzden dün de, bugün de sınıf mücadelesinden yan çizenler Proudhon’a uğramadan, onun görüşlerini yeni biçimler altında ileri sürmeden  edemezler.

Marx,  görüşlerini ayrıntılı olarak ele alıp eleştirdiği Felsefenin Sefaleti kitabının girişinde Proudhon’u şöyle betimledi; “M. Proudhon’un garip bir biçimde Avrupa’da yanlış anlaşılma bahtsızlığı var. Fransa’da iyi bir Alman filozofu diye itibar gördüğünden, kötü bir iktisatçı olmaya hak kazanmıştır. Almanya’da ise en yetenekli Fransız iktisatçılarından biri olarak itibar gördüğünden, kötü bir filozof olmaya hak kazanmıştır. Biz aynı zamanda hem Alman hem de iktisatçı olduğumuzdan bu ikili hatayı protosto etmek istiyoruz.” (Sol Yay. s. 29- Başlarken bölümü)

Mark ve Engels aynı şekilde sosyalizm tarihinin en ilginç kişiliklerinden biri olan Lasalle’cılığa karşı da mücadele ettiler. Lasalle, 1863’de Alman İşçileri Genel Derneği’”ni kurdu. İşçi kooperatiflerinin devlet yardımıyla desteklenerek, barışçıl yoldan sosyalizme geçilebileceğini savundu. Laselle başlangıçta Alman işçi sınıfının siyasal örgütlenmesinde önemli bir rol oynadı. 1864’te evlenmek istediği kızın babasıyla girdiği düelloda öldü. Ama Lasalle’cılık Alman sınıf mücadelesinde uzun bir süre bir eğilim olarak varlığını sürdürdü. 1875’te Marx ve Engelsin karşı çıkmasına rağmen Lasalle’cılar Alman Sosyal Demokrat Partisi’yle birleşti. Marx ve Engels bu yeni partinin Lasalle’ci programını “Gotha Programının Eleştirisi”nde ayrıntılı olarak eleştirdiler.

Blanqui’ciliğe karşı verilen mücadeleye gelince, Blanqui amacını kapitalist devleti  yıkmak yerine sömürünün olmadığı bir diktatörlük kurmak olarak belirlemişti. Ama bu değişimin sınıf mücadelesine bağlı olarak değil de, iyi örgütlenmiş, disiplinli, kararlı küçük bir grubun eyleminin sonucu olarak gerçekleşeceğini öngörüyordu. Kapitalizmin devrim yoluyla yıkılması, bunun için iyi örgütlenmiş bir devrimciler örgütünün zorunluluğu, ve devrimci bir diktatörlüğün kurulması Blanquizm ile Marksist teorinin ortak yanlarını  oluştururken, (bu yakınlığa dayanarak çoğu zaman Marksizm Blanqui’cilikle özdeşleştirilmiştır) devrimi bir komploya indirgemesi ve diktatörlüğün sınıf ile olan ilişkisini reddetmesi onu Marksizm’den ve sınıf mücadelesinden koparıyordu. (bak: Marks,  Engeels Seçme Yapıtlar ciltII say.454)

Marx ve Engels’in eleştirilerinin yanında bu üç akım en önemli darbeyi bizzat içinde yer aldıkları, hata ve sevaplarında önemli pay sahibi oldukları Paris Komünü’nde aldılar. Komün, yarattığı eserle ve yenilgisiyle  devrimi sınıf mücadelesinin dışında arayan bu üç akımın da mezarı oldu.

Marx ve Engels, ASDP’nin kurulmasından sonra bu mücadeleyi,  aynı şekilde – Almanya’da ve Avrupa’nın birkaç ülkesinde etkinlik kazanan – Bakunin’ciliğe karşı da kararlı biçimde sürdürdüler.

Bakunin -selefi Proudhon gibi- devleti, sınıf ilişkilerinden kopararak ele aldı. Devleti sermaye egemenliğinin bir aracı olarak değil, tersine “sermayeyi yaratanın devlet olduğu” görüşünden hareket ederek sorunun, her türlü otoritenin ortadan kaldırılmasıyla çözülebileceğini ileri sürdü. Toplumsal devrimin temelini, ekonomik koşullarda değil de bireyin bireysel iradesinde aradı.

Bakunin’e göre bütün kötülükleri yaratan, ekonomik ve siyasal koşullar değil; bizzat devletin kendisidir. Devlet bir şekilde ortadan kaldırıldığında  – ki bu ezilenlerin her yerde bir anda gerçekleşecek ayaklanmasıyla, bir genel grevle gerçekleşecektir – kötülükler de son bulacaktır. İşçiler, otorite altında ezilenler, bu mutlu güne kadar “devlete karşı siyasal bir parti biçiminde örgütlenmemeli”, “siyasal eyleme girişmemeli”, ücretlerini artırmak ya da ücretlerdeki düşüşü engellemek için grev yapmamalıdırlar; çünkü bu, “devleti tanımak anlamına gelir” ki, bu da “anti-otoriter ilke”ye terstir.

Bakunin’in “bütün kötülüklerin kaynağı” olarak gördüğü devlete karşı açtığı savaş, sadece burjuva devletin reddi değil, aynı zamanda işçi sınıfının kendini egemen bir sınıf olarak örgütlemesi ve devletsizliğe geçişin bir aracı olan proletarya diktatörlüğünün de reddidir. Bakunin’e göre, “proletarya diktatörlüğü, büyük çoğunluk üzerine işçi sınıfının ayrıcalıklı bir azınlığının yönetimi”dir. Aynı biçimde partinin devrimci süreçteki öncü rolü de partinin sınıf üzerindeki egemenliği’dir ve bu ikisi de “anti-otoriter ilke” gereğince reddedilmelidir.

Bakunin bu karmaşık, anarşist düşünce içinde çıkış yolunu; Komün’ün ve bireyin özerkliğinde bulur. Bu formülasyon içinde ise özerk bireylerin hangi ilkeye göre bir araya gelecekleri ve devleti ortadan kaldıracakları ise bir muamma olarak kalır.

Kendi kurgusunu sınıf mücadelesi olarak ortaya koyan Bakunin, görüşlerini I. Enternasyonal’e egemen kılmak ve Enternasyonal’i ele geçirmek için yoğun bir entrika faaliyeti içine girdi. 1868 yılında I. Enternasyonal karşısında, Cenevre’de “Sosyalist Demokrasi İttifakı” adıyla kendi örgütünü kurdu. Bu örgüt, I. Enternasyonalin aynı tarihte Bern’de yapılan kongresinde entrikayla Enternasyonal’e üye olarak katılmayı başardı.

Bakunin örgütünün I. Enternasyonal’e üyeliğinin ardından Enternasyonal’i ele geçirmek üzere yıkıcı faaliyetlerine hız verdi. Bunda kısmen de başarılı oldu. Enternasyonalin çeşitli seksiyonlarında ( İsviçre, İtalya, İspanya, kısmen de Belçika) önemli etkinlik elde etti. Bakunin, bu etkinliğe dayanarak Enternasyonal içindeki yıkıcı faaliyetlerini daha da artırdı. Bakunin’e göre “gelecekteki insan toplumunun bir embriyonu olması gereken Enternasyonal”; bu işlevini yerine getirebilmesi için “bağrındaki otoriteye ve diktatörlüğe eğilimli her türlü ilkeyi çıkarıp atmak zorundadır.”

Aslında kapitalizme karşı devrimci örgütlenmenin ve proletarya diktatörlüğünün reddi olan bu görüşü, Engels; 1872’de yazdığı bir makaleyle şöyle yanıtlıyor: “Tam da bütün gücümüzle kendimizi savunmamız gereken bir anda, proletaryanın; her gün, her saat yürütmeye zorlandığı savaşımın gereksinmelerine uygun bir biçimde örgütlenmesi değil de, birtakım hayalperestlerin, yarının toplumu üzerine kendi kafalarında kurdukları bulanık tasarımlara göre örgütlenmesi öneriliyor. Düşünelim birazcık bu modele göre kendi Alman örgütümüzün neye benzeyeceğini. Hükümetlerle ve burjuvaziyle savaşacağımız yerde, programımızın her maddesinin, kongrenin her kararının, geleceğin toplumunun tastamam bir yansısı olup olmadığını anlamak için kafamızı patlatacağız.

Yürütme komitesi yerine, basit bir yazışma ve istatistik büromuz olacak. Bu büronun bütün işi elinden gediğince özerk şubeleri çekip çevirmektir. – öylesine özerk şubeler ki, bunlar hiçbir yönetici otoriter organı, bu onların kendi özgür onaylarıyla kurulmuş da olsa, tanımamalıdırlar; çünkü tanırlarsa, gelecek toplumun örneği olmaktan ibaret olan ilk görevlerini çiğnemiş olurlar! Kuvvetlerin birleştirilmesi, uyum içinde yürütülen eylemler, bunlar sorun olmaz. Eğer şubelerden birinde azınlık çoğunluğa boyun eğerse, özgürlük ilkesine karşı büyük bir suç işlemiş ve otoriteye, zorbalığa götüren ilkeyi kabul etmiş olur!… Bu, hiyerarşik ve otoriter bir örgüt oluşturmak demek olur! Ve hele bu örgütte disiplinli şubeler hiç olmamalıdır. Ne parti disiplini, ne güçlerin bir merkezde toplanması, ne de savaşım araçları! Peki ne olacak o zaman gelecek toplumun örneği ? Kısaca bu cinsten yeni bir örgütlenmeyle nereye varabiliriz ki ? İlk Hıristiyanların korkak ve kölece örgütlenmesine, her tekmeyi minnetle kabullenen bu köleler, kölece davranışları sayesinde zafere, evet doğru, zafere üç yüzyılın sonunda ulaştılar, ama proletarya ne olura olsun, bu devrim yöntemini örnek almayacaktır! Nasıl ilk Hıristiyanlar kendi imgesel cennetlerini örgütlenme modeli olarak almışlarsa, görüyorsunuz biz de aynı şekilde Bay Bakunin’in gelecek toplumsal cennetini örnek olarak kabul etmeliyiz ve savaşacağımıza dua etmeli ve umutla beklemeliyiz. Ve işte bize bu gibi saçmalıkları vazedenler tek gerçek devrimciler diye geçiniyorlar.”( Marx – Engels – Lenin; Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, Sol Yay. s. 75 – 76)

Uzunluğu nedeniyle okuyucunun tepkisini göze alarak alıntıyı, küçük bir bölümü hariç, tümüyle yazıya ekledik. Çünkü alıntı, yalnızca Bakunin’in görüşlerinin bir eleştirisi olması açısından önem taşımıyor; bundan çok daha önemlisi, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesi ve komünist partinin örgütlenme ilkelerini ortaya koyuyor. Alıntı böyle değerlendirildiğinde okuyucunun bize hak vereceğini düşünüyoruz. Ayrıca bize aralıksız otuz yıldır bireysel özgürlük ve bireyin özerkliği adına aynı şeyler söylenmiyor mu? Bizden, kurmayı düşündüğümüz örgütün, geleceğin nüvesi olması öne sürülerek aynı şeyler istenmiyor mu? Hiyerarşi yok, otorite yok, işbölümü yok, merkezi örgütlenme, merkezi eylem yok; örgütlerin birbirine bağlılığı ve hesap vermesi yok, azınlığın çoğunluğa tabi olması yok, disiplin yok, güç kullanımı yok, devrimci yöntemler ve devrimci mücadele biçimleri yok. “Çünkü bu “yok”ları onaylamadan geleceğin toplumunun nüvesi olamayız”. Gerçekten de olamayız; çünkü bütün bunlar reddedilerek kurulamayacak olan toplumun nüvesi de olunamaz. Bütün bunlara rağmen hâlâ nüve olmakta kararlıysanız geriye bir tek şey kalıyor, o da Engels’in söylediği gibi oturup dua etmek!

