15-16 Haziran’dan 2015 Haziran’ına

Mayıs ve Haziran aylarının  Türkiyeişçi hareketi tarihinde özel bir yeri vardır. Nisan, Mayıs ve Haziran ayları 1 Mayıs nedeniyle sınıf mücadelesinin ivmelendiği aylardır. Öyle ki, en kötü koşullarda bile sınıf mücadelesi bu aylarda belirli bir ivme kazanır. Sosyalist hareket bu ayları bir anlamda bütün bir yılın muhasebesinin yapıldığı aylar olarak görmüş ve öyle davranmıştır. Mayıs ve Haziran aylarını asıl önemi kılan ise hiç şüphesiz işçi sınıfının en görkemli ayaklanmaları ve başkaldırılarının bu aylarda gerçekleşmiş olmasıdır.

Kendiliğinden ayaklanma ve başkaldırılar, tarihsel deneyimin de kanıtladığı gibi, birincisi, nispeten uzun bir birikim döneminin ürünü olmaları, ikincisi önceden planlanamamaları ve üçüncüsü, genel olarak bir bilinç ve örgütlülükten çok devrimci bir bilinç ve örgütlülüğe sahip olmamaları nedenleriyle bilinçli ve örgütlü ayaklanmalardan ayrılırlar. 15-16 Haziran ayaklanması  bütün bu özellikleri içinde barındıran, işçi sınıfının görkemli ayaklanmalarının  ilkidir.

Türkiye burjuvazisi, dünya burjuvazisinin deneyiminden hareketle kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak gelişmesi kaçınılmaz olan işçi sınıfının ekonomik mücadelesini denetim altına alabilmek için 1952’de Türk-İş’i kurdu. Türk-İş 1952 – 63 yılları arasında, kendisine verilen görevi başarıyla yerine getirdiyse de, sınıf içinde kapitalistlere karşı dayanışma ve mücadele bilincinin gelişimini engelleyemedi. Sınıfta başlayan değişim kendini en keskin biçimde 1963 Kavel grevi ile ortaya koydu.

Kavel grevinin başarısı sınıfın mücadele azmini daha da biledi. Hareket, birbirine eklemlenen büyüklü küçüklü grevlerle gelişim çizgisini sürdürdü. Türkiye’ de 1970’li yıllarda önemli bir güç haline gelen “sınıf sendikacılığı”nın nüveleri, bu mücadelelerde oluştu. İşçi sınıfı, sadece kapitalistlere karşı örgütlü mücadeleyi değil, sınıfın genel çıkarları için mücadele etme gereğini de bu mücadelelerden geçerek öğrendi. Bu süreçte her mücadele, daha sonraki mücadelenin kaldıracı oldu.

1960’lı yılların sonlarına doğru dünyadaki değişim, kapitalizmin krizi ve krizin yol açtığı, bütün dünyayı etkisi altına alan devrimci dalga, Türkiye’de de etkisini gösterdi. Toplumsal hareket, işçi grevleri, gençlik hareketi ve köylü hareketi ile birleşerek büyüdü.

15-16 Haziran başkaldırısı, sınıf hareketinde, toplumsal harekette gelişen devrimci dalganın etkisi altında ortaya çıktı.

15 Haziran’da burjuvazinin, gelişen sendikal hareketin önünü kesmek üzere sendikalar yasasında yapmak istediği değişikliğe karşı işçi sınıfı DİSK’in çağrısıyla eyleme geçti. Eylem,  16 Haziran’da Türk–İş’e bağlı işçilerin, öğrencilerin ve emekçi halkın katılımıyla bir ayaklanmaya dönüştü. 150 bin işçi, iki milyon nüfuslu İstanbul’un dört bir yanından harekete geçti. Mücadele alanı Kocaeli ve Sakarya’yı da içine alarak genişledi.

Burjuvazi işçilerin eyleminin bir ayaklanmaya dönüştüğünü ve yayılma eğilimi taşıdığını kavramakta gecikmedi. Eylemi 15 Haziran akşamı sıkıyönetim ilanıyla karşıladı ve iç savaş düzeni aldı. İstanbul’un iki yakasını birleştiren ulaşım hatları kesildi. Kocaeli ve İstanbul’da işçilerin muhtemel yürüyüş güzergâhları üzerinde ağır silahlarla barikatlar kuruldu. İşçi sınıfı tarihinde ilk barikat savaşlarını verdi, bir çok barikatı çatışarak aştı.