Bakunin’in I. Enternasyonal’e karşı yıkıcı faaliyetleri, Marx ve Engels’in teorik ve siyasal mücadelesi ve ASDP’nin artan etkinliğiyle başarısızlığa uğradı. Engels’in de vurguladığı gibi, “… dört yıllık bir iç savaştan (1869 – 1872) sonra Avrupa işçi sınıfının eylem birliği yeniden kuruldu.” (A.g.e. s.198)

Bakunin’cilerin Enternasyonal’den atılmalarının ardından etkinliklerini İspanya ve İtalya’da başarısız “devrim girişimleri”yle, İsviçre ve Belçika’da ise ASDP’nin etkinliğine bağlı olarak kaybettiler.

Bakunin’in sınıf mücadelesi içindeki yeri, etkin olduğu dönemle   (1868 – 1873) sınırlıdır. Asıl önemli olan; Bakunin’in proletarya diktatörlüğü ve devrimci parti örgütlenmesine karşı ortaya koyduğu bu “ilkelerin” ( devletin sınıf egemenliği aygıtı olarak reddi, otoritenin, hiyerarşinin, işbölümünün, disiplinin reddi vb.) sonraki dönemlerde; “Marksizm’in geliştirilmesi” adı altında Bakunin’in teorisinden soyutlanarak, liberaller ve reformistler tarafından Marksist harekete taşınmasındadır.

Paris Komünü Yenilgisi ve Sonrası

I

Almanya’nın Öne Çıkışı

Bu dönem,1848-1871 arası iki dönemden; Avrupa’da burjuva devrimlerin tamamlanması, kapitalizmin hızlı “barışçı” gelişimi ve devrimlerin olmayışıyla ayrılır. Kapitalizm ise esas olarak bu dönemde sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinde kat ettiği yolla, gerçek kimliğine, yani tekelci ve emperyalist kimliğe kavuştu. Bu “barışçı” ve hızlı büyümenin diğer bir özelliği ise, sermaye birikimindeki büyümeye paralel olarak proleterleşme sürecinin, toplumun bütün sınıf ve katmanlarına yayılarak hızlanması ve genişlemesi, böylelikle de sosyalizmin nesnel koşullarının (üretimin toplumsallaşması ve işçi sınıfının gelişmesi) dünya çapında olgunlaşmasıdır.

Marksizm’in sınıf hareketinde teorik, siyasal ve örgütsel alanda baskın eğilim haline gelmesi, bir yandan I. Enternasyonal’in alacalı bileşimi içinden Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde, “sosyal demokrat” adı altında komünist partilerin oluşmasının zeminini hazırlarken, öte yandan Komün’ün yenilgisinin Avrupa işçi hareketinde yarattığı dağılma sürecini frenleyerek yavaşlattı ve moral bozukluğunu da etkisizleştirdi. Devrim bir ülkede geri çekilirken, başka bir ülkede yeniden güç topluyarak öne fırladı.

Paris’te işçi sınıfı, birleşik burjuva terörü altında devrimci evlatlarını barikatlarda kaybederek geri çekildi. Bu yenilgiyle Fransa sınıf savaşındaki eski öncü konumundan geri düşerken, Almanya devrimin yeni merkezi, Alman işçi sınıfı da dünya işçi sınıfının yeni devrimci müfrezesi olarak öne çıktı.

1869’da Marksist ilkeler üzerinde kurulan Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi* ile işçi sınıfının  sosyalizm mücadelesi, teorik, siyasal ve örgütsel bir bütünlük ve belirgin bir form kazandı. İşçi sınıfı, ilk kez Alman Sosyal Demokrat Partisi (ASDP) önderliği altında etkili bir sendikal ve merkezileşmiş bir siyasal mücadele olanağını elde etti. ASDP, öncü işçileri (Bebel, Willhelm Liebknecht vb.), kendi öncüsü olarak örgütleyerek ve sınıf mücadelesinin farklı biçimlerini (teorik, siyasal ve ekonomik) uyumlaştırıp merkezileştirerek işçi sınıfının geniş kesimleriyle bağ kurma ve onları mücadeleye çekme olanağına kavuştu. O güne kadar büyük ölçüde ayrı kanallardan yürüyen bilimsel sosyalizm ile işçi hareketinin birliğini ASDP önderliği altında birleştirdi.

Almanya’da sınıf mücadelesinin yükselmesi ve ASDP’nin sınıf hareketinde otoritesi ve saygınlığı yüksek bir güç haline gelmesi, kendiliğinden gerçekleşmedi. Bu, her şeyden önce 1848’den bu yana burjuva ve küçük burjuva eğilimlerle girdiği mücadelelerden Marksizm’in egemen bir eğilim olarak çıkması ve işçi sınıfının devrimler sürecinde elde ettiği devrimci deneyimin özümsenerek sınıf mücadelesine taşınması temelinde gerçekleşti.

1847’den beri birikmiş bir mücadele deneyimi ve mücadelelerden geçerek yetkinleşmiş bir devrimci kadroyla kurulan ASDP, 1870 yılından başlayarak sınıf mücadelesinde iki önemli silahı, sendikal mücadele ve parlamenter mücadele silahını kullanarak büyümesini sürdürdü. 1871 – 77 arasında genel oy sisteminden yararlanarak parlamentoyu devrimci bir kürsü olarak kullandı. Burjuvazi, bin bir tuzak ve yöntemle durdurmayı başaramadığı partinin güçlenme sürecini 1878’de Sosyalistlere Karşı Yasa’yı yürürlüğe sokarak durdurmayı denedi. Parti bir anda, etkin olarak kullandığı legal mücadele araçlarının hemen hepsini, (legal örgütlenme, legal basın, dernek kurma, toplantı yapma vb.) kaybetti. Bu yeni durum, bir yandan mücadele koşullarını zorlaştırırken, öte yandan partinin devrimci niteliği için de bir sınav oldu. Parti bu sınavı, kısa bir bocalamanın ardından başarıyla geçti. Legal mücadeleden illegal mücadeleye geçişi, büyük bir sarsıntı geçirmeden sağlayarak, mücadelesini illegal koşullarda sürdürdü. İllegal örgüt ve illegal basınla zayıflamaya başlayan kitle bağlarını yeniden güçlendirdi. Sosyalistlere Karşı Yasa 12 yıl yürürlükte kaldı. Bu on iki yıl boyunca parti, mücadeleyi yer altında örgütledi ve güçlenmesini sürdürdü. Burjuvazi 1890’da hiçbir işe yaramayan bu yasayı kaldırmak zorunda kaldı. Engels “ Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim”in önsözünde ASDP’nin sağladığı bu başarıyı ve bir mücadele biçiminden ötekine geçerken gösterdiği devrimci yeteneği “Alman işçi sınıfının teorik anlayışı” ve “kendinden önceki mücadeleleri kavrama, o mücadelelerden elde edilen deneyimlerden yararlanarak, kaçınılabilecek hatalardan kaçınma yeteneğiyle” açıkladı.

Yine aynı önsözde şunları yazdı: “… işçi hareketi var olalı beri, savaşım; ilk kez olarak, teorik, siyasal ve pratik (iktisadi: kapitalistlere karşı direnç) üç yönü içinde uyumlu, birbirleriyle bağlantılı bir yöntem ile yürütülmüştür.”  Alman işçi hareketinin yenilmez gücünün işte, deyim yerindeyse “bu merkezi saldırıda” olduğunu vurgulayarak, şöyle sürdürdü: “… hiçbir yurtsever şovenlik kabul etmeyen ve hangi ulustan gelirse gelsin, proleter hareketin her yeni ilerleyişini sevinçle selamlayan gerçek enternasyonalist anlayışı korumak söz konusu. Eğer Alman işçileri böyle davranmakta devam ederlerse, hareketin başında yürüyeceklerdir demiyorum – sadece herhangi bir ulus işçilerinin hareketin başında yürümeleri, hareketin yararına değildir. – ama savaş çizgisi üzerinde şerefli bir yer tutacaklar ve hesapta olmayan ağır sınavlar ve büyük olaylar, onlardan daha çok cesaret, daha çok karar ve daha çok erke istediği zaman pusatlanmış ve hazır olacaklardır.” ( Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, Sol Yay. s.31-32)

Ama ne yazık ki gelişmeler Engels’in umduğu gibi olmadı. Mücadelenin onlardan daha çok cesaret istediği bir anda ASDP, ne devrimci kararlılığını koruyabildi, ne de gerekli cesareti gösterebildi.

Aslında ASDP’deki gevşeme “Fransız milyonlarıyla beslenen sanayinin, sıcak seradaki gibi, durmadan hızlı bir ritimle geliştiği” ve buna paralel olarak ASDP’nin büyümesini sürdürdüğü 1880’li yıllarda mayalandı. Sosyalistlere Karşı Yasa’nın yürürlüğe girdiği yıllarda, illegal mücadeleye dayanıksız aydın karakter kendini açığa vurmaya başladı. İsviçre’de sürgünde bulunan Bernstein ve arkadaşları “Almanya’da Sosyalist Hareketin Geçmişine Bakış” başlığı altında bir makale yayımladılar. Makale gelecekte olacakların habercisi gibiydi. Bernstein ve arkadaşları makalelerinde, ASDP’nin tek yanlı bir parti olduğunu, partinin “gerçek insan sevgisiyle dolu tüm adamların” çok yanlı partisi olması gerektiği (4), işçi sınıfının kendi eylemiyle kendisini kurtarmaya yeteneksiz olduğu, bunun için “eğitim görmüş varlıklı” burjuvaların yönetimi altına girmek zorunda olduğu, burjuvaziyle asla savaşılamayacağı, onun yalnızca enerjik propagandayla kazanılabileceği, Sosyalistlere Karşı Yasa’nın yürürlükte olduğu bu dönemde, partinin zora dayalı kanlı devrim yolunu tutmayacağını, yasallık ve reform yoluyla mücadele edeceğini beyan etmesi gerektiği,(5) partinin geçmişteki gibi barikata çıkmaması ve hatta, daha da ileri giderek, barikata karşı bizzat savaşması gerektiği vb.(6) savlarla partinin bir devrim partisi olmaktan çıkarılıp, bir reform partisi olması gerekliliğini öne sürdüler. (4,5,6- Marx, Engels Genelge mektup- Marx-Engels-Lenin İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol yay. s.125 – 126).

Bu makalenin ASDP yöneticilerince sessizce geçiştirilmesi üzerine Marx ve Engels harekete geçerek, ASDP yöneticilerine Genelge mektup olarak anılan bir mektup gönderdiler. Mektupta hem Bernstein’ın görüşlerinin ne anlama geldiğini açıkladılar ve hem de bu makaleyi kaleme alanların partiden ihracını talep ettiler.

Marx ve Engels mektupta “proletaryanın devrimci tutumundan sıkıştığı için korkarak ‘ fazla ileri gidildiğini söyleyen”… Üç Zürihli’nin ( Bernstein ve arkadaşlarının makalesi, Üç Zürihli’nin makalesi olarak adlandırıldı) “kararlı siyasal mücadele yerine genel aracılık; Hükümete ve burjuvaziye karşı savaşım yerine onları kazanma ve inandırma çabası; yukarıdan gelen kötü işlemlere karşı inatçı bir direnme yerine, alçakça bir teslimiyeti”  (age.- s.128) savunan küçük burjuva temsilciler olduğunu belirttiler. Mektupta ayrıca ASDP yöneticilerine şu uyarıyı yaptılar:  “…partinin, bu makalenin yazarlarının kendi saflarında bulunmasına daha fazla katlanabilmesi, bizim için anlaşılmayan bir şey. Ama böylesi kişilerin eline parti yönetimi de az çok geçerse, parti basbayağı gücünü yitirir ve proleter yiğitliği de son bulmuş demektir.”    (a.g.e, s.131)

ASDP yönetimi, sonradan işçi hareketi tarihinde ciddi bir bölünmenin başlangıcı olan bu olayı geçiştirmekle yetindi. Bernstein’ın tek makaleyle yetinmesi, onun görüşlerinden vazgeçtiği biçiminde yorumlandı. Daha sonra Sosyalistlere Karşı Yasa’nın ortadan kalkması ve yeniden legal mücadele döneminin başlaması, makalenin tamamen unutulmasına yol açtı. Ta ki Bernstein, 1898’de “eleştiri özgürlüğü” adı altında Marksizm’i revize etmeye kararlı olduğunu ortaya koyuncaya dek.

ASDP, Sosyalistlere Karşı Yasa’nın 1890’da ortadan kalkmasının ardından yeniden legal olanaklara kavuşarak büyümesini sürdürdü. Partinin kitle bağlarının güçlenmesiyle birlikte parlamenter etkinliği de arttı. İllegal mücadeleden legal mücadeleye geçişte parti, karşılaştığı sorunları kısa sürede aştı. ASDP içinde 1890’da ortaya çıkan gençlerden oluşan yarı-anarşist muhalefet, Sosyalistlere Karşı Yasa’nın ortadan kaldırılmasından sonra legal mücadeleyi reddederek, sosyal demokratların parlamento seçimlerine katılmasına karşı çıktılar. “Gençler Grubu”  (age s.131) olarak adlandırılan bu grup bir varlık gösteremeden parti dışına düşerek etkisizleşti.

 

II

Kapitalizmin yeni aşaması:

Tekelci Kapitalizm ve Emperyalizm

19. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak kapitalizmin Batı’da hızlı ve “barışçı” gelişmesi dünya tarihinde önemli bir değişime yol açtı. Kapitalizm, tarih içindeki evrimini, esas olarak tamamlayıp kendi içinde nitel bir sıçramaya uğradı. Tekelci-emperyalist aşamaya ulaştı. Bu gelişmeye işçi sınıfının nicel ve nitel gelişmesi eşlik etti. Sermaye hareketi, ulusal sınırları aştığı, kapitalizm, bir dünya sistemi haline geldiği ölçüde sınıf mücadelesi de onu izledi; pratik olarak ulusal mekandan uluslararası mekana taşarak, pratik-evrensel bir nitelik kazandı.

Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde öngördükleri gelişme gerçekleşti. Proleter devrimin zorunlu koşulu olan Marksist teoriyle sınıf hareketi arasındaki bağ kurulmuş oldu. Teori, proleter harekette vücut buldu. Bu, aynı zamanda proleter devrimin, dünya çapında teorik hazırlık döneminden, politik-örgütsel-pratik hazırlık dönemine girmesi; diğer bir deyişle, devrimin güncelleşmesidir.

Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde tarihsel gelişmeye yol açan çelişki ve bu çelişkinin çözümü arasındaki ilişkiyi şöyle formüle ettiler: “Demek ki bizim anlayışımıza göre tarihin bütün çatışmalarının kökeni, üretici güçlerle değişim tarzı arasındaki çelişkidedir. Ayrıca bu çelişkinin bir ülkede, o aynı ülkede çatışmalara neden olması için aşırı ölçüde artmış olması da zorunlu değildir. Sanayileri daha çok gelişmiş ülkelerle rekabet, hatta sanayileri daha az gelişmiş ülkelerde bile böyle bir çelişkinin doğmasına yeter. ( örneğin İngiliz sanayisi ile rekabetin ortaya çıkmaya zorladığı Almanya’daki gizil proletarya.)” ( Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay.s.103)

Marx ve Engels’ten yapılan bu alıntıdan şu sonuçları çıkarmak mümkündür: Birincisi, sosyalizmin maddi koşulları sorunu (mülksüz sınıfın büyümesi ve üretimin toplumsallaşması), tek tek ülkelerin somut durumundan hareketle değil, kapitalist gelişmenin dünya çapında ulaşmış olduğu gelişme düzeyinden hareketle saptanabilir. 1900’lerin başında kapitalizmin dünya çapında ulaşmış olduğu gelişmişlik düzeyi -tekelci kapitalizm / emperyalizm- bu koşulların dünya çapındaki olgunluğunun verisidir. Lenin bundan hareketle kapitalizmin, tarihi sınırlarına dayandığı tezini geliştirmiştir. Bu, aynı zamanda sosyalist devrimin teorik bir sorun olmaktan çıkıp teorik-pratik bir sorun haline geldiğinin, devrimin güncelliğinin de tespitidir.                                                                                                                                  İkincisi, ülkelerin kapitalist gelişmişlik düzeyi ile proleter devrim arasında doğrudan bir ilişkinin, tek tek ülkelerdeki kapitalist gelişmenin ulaştığı düzeyle değil, ancak kapitalizmin dünya çapındaki gelişmesi baz alınarak kurulabileceğidir. Tek tek ülkelerdeki kapitalist gelişmenin düzeyi ile devrim arasındaki ilişki, ancak proleter devrime yaklaşım çerçevesinde önemlidir.

Üçüncüsü, kapitalizmin dünya çapındaki gelişmişlik düzeyi veri alındığında,  sınıf savaşımının düzeyini belirleyen etkenin, çelişkilerin yoğunluğu ve keskinliği olduğudur. Bu, özellikle emperyalizm dönemi için önemlidir. Çünkü emperyalizm, sadece bir sermaye ihracı değil, aynı zamanda sermaye ile birlikte bir çelişki ihracıdır da. Sermaye ihracı, sermayeyi ihraç eden ülkede (burjuvazinin reformist taktiği uygulamasına olanak sağlayarak) çelişkilerin yumuşatılmasının bir aracı olurken daha az gelişmiş ülkelerde çelişkilerin yoğunlaşması ve keskinleşmesine yol açar. Lenin, Marx ve Engels’in bu tezinden hareketle zayıf halka teorisini geliştirmiş ve sistemin, çelişkilerin en çok yoğunlaştığı ve keskinleştiği yerden kırılacağı sonucuna varmıştır.

Bu tespiti doğrulayan en önemli olgu, devrimin merkezinin kapitalizmin daha çok geliştiği ülkelerden daha az geliştiği ülkelere doğru tarihsel yolculuğudur. Başlangıçta kapitalizmin en çok geliştiği ülke olan İngiltere devrimin merkezi durumundayken, merkez sırasıyla daha az gelişmiş ülkeler olan Fransa, Almanya ve Rusya’ya kaydı.

Marx ve Engels, Rusya’nın ,devrimin yeni merkezi olmaya aday olduğunu çok önceden gördüler. Bu öngörüyü Manifesto’nun 1882 tarihli Rusça baskısının önsözünde dile getirdiler. “Rusya’ya gelince, 1848 – 49 devrimlerinde yalnız Avrupa’nın prensleri değil, Avrupa’nın burjuvaları da o sırada henüz yeni uyanmaya başlayan proletaryanın elinden yakalarını Rus müdahelesi sayesinde kurtarabilmişlerdi. Çar, Avrupa’daki irticanın başı olarak ilan edilmişti….“Bugün Çar, Gaçina’da devrimin esiridir ve Rusya Avrupa’da devrimci eylemin öncü gücü olmuştur.” ( Marx – Engels, Komünist Manifesto, Öncü Kitabevi, s. 11) (Marx ve Engels Rusya’nın öne çıkan rolüne ilişkin görüşlerini mektuplarında da işlediler. Bak.Marx – Engels- Marksizm, Lenin, Sol Yay. s. 234-235)

 

III

1900’lerin  Başında

Avrupa’da Sınıf Hareketinin Durumu

18.yüzyılın son çeyreğinde, Alman işçi sınıfı Avrupa işçi hareketinin öncü müfrezesini oluşturuyordu. Alman Sosyal Demokrat Partisi (ASDP) de sosyal demokrat – komünist hareketin teorik ve politik otoriter gücüydü.  ASDP önderliğinde hareket eden Alman işçi sınıfı, bu rolü zorlu mücadelelerden geçerek elde etti. Engels’in, Alman Köylü Savaşı’na yazdığı 1870 tarihli önsözde belirttiği gibi Alman işçi hareketi, işçi hareketine sonradan katılmanın “avantajlarından seyrek görülür bir kavrayışla yararlandılar.” (Marx-Engels-Lenin İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol yay. s.93) Yeni mücadele biçimlerini ( sendikal ve parlamenter mücadele biçimleri) ustalıkla kullandılar.

ASDP’nin “seyrek görülür bir kavrayışla” elde ettiği bu başarı, içinde paradoksal olarak kendi güçsüzlüğünün koşullarını da barındırdı. Bir yandan baş döndürücü sendikal ve parlamenter başarı ve bu mücadele biçimlerinin egemen mücadele biçimleri olarak benimsenmesi, harekete yığınsal katılımın yol açtığı ideolojik seviyedeki düşüklük öte yandan Alman burjuvazisinin baskıcı yöntemlerden reformist yöntemlere geçmesi, ASDP içerisinde, özellikle partinin aydın ve parlamenter kanadında, burjuva ve küçük burjuva düşüncelerin filizlenmesi ve güçlenmesinin nesnel zeminini oluşturdu. Bernstein’cılık bu nesnel zemin üzerinde güçlenerek parti içinde etkinlik kazandı.

1890’lı yıllarda, genel olarak Avrupa’da, özel olarak Almanya’da kapitalizmin hızlı gelişmesi, sermaye hareketlerindeki devinimin artması, uluslararası ticaretin genişlemesi, sanayi dallarının çeşitlenmesi, işbölümünün gelişmesi ve bunlara bağlı olarak hızlanan proleterleşme süreci; işçi hareketi içindeki bölünmelerin de temelini oluşturdu. Bütün bu gelişmenin sınıf mücadelesini, dolayısıyla işçi sınıfının siyasal ve ekonomik mücadelesini, örgütlenmesini etkilememesi düşünülemezdi. Bu koşullarda sınıf hareketindeki kitleselleşme, kendiliğinden bir biçimde genel teorik düzeyin düşmesi ile birlikte yol aldı.

1800’lü yılların sonunda ASDP , kitleselleşmenin neden olduğu teorik düzeyin düşmesi ile kitlesellik ve parlamenter başarının yol açtığı rehavet arasında sersemleşmış, pusulasını kaybetmış durumdaydı. Partinin dışarıdan görünümü köklü ve heybetli bir ağacı andırıyordu. Ancak partinin içten içe çürümekte olduğu, daha sonraları, yani mücadelenin sertleştiği yıllarda, ortaya çıkacaktı.