Burjuvazinin başkaldırı sırasında iç savaş düzenine geçmesi, kendiliğinden hareketin “çaresizliği” ve yetmezliğinin bilince çıktığı an oldu. Silahlı burjuvazi karşısında silahsız işçiler, güçleri ve güçsüzlükleriyle şaşkındılar. İlk kez birlikte olma ve mücadele etmelerinin gücünü gördüler ve ilk kez yetmezliklerinin farkına vardılar. İşçiler ayaklanmayı daha ileri taşıyabilecek donanım ve örgüte sahip değildi. Bu koşullarda burjuvazinin yasayı geri çektiğini açıklamasıyla, beklenmedik bir hızla başlayan ayaklanma aynı hızla geri çekildi.

İşçi sınıfının geri çekilmesinin ardından burjuvazi iç savaş silahını, öğrenci eylemlerinde, toprak işgallerinde, 15-16 Haziran ayaklanmasında önemli roller üstlenen ve ayaklanmayı farklı bir tarzda sürdürme kararlılığında olan genç devrimci harekete çevirdi. Devrimci önderler, Mahirler, İbrahimler, Denizler, Ulaşlar hain pusularda öldürüldü, idam edildi.

15-16 Haziran sınıf mücadelesi tarihinde kendiliğinden de olsa harekete geçirdiği kitle, yarattığı etki, taşıdığı yıkıcı devrimci enerji ile görkemli bir ayaklanma olarak yerini aldı. Ama onun asıl önemi doğrudan kapitalist düzene yönelmesi, hedefine de devleti koymasıydı.İşçi sınıfı bu ayaklanmada gücünü ve güçsüzlüğünü gördü, komünist bilinç ve parti eksikliğini bütün sonuçlarıyla yaşadı. Dövüşüp yenildiği bu deneyimden komünist bilinç ve örgütlenme zorunluluğunu kavrayarak, bilenerek, yetkinleşerek çıktı. Bu deneyimi 70’lı yıllarda pratiğe aktarmaya çalıştı.Devrimci hareket 15 -16 Hazirandan edindiği deneyimle 70 sonrası çabasının ana yönünü bilinç ve örgüt yetmezliğini gidermeye hasrederken asıl önemli olanı gözden kaçırdı. 15-16 Haziranın doğrudan devlete karşı bir ayaklanma olduğu gerçeğini atlayarak, kendini adeta yeni bir başarısızlığa mahkum etti. 12 Eylül’e böyle gelindi.

Şüphesiz 15-16 Haziranla kıyaslanamaz olsa da ikinci kendiliğinden başkaldırıyı Türkiye 2013 Haziranında yaşadı. Doğrudan düzene karşı bir başkaldırı olarak başlamasa da, düzenin sınırlarını zorlayan bu başkaldırıyı Söz ve Eylem Temmuz 2013 sayısında şöyle değerlendirdi: “Gezi Parkı’nda başlayan, ülke geneline ve hatta dış merkezlere kadar yayılan başkaldırı ve protesto eylemlerinin yığınsallık, kararlılık, mücadele azmi yüksek ve umulmadık bir zamanda umulmadık cesaretli bir çıkışla patlayıp devam etmesi, açıktır ki; bugün ve sonrasında Türkiye sınıf mücadeleleri tarihinde önemli bir dönüm noktasının adı olacaktır. Politik renginin belirgin olmaması bu gerçeğin üstünü örtmez. Kendine özgü dinamiği ve bileşenleri ile akıp gelen süreç, büyüyen bir kartopu misali duymaya alışık olmadığımız bir gürültüyle Taksim alanının ortasına düştü.  Kelebek kanat çırptı. Yıllardır faşist diktatörlüklerden, AKP gibi onların bakiyelerinin dinci-sivil faşist uygulamalarından bizar olan, değişik sınıfsal kökenden gelen, farklı görüşlü, çok katmanlı, örgütlü örgütsüz toplumsal kesimler, aralarındaki nüanslara aldırmadan, içtenlikli ve doğrudan bir refleksle yıllar boyunca biriktirdikleri enerjileriyle yüklenip barajın kapaklarını patlattı. Korku duvarı yığınların gücü karşısında tuzla buz oldu, önemli bir eşik atlandı… başka bir deyişle, ölü toprağı silkelenip atıldı. Cin şişeden çıktı…”