Bernstein 1879’da “Üç Zürihli” arkadaşıyla gerçekleştiremediğini, parti içinde daha güçlü bir konuma ulaştığı 1900’lü yılların başında gerçekleştirme fırsatını elde etti. 1879’da Marx ve Engels’in uyarılarını dikkate almayan ASDP, “küçük burjuva korkakların” elinde adım adım burjuva düzenle bütünleşme yoluna girdi.

Yüz küsur yıllık bir hikâyedir: Açıktan reddedemiyorsan, koşullara sığın ve reddet. Küçük burjuva sosyalizmi “Marksizm’in bir dogma değil de, bir eylem kılavuzu olduğunu” öğrendiğinden beri, Marksizm’e karşı hep bu belgi altında saldırmış ve onu bozmaya çalışmıştır.

Marksizm’in bu konudaki temel öğretisi şudur: Koşullardaki değişme, sınıflar arasındaki temel ilişki değişmediği sürece, sınıfların gerçek çıkarları ve amaçları da değişmeden kalır. Sınıflar arasındaki temel ilişki- sınıfların üretim araçları karşısındaki konumları- aynı kaldığı müddetçe “koşullardaki değişim”, sınıf mücadelesinin içinden geçtiği ekonomik ve siyasal ortamdaki değişimdir. Bu da sınıfların amacında ve o amacın bağlı olduğu temel ilkelerde değil, ancak uygulanacak taktik ve mücadele biçimlerinde bir değişime yol açar. Bazı taktik hedefler ve mücadele biçimleri geri plana düşerken, yeni taktik ve mücadele biçimleri öne çıkar. Marksizm’in “bir eylem kılavuzu olması” esprisinin anlamı budur.

Oportünizmin bütün hüneri, bu basit gerçeğin tersyüz edilerek gizlenmesinde ve “değişim” adı altında sınıf mücadelesinin reddedilmesinde yatar.

Engels, daha 1887’de, yani henüz Sosyalistlere Karşı Yasa yürürlükte iken, ASDP’nin başarısını büyük bir içtenlikle överken, gelmekte olan tehlikeye de dikkat çekmişti. Küçük burjuva görüşlerin, “bizzat sosyal-demokrat partinin içinde, üstelik her parlamenter kesimine kadar girebilmiş bir çeşit küçük burjuva sosyalizmi tarafından temsil edildiği”ni belirtti.  (Anarşizm Anarko Sendikalizm, Engels’in Konut Sorunu’na  1887 tarihli önsözü, Sol Yay., s.218)

Engels, aynı önsözde, Alman işçi sınıfının sağduyusuna olan güvenine dayanarak “hiçbir tehlike yoktur” dedikten sonra şöyle devam etti: “ Ama böyle bir eğilimin hâlâ var olduğunu açıkça görmek zorunludur. Ve eğer daha ileride, gerekli olduğu  hatta istenildiği gibi, bu eğilim daha belirgin çizgilerle belirginleşip billurlaşırsa, kendi programını ifadelendirebilmesi için öncellerine kadar uzanması gerekecek ve o zaman da Proudhon’a uğramadan geçmesi güç olacaktır.” ( A.g.e)

Engels’in bu uyarısı 1898’de Bernstein’ın ikinci kez Marksizm’i revize etme girişimiyle gerçeklik kazandı. Engels’in öngördüğü gibi Bernstein “öncellerine uğramadan” edemedi. Proudhon’un, Lasalle’ın, Bakunin’in küçük burjuva – anarşist cephaneliğinden aldığı paslanmış silahlarla Marksizm’e saldırısını sürdürdü

Bernstein, Marksizm’in revizyonuna“kapitalizmin artık eski kapitalizm olmadığı” teziyle başladı. Bu tezi “işçi sınıfının da eski işçi sınıfı olmadığı” teziyle destekleyerek teorisini “derinleştirdi.”  “Kapitalizmin eski kapitalizm olmadığını” ispat etmek için ünlü “uyum yasasını” icat etti. Bu yasaya göre,  genişleyen kredi sistemi ve kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı tröst ve karteller, kapitalist ekonomide içsel olan rekabeti, üretim anarşisini ve krizleri ortadan kaldırarak ve sermayeyi tabana yayarak sınıf çelişkilerini yumuşatıyordu. Yine, üretim dallarında çeşitliliği artıran aynı yasa, işçi sınıfının gittikçe büyüyen kesiminin “orta sınıfa yükselmesi”ni sağlayarak, sınıf mücadelesini, tabanını daraltarak anlamsızlaştırıyordu. Bernstein özellikle Alman işçi sınıfının parlamenter ve sendikal mücadeleyle elde ettiği kazanımlardan hareketle hem işçi sınıfının değiştiğini, bölüşümden aldığı payın arttığını, dolayısıyla orta sınıfla bütünleştiğini, hem de devletin sınıf egemenliğinin aracı olmaktan çıkarak sınıflar arasındaki ilişkide “tarafsız hakem rolünü” üstlendiğini iddia ederek, sınıf olmaktan çıkıp orta sınıf haline gelerek halklaşan işçi sınıfının önündeki görevin devletin demokratikleştirilmesi olması gerektiğini ileri sürüyordu.

Bu “orijinal” tezlerle Bernstein, önce bize gerçekliğin tersyüz edilmiş algısını verir, sonra da bu algıya dayanarak, ideolojik alanda sınıf savaşımı yerine sınıf uzlaşmacılığını, politik alanda devrim yerine reformu, örgütsel alanda devrimci parti yerine reformcu partiyi ( kitle partisi) koyarak, kendinden önceki küçük burjuva sosyalizminin (Proudhon’culuk, Lasalle’cılık vb ) tezlerinin bir tekrarını sunarak talep ettiği revizyonizm çemberini tamamlar. Bernstein’ın bu yeni “Marksizminde” devrimden reforma çark ediş, zorunlu olarak devrimci yöntemden vazgeçişle tamamlanır.

Bu durumda sınıf mücadelesi sorunu, bir devrim sorunu olmaktan çıkartılarak , soyut insan sevgisine dayalı bir “adil dağılım” sorununa indirgeniyordu. Çözüm, devrim değil, reform olarak, yani devletin adım adım demokratikleştirilmesi olarak ortaya konuyordu.

Bu yeni teoride “sınıf mücadelesi, ayaklanma, devrim”  her türlü devrimci yöntem v.b. temel kavramlar, olumsuz yanı ifade ettikleri için lanetliydiler.  Reform, genel oy sistemi ve “demokratik devlet” olumlu yanı temsil ettiklerinden kutsaldılar. Rosa Luxemburg,  Bernstein’in teorisinin eleştirisine hasrettiği “Sosyal Reform ya da Devrim” adlı eserinde bu teoriyi söyle özetledi: “Sosyalizmin ahlaki adalet tanımlamalarıyla temellendirilmesi, üretim biçimi yerine dağıtım biçimine karşı savaşılması, sınıf karşıtlarının zengin ve fakir olarak görülmesi, kapitalist ekonomi içinde “kooperatifçilik” ilkesinin yerleştirilmesi gibi Bernstein’in sisteminde rastladığımız düşünceler daha önce de var olmuşlardı.” (Maya Yay. s. 112)

Bernstein’in bu yeni revizyonizminde Proudhon’culuk, Lasalle’cılık vb. ile kıyaslandığında yeni olan; sonuçlar değil, sonuçların dayandırıldığı gerekçelerdir. Sonuçlar, R. Luxsemburg’un da vurguladığı gibi, daha öncekilerle ve bugünkülerle aynıdır: Reformlara kapaklanma, devrimin, devrimci partinin reddi,  “devletin demokratikleştirilmesi”,  burjuva demokrasisinin kutsanması, sınıf mücadelesinin ve proletarya diktatörlüğünün reddedilmesi.

Bernstein, teorisini dayandırdığı “uyum yasasından”,  onu tarih içinde en ünlü oportünist yapan şu belgiyi üretti: “Hareket her şeydir, son amaç hiçbir şey.”  Böylece Bernstein kendi eliyle kendi teorisini yıkar; amacı olmayan hareketin kendisi de hiçleşir.

ASDP, Bernstein’in Marksizm’e bu yeni saldırısını -tıpkı 1879’daki gibi- “olgunlukla” karşıladı. ASDP içinde Bernstein’in görüşlerini eleştiren neredeyse tek kişi, Rosa oldu.  Ancak Rosa’nın eleştirisi Marx ve Engels’in 1879’daki eleştirisiyle karşılaştırıldığında son derece naifti ve hâlâ Bernstein’le aynı partide kalabilmenin de bir açık kapısıydı. Rosa ve Liebknecht, Bernstein’in revizyonizmine karşı durmaya çalıştılarsa da onunla yollarını ayıramadılar. Marx ve Engels’in Manifesto’dan beri savundukları komünist partinin burjuva ve küçük burjuva unsurlardan bağımsız olarak örgütlenmesi yolundaki ilkesel tutumundan taviz vererek Bernstein’la aynı partide kalmaya devam ettiler. Bu birliktelik 1914’te ASDP’nin açıkça burjuva kampa geçmesine kadar sürdü.

Bernstein’e karşı mücadelede Plehanov ve Lenin önemli bir rol üstlendiler. Plehanov,  daha sonra Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) içindeki ayrışmada Menşeviklerin yanında yer alarak, bir zamanlar eleştirdiği Bernstein’le  aynı çizgiye düştü. Komünist hareket içinde bu mücadeleyi sonuna kadar kararlılık ve tutarlılıkla yürüten yalnızca Lenin ve Bolşevikler oldu.

Bernstein’in anti-Marksist görüşleri -daha önce değindiğimiz aynı nedenlerle- Avrupa işçi hareketi içinde hızla yayıldı ve bu hareket içinde uluslararası bir bölünmeye yol açtı. Avrupa’nın hemen her ülkesinde yeni Bernstein’ler ortaya çıktı. Almanya’daki Bernstein’cıları İngiltere’de Fabian’lar, Fransa’da Bakanlıkçılar, Rusya’da ekonomistler vb.izledi. Böylece reformizm ilk kez Marksist hareket içinde uluslararası güçlü bir eğilim olarak ortaya çıktı.

 

IV

1900’lerin Başında,

Rusya’da Sınıf Mücadelesi

1860’lı – 70’li yıllarda Avrupa’da burjuvazi ile proletarya arasında sert mücadeleler sürerken Rusya’da Çarlığa karşı mücadele bayrağı, Rus köylüsünün elindeydi. Rusya’nın hemen her yerinde irili ufaklı köylü isyanları birbiri ardınca patlak veriyordu.

Narodnizm** Rusya’da işte bu isyancı köylülüğün siyasal hareketi olarak ortaya çıktı. Narodnik düşünce, Rusya’da kapitalist gelişmenin batıdaki yolu izlemeden, kapitalizmi atlayarak Rus köylü komünü temelinde komünizmin kurulabileceği tezine  dayanıyordu. Bu anlamda Narodnizm, Rusya’da kapitalist gelişmenin köylülük üzerindeki ayrıştırıcı etkisini göremediği, görmek istemediği için, sağlam bir toplumsal dayanaktan yoksundu. Bundan yoksun olduğu ölçüde de ütopikti. Narodnik düşünce anlayışında, toplumsal olana dair  nesnel olmayan bu iradi yaklaşıma, siyasal alanda da başka bir iradi yaklaşım – Çarlığın terör yoluyla yıkılması – eşlik ediyordu. Lenin’in belirttiği gibi Narodnikler teorik olarak gericiydiler. Çünkü teorileri, çökmekte olan bir ekonomik ilişkiye dayanıyordu. Dayandıkları toplumsal temelin (köylü komünü) kapitalizm karşısında adım adım çökmekte olmasına karşın, Narodnik hareket, cesareti, fedakarlığı, dayanıklılığı ve adanmışlığıyla 1860’lı – 80’li yıllarda Rus siyasal hayatında önemli bir rol oynadı. Onların Rus siyasi hayatında oynadıkları bu rol, Lenin’in de belirttiği gibi dayandıkları teoriden değil, sahip oldukları devrimci mücadele ruhundan kaynaklanıyordu.

En parlak dönemini 1860 ve 70’lı yıllarda yaşayan Narodnik hareket 1880’lı yıllardan itibaren ideolojik politik ve örgütsel olarak bir dağılma ve çözülme süreci yaşamaya başladı. 1870’lerin başında başlayan devrimci dalga ile birlikte Narodnik hareket de değişime uğradı. Önceki döneme damgasını vuran suikastçı yöntemler geri plana düşerken, köylülüğü kazanmak üzere ajitasyon ve propaganda faaliyeti öne çıktı. Aydınlar, ögrenciler kitleler halinde köylere koştular. Ancak planlı örgütlü bir siyasal faaliyetten daha çok adanmışlığa ve görev duygusuna dayanan bu “hicret”, köylülerin ilgisizliği ve çarlık polisinin kitlesel tutuklamaları sonucu başarısızlıkla sonuçlandı. Bu deneyim Narodnik harekette yeni bir taktik değişimin de başlangıcı oldu. “Hükümet otoritesini bozmak” üzere suikast ve terör yeniden hareketin temel mücadele biçimi oldu.  Narodniklerin 1870’lı yılların sonuna doğru başlattıkları suikast dalgası, 1880 yılının başında tüm Rusyayı saran bir tutuklama ve infaz dalgasıyla etkisizleşti. Narodnik hareketin ideolojik, politik ve örgütsel olarak bocalamaya başladığı bu dönem aynı zamanda bu hareket içinde  Marksist görüşlerin tartışılmaya başlandığı bir dönem oldu.

Bu aynı dönemde Rusyada köylü hareketi gerilerken, işçi hareketi gelişmeye ve toplumsal alanda kendini kabul ettirmeye başladı. Köylü hareketinin proleter hareketi öncelemesi gibi, Narodnik hareket de Marksist hareketi önceledi.

Rus Sosyal Demokrat Hareketi (Marksist hareket),  Narodnik hareket içinden, onunla teorik ve politik mücadele içinde ayrışıp  gelişti.

1880’lerde, Rus devrimci çevrelerinde ve özellikle Narodnik hareket içinde ön plana çıkan tartışma yaklaşmakta olan devrimde proletaryanın mı, köylülüğün mü öncü rolü oynayacağı tartışmasıydı. Bu tartışmaya  ilk Marksist yaklaşım Narodnik hareket içinden gelen (Zemlya i Volya grubu) ve Rus Marksizminin de babası sayılan Plehanov’dan geldi. 1879’da Narodnik çevreden kopan Plehanov, yine aynı hareketten kopan bir grup arkadaşıyla (Vera Zasulich, Deutsch, Axselrod) birlikte, 1883’te Rusya dışında Rusya’nın ilk Marksist grubu olan “Emeğin Kurtuluşu” grubunu örgütledi. Bu grubun önüne koyduğu görev, Narodnik düşünceye karşı Marksist düşüncenin savunulmasıydı.

 

 

(*) Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi, 1869’da Eisenbach Kongresi’nde kuruldu. Marx ve Engels’in karşı çıkmalarına rağmen, 1875 Gotha Kongresi’nde Lasalle’cı partiyle birleşerek Sosyalist İşçi Partisi adını aldı. 1890 Halle Kongresinde Lasalle’cılardan arınarak mücadelesini Alman Sosyal Demokrat Partisi (ASDP) adıyla sürdürdü.

(**) Rusçada halkçılık anlamına gelen Narodnizm, Rus siyasal köylü hareketlerinin ortak adı oldu. Hareket sonradan birçok parçaya bölünse de hep bu genel başlık altında anıldı. Bu hareketin en önemli temsilcilerinden biri “Zemlya i Volya”ydı. (Toprak ve Özgürlük)

 

 

 

Lenin’in

Rus Soyal-Demokrat (Komünist) Hareket’ine Müdahelesi 

1 – Müdahalenin Teorik ve Tarihsel Arka Planı

 Lenin’in, Rusya’da Sosyal-demokrat hareket içinde süren tartışmalara ve işçi hareketindeki dağınıklığa müdahalesine girmeden önce, kısaca bu müdahalenin teorik ve tarihsel arka planına değinmek gerekiyor.

Hiç şüphesiz Lenin’in müdahalesinin teorik arka planında  bilimsel komünizm öğretisi vardı.  Marx ve Engels’in ismiyle özdeşleşen, sınıf mücadelesi içinden kopup gelen bu teori, sadece tarihsel sürecin tutarlı bir açıklamasını sunmakla kalmıyor, aynı zamanda proletaryanın konumu ve komünistlerin görevlerini de aydınlatıyordu. Bu teori  kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin en temel kavramları olan  devrim, parti, devlet, proletarya diktatörlüğü ve proletarya enternasyonalizmi  konusunda Lenin’e  üzerinde hareket edebileceği sağlam bir zemin sunuyordu.

Lenin, Marx ve Engels’ten devraldığı teorinin sadece sadık bir izleyicisi olmadı, onu gerçek anlamda  bir eylem kılavuzu olarak kullanıp geliştirdi. Özellikle 1890’ların başında Marksizme saldırının ana hedefi olan iki alanda – devrim ve parti teorisi alanında –  Marksizme önemli katkılar yaptı, başka bir deyişle, ona hayatiyet kazandırdı.

Bu teorik arka planın yanında, 1848 – 49 devrimleri  ile Paris Komünü deneyimi ve Rusya’da Narodnik hareketin devrimci deneyimi, Lenin’in müdahalesinin tarihsel arka planını oluşturdu.

Marx ve Engels, 1848 – 49 devrimlerinden yukarda ayrıntılı olarak değinilen önemli sonuçlar çıkardılar. Bu sonuçlar: 1-Kapitalizmin işçi sınıfı tarafından ve zora dayalı bir devrim olmadan yıkılamayacağı, 2- proletaryanın, devrimci rolünü ancak kendisini de devrimcileştirecek devrimci bağımsız bir parti öncülüğünde oynayabileceği, ki bu, onların daha önce Manifesto’da açıkladıkları görüşün bir teyidiydi, 3-proletarya ile burjuvazi arasındaki çatışmanın tarihe yön veren temel çatışma olduğu, proletaryadan korkması nedeniyle burjuvaziden, kendi devriminde dahi ilerici bir rol beklenemeyeceği, başka bir deyişle burjuva demokratik devrimler döneminin, proletaryanın tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte sona erdiği,  4-proletarya gelecekte yeniden burjuvazinin yedeği rolünü üstlenmeyecekse, devrimdeki şiarının sürekli devrim olması gerektiği ve son olarak işçi sınıfının ancak proletarya diktatörlüğü biçiminde egemen bir sınıf olarak örgütlenerek burjuvaziyi kesin olarak altedebileceği ve sınıfsız topluma bu şekilde  yürüyebileceğidir.

Lenin Rusya’ya ilişkin devrim stratejisini bu deneyimden yararlanarak geliştirdi.  Özellikle Marx ve Engels’in  1848 devrimlerini değerlendirdikleri “Merkez Örgütünün Birliğe Mart 1850 tarihli çağrısı”nda ortaya koydukları gerçekleri- burjuvazinin işçi sınıfına karşı feodal gericilikle ittifaka yönelmesi ve kendi devrimine yüz çevirerek gericileşmesi- dikkate alarak Rusya’da otokrasiye karşı mücadele ile kapitalizme karşı mücadelenin  birleştirilmesi gerektiğini öne sürdü.  Böylece birbirini izleyen ardışık iki ayrı  (burjuva demokratik devrim ve proleter devrim) devrimi, proletaryanın öncülüğü ve hegomonyası kavramlarıyla birbirine bağlayarak,  politik ve toplumsal devrimi tek bir devrimci süreç olarak formüle etti.

Lenin’in müdahalesinin tarihsel arka planındaki ikinci önemli deneyim ise Paris Komünü’dür. Komün, proletarya diktatörlüğünün somut bir biçimi olarak sınıf mücadelesinde yerini aldı. Ancak Komün’ün küçük burjuva ögelerden arınmış merkezi bir yönetime, partiye sahip olamaması, onun en büyük eksiği idi ve bu eksik Komün’ün yenilgisinin de başlıca nedeni oldu.

Lenin, Marx ve Engels’in proletarya diktatörlüğü ile devrim ve parti teorisi arasında kurduğu bu ilişkiyi geliştirdi; proletarya diktatörlüğü merkezi kavramı etrafında amaç, hedef ve araç ilişkisini kurdu. Buradan hareketle örgüt biçimi, örgütün niteliği, parti ile sınıf arasındaki ilişki ve mücadele biçim ve yöntemleri sorununu çözümledi.

Lenin’in, parti teorisini geliştirirken önem verdiği diğer bir deneyim de Rusya’da Narodnik hareketin örgütsel alanda yarattığı deneyim oldu. Lenin Narodnik hareketi teorik olarak, ütopist ve hatta gerici olarak nitelendirirken, bu hareketin taşıdığı devrimci mücadele ruhuna ve oluşturduğu örgütsel deneyime devrimci bir temelde yaklaştı.

“Ekonomistler”in, Iskra’yı, Narodnik gelenekten gelen “Halkın İradesi” partisinin yayın organı olmakla suçlamalarına, Lenin Ne Yapmalı ’da şu cevabı verdi: “ Bizim ülkemizde devrimci hareketin tarihi öyle kötü biliniyor ki Çarlığa karşı kararlı bir savaş ilan eden merkezileştirilmiş bir savaş örgütü yönündeki her düşünce “Halkın İradesi” düşüncesi olarak adlandırılıyor. Oysa yetmişli yılların devrimcilerinin kurdukları ve hepimize örnek olması gereken örgüt “Halkın İradesi” grubu tarafından değil, “Toprak ve Özgürlük” hareketi taraftarlarınca oluşturuldu…. Gerçekten ciddi bir mücadeleye girişmeyi düşünen hiçbir devrimci akım, böyle bir örgüt olmadan yapamaz…Marksizmi hiç anlamayanlar (…) kendiliğinden proleter kitle hareketinin oluşumunun bizi, “Halkın İradesi” nin sahip olduğu kadar iyi,hatta çok daha iyi bir devrimci örgüt kurma görevinden kurtardığını düşünebilirler.” (Lenin, Seçme Eserler, cilt: II,  İnter Yay. s.154)

 

2 – Teorik, Politik ve Örgütsel Müdahale

Engels’in, “Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim”in önsözünde ‘Alman işçilerinin öteki Avrupa işçilerine göre başlıca iki üstünlüğünden biri olarak söz ettiği Almanların işçi hareketine, zaman bakımından, en son katılmış olmalarından dolayı İngiliz ve Fransız işçilerinin yanılgılarından kaçınabilme imkânına sahip olmaları,  Avrupa’da sınıf mücadelesine sonradan katılan Rus işçi sınıfı için bir kat daha geçerlidir.  Rus işçi sınıfının Alman işçi sınıfına göre üstünlüğü, onların aynı zamanda Alman işçi sınıfının  yanılgılarından da kurtulabilme avantajına sahip olmalarıydı.