Ana omurgasını gençlerin – öğrenciler, genç işçiler ve işsizlerin- oluşturduğu başkaldırı, ülkenin bütün ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanlarını, tüm “ötekileştirilen”leri, kent yoksullarını, emekçi kadınları, küçük burjuvazinin alt ve orta gelir gruplarını kendine çekerek bir halk hareketine dönüştü. Başkaldırıya katılanların sayısını tam olarak belirlemek mümkün olmasa da, halkın aktif çoğunluğunu kapsadığı bir gerçektir. Bu sınıfsal ve toplumsal bileşim içinde işçiler, başkaldırının en örgütsüz kesimini oluşturdu. Başkaldırı, en çok işçi sınıfının en örgütsüz kesimi olan taşeron işçileri ve hizmet sektörü işçilerinde yankı buldu. Doğal olarak katılımları da sınıfsal değil bireysel düzeyde kaldı. Örgütlü bir sınıf refleksi ortaya koyamadılar.

Böylesi bir eylemde işçi sınıfının bu derece pasif, hatta “ilgisiz” kalması şüphesiz işçi sınıfının içinde bulunduğu ideolojik, politik ve örgütsel geriliği göstermektedir.Toplumsal eylemin 12 Eylül’ün yarattığı çok yönlü tahribatı aşmaya çalıştığı bir anda işçi sınıfının bu ilgisizliği ve duyarsızlığı nesnel koşullarla açıklanamaz. Duyarsızlığa yol açan asıl etken, sınıf siyasetinin işçi sınıfıyla buluşamamış olmasıdır, yani devrimci sınıf  partisi eksikliğidir. Bu eksikliğin yol açtığı fırtınaya hazırlıksız yakalanmaktır. Elbette bunun bir dizi ideolojik, politik ve örgütsel nedeni vardır. Konumuz bu değil. Ancak şu kadarını söylemek gerekiyor: Kendini sınıf mücadelesi üzerinden tarif etmeyen, sınıf mücadelesini direnmeye indirgeyen, henüz kitlelerin ayaklanmaktan uzak olduğu dönemde, tam bir karınca çalışkanlığıyla yapılması gereken devrimin o günlük rutin işlerini ( ajitasyon, propaganda ve örgütleme) küçümseyen, göz ardı eden, fırtınaya göre konumlanmak yerine, fırtınayı bekleyen bir hareketin fırtına çıktığında hazırlıklı olması zaten mümkün değildir.

Başkaldırının bir kez daha ortaya çıkardığı diğer bir gerçekse, mevcut sendikaların devletin işçi sınıfı üzerinde birer denetim araçları olduğuydu. Diğerleri bir yana kendilerini işçi sendikası olarak niteleyen DİSK ve KESK yöneticileri “dostlar alışverişte görsün” misali belirli günlerde “nöbet defterini imzalamak” üzere Taksim’den geçmeyi eylem olarak yutturmaya çalıştılar.  Grevi grev gibi yapma yeteneğini kaybeden, görevi baştan savarcasına genel grev kararı alan, üstelik bunu 15 – 16 Haziran gibi bir ayaklanmanın yıldönümünde onun ruhundan koparak yapan sendikaların içinde bulunduğu durum ve başkaldırı karşısındaki tutumlarını güçsüzlükle açıklamak, sendikaların süreç içinde devletin sınıf üzerinde birer denetim aracı haline geldiği gerçeğini gizlemektir.İşçi sınıfının sendikalarda örgütlenmiş kesiminin aslında sınıfın en örgütsüz,en duyarsız kesimi olmasına yol açan da bu durumdur; yani sendikaların birer devlet denetim aracına dönüşmüş olmasıdır.

Sınıfın içinde bulunduğu gerilik, sosyalist hareketin kendi köklerinden uzaklaşarak sınıf mücadelesini, demokratikleşme , barış etnik ve dinsel kavramlar üzerinden tarif etmeye kalkması, başkaldırıya sonradan devrimci bir müdahale edebilmeyi de olanaksızlaştırdı. Bu koşullarda kendiliğinden başlayan başkaldırı, kendiliğindenlik içinde debelenerek yol aldı.

Başkaldırının hedefi ve tarzını belirleyen AKP ve RTE karışıklığı aynı zamanda onun yumuşak karnını oluşturdu. RTE’ye duyulan öfke, düzene duyulan öfkenin önüne geçti ve eylemin genel karakterini belirledi. Bu özellikleriyle başkaldırı düzenin sınırlarında dolaşıp durdu.

Hiçbir toplumsal mücadele hedefsiz ilerleyemez. Kendiliğinden bir patlamayla ayağa kalkanlar ne kadar kararlı ve mücadeleci olursa olsunlar, kendine devrimci bir yol bulamayan başkaldırı burjuva seçenekler içinde erimeye mahkumdur.

Kendiliğinden patlamalar sınıf mücadelesinde neredeyse kaçınılmaz ve önemli kaldıraçlardır. Başarının koşulu ise bu patlamaların onlara yön verecek devrimci bilinç ve devrimci örgütle buluşmalarıdır. Bu olmayınca düzen sınırlarında erimeleri de bir o kadar kaçınılmaz oluyor.

Geleceğe kapı açmış olması, destansı cüreti,  geniş halk kitlelerinden azımsanmayacak bir destek görmesi, zekasından mizahına kadar oluşturduğu renkli ve sempatik panorama ve bir sonraki, ama daha yüksek vitesli olacak olanı şimdiden müjdelemesi,Taksim başkaldırısını bu sonuçtan kurtaramamıştır.

Yeni Bir Başlangıç

2015 Mayısında Türkiye öncekilerle kıyaslandığında çok daha düşük düzeyde bir eyleme tanık oldu. Eylem 15-16 Haziran ve Geziyle kıyaslanmayacak ölçüde mütevaziydi; ne bir ayaklanma, ne de bir başkaldırıydı, öncekiler gibi yaygın, etkili ve yıkıcı değildi.Ama buna rağmen Renault’ta başlayan, dalga dalga otomotiv sektörüne,oradan  da petro-kimya ve dayanıklı tüketim malları sektörüne yayılan eylemi önemli kılan onun sınıf hareketinin geleceği açısından içerdiği mesaj ve önerdiği yoldur.

Otomobil sektörünün en büyüklerini ve bunlara parça üreten fabrikaları (Renault, Ford, Tofaş Coşkunoz, Mako, Valeo, Tredin, Türk Traktör, Ticaso) kapsayan ve oradan Petkim ve Arçelik’e sıçrayan; alışılmış toplu sözleşme grevlerinden farklı olan bu iş bırakma, sınıf mücadelesinde unutulmaya yüz tutmuş birçok gerçeğiyle birlikte yakalanması gereken birçok halkayı da su yüzüne çıkardı.

Dünya kapitalizmi son otuz yıldır üretici güçlerdeki gelişmeye paralel olarak önemli değişiklikler yaşadı, yaşıyor. Bu değişimlerden biri de yeni nesil makinelerin devreye girmesi ve otomasyonun yaygınlaşmasıyla birlikte imalat sanayinde istihdamın azalma eğiliminin artarak sürmesidir. Sermayenin organik bileşimini değişen sermaye aleyhine büyütmesi nedeniyle kâr oranlarının düşme eğilimini de beraberinde sürükleyen bu duruma kapitalistlerin tepkisi ücretleri düşürmek, sosyal hakları budamak,  çalışma koşullarını ağırlaştırmak ve ideolojik ve fiziki şiddeti süreklileştirmek oldu. Günümüzde sermayenin ucuz işgücüne kaçışının, taşeronlaşmanın, esnek ve güvencesiz çalıştırmanın yaygınlaşmasının altındaki yalın gerçek budur.