Lenin ve Bolşevikler, kendilerinden önceki bu teorik tarihsel birikimi sadece Rusya koşullarına uygulayarak kaçınabilinecek hatalardan ve yanılgılardan sıyrılmakla kalmadı, aynı zamanda bu birikime teorik bir derinlik de kazandırdı. Rusya’da işçi hareketini “dağınıklık ve yalpalama” döneminden alarak devrime taşıdı. Bu süreç, aynı zamanda, Marksist teorinin devrimin güncelliği koşullarında geliştirilerek zenginleştirilmesidir de.

Lenin’in Rus Sosyal Demokrat Hareketine müdahalesini yine Lenin’in bu mücadelenin  gelişimini ele alışı  üzerinden izleyebiliriz.

Lenin, Rusya’da sosyal demokrat hareketin Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin İkinci Kongresine kadar olan gelişimini üç döneme ayırır: “Birinci dönem 1884’ten 1894’e kadar yaklaşık on yılı kapsar. Bu dönem sosyal demokrasinin teori ve programının oluştuğu ve sağlamlaştığı dönemdi. Rusya’da bu yeni eğilimin taraftarları parmakla sayılacak kadar azdı. Sosyal demokrasi, işçi hareketi olmadan varlığını sürdürüyor ve politik olarak gelişmenin embriyonal sürecini yaşıyordu.”

Bu ilk dönemde Rusya’da sınıf hareketinin genel durumu, işçi sınıfının oluşmaya ve gelişmeye başladığı hemen her ülkedeki durumun bir benzeriydi. İşçi sınıfı yeni yeni oluşmaya ve gelişmeye başlamıştı; ne kendi içinde- ekonomik anlamda da olsa- güçlü bir birliğe, ne de toplumsal bir etkiye sahipti. Hareket daha çok aydınların ve öğrencilerin oluşturduğu küçük grupların ( Emeğin Kurtuluşu grubu, Blagoev grubu, Tochisky çevresi, Bruşnev grubu v.b) etkinliğinde yürüyordu. Sınıf bağlarının zayıflığı, yerellik ve amatörlük, bu grupların  en önemli zaaflarıydı ve bu yüzden de polis baskınlarına dayanamayıp dağılıyorlardı.

Bu dönemin şekillenmesinde Plehanov’ un yurtdışında kurduğu “Emeğin Kurtuluşu” grubu önemli bir rol üstlendi. Bu grup Rusya’da ortaya çıkan Marksist çevreler için hem teorik, hem de politik bir çekim merkezi oldu. Marksist düşünceyle tanışan hemen her çevre “Emeğin Kurtuluşu” grubuyla bağlantı kurmaya çalıştı. Ancak “Emeğin Kurtuluşu”nun bu çevreler üzerindeki etkisi, teorik etkinin ötesine geçemedi.

“ İkinci dönem, 1894’ten 1898’e kadar üç – dört yılı kapsar. Bu dönemde Sosyal Demokrasi, bir toplumsal hareket ve politik parti olarak sahnede görünür.”

RSDİP, Rusya’da işçi sınıfının  güçlendiği ve toplumsal alanda etkisini duyurmaya başladığı bir dönemde kuruldu. 1896’da St.Petersburg’da başlayan grev dalgası, bütün Rusya’yı etkisi altına alarak yayıldı. Grev dalgası sınıf içinde ve toplumda yeni bir hareketlenmeye yol açtı. Grevler, bir yandan Rusya’daki Narodnik hareketi teorik ve siyasal olarak sarsarken, öte yandan sosyal demokrasinin önünü açtı. Sosyal demokrasi ile işçi sınıfı arasındaki bağ, zayıf da olsa kurulmaya başlandı. RSDİP bu teorik ve politik birikim üzerinde, 1898’de Minsk’te yaptığı kongreyle kuruldu. Kongreye Petersburg, Kiev sosyal demokratlarını, Raboçaya Gazeta ve Yahudi Bund grubunu temsilen dokuz delege katıldı. Kongre Struve’nin** hazırladığı program niteliğindeki manifestoyu onayladı ve üç kişilik parti merkez komitesini seçerek dağıldı. Kuruluştan hemen sonra bütün MK üyeleri ve kongre delegelerinin sekizi tutuklanınca, partinin merkezi örgütsel varlığı da sonlandı. Partiden geriye bir  tek “manifesto” kaldı. (Tutuklanmayan tek delege St.Petersburg İşçi Sınıfı Mücadele Birliği adına kongreye katılan Radçhenko’ydu.)

Hareket yeniden bir ideolojik savrulma ve örgütsel dağılma dönemine girdi. İşçi hareketinin, 1896 grevlerinden aldığı güçle gelişmesini sürdürdüğü bir dönemde sosyal demokrasinin içine düştüğü bu durum hareketteki sorunun sadece politik güçsüzlük değil, ideolojik ve örgütsel bir sorun olduğunu ortaya koyuyordu.

Lenin, 1898’de RSDİP’in kuruluşuyla başlattığı üçüncü dönemi, ise “dağınıklık,  parçalanma, yalpalamalar” dönemi, olarak nitelendirir, Ve devam deder; “Buluğ çağındaki insanların sesleri çatallaşır. Bu dönemde Rus sosyal demokrasisinin sesi çatallaşmaya, yanlış tonlar vermeye başladı…..fakat parçalanan ve gerileyen sadece önderlerdi; hareketin kendisi sürekli büyüyor, büyük ilerlemeler kaydediyordu.” (Lenin, Seçme Eserler, cilt: II,  İnter Yay, s.191-192 )

Rus sosyal demokrasisinin biçimlenme dönemi olan bu üç dönem  aynı zamanda Rusya’da yeni yeni yaygınlaşmakta ve güçlenmekte olan Marksizm’le burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi arasında bir ideolojik mücadele dönemidir. Lenin 1884-1903’ü kapsayan bu dönemde üç farklı gruba karşı mücadele yürüttü.

Lenin’in Rus devrimine ilk müdahalesi , Narodnizmin eleştirisiyle başladı. İlk eleştiri metnini kendisi de bir Narodnik olan ağabeyi Aleksandr’ın Çara suikast girişiminden yakalanıp idam edilmesinden sonra kaleme aldı. 1879’da  “Bir Sosyal Demokratla Bir Populistin Arasındaki Tartışma” adlı broşürle başlattığı Narodnizm eleştirisini, 1894’te “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlarla Nasıl Savaşırlar” adlı kitabıyla noktaladı. Butün bir külliyatla Rusya’da  kapitalizmin gelişmesinin  kaçınılmazlığını, köylülüğün kaçınılamaz dağılışını göstererek  Narodnizmin teorik dayanaklarının çürüklüğünü ortaya koydu.

Yukarda da belirtildiği gibi Narodnizme karşı ilk mücadeleyi bu hareketten ayrılarak 1883’de “Emeğin Kurtuluşu” grubunu kuran Plehanov başlattmıştı. Ancak, Lenin’in Narodnizme karşı mücadelesi, Plehanov’un mücadelesinden hem biçim  hem de içerik yönünden oldukça farklıydı. Bu farklılığın anlamı ve önemi daha sonra, Lenin ile Plehanov’un  yollarının ayrılmasından sonra ortaya çıkacaktı. Lenin, Plehanov gibi Narodnizmin dayandığı teorik temellere karşı sert bir saldırı yöneltirken, öte yandan ondan farklı olarak Narodnizmin sahip olduğu devrimci mücadele ruhunu ve örgüt geleneğini son derece önemsiyordu.Lenin’e göre “Narodnik örgütsel normlara” ve” Narodnik devrimci ruha” sahip olmadan devrimci bir parti yaratılamazdı.

Lenin ikinci mücadeleyi Narodnizmin etkisizleşmesinin ardından Sosyal Demokrat Harekette güç kazanan “Legal Marksizm’e”  karşı yürüttü. 1890’lı yıllarda Narodnizme karşı yürütülen mücadele çerçevesinde Legal Marksistler’le* Sosyal-demokratlar arasında geçici bir “ittifak” oluştu. Bu “ittifakın” temelini Rusya’da kapitalist gelişmenin kaçınılmaz olduğu yolundaki ortak görüş oluşturuyordu. Bunun ötesine geçildiğinde Legal Marksistler’le Sosyal-demokratlar tamamen karşı karşıyaydı. Sosyal – demokrasi, Rusya’da kapitalizmin kaçınılmaz gelişmesinden gelmekte olan devrimin ana  toplumsal  dayanağının proletarya olması ve iktidara proletaryanın yerleşmesi gerektiği sonucunu çıkarırken, Legal Marksistler bu aynı gelişmede burjuvazinin iktidarını görüyorlardı. Lenin’in deyişiyle legal Marksistler, “Narodnizm’den kopmayı, bizim durumumuzda olduğu gibi, küçük burjuva – ya da köylü – sosyalizminden proleter sosyalizmine bir geçiş değil, burjuva liberalizmine geçiş olarak anlayan burjuva demokratlardı.”(Aktaran H.E.Carr, Bolşevik Devrimi, Metis Yay. cilt I, s.21)

Legal Marksistler’le Sosyal-demokrasi arasındaki fiili olarak oluşan bu ittifak fazla uzun sürmedi. Rusya’da kapitalist gelişme Narodnik hareketin gerilemesine ve parçalanmasına yol açarken, devrimci sürecin gelişimi de Legal Marksistler’le olan ittifakı parçaladı. 1900’lerin başında bu hareket Kadet Partisi adını alarak işçi hareketinin karşı cephesindeki yerini aldı.

Lenin, üçüncü mücadeleyi 1900’ların başında sosyal – demokrat  kimliği kullanmakla birlikte aslında Legal Marksistlerin görüşlerinin devamcısı olan  “Ekonomistlere” karşı verdi. Ekonomistlerin görüşleri Legal Marksistlerin görüşlerinden pek farklı değildi.Ekonomik mücadele ile siyasal mücadele arasında kesin sınır çizgileri çekilmesini talep eden Ekonomistler, işçilerin ekonomik mücadeleyle yetinmesi gerektiğini, siyasi mücadelenin ise aydın ve burjuva libarellerin  işi olduğunu ileri sürüyorlardı.  Ekonomistlerin bu  görüşleri daha sonra başka bir tarzda Menşevikler tarafından devam ettirildi. Yalnız Lenin’in sınıf mücadelesini sendikal mücadele düzeyine düşüren bu gruba karşı verdiği  mücadele   daha önceki  iki gruba karşı verdiği mücadeleden biçim ve içerik olarak oldukça farklıydı. Sosyal –demokrat hareket içinde bir fraksiyon olarak ortaya çıkan Ekonomistlere karşı mücadele, zorunlu olarak sınıf mücadelesinin bütün alanlarına yayılan ideolojik, politik ve örgütsel bir mücadele olarak sürdürüldü.