İmalat sanayindeki istihdamda azalma eğilimi burjuva ideologları tarafından Marksizm’in tahrifinin bir argümanı olarak kullanıldı. İmalat sanayinde çalışan işçi sayısındaki azalmadan hareketle işçi sınıfının adım adım yok olduğu, artı-değer üretiminin ortadan kalkmakta olduğu vb.,dolayısıyla sınıf mücadelesinin de ortadan kalktığı ileri sürüldü. Bu görüş Marksizm’i terk etmeye hazır birçok “post Marksist” çevre tarafından da benimsendi. .  İmalat sanayine yönelik bu spekülasyon üzerinden yeni kavramlar üretilerek Marksizm’e taşındı. Toplumsal kurtuluş  işçi sınıfı dışında “ötekiler” ve “ezilenler” gibi müphem kavramlar üzerinde formüle edildi.

Gerçekte ise imalat sanayinde istihdamın azalmasına yol açan aynı süreç (üretici güçlerdeki gelişme) yeni iş kolları yaratarak, geleneksel iş kollarını (terzilik, ayakkabıcılıkv.b.) artı-değer üretimine katarak, hizmet sektörünü genişleterek (sağlık, eğitim, temizlik vb.) kapitalizm altında proleterleşme sürecini sürekli olarak besliyor, işçi sayısı azalmıyor, tersine artıyor. Dünyada son dört yılda yaşananlar, iddia edilenin tersine imalat sanayinin her şeye rağmen kapitalist üretimin can damarı olmayı sürdürdüğünü, sanayi proletaryasının da proletaryanın devindirici gücü olma özelliğini koruduğunu ortaya koydu. Renault’ta başlayan grev Türk kapitalizminin de bu gerçeğin dışında olmadığını gösterdi. Grev kısa sürede toplumsal bir etki yarattı. Onbinlerce işçiyi arkasından sürükledi. Sınıf hareketine yeni bir nefes taşıdı. Grev aynı zamanda sanayi proletaryasının son otuz yıldır kabuğuna çekilmiş olmasını,hareketsizliğinin ve geriliğinin nedenlerini değişen koşullarda, yenilginin yarattığı hayal kırıklığında,issizliğin bunaltıcı baskısında, devletin artan fiziki ve ideolojik şiddetinde vb. arayacak yerde, işçi sınıfının kapitalist sistemde işgal ettiği sınıfsal konumda arayan, bundan hareketle sanayi proletaryasının “aristokratlaştığı”, devrimci potansiyelini kaybederek sınıf mücadelesinin dışına düştüğü, onun rolünü güvencesizlerin üstlendiği biçimindeki yaygın  anti-Marksist görüşlere işçi sınıfının somut bir  cevabı oldu.

Grevler ikinci olarak mevcut sendikacılığın iflasını tescil etti. Geçmişte işçi sınıfı hareketinin gelişmesinde önemli roller üstlenseler de sendikalar,12 Eylül sonrasında köklü bir değişim geçirerek burjuvazinin ucuz işgücüne dayalı ekonomi politikasının önemli bir bileşeni ve burjuva devletin sınıf üzerindeki denetim aracılarına dönüşmüşlerdir. Grevdeki işçiler, eylemleriyle bu sendikal anlayışı grev alanına gömmekle kalmadı, henüz niteliğini belirleyecek bilinç ve örgütlülükten yoksun olsalar da, işçi sınıfının doğrudan katılımına dayalı, yeni bir sendikal anlayışın ilk nüvelerini attılar. Önemli bir diğer nokta ise bu yeni sendikal yönelişin daha bugünden işçi sınıfının büyük bir çoğunluğu tarafında olumlu karşılanması ve kendiliğinden yaygınlaşmasıdır.

Üçüncüsü, yeni bir sendikal anlayışın yolunu açan grevler aynı zamanda yeni bir mücadele anlayışının da taşıyıcısı olmuştur. Burjuvazi geçmişte üretici güçlerdeki gelişmeden yararlanarak küçük atölyeleri binlerce işçinin çalıştırıldığı entegre üretim yapan büyük fabrikalara dönüştürdü. Bugün aynı üretici güçleri fabrikaları parçalamak için kullanıyor. Bununla işçilerin birliği bir kez daha bölündü, dayanışması engellendi, ekonomik ve siyasal mücadelesine önemli bir darbe indirildi. Otomotiv grevi, işçi sınıfının bu darbeyi etkisizleştirmesinin ve etkili bir sendikal eylem yürütmesinin yolunu da gösterdi. Grevin parça üreten fabrikalara yayılması ile işçi sınıfının birliğinin önündeki mekan engeli, iş yeri grevi iş kolu grevine dönüştürülerek aşıldı. Daha önce Gaziantep Organize sanayi bölgesinde işçilerin denediği yöntem, işçileri ikinci kez zafere taşıdı. Parça üretimine dayalı işbölümünün uluslararası bir karakter taşıması Renault’ta başlayan ve iş kolunu etkileyen greve uluslar arası bir boyut kazandırdı. Çoşkunöz’un greve katılması bu fabrikanın parça ürettiği Romanya’daki Dacia fabrikasında üretimi durma noktasına getirerek grevi hem uluslararası alana yaymanın, hem de etkinliğini artırmanın olanaklarını yarattı.

Bu ve benzeri özellikleriyle Otomotiv grevi sınıf hareketine yeni bir soluk getirdi.Ancak buna rağmen, filizlenmekte olan bu bilinç ve örgütlülük öğelerinden hareketle sınıf hareketinin bir yükselme dönemine girdiğini söylemek için henüz çok erken. İçinde bulunduğu ideolojik, politik ve örgütsel gerilik ve burjuvazinin aralıksız çok yönlü ekonomik, politik ve ideolojik saldırıları dikkate alındığında işçi sınıfının bu kuşatılmışlıktan bir ya da birkaç eylemle çıkması beklenemez. Sürecin sağlıklı bir zeminde ilerlemesi için zamana, daha çok da devrimci bir müdahaleye gereksinim olduğu açıktır. Bu müdahale devrimci bilinç ve örgüttür, partidir.

Esas sorun da bu noktadadır. İşçi sınıfının devrimci siyaseti kendisini örgütleyememiş ve işçi sınıfının kendiliğinden eyleminin gerisine düşmüştür. Acil görev, bu durumu tersine çevirmek, bilimsel komünizm teorisiyle işçi sınıfının pratik mücadelesini birleştirecek örgütü ve eylemi örmektir. İşçi sınıfının kendi eylemiyle ileriye doğru adım attığı bugünkü durumda hâlâ işçi sınıfının devrimci partisinin  inşasından söz etmek, yetersizlikler ve yetmezliklerin arkasına sığınmaktır. Her bakımdan mücadelenin daha da keskinleşeceğinin çok açık olduğu bugün, olanaksızlıkları alt alta sıralamadan gerçek bir öncü gibi davranmak gerekiyor.

Kapitalist dünya krizinin ve emperyalist paylaşım savaşının kesiştiği kavşakta komünistlerin önündeki olanaklarla birlikte, zorluk ve sorumluluklar da büyüyor. Zorlukların aşılması yüksek bir inanç, kararlılık ve cesareti zorunlu kılıyor. Bunlar olmadan devrim yolunda bir adım yol bile alınamaz. Ancak net bir devrimci hedefiniz ve sizi bu hedefe adım adım taşıyacak bir eylem planınız yoksa,kaçınılmaz patlamaların açığa çıkardığı devrimci enerjinin boşa gitmesi önlenemez. Devrimcilerin görevi olasılık hesapları yapmak değildir. Olması gerekeni ikircimsiz bir biçimde önce kendilerinin, sonra da işçilerin, emekçilerin önüne koymak ve bunun gereğini yerine getirmektir. “Bunu yapabilir miyiz?”, “buna gücümüz var mı?” v.b. sorular artık geride kalmalıdır. Görev, işçi sınıfının kendi eylemiyle can verdiği filizleri yakalamak ve onları büyütmektir.Daha çok çaba, daha çok yoğunlaşma ve daha etkin mücadele, gerisi gelecektir.