Özünde Rus devriminin niteliği ve kapsamı konusunda sürdürülen  bu tartışma, her ne kadar Legal Marksistlerle Sosyal Demokratlar arasında bir tartışma olarak ortaya çıkmış olsa da, daha sonra Sosyal Demokrat Hareketin bütün bir  tarihine damgasını vurmuş ve bu hareket içinde derin ayrılıklara yol açmıştır.

Rusya’da gelişmekte olan devrimin burjuva demokratik bir içeriğe sahip olduğu çeşitli siyasal partiler tarafından tartışmasız kabul görüyordu. Tartışma ve farklılaşma, farklı sınıfların bu devrimdeki rolü konusundaydı. Liberal burjuvazi (“Legal Marksist”ler), devrimin burjuva demokratik içeriğinde kendi iktidarlarını  görüyorlardı ve onun için mücadele ediyorlardı. Sosyal demokrat harekette  ise bu konuda fikir birliği yoktu. “Ekonomistler”  burjuva liberallerle aynı düşüncedeydi. Devrimin burjuva içeriğinden kalkarak iktidarı alma sırasının burjuvazide olması gerektiğini, Sosyal Demokrasiye düşen görevin de burjuva liberalleri desteklemek olduğunu savunuyorlardı. Bolşevik-Menşevik ayrılığından sonra Menşevikler de “Ekonomistlerin” görüşünü benimsediler. Aradaki fark ise Menşeviklerin, Sosyal Demokrasiye, “aşırı muhalefet partisi” rolü biçmeleriydi. Bir tek Lenin ve Bolşevikler Sosyal Demokrasinin başlangıçtan beri savunduğu tezi  geliştirerek savundular. Lenin, ekonomik alanda kapitalist ilişkilerin adım adım feodal ilişkilerin yerini almasına, siyasal alanda bu iki sınıf arasında bir uzlaşma ve işçi sınıfına karşı ortak hareket temelinde bir gericiliğin eşlik ettiğinden hareketle, demokratik devrimde işçi sınıfının öncü rolü üstlenmesi gerektiğini; bunun hem demokratik devrimin zaferi, hem de bu devrimin kesintisiz gelişmesinin zorunlu koşulu olduğunu ileri sürerek Bolşeviklerin konuya yaklaşımını net bir biçimde ortaya koydu. “Bütün halkın başında ve özellikle köylülerin başında, eksiksiz özgürlük için, tutarlı bir demokratik devrim için, bir cumhuriyet için! Bütün emekçilerin ve sömürülenlerin başında sosyalizm için! Devrimci proletaryanın pratikteki politikası işte bu olmalıdır, devrim sırasında işçi partisinin attığı her pratik adımın, her taktik sorunun çözümünü kucaklayan ve belirleyen sınıf sloganı işte budur.” (Lenin, Sosyal Demokrasinin Demokratik Devrimde İki Taktiği  Sol Yay., s.128)

Lenin’in Rus Sosyal Demokrat hareketine müdahalesinin özünü  ve devrimci sonuçlarını kavrayabilmek için Lenin’in Rusya’da sosyal demokrasinin “sesinin çatallaştığı” dönem olarak betimlediği döneme  daha yakından bakmamız gerekiyor.

Lenin’in Rusya’da sürmekte olan devrimci mücadeleye asıl müdahalesi ikinci döneme rastlar. 1883’te Lenin St. Petersburg’a yerleşti ve 1895sonunda  tutuklanana kadar mücadelesini burada sürdürdü. Lenin’in Peterburg’a yerleştiği dönem, birbiriyle ilintisiz ve düzensiz bir biçimde faaliyet gösteren sosyal demokrat grupların – ki bu grupların çoğunluğu adın ve öğrenciler tarafından oluşturulmuştu- ajitasyon ve propaganda yürütmek üzere işçi sınıfına yöneldiği bir dönemdi. Bu gruplarla ilişkiye geçen Lenin 1895’te bir grup yoldaşıyla (Martov, Patresov, Krupskaya) birlikte  “ İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği”ni kurdu;  kısa bir süre sonra tutuklanarak hapishaneye, oradan da Sibirya’ya sürüldü.  Petersburg’da kısa süren bu faaliyeti onda Ne Yapmalı fikrinin olgunlaşmasında önemli bir rol oynadı.

Sibirya’da sürgünde kaldığı dönem boyunca Narodnizme ve “Legal Marksizme” karşı mücadelesini sürdürdü. Sürgünde yazdığı “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” kitabı ile Rus sosyal demokrasisinin programatik temellerini attı. “Sosyal Demokratların Görevleri” adlı makalesinde ise Lenin ilk kez Rus sosyal demokrasisinin ideolojik-politik ve örgütsel birliğinin oluşması için bir plan ortaya koydu.

Bir yandan 1890’lı yılların sonunda  Almanya’da, ASDP’nin içinde parlamenter ve sendikal mücadele yoluyla elde edilen başarının abartılması ve bunun Bernstein tarafından devrimci teori ve devrimci örgütten kaçışın bir aracı olarak kullanılıp, Sosyal Demokrat harekette uluslararası bir bölünmenin kapısı açılırken,  Rusyada ise  süreç başka bir gelişme yolu izleyerek aynı sonuca varıyordu.

Yüzyılın başında Rus Sosyal Demokrat Hareket bir gerileme ve dağılma dönemine girerken, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi özellikle tüm Rusya’yı sarsan 1896 grevlerinin ardından  büyümesini ve  eylemliliğini sürdürüyordü. Siyasal mücadele gerilerken pratik mücadelenin (ekonomik mücadele) öne çıkması, o güne kadar mücadeleyi sürdüren sosyal –demokrat gruplar içinde yeni bir eğilimin yeşermesine yol açmıştı. Özellikle siyasal faaliyet yürüten grupların merkezi eylem olanağını kaybederek yerelleşmesi, aydın ve öğrencilerden oluşan yerel grupların sınıf içindeki çalışmalarını ağırlıklı olarak ekonomik ajitasyon ve propagandaya dayandırmaları, amaçlı ve planlı çalışma yerine “nerede olanaklı ise” orada kendiliğinden bir tarzda çalışmanın yaygınlaşması, dağınık ve amatörce yürüyen çalışmanın sık sık polis operasyonlarıyla kesintiye uğraması ve bunlara eşlik eden, teoriden ve devrimci politikadan uzaklaşma, ekonomik mücadelenin neredeyse tek mücadele biçimi haline getirilmesi Rusya’da ekonomizmin gelişmesinin maddi zeminini oluşturdu.

Bu maddi zemin üzerinde ekonomizm ilk olarak Credo** ile ortaya çıktı. 1898 de ilk kongresini toplayan RSDİP’ in dağılmasından sonra bir grup sosyal demokratın kaleme aldığı Credo, Almanya’da ortaya çıkan Bernstein’cılığın Rusya versiyonuydu. Yani “çatallaşan” sadece Rus Sosyal-Demokrasisinin sesi değildi;  Avrupa Sosyal- Demokrasisinin sesi de çatallaşmıştı..

Credo, Berstein’ın revizyonizmi ile Rus aydınlarının siyasal mücadeleden kaçışının tam bir uyuşması oldu. Credo yazarlarına göre kitleler “ekonomik mücadele içinde örgütlenmeyi öğrendikçe …Rusya koşullarına en uygun örgütlenmeyi veye örgütlenmeleri yaratacaktır.” Her türlü  yasadışı örgütlenmeyi gereksiz bulan Credo, “Rus Marksistinin yapması gereken nedir ?” sorusunu “Bağımsız bir siyasi işçi partisi lafları, yabancı hedefleri bizim toprağımıza aşılama faaliyetlerinin ürününden öteye bir şey değildir” diye cevaplıyor ve  yapılması gerekenin  “ proletaryanın ekonomik mücadelesine, onu destekleme anlamında katılım ve liberal muhalefet hareketine katılım” olması gerektiğini ileri suruyordu.  ( ayrıntılı bilgi için; Lenin, Seçme Eserler, İnter Yay., cilt I, s.504)

Credo, Lenin’in eline Sibirya’da sürgündeyken geçti, Credo’ya karşı “Rus Sosyal Demokratlarının Bir Protestosu” nu (Ağustos 1899)  yazarak cevap verdi. Lenin’in yazısı kısa sürede sürgündeki Sosyal Demokratların eline ulaştı. Bu protesto, Sosyal Demokrat Hareketin sürgündeki onyedi temsilcisi tarafından onaylandı. Böylece Lenin, ekonomizme karşı kazandığı ideolojik zaferle birlikte Rus sosyal demokrat hareketin birliği yolunda ilk adımı da atmış oldu.

Lenin’e göre Alman revizyonizminin Rus işçi hareketini de etkisi altına alarak  bütün Avrupa işçi hareketinde bir bölünmenin kapısını açması tesadüf değildi. “Avrupa İşçi Hareketi İçindeki Ayrılıklar” adlı makalesinde sosyal-demokrat ( komünist) hareket içinde ortaya çıkan bu bölünmenin nedenlerinin işçi hareketinin içinden geçtiği koşullarda aranması gerektiğini belirterek, bu nedenleri şöyle sıraladı: “Birincisi, işçi hareketinin büyümesi ve harekete katılan yeni kitlelerin eski yanılsama ve önyargılarını harekete taşıması; ikincisi, kapitalist gelişmenin, bir yandan işçileri birleştirip, örgütleyip disiplin altına sokarken, öte yandan onları bölüp yoksullaştırarak  kendi gerçekliğine yabancılaştırmasıdır. Bu durum, işçi hareketi içinde kapitalizmin, tek yanlı kavranmasına, şu ya da bu yanının abartılmasına yol açar. Bu tek yanlılık ve abartı, işçi hareketinde farklı eğilimlerin ortaya çıkmasının maddi koşulunu oluşturur. Üçüncüsü, bizzat burjuvazinin işçi hareketine karşı izlediği taktikten kaynaklanır. Burjuvazinin baskı yönteminden reform yöntemine her geçişi ya da tersi, işçi hareketi içinde ciddi çalkantılara yol açar. Dördüncüsü, işçi hareketinin geniş bir küçük burjuva ve köylü kitlesiyle çevrili olmasının hareket üzerinde yarattığı baskıdır. Bunlara bir de burjuvazi tarafından beslenen işçi aristokrasisi eklendiğinde, 1900’lerin başında Marksist harekette ortaya çıkan ve  uluslararası bir karakter kazanan bölünmenin tesadüfi olmadığı, bizzat “çelişkiler içinde ve çelişkiler yoluyla” gelişen sürecin diyalektik karakterinin bir ürünü olduğu anlaşılır. Komünist hareket içindeki bölünmelerin genellikle kapitalizmin hızlı gelişme dönemlerinde ortaya çıkışının neredeyse bir kural haline gelmesinin maddi temeli de, gelişmenin bu diyalektik karakterinde aranmalıdır.” (Lenin, Marx – Engels – Marksizm, Sol Yay., s.290 – 296)

Öte yandan Lenin Bernsteincılık ve onun çeşitli ülkelerdeki versiyonlarını sadece eleştirmekle yetinmedi. 20. Yüzyılın başında Kapitalizmde ortaya çıkan değişimleri irdeleyerek bu gelişmenin barındırdığı zorlukların yanında işçi sınıfının önünde yeni ufuklar açtığının altını çizdi.

Kapitalizmin emperyalist aşamasının devrimci bir tahlilini yapan  Lenin, bundan  Bernstein’ın ulaştığı sonuçlardan tam zıt sonuçlara ulaştı. Kapitalizmin emperyalizm aşamasıyla birlikte mali sermayenin egemenliğinin pekiştiği, sanayide tekelleşme, yoğunlaşma ve merkezileşmeye siyasette yoğunlaşma ve merkezileşmenin eşlik ettiği, burjuva egemenlik aracı olan devletin gericileşerek merkezileştiği, kapitalist gelişmeye paralel olarak toplumda proleterleşme ve yoksullaşma sürecinin hızlandığı, tekellerin burjuvazi içindeki rekabeti yumuşatma  bir yana, daha da yıkıcı hale getirdiği, dünyanın emperyalist devletler arasında egemenlik alanı ve toprak bakımından bölüşümünün gündeme geldiği, sınıf çelişkilerinin keskinleştiği, sınıf mücadelesinin sertleştiği, devrimin hem teorik ve hem de pratik hazırlık anlamında güncelleştiği ve devrimin zaferinin, devrimci bir partinin zorunluluğuyla bağlandığı sonucuna vardı.

Dünya işçi hareketine ve Rusya’daki sınıf hareketine devrimci müdahalesini, devrimin güncelliği, teorik, politik,  örgütsel ve pratik hazırlığı ve devrimci partinin örgütlenmesi üzerine oturttu.

20. yy. başında Rus Sosyal demokrasisi içinde Credo ile başlayan “çatallaşma” daha sonra  ekonomizme evrilerek bölünmeye dönüştü. 1903 sonrasında Menşevizm bu akımın sadece ideolojik- politik bir devamı değil, aynı zamanda örgütsel temsilcisi oldu. Sosyal demokrat hareketteki  bölünmeyi ideolojik-politik alandan örgütsel alana taşıdı.

Lenin, sürgün yıllarında bir yandan proleter devrimci  bir partinin inşa planı üzerinde çalışırken öte yandan bu planı en yakın yoldaşlarıyla (Martov, Potresov)  yazışarak paylaşıyordu. 1897’de yazdığı “Rus Sosyal Demokratların Görevleri” adlı makalede ‘Rusya’nın hızlı kapitalistleşmesinin bir çöküntüye, bunun da sınıf hareketinde bir yükselmeye yol açmasının kaçınılmaz olduğunu’ belirterek, “Rus Sosyal Demokratlarının birinci ve en acil görevi”nin “kent fabrika işçileri arasında sağlam bir devrimci örgütün yaratılması” olduğunu vurguladı.

Lenin 1890 yılında  sürgünden döndükten sonra, planını hayata geçirmek için yoğun bir faaliyetin içine girdi. Bu çerçevede aynı dönemde sürgünden dönen Martov ve Potresov’la birlikte yurtdışına çıkarak Plehanov’la görüştü. Görüşme olumlu sonuçlandı ve  sosyal demokrasinin birliğini sağlamak amacıyla  biri haftalık bir gazete ( Iskra- Kıvılcım), öteki aylık bir teorik gazete (Zarya-Şafak- ancak bir kaç sayı çıkartılabildi.) olmak üzere Rusya çapında iki gazetenin çıkarılması kararı alındı. Bu, Lenin’in parti inşasına yönelik ikinci ama sonuç belirleyici adımı oldu. Iskra (Kıvılcım), 1901 Aralığında yayın hayatına başladı.

 

3 – İskra ve Parti İnşası

Bütün Rusyayı kapsayacak merkezi bir gazetenin çıkartılması Lenin için parti inşa sürecinin en etkili ve somut adımıydı. Lenin için gazete sadece “kolektif bir propagandist ve kolektif bir ajitatör” ve “kolektif bir bir örgütçü” değil, aynı zamanda parti inşa sürecinin pratik bir adımıydı. Merkezi gazeteyi partinin ideolojik birliğini sağlanmasının  ve geliştirilmesinin, merkezle yereller arasında sağlıklı bir iletişimin kurulmasının, politik etkiyi yayma ve örgütsel bir ağ yaratmanın bir aracı olarak ele aldı. Hatta daha da ileri giderek, gazete vasıtasıyla oluşan ağın ayaklanmanın yayılması ve yönetilmesi için vazgeçilmez önemde olduğunu vurguladı.

Ne Yapmalı’da merkezi bir gazetenin çıkartılması ile parti inşası arasındaki ilişki dair  şunları yazdı. “Asıl sorun da güçlü politik örgütler kurmanın, bir merkez yayın organından başka bir yolu olmadığıdır. (Lenin, Seçme Eserler, İnter Yay. cilt II, s. 174) “Ve ben bu gerçek bağın kurulmasına ancak,  faaliyetin en çeşitli biçimlerinin sonuçlarını toplayarak, böylece bütün yolların Roma’ya çıkması gibi hepsi devrime çıkan bütün bu çok çeşitli yollarda ilerlemek için insanları teşvik eden biricik düzenli tüm-Rusya girişimi olarak genel bir gazete temelinde başlanabileceğinde ısrar etmeyi sürdürüyorum.” (age, s. 181)

Butün bunları gerçekleştirmek üzere Iskra yayın hayatına başlarken  kendini Lenin’in kaleminden   şöyle tanıttı: “Rus sosyal demokratları arasında egemen olan kargaşayı ve kafa karışıklığını ortadan kaldıracak sıkı bir ideolojik birlik yaratmak gereklidir; bu ideolojik birlik, bir parti programıyla pekiştirilmelidir. İkinci olarak özellikle hakkında tam ve zamanında bilgi vermek ve periyodik yayınları Rusya’nın her yerine ulaştırmak olan bir örgüt yaratmak gereklidir. Ancak böyle bir örgüt ortaya çıktığında, bir Rus sosyal demokrat posta hizmeti kurulduğunda parti sağlam bir varlık kazanacak, gerçek bir olgu ve dolayısıyla da etkin bir politik güç haline gelecektir.” ( Lenin, “Iskra Yazı Kurulu’nun Duyurusu”, age- s. 18)

Aynı duyuruda Lenin, Iskra’nın yayın ilkelerini de açıklıyordu. “Birleşmeden önce, birleşebilmemiz için ilk önce kesinlikle ve kararlılıkla aramızdaki ayrılıkları belirlemeliyiz. Yoksa birliğimiz mevcut dağınıklığın üstünü örten ve kökten aşılmasını engelleyen bir kuruntu olacaktır. Yani gazetemizi çeşitli türden görüşlerin basit bir toplanma yeri haline getirmeye niyetimizin olmadığı anlaşılırdır. Tam tersine, gazeteye, son derece katı saptanmış bir yön vereceğiz. Bu yön tek sözcükle, Marksizm sözcüğüyle karakterize edilebilir.”(age, s.18)

Lenin parti inşa planını ile açıklamalarını Iskra’da bir dizi makaleyle sürdürdü. “Hareketimizin En Acil Görevleri” ve ”Nereden Başlamalı ?” makalelerinde ayrıntılandırdığı planı, “Ne Yapmalı”da Rus Sosyal Demokrat Hareketi için bir tehdit haline gelen  Ekonomizme karşı mücadele ile birleştirerek,  bütün yönleriyle işledi.

Aralık 1900’da kaleme aldığı “Hareketimizin En Acil Görevleri”nde  Rus Sosyal-Demokrasisi durumunu şu sözlerle betimledi; “Rus Sosyal-Demokrasisi bir yalpalamalar döneminden, kendi kendini inkara kadar varan bir kuşku döneminden geçmektedir. Bir yandan işçi hareketi sosyalizmden kopuyor; ekonomik mücadele yürütmelerinde işçilere yardım ediliyor, fakat bu yapılırken işçiler sosyalist hedefler ve bir bütün olarak hareketin politik görevleri hakkında  ya çok az aydınlatılıyor, ya da hiç aydınlatılmıyor.Öte yandan sosyalizm işçi hareketinden koparılıyor.”…..Sayılan tüm bu hususlar hareketin bir yanının abartılması sonucunu doğurmuştur. “Ekonomik” eğilim (…) bu dar görüşlülüğü özel bir teori haline getirme ve bu amaçla eski burjuva düşünceleri dalgalandıran moda haline gelmiş Bernsteincılıktan  moda haline gelmiş “Marksizm eleştirisi”nden yararlanma çabalarına yol açmıştır. Tek başına bu çabalar bile Rus işçi hareketiyle, politik özgürlüğün öncü savaşçısı Rus Sosyal-Demokrasisi arasındaki bağın zayıflaması tehlikesini yaratmıştır. Hareketimizin en acil görevi şimdi bu bağın sağlamlaştırılmasıdır.

Sosyal-Demokrasi, işçi hareketinin sosyalizmle birliğidir. Onun görevi işçi hareketine tek tek bütün aşamalarda pasif bir şekilde hizmet etmek değil, hareketin tümünün çıkarlarını temsil etmek, bu harekete onun nihai hedefini ve politik görevlerini göstermek, hareketin politik ve ideolojik bağımsızlığını korumaktır. Sosyal-Demokrasiden kopuk işçi hareketi, parçalanmak ve kaçınılmaz olarak burjuvalaşmak zorundadır.” (age., s.22-23)

Lenin’in adım adım geliştirerek  Ne Yapmalı’ da son halini verdiği müdahale planı üç ana konuyu içeriyordu. Birincisi, politik ajitasyonun önemi ve karakteri sorunu; bu sorun aynı zamanda Sosyal Demokrat Harekette ortaya çıkan bölünmeye (Ekonomizm) karşı mücadelenin içeriği ve kapsamını da belirliyordu. İkincisi, Sosyal Demokrasinin örgütsel görevleri; Sosyal Demokrat Hareketin ideolojik, politik ve örgütsel birliğinin kurulması, Rusya çapında Merkezi bir savaş örgütünün inşası ve üçüncüsü, bunun ilk adımı olarak hareketi yerellikten, amatörlükten kurtaracak Rusya çapında devrimci bir gazetenin çıkartılması.

Amacımız sadece Lenin’in işçi sınıfının devrimci partisinin inşası için “ Ne Yapmalı” da ortaya koyduğu planı ve bu plana dayanarak yürüttüğü ideolojik, politik ve örgütsel mücadelenin kısa bir özetini sunmak değil, işçi hareketinin benzer sorunlarla karşı karşıya olduğu günümüzde, Lenin’in müdahalesinin Marksist devrim – parti teorisi ve pratiğinin olgunlaştırılması açısından taşıdığı önemi öne çıkarmaktır.

Bu yüzden konuyu Lenin’in müdahalesi çerçevesinden çıkartarak, Marx ve Engels’le bağlantılı biçimde, Lenin’in “ Ne Yapmalı” da ortaya koyduğu plana bağlı kalarak; işçi sınıfının konumu, ekonomik mücadelenin önemi – siyasal mücadeleyle ilişkisi, kendiliğindencilik – bilinçli, örgütlü faaliyet, partinin niteliği ve rolü konuları üzerinde yoğunlaşarak ele alacağız.

 

* Legal Marksistler : Rus liberal burjuva hareketi. Bu hareketin önde gelen ismi Struve, 1898’de RSDİP’in ilk kurucuları arasında yer aldı. RSDİP’in ilk manifestosunu kaleme aldı.

**Credo: “inanıyorum ki”, Hıristiyanlıkta inanç beyanı anlamında kullanılır.